“DENİZ”İ GÖREN KÖYLÜ
Bizim oralarda, birbirine yakın dost
insanlar arasında, kökleri yaşanmış karanlık ve zor dönemlerin belleklerde
bıraktığı izlerden ve dahi babamın anı
dağarcığından gelen tirajikomik öyküler anlatılır.
Halkın her kesiminde, aydınlara,
sanatçılara, devrimcilere yaşatılan 12 Mart 1971 açık faşizm dönemine tanık
olan insanlarımızın ve koşulları bizzat yaşayanlarının yüzünde acılı
gülümsemeler yaratan olayları, sırası geldiğinde sıcak söyleşilerin olmazsa
olmazlarındandır. Gerçek öyküler zaman zaman birbirine karışır, ister istemez
birbiriyle örtüşür ya da birbirinin içinde yiter, değişime uğrar. Her ne
biçimde olursa, anlatının geleneği değişmez.
Değişmeyense dinleyenlerinin iç
dünyalarında hüzün ve saygınlık karışımı ince, buruk duygular uyandıran
doğallıkları, haktan, haklıdan, en insani ve
en masumane özlem adalet beklentisinden yana konuları içerir
oluşlarıdır.
Halkım insanına yaşatılan,
dinleyenlerinin yüzüne hüzün ve bıçak kesiği acının gölgelerini bırakan olayların
öznesinde yine, insanımızın uzansanız dokunabileceğiniz saflığı, zorlanmadan
duyumsayabileceğiniz dürüstlüğü, içinizi acıtan yoksulluğu saklıdır.
Her mayıs ayının beşinci gününü altıncı
gününe bağlayan gecede, halkın, emekçi, yoksul insanların her şeye karşın
umutla bağlandıkları Hıdırellez geleneğinden gelen inançlarının sevinç ve
coşkusu kaçınılmaz olmuştur.
Ne var ki, 1972 yılının mayısı hayli
değişik geçecek, güle kan damlayacaktır.
.
. .
O yılın altı mayısına, mevcut sistemin
dayattığı tozpembe dünyaların yalan düşlerini yaşayanların anlayamayacağı
derinlikte keder, düşmanı gülümseten biraz da gözyaşı karışır. Dost
söyleşilerin sıcaklığında dillendirilen sözlü öykülerde adı, sanı geçen aslan
yeleli, servi boylu, cesaretine erişilmez, mangal yüreği ile aşık atılmaz koç
yiğitlerin, halktan, kırsaldan insanların ezikliği, içtenliği ve sevecenliği
ile birlikte anılması bu yüzdendir.
Birbirlerini hiç tanımayan, ancak
başlarına gelen talihsiz iki olayda da biraz aşağılayıcı, biraz gülünç, çoğunlukla
buruk, hoş bezerlikler olan iki köylünün yaşadıkları çarpıcı ve manidardır.
Anadolu’nun birbirine uzak diyarlarının değişik zamanlarında yaşanan
olaylardaki iki mağdurun ortak yazgısı; devletin kör kininden, kalıplaşmış
önyargılarından kaynaklanan alıkonulma biçimleri, yok yere gördükleri işkence,
en aşağılayıcı detayına dek tanık oldukları öfke ve şiddet, insanın
duygularını, sabrını zorlayan ironik bir Türkiye gerçeği
gibidir.
Emniyetçe derdest edilerek gözaltına
alınan, nezarette tutulduğu günler içinde, yediği kaba dayağın yanında ruhsal
baskı, eziyet gören, insanlık onuru ile
oynanan ilk kahramanımız Ege bölgesinden bir yoksul köylüdür.
Zaman bundan tam kırk yıl öncesidir… Devrimcilerin,
sömürüye, yoksulluğa, insana reva görülen her türden ayrımcılığa, Amerikan
bağımlılığına bayrak açtığından devletin bildik kolluk kuvvetlerinin yardımına ülke
genelindeki sıkıyönetim komutanlıklarının yetiştiği ve elbette Deniz gibi birçok
devrimci önderin köşe bucak arandığı, en sıradan insanların sokaklardan,
işyerlerinden alınıp götürüldüğü, sorgu sual edildiği günlerdir.
Dev-Genç, halkın haklıdan, eşitlik ve
adaletten yana muhalif kesimlerince fısıltıyla da olsa “Bana gelirlerse
saklarım” yürekliliği ile sahiplenilen bir kurtarıcı, halka zulmeden gerici,
işkenceci asker ve sivil kafaların da korkulu rüyasıdır.
Ülkenin yönetiminde 12
Mart faşist darbesini yapan, baskısını sürdüren, arkasını ABD gibi bir jandarma
gücüne dayamış, halkın yükselen muhalefetinin, toplumda artan sosyal uyanışın
ve sınıf bilincinin kökünü kurutmaya yemin etmiş bir askeri cunta vardır.
Durum böyle olunca
uzlaşmaz çelişkinin zorunlu durağı olan çatışma ortamı elbette kaçınılmaz
olacaktır. O günler ki, estirilen
gözdağı, korku ve tehdit rüzgarlarının, sindirme, kıyım ve imha operasyonlarının
yanı sıra, derin güvensizlik duygusu, ihbar ve ihanet yüklüdür. Henüz Kızıldere
ve ardı sıra gelen mayıs ayı kana bulanmamıştır. Devrimcilerin devrim,
bağımsızlık ve sosyalizm düşlerinin, anti-emperyalist tavırlarının halka
ulaşmasını önlemek için devlet kitlesel tutuklamalar yapar, insanlık dışı baskı
ve işkence uygular.
İnsanlar neredeyse kapılarının önünden,
sokaklarından geçtiği iddia edilen Dev-Genç’lilere ekmek, su vermekle ve
yatacak yer, yol tarif göstermekle suçlanır, tutuklanır. Aynı devlet, devrimci
liderleri düşünsel olduğu kadar, fiziksel olarak da yok etmek için “balyoz”
operasyonları uygularken, emir ve komutasındaki gazetelerin haberlerinde,
olayların özüne şaibe ve dedikodu karıştırma, gerçekleri çarpıtma gibi kara
propagandayı da ihmal etmez.
O günlerin tek devlet kanalı olan, siyah
beyaz TRT’si, tam bir “yat ve alçak sürün” borusu olarak kullanılırken;
gazeteler de -değişmeyen geleneksel yalakalıklarına uygunlukla- çağdışı
uygulamalara alkış tutma, devrimcilere kara çalma, bilgiyi kirletme
yarışındadır. Onlara göre, kurulu düzene isyan edenler “şaki”, “anarşist”, “ırz
düşmanı” ve dahi “eşkıya”dır. Kapılar içeriden kilitlenmeli, üç maymun
örneğince sağır, dilsiz ve kör uykulara yatılmalı, ola ki en küçük tıkırtı,
karaltı, şüpheli her bir durum devlete ihbar edilmelidir.
Kimi zaman, oldubittiye getirilen onca
olayın ya da kapitalizme emperyalist tahakküme karşı çıkanların özünü, sözünü
çarpıtıp içini boşaltabilmek için, akıl hocalarınca Guevara’ya yapılmaya
çalışıldığı gibi, Deniz’imizin “yakışıklılığı”, asker parkası ve de ODTÜ
yurdunda ona ait olduğu söylenen dolabın kapağındaki, o günlerin ünlü “vamp”
hatunlarından birisinin şuh fotoğrafı gözlere sokulur.
Böylece, Anadolu insanının gönlünde hak
ettiği yeri almış devrimci önderler özlerinden, köklerinden uzaklaştırılmaya,
itibarsızlaştırılmaya, kamuoyuna salt korkusuz, yiğit delikanlılar olarak lanse
edilerek kişiselleştirilmeye, olmadı,
saflıklarından, heyecanlarından yararlanılarak “kötü emellere alet edilerek”
kandırılmış, ateşli ama iyi niyetli gençler oldukları inandırılmaya çalışılır.
12 Mart rüzgarlarının hiçte adil
olmayan, siyasal ve askeri baskısını giderek sertleştirdiği, kavgada mertliğin,
yargıda hakkaniyetin rafa kaldırıldığı, hak ve özgürlüklerin halının altına
süpürüldüğü, ekmeğinin peşindeki işçinin, iaşe sorunundan başını kaldıramayan
memurun, dar gelirlinin aşına, maaşına saldırıldığı, gelecek derdindeki
öğrencinin umutlarının karartıldığı, havanın günbegün kurşun gibi ağırlaştığı
zor günlerdir… Yaşayanlar bilir.
Deniz’i Gören Köylü…
Yaşanmış öykümüz, siyah beyaz Türk
filmlerinin burnumuzun direğini sızlatan, toplumsal belleğe kazınmış o malum
sahnesinde, Haydarpaşa tren istasyonunun İstanbul boğazına bakan taş
merdivenlerinin önünde başlar.
İstanbul’un boz bulanık, ıslak, soğuk
bir kış gününe henüz uyanmadığı sabahın çok erken bir vaktinde, sırtında
torbasıyla, ürkekçe kemiği çıkmış çıplak ensesini kaşıyan, şaşkın bir Anadolu
insanı, ilk kez gördüğü yedi tepeli kentin devasa, silueti karşısında dalgın ve
düşüncelidir. Boğazın engin, mavi sularına yorgun uykularda düş
görüyormuşçasına bakakalmıştır. Günün ilerleyen saatlerinde, bu yoksulu Galata
Köprüsü’nün demir korkuluklarına yaslanmış, yine aynı dalgın ve hayran
bakışlarla çalkalanan denizin mavi ve serin sularını, vapurlarının ardı sıra
köpüklenen dalgalarını izlerken görürüz.
Sonrasında, Karaköy’ün yaşlı, fakir
sokaklarındaki amele kıraathanelerinden birinde, sıcak suyun gurbette insana
yararı olduğu köylülük içgüdüsüyle çayını yudumlarken görünecek; ensesinde boza
pişirmeye hazırlanan devlet babanın antenlerinin çalıştığı ortalık yerde,
pinekleyen yersiz yurtsuzlara Ege ağzının içtenliği ile, abartılı el kol
hareketleriyle bir şeyler anlatacaktır.
Orada, o fakirhanede anlatılan, yaşamı
boyunca ilk kez gördüğü denizin büyüleyici maviliğinden, insanları anında
boğabilecek dev dalgalarının ve sularının
heybetinden, ihtişamından, önüne çıkar çıkmaz, göründüğü anda kendisini nasıl “ürküttüğünden”
başka bir şey değildir kuşkusuz.
O günlerde, ülkenin dört bucağında
fellik fellik aranan bizim Deniz’imizi çağrıştıracak, köylü saflığı ile
abartılmış, dinleyen insanı hayretlere düşüren öylesine bir heybetten uluorta
söz etmek tekin bir sohbet değildir. Böylesi tehlikeli bir konuyu
dillendirmenin bedeli, en yakın emniyet merkezinde “yangında ilk kurtarılacak”
ivedilikte muamele görüp ve de muhtemelen Beyoğlu Polis Karakolu’nun
nezarethanesinde “ağır konuk” olarak en iyimser tahminle birkaç gece
ağırlanmaktır.
Büyük kentin talihsiz konuğu, o güne dek
görmediği gözdağı ve tehditten, eziyetin şiddetinden olacak ki, hayatında ilk
kez tanıştığı “denizi” hangi tren garına iner inmez gördüğünü, o muhteşem devle
hangi “koca” köprünün üzerinde ikinci kez karşılaştığında uzaktan, göğsünü
serin kuzey rüzgarlarına dönerek hayretler içinde seyrettiğini gönül rahatlığı
içinde, soruları soran memurlerın beklediği düzgün bir Türkçeyle
anlatamaz.
Salya sümük iç çekerek, birilerinin
aklına uyup bilmediği bu kente gelmenin geri dönülmez pişmanlığı içinde,
ayaklarının şişmiş tabanlarında falaka izleri, kemikleri sayılabilecek denli
çelimsiz bedeninde, elmacık kemikli yüzünde darp edilmenin ekimozu, katışıksız
bir güney Ege ağzıyla polis şefine ağlayıp sızlanır. Yalvar yakar ve dahi
acınası hallerdedir:
“ Kara trenden daha yere atladığımda,
merdivenlerin başında, annacımda gördüm Komser beyim, gözüm korktu ” der. “ Çalkantılıydı,
telaşlıydı, yalan değil ürkmüşüm, Allah sizi inandırsın altıma kaçıracaktım…
Amirim!?.. Köyümden iş aramak için
kalkıp gelmiştim. Bundan başka da bilmişliğim, tanımışlığım, görmüşlüğüm ve
dahi benim başka bir günahım yoktur. Beyim… ”
Onlarca sakallı genç insanın, genç kadınların
yüzlerini gösteren siyah beyaz resimlerin sıralandığı “Aranan Anarşistler”
afişini, sıska, çıplak boynundan kıskıvrak yakalayıp burnunun ucuna getirerek
öfke krizi içinde sorarlar:
“ Haydi, öt bakalım Denizli horozu,
şimdi sen bu şehir eşkiyalarından, bu Allahsız kitapsızlardan hangisini gördün ?
”
Korkunun ecele yararı olmadığı sözünü
dedesinin ağzından defalarca duymasına karşın, neredeyse dizlerinin bağı
çözülecek, aklını kaçıracak duruma gelmiştir. Görevine kilitlenmiş insafsızdan
nafile aman dileyen yakarı sözcükleri gitgide kısık ve anlaşılmaz çıkmaktadır.
Copunu sırıtarak, tehdit edercesine avucunun içinde hareket ettiren, falaka
sopasını tükürüklerini saçarak hırsla kullanan, nafile bağışlanmayı dilediği
ellere bir an kapanmak ister: “
Yapmayın, kulunuz olem! ”
Denk getiremez. Dengesini yitirir. Olduğu
yerde yüzüstü yere kapaklanır. Bir kez
daha umutsuzca yineler: “ Yapmayın,
kulunuz olem! ”
Tabanları insan kusmuğuna bulaşmış ayakkabılarıyla
ter içinde kalmış, kirli başına basarlar. Uğursuz akşamın ilk saatlerinden beri
dilinden düşürmediği pişmanlık ve de bağışlanma sözcüklerini ağlayıp sızlanarak
dışından yineler durur. Ama içinden kendisine ilk kez itiraf ettiği farklı
sözleri, oradakilerden hiçbiri duyamaz:
“ Bir daha bu şehre gelenin de… Gelip
görenin de… Görüp anlatanın da… Anasını eşekler kovalasın ! ”
Yanağı yere dayalı yüzükoyun uzandığı
beton zeminde, gözlerinin önünde buruşmuş eski bir gazete açarlar. Arkadan
kafasını gazeteye doğru sertçe bastırarak:
“ İyi bak ulan eşşoğlu… Gördüğün şey bu
fotoğraftaki hayduta benziyor muydu? ”
Resimdeki siyah saçları dağınık, sakalı
uzamış, yanık tenli esmer genci görür görmez, köylünün ilk yaptığı şey genç
adamın dal gibi ince uzun boyu karşısında gözlerinin kırpıştırmaktır.
“
Vay be! ” der içinden, “ Haydut, eşkıya bu kara yağız delikanlıysa, bizim
oraların Çakal Hafız’ı, Molla Hasan’ı, Tefeci Rüstem’i ne ola ki ?!.. Böyle bir
yiğit için, bunca hakikatli sopa yemenin bir sebebi hikmeti olsa gerek !? ”
Yine de içinden geçen son sözleri zapt
edemez: “ Yok beyim” der bilgece, “
Bu fotoğraftaki çocuk ne ki, bana görünen koca bir derya denizdi… ”
O zamanlarda da gürültü, patırtı, telaş
ve akıl sır ermez karışıklıklar içinde olan İstanbul’un yorucu koşuşturmalarının
bıktıran siyasi, asayiş takip ve soruşturmalarının üstüne üstlük, bir de “ bildiğini ” (siz derdini okuyun),
“gördüğünü” anlatmaktan aciz, bu “kör cahil” ile uğraşmak ve zaman tüketmek deneyimli
memurları da bıktırmıştır.
Haydarpaşa da hatırı sayılır uzaklıktadır…
Şimdi günün daralan saatinde kalkıp ta oralara gitmek, ihtimaldir ki korkunun
getirdiği hayal ürününün, ne idüğü belirsiz bir şüphelinin peşine düşmek her
birine yerden inatçı bir kökü
sökmekten öte gelir. Sadece, o bölgenin karakol amirliğini telefonla arayarak
mevcut durumu sözlü olarak rapor etmekle yetinirler.
İşgüzar baş komiser her şeye karşın,
yine de günü kurtarmak, emekliliğine az
kalmış memuriyetini garantiye almak derdindedir. Böylesi bir kaygıyla, haklı
olarak titizlenmekte geri durmaz.
“ Peki, tamam” der. “ Trenden indiğin
yeri geçtik diyelim. Bizi, şu Deniz’i ikinci defa gördüğün yere götür, bize
orayı göster… Söz... Seni bırakacağım. ”
İnsanların yanı başındakinden kuşku
duyduğu, yaşanan tedirgin ve korkulu günlerde giderek sıradanlaşmış, alışılmış
yakalama olaylarından biri olan, bizim talihsiz gözaltı olayımız da finale
gelmiştir.
Beklenen an, soğuk, sisli, ıslak bir İstanbul
gününün akşamı, yer gösterme tutanağının tutulduğu emektar Galata köprüsünün
üzerinde, çevrelerini saran halkın meraklı ve şaşkın bakışları arasında
gerçekleşir.
Bunca eziyetli, sözüm ona “vatan, millet
için gerekli” asayiş soruşturmasının sonucu, bir daha İstanbul’a gelmeye
şimdiden tövbe etmiş bizim talihsiz Ege köylüsü için can sağlığı, hızla çöken
akşamın telaşında evine, çoluğuna çocuğuna dönebilme derdinde olan polisler
için “Oh” dedirten bir mesai selametidir.
. . .
Türkücü…
Bu olaydan tam yirmi yıl sonrasıdır.
Deniz”i gören köylünün sağ selamet
köyüne döndüğü günün, kendi deyişiyle
”Kabir Azabı” olarak kısadan kestirip attığı olayın üzerinden eksiksiz
yirmi kara kış, yirmi yakıcı yaz geçmiştir. Bu da, yine onun hesabıyla, adını
ve ününü o günden önce hiç duymadığı Haydarpaşa İstasyonuna ayak bastığı gün
doğan bebeğin askere gittiği güne denk düşmektedir.
Kadim Anadolu topraklarının suyunda,
havasında, ekmeğinde, ellerinin emeği gözlerinin nuru olan çilekeş insanlarının
başlarının üzerinde esen ne sert rüzgarlarda, ne de günbegün ülke üzerinde
kararıp duran bulutlarda hiçbir değişiklik yoktur. Dert aynı dert, acıysa aynı
acı, yazgıysa aynı yazgıdır… Yasal ve meşru copu, falakası, mermisi ve
zorbalığı ile aynı devletin aynı silahlı, silahsız kuvvetleri sözüm ona
“vatanın birliği, devletin bekası için” yine
aynı asli ve pek kutsal görevlerinin başındadır.
Böylesi ulvi, bu denli derin bir koruma
altında olan vatan topraklarının başka uzak diyarlarından birinde aynı “ceberrut
devletin ” hışmına uğrayan, Deniz’i görme gibi bir gaflette bulunmasa da, aynı
hoyrat ve fütursuz yöntemlerle gözaltına alınıp aynı baskı ve şiddetle
tanışmasa da, yine topuzu kaçmış malum devlet kantarının hoşgörü, sınır
tanımayan orantısız kudreti, alıkoyma mantığı ile karşı karşıya kalan, bu 6
Mayıs’ı anma yazımızın ikinci talihsiz kişisi de bir Kürt köylüsüdür.
Bu insan, doğup büyüdüğü yörenin düğün
törenlerinde türküler söyleyerek, türlü deyişlerle, manilerle insanları
eğlendiren, halaylarla coşturan, ortalığı renklendiren ve bu yüzden de çok
sevilen, şakacı, kalender birisidir. Sazı gerçekten de etkileyicidir; ezik
duruşu, yanık sesinin tınısı dinleyenlerini kendinden geçirir. Yöre
insanlarının mutlu, umutlu günlerinin vazgeçilmezi olduğundan, günlerce,
haftalarca evine dönemediği, köy köy, düğün düğün gezdiği olur.
Yine çağrılı olduğu bir düğün için
yollara düştüğü, güneşli, sarı sıcak bir temmuz gününün öğle saatinde, rahatsız
koltuğunda uyumaya çalıştığı eski otobüs Diyarbakır-Bingöl karayolunda
durdurulur.
Sakallı yüzlerini pötikareli poşularıyla
örten sert adamlar yolcuları aşağıya indirir, kimlik yoklaması yapar. Değişik
giyim tarzı, soğukkanlı duruşu ve yakasında kırmızı gülü ile kahramanımız hemen
dikkatlerini çeker. Sorarlar:
“ Ne iş yaparsın ? ”
“ Türkücüyem.” der. “ Türkü
söylirem.”
Adamın komik yüz ifadesi, o yörelerde
rastlanmayan sıra dışı kılığı, duruşu, rahat konuşma biçimi soğuk ve gergin
ortamı hiç beklenmedik bir anda yumuşatıvermiştir.
Otobüs sürücüsüne yol üzerindeki karakollara
kesinlikle uğramadan ve mola vermeden yoluna devam etmesini sıkı sıkı
tembihlerler. Her günü, her anı diken üzerinde, çatışmalarla geçen yaşamlarının
elektrikli havasını değiştirip renklendirdiğinden, sırf eğlence olsun diye
türkücüyü yanlarına almışlardır.
Sarp dağ yolları boyunca keyiflidirler…
Renkli adama takılırlar, yol boyu aralarında şakalaşırlar. Sakin görünen
adamınsa içten içe yüreğinin yağı erimektedir. İlk bakışta sert bir görüntü
veren silahlı adamları, yöre halkı
gibi, çok iyi tanıyanlardandır.
“ Aha, şimdi Poki yedik ” derken,
endişelendiğini belli etmez. “ Bunlar
bizim eşkiyalar, dügün mügün kalmadi… Sabbaha kadar nöbetteyiz. ”
.
. .
Kem gözlerden ırak, kuşku çekmeyen
koyağın derinliğindeki, büyükçe iki kayanın arasında kurulu gerilla kampına
ulaştıklarında, onu hemen genç komutana çıkarırlar. Komutan dağda görmeye
alışık olmadığı hazır cevap neşeli adamın, işi gücü türkü söylemek olan “Türkücü”
lakabıyla tanınan biri olduğunu öğrenince çocukça sevinmesi tutar.
Pek
keyiflenir; yüzünde gülleri açar.
Yoldaşları gibi, o da uzun zamandır
köyünden, sevdiklerinden ayrıdır ve insanlara, halkına olduğu kadar türkülerine
de sevdalıdır.
Durum böyle olunca, oradakilerin her
birisini yavuklusuna, yollarını gözleyen anasına, sılasına götürüp getirecek
olan eğlenceli gecenin, Türkücü için epeyce uzun ve zorlu geçmesi elbette
kaçınılmazdır. Adamın sazının tellerinden, sözlerinden, nağmelerinden saçılan
ilginç yeteneğinin ayırtına varan genç komutan, ona sabahın ilk saatlerine dek,
yüksek sesle, kendisinin de çok sevdiği, çoğu zaman arkadaşlarıyla birlikte
yüksek sesle eşlik ettiği, bildiği bütün Kürtçe türküleri söyletir…
Mor dağların meraklı gözlerden uzak,
tahmin edilmeyen serin koyağında konuşlanmış gerilla kampının hayli aşağısında,
yol kenarında bir jandarma karakolu vardır. Karakol komutanının ve askerlerinin
neredeyse tanyeri ağarıncaya kadar, sadece dağın yükseklerinden geldiğini
bilebildikleri, sözlerini anlamadıkları bir dilden avaz avaz söylenen coşkulu
türküler sayesinde uykuları kaçmıştır. Türkücü yanık ve gür sesiyle dağın
ıssızlığından, çok değil gelen günün akşamında başına gelecekten habersiz,
jandarma karakoluna uzaklardan ilk konserini verirken, askerler de
tanımadıkları bu sesin sahibine, dillerine geldiğince, eksiksiz her türkünün
başında ve sonunda ağız dolusu sövüp sayarlar.
Türkücü henüz şafak atmadan, başının
arkasından sıkı sıkıya düğümlenmiş gözbağı, kulaklarında gördüğü kampı ve
insanları unutmasını dostane salık veren, kibar uyarı sözcükleri ile patika
yoldan aşağıya salıverilir.
Uykusuzluk, aşırı yorgunluktan sersem
sepelek, nerediyse el yordamıyla tökezleyerekten ilerlemeye çalışırken, yolunu
bu kez, aynı uykusuz geceden kalma, sinirleri bozulmuş askerler keser.
Gözbağına dokunmadan, az önce kulaklarına fısıldanmış dostça tavsiyelerden
habersiz, yavrusuna sarılır gibi sazına sarıldığı kollarına girerler.
Ayaklarını yerden keserek, onu, sabırsızlanan karakol komutanının yanına
uçururlar. Üsteğmen rütbeli komutanın emrindeki askerlerden çok daha fazla
sinirli olduğu, ahşap masa üzerindeki çoğunluğu yarısında söndürülmüş, kaçak
tütünden sigara izmaritlerinin taşırdığı kül tablasından anlaşılmaktadır.
Çok geçmeyecek, karakol komutanı
karşısında elinde siyah kılıfı içinde sazıyla acı acı sırıtan, garip kıyafetli,
pişkin adamın düğünleri türküleriyle neşelendiren halktan birisi olduğunu
öğrenecektir.
Hala gergin ve sinirli olmasına
karşılık, az da olsa gevşemiştir. İşi türkü söylemek olan mahcup adamı, bir
süre parmaklarının arasında külü kıvrılmış sigarayla, burnundan soluyarak
izleyen karakol komutanı sonunda sessizliğini bozar:
“ Ulan, ulan… Sen miydin ulan sabaha
kadar kafamızı ütüleyen ?!.”
Ona ceza olarak karakolun kara betondan
yapılma damında, sabahın ilk ışıklarından gecenin ayazına kadar, önceki geceden
tükenmesine ramak kalmış sesinin son enerjisiyle bildiği bütün Türkçe türküleri
söyletir. ( Öykü “Moğollar ve Türkücü” den )
.
. .
Kırk yıl önce “ Kahrolsun Amerikan
Emperyalizmi ” ve “ Yaşasın Türk ve Kürt
Halklarının Kardeşliği ” sloganlarıyla Yankileri Dolmabahçe’den denize atan
Deniz’lerin ne kadar haklı olduğu, emperyalizmin bölgede savaş politikalarını
azdırdığı, ülkedeyse sağlıkta, eğitimde, emek dünyasında, barınma hakkında ve
sosyal güvenlikte cadı kazanlarının kaynatıldığı günümüzde bir kez daha ortaya
çıkıyor.
1971 Sıcağında savaşan devrimcilerin,
yeni sömürgeci haydutların ve işbirlikçilerinin rüzgarına karşı yelken açarak,
ülkenin bağımsızlığı, insanın özgürleşmesi için cesaretle nasıl
haykırdıklarını, yaşamlarını ve geleceklerini hiçe sayarak doğru olanı
yaptıklarını bırakalım AKP’nin Oligarşik Diktasını kirli savaştan beslenen
kafatasçı faşistler bile inkar
edemiyor…
Savaşsız sömürüsüz, barış içinde bir
dünya için, tüm taşlı dikenli yollar aynı geçitte buluşuyor: ABD
emperyalizminin tüm yeni sömürge ülkelerinden defedilip, layık olduğu kokuşmuş
inine sokularak yok edilmesinde, dünya halklarının kalıcı barışının,
eşitliğinin, kardeşliğinin sağlanmasında…
Sorunu ve nedenini saptamak bu kadar
kolay, çözümü bir o kadar zor.
Hasan Oğuz
Bilgen, 06.05.2011, Bornova
Haber Tarihi:
06/ 05/ 2011
Haber Editörü: Özgür Medya
Haber Kaynağı: Özel
++ Ozgur Medya ++ info@ozgurmedya.org
Haber Editörü: Özgür Medya
Haber Kaynağı: Özel
++ Ozgur Medya ++ info@ozgurmedya.org
Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar.
Yazı içeriklerinden site yönetimi yasal sorumlu değildir.
Tüm yazılar Telif Hakları Yasası'nca korunur.