1 Mart 2014 Cumartesi

“DENİZ”İ GÖREN KÖYLÜ




“DENİZ”İ GÖREN KÖYLÜ


Bizim oralarda, birbirine yakın dost insanlar arasında, kökleri yaşanmış karanlık ve zor dönemlerin belleklerde bıraktığı izlerden ve dahi babamın   anı dağarcığından gelen tirajikomik öyküler anlatılır.

Halkın her kesiminde, aydınlara, sanatçılara, devrimcilere yaşatılan 12 Mart 1971 açık faşizm dönemine tanık olan insanlarımızın ve koşulları bizzat yaşayanlarının yüzünde acılı gülümsemeler yaratan olayları, sırası geldiğinde sıcak söyleşilerin olmazsa olmazlarındandır. Gerçek öyküler zaman zaman birbirine karışır, ister istemez birbiriyle örtüşür ya da birbirinin içinde yiter, değişime uğrar. Her ne biçimde olursa, anlatının geleneği değişmez. 

Değişmeyense dinleyenlerinin iç dünyalarında hüzün ve saygınlık karışımı ince, buruk duygular uyandıran doğallıkları, haktan, haklıdan, en insani ve  en masumane özlem adalet beklentisinden yana konuları içerir oluşlarıdır.  

Halkım insanına yaşatılan, dinleyenlerinin yüzüne hüzün ve bıçak kesiği acının gölgelerini bırakan olayların öznesinde yine, insanımızın uzansanız dokunabileceğiniz saflığı, zorlanmadan duyumsayabileceğiniz dürüstlüğü, içinizi acıtan yoksulluğu saklıdır.

Her mayıs ayının beşinci gününü altıncı gününe bağlayan gecede, halkın, emekçi, yoksul insanların her şeye karşın umutla bağlandıkları Hıdırellez geleneğinden gelen inançlarının sevinç ve coşkusu kaçınılmaz olmuştur.

Ne var ki, 1972 yılının mayısı hayli değişik geçecek, güle kan damlayacaktır.

.   .   .

O yılın altı mayısına, mevcut sistemin dayattığı tozpembe dünyaların yalan düşlerini yaşayanların anlayamayacağı derinlikte keder, düşmanı gülümseten biraz da gözyaşı karışır. Dost söyleşilerin sıcaklığında dillendirilen sözlü öykülerde adı, sanı geçen aslan yeleli, servi boylu, cesaretine erişilmez, mangal yüreği ile aşık atılmaz koç yiğitlerin, halktan, kırsaldan insanların ezikliği, içtenliği ve sevecenliği ile birlikte anılması bu yüzdendir.

Birbirlerini hiç tanımayan, ancak başlarına gelen talihsiz iki olayda da biraz aşağılayıcı, biraz gülünç, çoğunlukla buruk, hoş bezerlikler olan iki köylünün yaşadıkları çarpıcı ve manidardır. Anadolu’nun birbirine uzak diyarlarının değişik zamanlarında yaşanan olaylardaki iki mağdurun ortak yazgısı; devletin kör kininden, kalıplaşmış önyargılarından kaynaklanan alıkonulma biçimleri, yok yere gördükleri işkence, en aşağılayıcı detayına dek tanık oldukları öfke ve şiddet, insanın duygularını, sabrını zorlayan ironik bir Türkiye gerçeği gibidir.         

Emniyetçe derdest edilerek gözaltına alınan, nezarette tutulduğu günler içinde, yediği kaba dayağın yanında ruhsal baskı, eziyet gören, insanlık   onuru ile oynanan ilk kahramanımız Ege bölgesinden bir yoksul köylüdür.

Zaman bundan tam kırk yıl öncesidir… Devrimcilerin, sömürüye, yoksulluğa, insana reva görülen her türden ayrımcılığa, Amerikan bağımlılığına bayrak açtığından devletin bildik kolluk kuvvetlerinin yardımına ülke genelindeki sıkıyönetim komutanlıklarının yetiştiği ve elbette Deniz gibi birçok devrimci önderin köşe bucak arandığı, en sıradan insanların sokaklardan, işyerlerinden alınıp götürüldüğü, sorgu sual edildiği günlerdir.

Dev-Genç, halkın haklıdan, eşitlik ve adaletten yana muhalif kesimlerince fısıltıyla da olsa “Bana gelirlerse saklarım” yürekliliği ile sahiplenilen bir kurtarıcı, halka zulmeden gerici, işkenceci asker ve sivil kafaların da korkulu rüyasıdır.

Ülkenin yönetiminde 12 Mart faşist darbesini yapan, baskısını sürdüren, arkasını ABD gibi bir jandarma gücüne dayamış, halkın yükselen muhalefetinin, toplumda artan sosyal uyanışın ve sınıf bilincinin kökünü kurutmaya yemin etmiş bir askeri cunta vardır.

Durum böyle olunca uzlaşmaz çelişkinin zorunlu durağı olan çatışma ortamı elbette kaçınılmaz olacaktır.  O günler ki, estirilen gözdağı, korku ve tehdit rüzgarlarının, sindirme, kıyım ve imha operasyonlarının yanı sıra, derin güvensizlik duygusu, ihbar ve ihanet yüklüdür. Henüz Kızıldere ve ardı sıra gelen mayıs ayı kana bulanmamıştır. Devrimcilerin devrim, bağımsızlık ve sosyalizm düşlerinin, anti-emperyalist tavırlarının halka ulaşmasını önlemek için devlet kitlesel tutuklamalar yapar, insanlık dışı baskı ve işkence uygular.

İnsanlar neredeyse kapılarının önünden, sokaklarından geçtiği iddia edilen Dev-Genç’lilere ekmek, su vermekle ve yatacak yer, yol tarif göstermekle suçlanır, tutuklanır. Aynı devlet, devrimci liderleri düşünsel olduğu kadar, fiziksel olarak da yok etmek için “balyoz” operasyonları uygularken, emir ve komutasındaki gazetelerin haberlerinde, olayların özüne şaibe ve dedikodu karıştırma, gerçekleri çarpıtma gibi kara propagandayı da ihmal etmez.

O günlerin tek devlet kanalı olan, siyah beyaz TRT’si, tam bir “yat ve alçak sürün” borusu olarak kullanılırken; gazeteler de -değişmeyen geleneksel yalakalıklarına uygunlukla- çağdışı uygulamalara alkış tutma, devrimcilere kara çalma, bilgiyi kirletme yarışındadır. Onlara göre, kurulu düzene isyan edenler “şaki”, “anarşist”, “ırz düşmanı” ve dahi “eşkıya”dır. Kapılar içeriden kilitlenmeli, üç maymun örneğince sağır, dilsiz ve kör uykulara yatılmalı, ola ki en küçük tıkırtı, karaltı, şüpheli her bir durum devlete ihbar edilmelidir.

Kimi zaman, oldubittiye getirilen onca olayın ya da kapitalizme emperyalist tahakküme karşı çıkanların özünü, sözünü çarpıtıp içini boşaltabilmek için, akıl hocalarınca Guevara’ya yapılmaya çalışıldığı gibi, Deniz’imizin “yakışıklılığı”, asker parkası ve de ODTÜ yurdunda ona ait olduğu söylenen dolabın kapağındaki, o günlerin ünlü “vamp” hatunlarından birisinin şuh fotoğrafı gözlere sokulur.

Böylece, Anadolu insanının gönlünde hak ettiği yeri almış devrimci önderler özlerinden, köklerinden uzaklaştırılmaya, itibarsızlaştırılmaya, kamuoyuna salt korkusuz, yiğit delikanlılar olarak lanse edilerek kişiselleştirilmeye,   olmadı, saflıklarından, heyecanlarından yararlanılarak “kötü emellere alet edilerek” kandırılmış, ateşli ama iyi niyetli gençler oldukları inandırılmaya çalışılır.

12 Mart rüzgarlarının hiçte adil olmayan, siyasal ve askeri baskısını giderek sertleştirdiği, kavgada mertliğin, yargıda hakkaniyetin rafa kaldırıldığı, hak ve özgürlüklerin halının altına süpürüldüğü, ekmeğinin peşindeki işçinin, iaşe sorunundan başını kaldıramayan memurun, dar gelirlinin aşına, maaşına saldırıldığı, gelecek derdindeki öğrencinin umutlarının karartıldığı, havanın günbegün kurşun gibi ağırlaştığı zor günlerdir… Yaşayanlar bilir.

Deniz’i Gören Köylü…

Yaşanmış öykümüz, siyah beyaz Türk filmlerinin burnumuzun direğini sızlatan, toplumsal belleğe kazınmış o malum sahnesinde, Haydarpaşa tren istasyonunun İstanbul boğazına bakan taş merdivenlerinin önünde başlar.

İstanbul’un boz bulanık, ıslak, soğuk bir kış gününe henüz uyanmadığı sabahın çok erken bir vaktinde, sırtında torbasıyla, ürkekçe kemiği çıkmış çıplak ensesini kaşıyan, şaşkın bir Anadolu insanı, ilk kez gördüğü yedi tepeli kentin devasa, silueti karşısında dalgın ve düşüncelidir. Boğazın engin, mavi sularına yorgun uykularda düş görüyormuşçasına bakakalmıştır. Günün ilerleyen saatlerinde, bu yoksulu Galata Köprüsü’nün demir korkuluklarına yaslanmış, yine aynı dalgın ve hayran bakışlarla çalkalanan denizin mavi ve serin sularını, vapurlarının ardı sıra köpüklenen dalgalarını izlerken görürüz.

Sonrasında, Karaköy’ün yaşlı, fakir sokaklarındaki amele kıraathanelerinden birinde, sıcak suyun gurbette insana yararı olduğu köylülük içgüdüsüyle çayını yudumlarken görünecek; ensesinde boza pişirmeye hazırlanan devlet babanın antenlerinin çalıştığı ortalık yerde, pinekleyen yersiz yurtsuzlara Ege ağzının içtenliği ile, abartılı el kol hareketleriyle bir şeyler anlatacaktır.
  
Orada, o fakirhanede anlatılan, yaşamı boyunca ilk kez gördüğü denizin büyüleyici maviliğinden, insanları anında boğabilecek dev dalgalarının ve  sularının heybetinden, ihtişamından, önüne çıkar çıkmaz, göründüğü anda kendisini nasıl “ürküttüğünden” başka bir şey değildir kuşkusuz.

O günlerde, ülkenin dört bucağında fellik fellik aranan bizim Deniz’imizi çağrıştıracak, köylü saflığı ile abartılmış, dinleyen insanı hayretlere düşüren öylesine bir heybetten uluorta söz etmek tekin bir sohbet değildir. Böylesi tehlikeli bir konuyu dillendirmenin bedeli, en yakın emniyet merkezinde “yangında ilk kurtarılacak” ivedilikte muamele görüp ve de muhtemelen Beyoğlu Polis Karakolu’nun nezarethanesinde “ağır konuk” olarak en iyimser tahminle birkaç gece ağırlanmaktır.

Büyük kentin talihsiz konuğu, o güne dek görmediği gözdağı ve tehditten, eziyetin şiddetinden olacak ki, hayatında ilk kez tanıştığı “denizi” hangi tren garına iner inmez gördüğünü, o muhteşem devle hangi “koca” köprünün üzerinde ikinci kez karşılaştığında uzaktan, göğsünü serin kuzey rüzgarlarına dönerek hayretler içinde seyrettiğini gönül rahatlığı içinde, soruları soran memurlerın beklediği düzgün bir Türkçeyle anlatamaz. 

Salya sümük iç çekerek, birilerinin aklına uyup bilmediği bu kente gelmenin geri dönülmez pişmanlığı içinde, ayaklarının şişmiş tabanlarında falaka izleri, kemikleri sayılabilecek denli çelimsiz bedeninde, elmacık kemikli yüzünde darp edilmenin ekimozu, katışıksız bir güney Ege ağzıyla polis şefine ağlayıp sızlanır. Yalvar yakar ve dahi acınası hallerdedir: 

“ Kara trenden daha yere atladığımda, merdivenlerin başında, annacımda gördüm Komser beyim, gözüm korktu ” der. “ Çalkantılıydı, telaşlıydı, yalan değil ürkmüşüm, Allah sizi inandırsın altıma kaçıracaktım… Amirim!?..   Köyümden iş aramak için kalkıp gelmiştim. Bundan başka da bilmişliğim, tanımışlığım, görmüşlüğüm ve dahi benim başka bir günahım yoktur. Beyim… ”

Onlarca sakallı genç insanın, genç kadınların yüzlerini gösteren siyah beyaz resimlerin sıralandığı “Aranan Anarşistler” afişini, sıska, çıplak boynundan kıskıvrak yakalayıp burnunun ucuna getirerek öfke krizi içinde sorarlar:

“ Haydi, öt bakalım Denizli horozu, şimdi sen bu şehir eşkiyalarından, bu Allahsız kitapsızlardan hangisini gördün ? ”

Korkunun ecele yararı olmadığı sözünü dedesinin ağzından defalarca duymasına karşın, neredeyse dizlerinin bağı çözülecek, aklını kaçıracak duruma gelmiştir. Görevine kilitlenmiş insafsızdan nafile aman dileyen yakarı sözcükleri gitgide kısık ve anlaşılmaz çıkmaktadır. Copunu sırıtarak, tehdit edercesine avucunun içinde hareket ettiren, falaka sopasını tükürüklerini saçarak hırsla kullanan, nafile bağışlanmayı dilediği ellere bir an kapanmak ister:  “ Yapmayın, kulunuz olem! ”

Denk getiremez. Dengesini yitirir. Olduğu yerde yüzüstü yere kapaklanır. Bir kez daha umutsuzca yineler:  “ Yapmayın, kulunuz olem! ”

Tabanları insan kusmuğuna bulaşmış ayakkabılarıyla ter içinde kalmış, kirli başına basarlar. Uğursuz akşamın ilk saatlerinden beri dilinden düşürmediği pişmanlık ve de bağışlanma sözcüklerini ağlayıp sızlanarak dışından yineler durur. Ama içinden kendisine ilk kez itiraf ettiği farklı sözleri, oradakilerden hiçbiri duyamaz: 

“ Bir daha bu şehre gelenin de… Gelip görenin de… Görüp anlatanın da… Anasını eşekler kovalasın ! ”

Yanağı yere dayalı yüzükoyun uzandığı beton zeminde, gözlerinin önünde buruşmuş eski bir gazete açarlar. Arkadan kafasını gazeteye doğru sertçe bastırarak:

“ İyi bak ulan eşşoğlu… Gördüğün şey bu fotoğraftaki hayduta benziyor muydu? ” 
Resimdeki siyah saçları dağınık, sakalı uzamış, yanık tenli esmer genci görür görmez, köylünün ilk yaptığı şey genç adamın dal gibi ince uzun boyu karşısında gözlerinin kırpıştırmaktır.

“ Vay be! ” der içinden, “ Haydut, eşkıya bu kara yağız delikanlıysa, bizim oraların Çakal Hafız’ı, Molla Hasan’ı, Tefeci Rüstem’i ne ola ki ?!.. Böyle bir yiğit için, bunca hakikatli sopa yemenin bir sebebi hikmeti olsa gerek !? ”

Yine de içinden geçen son sözleri zapt edemez: “ Yok beyim” der bilgece,      “ Bu fotoğraftaki çocuk ne ki, bana görünen koca bir derya denizdi… ”   

O zamanlarda da gürültü, patırtı, telaş ve akıl sır ermez karışıklıklar içinde olan İstanbul’un yorucu koşuşturmalarının bıktıran siyasi, asayiş takip ve soruşturmalarının üstüne üstlük, bir de  “ bildiğini ” (siz derdini okuyun), “gördüğünü” anlatmaktan aciz, bu “kör cahil” ile uğraşmak ve zaman tüketmek deneyimli memurları da bıktırmıştır.

Haydarpaşa da hatırı sayılır uzaklıktadır… Şimdi günün daralan saatinde kalkıp ta oralara gitmek, ihtimaldir ki korkunun getirdiği hayal ürününün, ne idüğü belirsiz bir şüphelinin peşine düşmek her birine yerden inatçı bir    kökü sökmekten öte gelir. Sadece, o bölgenin karakol amirliğini telefonla arayarak mevcut durumu sözlü olarak rapor etmekle yetinirler.

İşgüzar baş komiser her şeye karşın, yine de günü kurtarmak, emekliliğine  az kalmış memuriyetini garantiye almak derdindedir. Böylesi bir kaygıyla, haklı olarak titizlenmekte geri durmaz.

“ Peki, tamam” der. “ Trenden indiğin yeri geçtik diyelim. Bizi, şu Deniz’i ikinci defa gördüğün yere götür, bize orayı göster… Söz... Seni bırakacağım. ”

İnsanların yanı başındakinden kuşku duyduğu, yaşanan tedirgin ve korkulu günlerde giderek sıradanlaşmış, alışılmış yakalama olaylarından biri olan, bizim talihsiz gözaltı olayımız da finale gelmiştir.

Beklenen an, soğuk, sisli, ıslak bir İstanbul gününün akşamı, yer gösterme tutanağının tutulduğu emektar Galata köprüsünün üzerinde, çevrelerini saran halkın meraklı ve şaşkın bakışları arasında gerçekleşir.

Bunca eziyetli, sözüm ona “vatan, millet için gerekli” asayiş soruşturmasının sonucu, bir daha İstanbul’a gelmeye şimdiden tövbe etmiş bizim talihsiz Ege köylüsü için can sağlığı, hızla çöken akşamın telaşında evine, çoluğuna çocuğuna dönebilme derdinde olan polisler için “Oh” dedirten bir mesai selametidir.

.   .   .

                                                                                           Türkücü…

Bu olaydan tam yirmi yıl sonrasıdır.

Deniz”i gören köylünün sağ selamet köyüne döndüğü günün, kendi deyişiyle   ”Kabir Azabı” olarak kısadan kestirip attığı olayın üzerinden eksiksiz yirmi kara kış, yirmi yakıcı yaz geçmiştir. Bu da, yine onun hesabıyla, adını ve ününü o günden önce hiç duymadığı Haydarpaşa İstasyonuna ayak bastığı gün doğan bebeğin askere gittiği güne denk düşmektedir.

Kadim Anadolu topraklarının suyunda, havasında, ekmeğinde, ellerinin emeği gözlerinin nuru olan çilekeş insanlarının başlarının üzerinde esen ne sert rüzgarlarda, ne de günbegün ülke üzerinde kararıp duran bulutlarda hiçbir değişiklik yoktur. Dert aynı dert, acıysa aynı acı, yazgıysa aynı yazgıdır… Yasal ve meşru copu, falakası, mermisi ve zorbalığı ile aynı devletin aynı silahlı, silahsız kuvvetleri sözüm ona “vatanın birliği, devletin bekası için”  yine aynı asli ve pek kutsal görevlerinin başındadır.  

Böylesi ulvi, bu denli derin bir koruma altında olan vatan topraklarının başka uzak diyarlarından birinde aynı “ceberrut devletin ” hışmına uğrayan, Deniz’i görme gibi bir gaflette bulunmasa da, aynı hoyrat ve fütursuz yöntemlerle gözaltına alınıp aynı baskı ve şiddetle tanışmasa da, yine topuzu kaçmış malum devlet kantarının hoşgörü, sınır tanımayan orantısız kudreti, alıkoyma mantığı ile karşı karşıya kalan, bu 6 Mayıs’ı anma yazımızın ikinci talihsiz kişisi de bir Kürt köylüsüdür.

Bu insan, doğup büyüdüğü yörenin düğün törenlerinde türküler söyleyerek, türlü deyişlerle, manilerle insanları eğlendiren, halaylarla coşturan, ortalığı renklendiren ve bu yüzden de çok sevilen, şakacı, kalender birisidir. Sazı gerçekten de etkileyicidir; ezik duruşu, yanık sesinin tınısı dinleyenlerini kendinden geçirir. Yöre insanlarının mutlu, umutlu günlerinin vazgeçilmezi olduğundan, günlerce, haftalarca evine dönemediği, köy köy, düğün düğün gezdiği olur.

Yine çağrılı olduğu bir düğün için yollara düştüğü, güneşli, sarı sıcak bir temmuz gününün öğle saatinde, rahatsız koltuğunda uyumaya çalıştığı eski otobüs Diyarbakır-Bingöl karayolunda durdurulur.

Sakallı yüzlerini pötikareli poşularıyla örten sert adamlar yolcuları aşağıya indirir, kimlik yoklaması yapar. Değişik giyim tarzı, soğukkanlı duruşu ve yakasında kırmızı gülü ile kahramanımız hemen dikkatlerini çeker. Sorarlar: 

“ Ne iş yaparsın ? ”
“ Türkücüyem.” der. “ Türkü söylirem.”                                    

Adamın komik yüz ifadesi, o yörelerde rastlanmayan sıra dışı kılığı, duruşu, rahat konuşma biçimi soğuk ve gergin ortamı hiç beklenmedik bir anda yumuşatıvermiştir.

Otobüs sürücüsüne yol üzerindeki karakollara kesinlikle uğramadan ve mola vermeden yoluna devam etmesini sıkı sıkı tembihlerler. Her günü, her anı diken üzerinde, çatışmalarla geçen yaşamlarının elektrikli havasını değiştirip renklendirdiğinden, sırf eğlence olsun diye türkücüyü yanlarına almışlardır.

Sarp dağ yolları boyunca keyiflidirler… Renkli adama takılırlar, yol boyu aralarında şakalaşırlar. Sakin görünen adamınsa içten içe yüreğinin yağı erimektedir. İlk bakışta sert bir görüntü veren silahlı adamları, yöre halkı   gibi, çok iyi tanıyanlardandır.

“ Aha, şimdi Poki yedik ” derken, endişelendiğini belli etmez.  “ Bunlar bizim eşkiyalar, dügün mügün kalmadi… Sabbaha kadar nöbetteyiz. ”

.   .   .

Kem gözlerden ırak, kuşku çekmeyen koyağın derinliğindeki, büyükçe iki kayanın arasında kurulu gerilla kampına ulaştıklarında, onu hemen genç komutana çıkarırlar. Komutan dağda görmeye alışık olmadığı hazır cevap neşeli adamın, işi gücü türkü söylemek olan “Türkücü” lakabıyla tanınan biri olduğunu öğrenince çocukça sevinmesi tutar.

Pek  keyiflenir;  yüzünde gülleri açar.

Yoldaşları gibi, o da uzun zamandır köyünden, sevdiklerinden ayrıdır ve insanlara, halkına olduğu kadar türkülerine de sevdalıdır.

Durum böyle olunca, oradakilerin her birisini yavuklusuna, yollarını gözleyen anasına, sılasına götürüp getirecek olan eğlenceli gecenin, Türkücü için epeyce uzun ve zorlu geçmesi elbette kaçınılmazdır. Adamın sazının tellerinden, sözlerinden, nağmelerinden saçılan ilginç yeteneğinin ayırtına varan genç komutan, ona sabahın ilk saatlerine dek, yüksek sesle, kendisinin de çok sevdiği, çoğu zaman arkadaşlarıyla birlikte yüksek sesle eşlik ettiği, bildiği bütün Kürtçe türküleri söyletir…

Mor dağların meraklı gözlerden uzak, tahmin edilmeyen serin koyağında konuşlanmış gerilla kampının hayli aşağısında, yol kenarında bir jandarma karakolu vardır. Karakol komutanının ve askerlerinin neredeyse tanyeri ağarıncaya kadar, sadece dağın yükseklerinden geldiğini bilebildikleri, sözlerini anlamadıkları bir dilden avaz avaz söylenen coşkulu türküler sayesinde uykuları kaçmıştır. Türkücü yanık ve gür sesiyle dağın ıssızlığından, çok değil gelen günün akşamında başına gelecekten habersiz, jandarma karakoluna uzaklardan ilk konserini verirken, askerler de tanımadıkları bu sesin sahibine, dillerine geldiğince, eksiksiz her türkünün başında ve sonunda ağız dolusu sövüp sayarlar.

Türkücü henüz şafak atmadan, başının arkasından sıkı sıkıya düğümlenmiş gözbağı, kulaklarında gördüğü kampı ve insanları unutmasını dostane salık veren, kibar uyarı sözcükleri ile patika yoldan aşağıya salıverilir.

Uykusuzluk, aşırı yorgunluktan sersem sepelek, nerediyse el yordamıyla tökezleyerekten ilerlemeye çalışırken, yolunu bu kez, aynı uykusuz geceden kalma, sinirleri bozulmuş askerler keser. Gözbağına dokunmadan, az önce kulaklarına fısıldanmış dostça tavsiyelerden habersiz, yavrusuna sarılır gibi sazına sarıldığı kollarına girerler. Ayaklarını yerden keserek, onu, sabırsızlanan karakol komutanının yanına uçururlar. Üsteğmen rütbeli komutanın emrindeki askerlerden çok daha fazla sinirli olduğu, ahşap masa üzerindeki çoğunluğu yarısında söndürülmüş, kaçak tütünden sigara izmaritlerinin taşırdığı kül tablasından anlaşılmaktadır.

Çok geçmeyecek, karakol komutanı karşısında elinde siyah kılıfı içinde sazıyla acı acı sırıtan, garip kıyafetli, pişkin adamın düğünleri türküleriyle neşelendiren halktan birisi olduğunu öğrenecektir.

Hala gergin ve sinirli olmasına karşılık, az da olsa gevşemiştir. İşi türkü söylemek olan mahcup adamı, bir süre parmaklarının arasında külü kıvrılmış sigarayla, burnundan soluyarak izleyen karakol komutanı sonunda sessizliğini bozar:

“ Ulan, ulan… Sen miydin ulan sabaha kadar kafamızı ütüleyen ?!.”

Ona ceza olarak karakolun kara betondan yapılma damında, sabahın ilk ışıklarından gecenin ayazına kadar, önceki geceden tükenmesine ramak kalmış sesinin son enerjisiyle bildiği bütün Türkçe türküleri söyletir. ( Öykü “Moğollar ve Türkücü” den )              
.   .   .

Kırk yıl önce “ Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi ”  ve “ Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği ” sloganlarıyla Yankileri Dolmabahçe’den denize atan Deniz’lerin ne kadar haklı olduğu, emperyalizmin bölgede savaş politikalarını azdırdığı, ülkedeyse sağlıkta, eğitimde, emek dünyasında, barınma hakkında ve sosyal güvenlikte cadı kazanlarının kaynatıldığı günümüzde bir kez daha ortaya çıkıyor.

1971 Sıcağında savaşan devrimcilerin, yeni sömürgeci haydutların ve işbirlikçilerinin rüzgarına karşı yelken açarak, ülkenin bağımsızlığı, insanın özgürleşmesi için cesaretle nasıl haykırdıklarını, yaşamlarını ve geleceklerini hiçe sayarak doğru olanı yaptıklarını bırakalım AKP’nin Oligarşik Diktasını kirli savaştan beslenen kafatasçı faşistler bile inkar edemiyor…          

Savaşsız sömürüsüz, barış içinde bir dünya için, tüm taşlı dikenli yollar aynı geçitte buluşuyor: ABD emperyalizminin tüm yeni sömürge ülkelerinden defedilip, layık olduğu kokuşmuş inine sokularak yok edilmesinde, dünya halklarının kalıcı barışının, eşitliğinin, kardeşliğinin sağlanmasında…

Sorunu ve nedenini saptamak bu kadar kolay, çözümü bir o kadar zor.              


                   
                                                 Hasan Oğuz Bilgen, 06.05.2011, Bornova




Haber Tarihi: 06/ 05/ 2011
Haber Editörü: Özgür Medya
Haber Kaynağı: Özel
++ Ozgur Medya ++
info@ozgurmedya.org

Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar.
Yazı içeriklerinden site yönetimi yasal sorumlu değildir.
Tüm yazılar Telif Hakları Yasası'nca korunur.