24 Mart 2020 Salı

KAPİTALİZM BATIRIR, SOSYALİZM TEMİZLER.



KAPİTALİZM BATIRIR, SOSYALİZM TEMİZLER.

Süregelen düzenin korunup kollanması durumu demek olan statükoyu, tanımama duruşu, kurallarını çiğneme tavrı, dünya görüşünün zorunluluğu ve de yansıması olmakla birlikte,  muhalif bir kimliğin ruh sağlığına da kimyasına da her zaman iyi gelmiştir...

Bu ciddi ve sıkıntı yaratabilecek gayrı resmi söylemin, şu günlerde evde kurtlanan Rıdvan amcanın anlayacağı biçimi şöyledir:  İki sokak ötende, kapı komşum diyebileceğin, kelimenin tam anlamıyla güngörmüş 80'lik bir dostun varsa, "evde kal" çağrısına uymayıp, soluğu onun yanında alabilirsin!..

Kötü örnek olma olasılığını da göze alarak, böyle bir sığınmanın başka yararlarının da olabileceğini itiraf etmek gerekir... TV şarlatanlarının malum virüs külliyatı ile ilgili otuz iki kısım tekmili birden zırvalıklarından geçici bir süre kurtulmuş oluyorsunuz; bu bir...  İkincisi, daha önemli. Yasağı göze alıp evine sığındığınız insan, okul kitap görmemiş, dağdan taştan öğrenmiş bir hayat insanıysa eğer, hayatı ve mantığını başka bir anlayışla kavrama şansını yakalıyorsunuz.

Surkent"te Enstitü okuduğumuz yıllardan, örneğin Lice depreminden biliriz; evine buyurup sofrasına oturduğunuz, bize inanan/güvenen halkım insanları, önce bizim ne dediğimizi önemsediğinden susar, sorarak gözlerimize bakar... Başka bir dünyanın var olduğuna dair konuştuğunuzda da, gözlerinin içi güler, yüzünde güller açar...

80'lik komşumun depo olarak kullandığı evinin alt katındaki sobalı odada yaşadığımız da, aynı filmin aynı karesi gibidir. Bir farkla; önce o konuşacak benim yüzümde güller açacak!  Rıdvan amca, benim ketum halime takılmayıp, ikirciklenmeden dalıyor muhabbetin orta yerinden:  Önce, bir ölünün fazla oyalanıp işlem görmemesinin, bir an önce gömülmesinin yararlı olacağından dem vuruyor. Bu nu da "çok yıkarsanız ya gaz kaçırır, ya başka bir şey" sözü ile bağlıyor.  Muzipçe gözlerimin içine bakıyor.
Soru sormama fırsat vermeden, kendince bağlantısı olan bir başka konuya atlıyor: Geçtiğimiz yıllarda İstanbul Beykoz'da domuzların mahalle içlerine inişinden... Arif bir insanın, ilk bakışta ilgisi yokmuş gibi gelen iki konusundan tek bir sonuç çıkıyor: Bu yaşanası dünyanın doğasını da, hayvanını da, taş
ocağınla, termiğinle, nükleer santralınla, liberal kar anlayışınla, kimyasalınla ve endüstriyel tarımınla rahatsız etmeyecek, kurcalamayacaksın.

Rıdvan amcayı düşündürme sırası bu kez bana geliyor. Orta okulda, tarih öğretmeninin "Kastro'nun ilacı olsa kendi başına sürer" talihsiz sözünü, bu gün sanal aleme düşen "Küba'lı Doktorlar İtalya"da haberini  yapıştırarak aktarıyorum. Bu kez düşünme, kafasını kaşıma sırası onda. Ne var ki, Rıdvan amca arif adam:  "O öğretmen halt yemiş, ben o doktorların korona morona demem, iki gözlerinden öperim." der demez, ikimizin de yüzün de güller açıyor...

O tarih öğretmeni şimdi nerede?
Fidel Kastro sınıfsız, sömürüsüz, insanca bir yaşam derdi ile öldü. Halkını ve dahi dünya halklarını düşünmekten kendi başına ilaç sürecek fırsatı bile olmadı. Şimdi, onun yolundan ilerleyen evlatları, torunları aynı dertle, büyük insanlığın sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız bir dünya derdi, kapitalizmin içine ettiği bir dünyayı temizleme derdi ile yanıp kavrulmakta...


Hasan Oğuz Bilgen, 24/03/2020, Ekşisu-Y.FOÇA


11 Mart 2020 Çarşamba

ASLINDA ADNAN SELÇUK MU MIZRAKLI, CEBERUT DEVLET Mİ?

ADNAN SELÇUK MU MIZRAKLI, CEBERUT DEVLET Mİ?

Asla ölümü kutsadığımdan filan değildi, "Şu ölesim gelen memleket toprağında" diyerek konuya ön yargısız girişim. Böylesi sevilen bu ülkede, egemen sistem daha ilkokulda 'sana dokunmayan yılan...',  'her koyun kendi bacağından...'  söylemleriyle geleneksel anlayışın boyun eğme kültürünü aşılar. İşte dünün çocuklarının iş güç sahibi olduklarında da, kendilerine kapı kulluğuna ve biat etmeye yaraşır bir yaşam biçimi kurmaları şaşırtıcı değildir.

Böyle olunca, bürokrat, siyasetçi, yargıç, bilim insanı isen, halkın ne istediğine ne dediğine bakmadan cüzdan/vicdan arasında sıkışmayıp bol akçeli tekliflere kulak vereceksin. Sanatçı ya da gazeteciysen  egemenin oyununu bozmayacak, tersine düdüğünü çalacaksın. Ses sanatçısı isen,  "Dersim Dört Dağ İçinde" sana gelecek sağlamaz.  Sen sen ol, "Seni Sevmeyen Ölsün" şarkısından asla şaşma.  Yetmedi, kalabalığı yarıp muktedirin elini öp, saraylardan gelen çağrıya git, katıl;  buyruğa uygun davran yeter.

Bir başka anlatımla, ya bu sınıflı, sömürülü düzeni sevecek ya da "Terk edeceksin".
Tarih, kimden ve nereden geldiği, ne idüğü belirsiz bir "Urun ha!" Osmanlı deyişiyle savaşların koptuğunun ve yoksul halk çocuklarının başlarının havada uçuştuğunun ötesinde  "sınıf savaşlarının tarihi" ise, orada bir duruyoruz. Durduğumuz yer, "ilk"  lerin yaşandığı bir çözümsüzlükler coğrafyasıdır.

Konu Çanakkale'de "yedi düvele" nasıl direndiğimiz konusu olsa kolaydır; "Kürdü, Türkü, Çerkezi ile..." der geçersiniz. Kabul. Yakın tarihte, emperyalizme topyekun kalkışıp direnmek bir ilktir.  Ne var ki, sonrasında gelen, bir başka rahatsız edici "ilk"ler de vardır. Ama bu 'ilk'lerden önce, ülkenin coğrafi de olsa yedi bölgeye bölünmesi gibi... Biz, yeni yetme delikanlılar, bu ülkenin bölünmesi olayını ilk kez bakanlık onaylı coğrafya atlaslarında gördük.

Şimdi... Bu yedi bölgeli coğrafyanın "Doğu" ve "Güneydoğu" bölgeleri dışında, kaç iş insanı "düzene uymuyor, yasa dışı örgüte yardım ediyor" iddiası ile gecenin bir vakti, yatağından alınıp götürülüp, yok edildi?  Hala vicdanını yitirmemiş ve yüreği kurumamış insanlar için dehşet verici sorular içeren, tadsız "ilk" ler çoğaltılabilirÖzellikle bu iki bölge dışında, 1990'lı yıllardan bu yana kaç politikacının, yazarın, çizerin, gazetecinin, öğrencinin, yetmedi köylünün, çobanın adresi, pardon mezarı belli değil?

Bırakalım komünistini/devrimcisini, utanmadan "faili meçhule gitti" dedikleri, bedenlerinde açık seçik işkence izleri; soru sormak, araştırmak, itiraz etmek gibi 'zararlı' alışkanlıkları olan kaç muhalif/aydın kişi vardır?  Ya da, daha trajik olanı mı? O da var: Ege kırsalının kaç kör kuyusunda, üzerlerine asit dökülerek yakılmış sıradan köylü yurttaşların lime lime olmuş giysileri çıkmıştır?

Belki de yataklarına aç girmiş, yoksulhanenin bir odasında derin, masum uykuların kollarındayken, haneye davetsiz  -olasılıktır, belki de öfke ve nefretle-  dalan zırhlı aracın altında ezilip ölen kaç çocuk olabilir?

Açıklaması çok zor, çok ağır olsa da... Şimdiki bir matematik ya da bir hukuk sorusu olabilir mi? Babası ile birlikte evinin önünde yaylım ateşine tutulan Uğur Kaymaz'ın cansız bedeninden çıkarılan kurşun sayısının on üç olması ile yaşının on iki olması arasında ters ya da düz nasıl bir orantı vardır?  Kanıtıyla tanığıyla ortalık yerde olan ve üç yıl süren davada yargılanan dört polisin de beraat etmesi, Makbule ananın mı yüreğini daha çok dağlamıştır, "elinde adalet terazisi tutan kadın"ın mı?  Sönmeyen ateşin hala dumanlarının tüttüğü yer, Mardin'in Kızıltepe'sidir...

Şu gülünüp eğlenilmesi gereken dünyada daha fazla canınız sıkılmasın, tadınız kaçmasın... Son soru: Yaşanmaya ancak fırsat bulunabilmiş yine bir on iki yaşın, yaşanmış öyküsü... Diyarbakır-Lice ilçesi Şenlik köyü Hambaz mezrasında Yayla Karakolu'ndan atılan havan topu mermisi ile,  yaşayamadığı ömrünün on ikinci yılında öldürülen Ceylan Önkol.
. . .

Bilinenler tekrar edildi diye, kimselerin canı sıkılıp keyfi kaçmasın. Hani, hep bir yerlerde unutursak yüreğimiz kurusun demiştik ya!  Bu iş öyle, yaldızlı şatafatlı lafızlarla filan olmuyor.  Ez cümle, unutmayacağız ve dahi unutturmayacağız.
. . .

Selçuk Mızraklı'nın başına gelen, abartısız yüz binlerce halkın iradesini omuzlamış, sövülmüş, itilmiş kakılmış ve hapsedilmiş yüzlerce bölge siyasetçisinin yaşadığıdır. Yerine kayyum atanan ve de hapse tıkılan Sur eşbaşkanı Cemal Özdemir'e değil de, on binlerce Diyarbakır halkının özgür iradesine verilecek olan 22 yıl -yirmi iki yıl- ceza yoldayken, 9 -dokuz-yıl  4 -dört- ay hapis cezası Selçuk Mızraklı'ya geldi...

Hani şu, yerine atanan devletin kayyum efendisinin 2,5 milyonla makam odasının hemen arkasında yaptırdığı mermerli banyoyu ve suit odayı sosyal medyada açığa vuran ve de reklam eden belediye başkanı... Tutuklu bulunduğu hücre hanesinin kapısına 9 -dokuz- yıl 4 -dört- bir ceza müzekkeresi asılmış. Bir söz vardır, şu canım toprakların sözlü kültüründe "Yiğidi öldür, hakkını yeme" diye...  Ne ki şimdilerde öyle olmuyor, egemenlerin kabından yemeyenlerin canına da okuyorlar, hakkını da yiyorlar.

Gerçekten "Adnan Selçuk mu mızraklı, ceberut devlet mi?" diye sormadan edemiyor insan. Adamın sadece soyadında olan, devletin, saray erkanının elinde Demokles'in kılıcı gibi Türkiye halklarının başında her daim sallanan, örseleyen, yaralayan ve de dürten tehditkar bir silah...

Unutmayacağız... Unutturmayacağız...

Hasan Oğuz Bilgen, 11.03.2020, Katin-Çaytepe.










7 Mart 2020 Cumartesi

AMANSIZ AYAZ ZAMANLARI


'AMANSIZ AYAZ' DAN ÖNCE BİRKAÇ SÖZ.

Her defasında pat diye ortalık yere saçtığı incileri.
Dilinden düşürmediği  "Atölye tezgahlarında eğilirim, başkaca eğilmem" sözü.
Can çıkar huy çıkmaz; ustalığı ile ilintili işlere, ilgi alanının uygun konularına, gözüne kestirdiği sorunlara bodoslama daldışı.

Ama her koşulda, mekanda şaşırtan, düşündüren biri olması nedeniyle, çoklukla şairin  "topraktan öğrenip, kitapsız bilen"  köylü fotoğrafını çağrıştırıyor insanda. Akşamın erken vaktinden bu yana hayli keyifsiz;  bir o kadar gergin ve huzursuz.
Çok sürmez... Bir bakarsınız çözülüvermiş;  yine sayıp, döküp döktürmelerdedir.

Tek sanatçıları var mı? Gıpta edilecek düzeyde demek istiyorum. Destekleyip önlerini açtıkları tek yazar, çizer, akademisyen? Nobeli yakalamış edebiyatçıları örneğin. Peki yetiştirdikleri, omuzlarına aldıkları bir müzik, bir bilim insanı? Bir başarı, bir buluş, bir üretim hikayeleri? Her şey bir yana Kral Çıplak diyen biri çıksın... İçlerinde bunu söyleyebilecek mangal yüreklileri var mıdır?

Durum bu denli vahim, ortalık bu denli çölleşmiş, çölleştirilmişse... Övünülecek geçmişleri kadar umutlanacakları yarınları da olanların daha söylenecek, yazılıp çizilecek çok şeyi olmalı. Öyle ki...

Hani hüzünlü arkadaşlarınız, arkadaşlıklarınız vardı ya? Hani sabahın bir vakti, sağ salim öğrenci evine geri dönüşlerinizde, mahalle fırınından aldığınız ekmeğin avuçlarınızı yakışı?.. Teneke sobanın başında bağdaş kurup buğusu çıkan ekmeğe 'sana yağı' sürüşleriniz mesela. Gözlerine bakmaya çekindiğiniz, elinde gevrekle kız arkadaşınızın dişlerinin arasındaki susam tanelerine aldırış etmeden ağız dolusu gülüşü bile olabilir. Ayıp kaçmaz, abesle karşılanmaz yani. Hatta kızını yazmalısın. Bebekliğini. Onu bir an olsun bırakmayan, yere koymayan annesini... Karanlığa karşı, el yordamıyla onlar da yürümedi mi?  Dar zamanları yaşayıp paylaşmalarda onların hiç mi payı yok?

Zorunlu hizmetin uzak diyarındaki yokluk zamanları... Maaş gününde Surkente inişleri. Hemen daha ilk alışverişlerde paranın tükenişi.  Araçsız köyde günlerce yiyecekleri ekmeği, dönüş yolunda küçük kızın annesinin ardı sıra yürürken, ona belli etmeden köyün çoban köpeklerine verişi. Karınları yapışmış zavallı hayvanların 'şehir ekmeği'ni daha çiğnemeden soluksuz yutuşları. Bozkırın ayazı... Yokluğun, açlığın dehşeti, anlatılamazlığı... Olmaz mı? "Siyasi Gündem"in havasını mı dağıtır; "hafif" mi kaçar? Zaten politik ve de ciddi bir yazı dili 'malumun tekrarı' gibi algılanabiliyor son günlerde; 'rakı-balık' paylaşımları kadar ciddiye alınmayabiliyorlar.

Tam da burada kesiyorum sözünü.


Sf. 2

Bundan sonra alınacaklar!  Şaşırma sırası bu kez onda... Şaşırma sırasının bu kez onda olduğunun üzerine basa basa yineliyorum: Bundan sonra ciddiye alınacaklar!  An itibari ile, yazı-çizi dili daha fazla izlenip denetlenecekmiş!  Özellikle de sanal ortamlarda yayınlananlar... Anlayacağın sevgili ustam, jet hızı soruşturmalarla köklerimize kibrit suları, defterlerimizi dürmeler... Yazılanların daha mürekkebi kurumadan derdest durumları felan...

Kaynak çapağı gözlerinde endişeden eser yok; hatta gözbebekleri hınzırca, çocuksu parlıyor bile.  Olsuun! diyor.  Adım gibi biliyorum ki, 'Olsun'u özellikle, bile bile uzatıyor: Bulgur pilavını çok severim, onunla büyüdüm. Boşuna heveslenmesinler. Ona hiç sırtımı dönmedim. Dönmem. Dönemem.  Tahta kaşığımı da hiç kimseciğe kırdırtmam!

.  /  .  .

Amansız Ayazdı.

Kız.

Bir baştan bir başa kesip biçiyordu, çarşılar dolusu, caddeler dolusu insanı. Sessiz edilgen, teslim olmuştu sanki her biri. Uzunca bir zamandır, kendisi de öyle değil miydi? Eylemsizliğinin, iş görmezliğinin tutsağı olmamış mıydı?  Halen çalışır göründüğü şirketle, henüz yeni bir sözleşme yapma olasılığı bile yoktu.

Son kez, yanlarından ayrılırken "Biz seni ararız" demişlerdi. "Önümüzdeki günlerde yepyeni, ayrıca benzerlerinden farklı bir canlı yayın programı çekmeyi tasarlıyoruz. Bu çalışmada da bizimle birlikte, tabi ki yine sen olacaksın. Hiç kuşkun olmasın." Sorunu ustaca bağlayıvermişti yönetmen yardımcısı.   Konuşma şansı tanımamıştı.  Kısa yoldan kesmiş, kırıp dökmeden nazikçe kapıyı göstermişti. Göğsünün tam orta yeri ile yutağının arasına denk gelen noktaya tenis topu büyüklüğünde bir cisim oturmuştu. Telaşla yutkunmaya çalışırken, bir şeyler söylemeye çalışmış, aynı anda da vazgeçip teşekkürle yetinip çıkmıştı. Çıkış o çıkış.

Boş, bomboştu işte. Saçma sapan, adını koyamadığı bir boşlukta asılı kalakalmıştı. Öylece teğellenip tek kişilik teknesine;  günler boyu, geceler boyunca çalkalanmış durmuştu. Her sokak başını dönüşünde, çarşı içi kaldırımları bir aşağı bir yukarı, boydan boya her arşınlayışında, karşısına çıkıveren her insan yüzüne, yanı başında aniden duran ve kapıları hoyrat hareketlerle açılan kapanan her otomobile kuşku ve tedirginlikle, ürkerek, hatta korkuyla baktı. Hepsi, ama herkes karşısında, tam karşısında duruyordu. Bunca sokaklarca, binalar dolusu insan içinde birlikte yol aldığı, yan yana yürüdüğü tek bir kişi bile yoktu. Bu yüzden yerli yersiz, zamansız patavatsız, sinirli savunalardaydı ya? Her an, her şeye tepki verebilirdi. Haklı da olabilirdi, haksız da... Pek önemli değildi; rahatlıkla aşırıya bile kaçabilirdi. Onarımı olanaksız kırılmalara, dökülmelere, parçalanmalara neden olabilirdi.


Sf.3

İşsiz kaldığı günden beri dağıtıyordu. Doğan her yeni günde, 'duvara bir tuğla, dokumaya bir ilmek' oyununu oynayamıyordu artık. Kitaplardan, yazı makinesinden olabildiğince uzağa, derinliklere, sorumsuzca göklere, bulutlara fırlatmıştı kendini. Boşlukta kalakaldığı günden bu yana, uçuşan duygularını toparlayamıyor, didindikçe onlarla birlikte, bu kez, o da onlarla birlikte dört bir yana dağılıyordu.

Sığındığı bu puslu soğuk, buzlu yollarıyla, zulalarında neler olup bittiği bilinmeyen bu içinden çıkılmaz kentte, içinde kopan fırtınaların uğultusundan, ıslık tonunda inlemelerinden başka konuğu olmamıştı. Birden bire, içten içe kabaran, ruhunun derinliklerinden esip gelen üşüme duygusu ile sarsıldı.   Yok, önce içini, ardından tüm bedenini sarmalayan ürperti sıradan bir duyumsamadan öte bir şeydi.

Önünden dizlerine dek sarkan, uçları abartılı püsküllü uçuk kaçık atkısını boynuna, sıkıca bir kez daha doladı. İki eliyle iki ucunu kızgınca, aynı anda çekiştirdi. Alev alevdi püskülleri, kan kırmızısı. Ateşlenmiş ağlamaklı yüzüne haince çarpan soğuğa aldırmadan;  anlamsız, ağırdan alarak yüzünü gökyüzüne çevirdi. Önce ağzını, sonra ayazdan kamaşan dişlerini araladı. Boğulacak gibi olmuştu. "Hava alacak yer kalmadı. Lahanaya döndüm." derken, öksürük krizi ile sarsıldı.

Lise yıllarında öğrenciyken de böyledi. Aldırmaz, umursamaz, dağılır, çarşı pazar kendini yitirirdi. Ardına bakmaksızın. Günün her saati, peşi sıra okulun en hızlı en bıçkın delikanlıları... Rahat mı rahat, kendinden emin yürüyüşü, zaman zaman tökezlese de, çarpsa da bir yerlere, ama hiç yıkılmadan düzgün duruşu okullardan sonraki yıllarda da bozulmadı. Çalıştığı sektörde, küçük de olsa en sıradan bir minnet duygusuna saplanıp kalmamanın, bir 'Allahın kuluna' borçlu yaşamamanın verdiği yürek dinginliği ile, güvençli, gönençli, yılmaz gözlerle baktı yukarılara, ta yukarılara... Yolun karşı kenarındaki elektrik direklerinin tellerine kuşlar dizilmişti. Tek sıra. Hepsi de, daha ilk bakışta anlaşılabilecek denli huzursuz, ikircikli. Hızla bulutlanan, yer yer kararan gökyüzüne ince, narin boyunlarını uzatarak merakla bakıyorlardı. Direğe yakın en baştakinin kanatları yarı açık, heyecanlı, uçtu uçacak!
Heyy kuşlar!!!  Bir tekinizin bile tek kuruş alacağı yok ki benden!  Size niye gıpta edeyim? Yanından geçen yaşlı teyze şaşırmış bakıyor. O, utanmış gibi yapıyor; teyzeye sessizce gülümsüyor.

Yavruağzı bereli başını iki omzunun arasına gömdü. Yine üşüyordu işte. Adımlarını sıklaştırırken bir kez daha titredi, ayaklarına çöktü soğuk, parmak uçları buz kesti. Burnu gülünç derecede kızarmış olmalıydı;  üstelik oradan süzülen damlalar tam önüne damlıyordu. Son ikisinin botunun burun ucuna düşüşünün ayırtına varırken, böyle bir şeyin nasıl olabileceği düşünmeden edemedi. Çok mu önüne bakmış, elleri cebinde gereğinden fazla mı içine kapanmıştı?


Sf.4

Dedesinin sözü geldi aklına. Böyle durumlarda "Yere bakma toprak çeker" derdi yaşlı adam. Daha ne günışığı görmemiş sözleri vardı. Yeri geldiğinde, onlardan "yakası açılmamışlar" diye söz ettiğini anımsadı. Kuru soğukla böylesi kavgalıyken şimdi durup bunları düşünmek anlamsızdı. Ne var ki, yere bakmakla ilişkin olanını unutması olası değildi. Önce dedesine üzüldü; onun bir nevruz günü, kırgın, küskün, hüzünlü yolcular misali, bu vefasız, bu unutkan dünyadan kaçar gibi çekip gidişine... Hakkını vermek gerekir ki, aslında her yaşlı insana nasip olmayan bir yaşta onları bırakmak zorunda kalmıştı. Dalya dediği yıl çok mutluydu. Ona neşeli, pastalı-börekli, bol şamatalı eğlenceler yaptılar. Çocuklar gibi şendi, çok ama çok eğlendi, her birine ayrı ayrı teşekkürler etti, gözlerinden öptü... Kendisine yapılan sevgi gösterilerine, bu biçimde kendine özgü karşılık vermesi bir ayrılış, bir kopuş ritüeli anlamındaydı. Bunu, oradakilerin hiçbiri hiçbir zaman bilemeyecekti.

İnsanı şaşırtacak derecede sağlıklı ve mutlu sayılırdı. Son dört yılını kanser belası ile, sözcüğün tam ve gerçek anlamıyla boğuşarak, cebelleşerek geçirmişti. Sürgit kendi başına ve öz güvenle doğruldu yatağından. Bastonsuz ayağa kalktı. Yardım istemeden -hatta reddederek- yürüdü. Helaya kendi oturdu. İstemdışı kirlettiği iç çamaşırını tuvaletin lavabosunda yıkamaya çabalarken yakalandığı da oldu. Annesi, kimi kez de teyzeleri ona, sırf bu yüzden sitem edip paylarken; o ses etmedi, maviş gözlerini kırpıştırdı.

Belli belirsiz huzursuzluğundan, sıkıntılı bakışlarından belliydi ki, en çok zoruna giden şey ziyaretine gelen konuklardan gizlediği sondasıydı. Bir de, son günlerde altının bağlanması... 1900'lü yıllarda Yunanistan'daki çete savaşlarına tanık olmuş, eşkiya geleneği ile tanışmış bir çınar için bunun ne büyük bir işkence olduğunu, ancak o bilebilirdi. Kendisine yakın hissettiğinden olsa gerek, bu "zul gelme" konusunu damadının kulağına fısıldadığı olmuştur. 2004 yılıydı, dört yıl önce dalya demişti. Anımsadıkça hala kederleniyordu. Dedesinden sonra gelen dünyanın onca vefasızlığına, insanların, sözüm ona dostlarının tek sözcükle edepsizliklerine... Artık kimsenin oturmadığı, çocukluğunun kuzularla, av köpekleriyle en güzel günlerinin geçtiği, arkasında büyük bir zeytinliği olan yer evinden av tüfeklerinin çalınışına... Atkısı düzenli aralıklarla dizlerine çarparken işte yine üzülüyordu. Daha çok da dedesi adına.

Ne güzel de yakıştırmıştı "Kahvede puşt sesi, dağda kuş sesi" derken. Bu "kahveye gidip, dedikodu, palavra ve de yalan dinleyeceğime, doğaya karışırım, doğruluk, iyilik ve güzellikler içinde yaşarım" demekti. İbrahim Çavuş'un kendine özgü siyasi içerikli nükteleri de vardı; "Taş devri, tunç devri... Kenan Evren devri puşt devri" gibi.


Sf.5

O, genç kızlığında annesinin yüzünü kızartan ağız dolusu küfürleri savururken, kimseleri incitmeyen, hatta güldürebilen, nükteli sözler eşliğinde doğaçlama söylevler veren, gün görmüş bir hayat adamı idi. Çarşı esnafından kahırı çekilir bir gönül dostu, bir cuma günü -tam da namaz vakti- ona takılır. Çavuş dayı" der, "daha cumaya bir hayli zaman var. Sana bir tek vereyim, keyfin yerine gelsin."

Laf lafı açar; "bir tek" iki tek olur. Bu ara insanlar cuma namazına başlamışlardır. Çavuş son anda toparlanır. Bacası tutuşmuşçasına, iki ayağı bir pabuçta camiye vardığında namaz bitmiştir. Belinde eksik etmediği silahı çeker, dağılmakta olan onca insanı, gerisin geriye tekrar camiye sokar. Cami hocasına da komutunu vermeyi ihmal etmez: Cuma namazı tekrar kıldırılacaktır. Ve kıldırılır.

Şimdi içindeki boşlukların, içini en çok acıtanı onun gidişi ile oluşan devasa boşluktu. Tekrar üzüldü asırlık çınara, onun ulu gövdesine, erişilmez yaşına karşın usulca yıkılışına, onca yaşamında hiçbir şryden yakınmamasına, hiç kimseye sitem dahi etmemesine... Boğazı düğümlendi. Islak gözlerinin önünden, beynini uyuşturan, damarlarından kanını çeken ağır kurşuni bulutlar geçti. Dumanlandı her iki yanı... Ortasına düştüğü belirsizlikte Selanik göçmeni yaşlı adamın, sadece Balkan insanına özgü, sıcacık, bilgece kırpışan camgöbeği gözlerini gördü.

Toprak çeker sözünde, tanımlayamadığı, adını koyamadığı ve onu ürperten bir şey vardı. Uyarı amaçlı bu sözü ondan her duyuşunda kendi ölümünü değil, onunkini düşünmüştü. Gitmek, nasıl bir bitişti, ne tür bir finaldi? Gök mavisi gözleri bıcır bıcır, sevimli ihtiyarın gidişinden o güne, bunu, bu denli yakıcı biçimde kimselerden duymamış, hiçbir yerde işitmemişti.
.  .  .

Bu soğuk da bu denli arsız olamazdı. Direncinin en zayıf gününde yakalanmıştı; karaçalı gibiydi. Akşamın alaca hüznü çöktükçe kaldırım taşlarına, bir o kadar acımasızlaşıyordu. Yanı başında hoyratça duran semt dolmuşunun kapısı çarpıldı. Muavini avaz avaz.  Annesini anımsadı. Çocukluğunda bir an olsun onu yere koymayan, kimselere bırakamayan, onun yakıştırmasıyla 'çanta gibi her yere taşıyan' , o güzel insan dikildi karşısına... Kocasız kadın, zamanından önce on yaş fazladan yaşlanmışsa, bu onun 'şeytan çekici' özelliğinden olsa gerekti. Severken 'şeytan çekicim' diyerek mıncıkladığını anımsadı:  Yüzü belirsizdi kadının; yine de kollayan anaç gözlerinin üzerinde olduğundan emindi. Daha fazla ilerleyemedi; düşecek oldu. Az ötesindeki köşebaşında soluklandı. Aynı anda telefonu çaldı uzun uzun. Arayan babasıydı. Büyükbabasının deyimiyle, oldu olası, her kezinde alacaklı gibi çaldırırdı.
.  .  .



Sf.6

Kimsesizlik Halleri.

Anne.

Dört yaşına daha yeni girmiş kızını, hastaneye gelirken gönülsüzce amcasına bırakmıştı. Bu konuda, randevu tarihinin belli olduğu gün, yaklaşık yirmi gün önce anlaşmışlardı. "Ne olacak canım? Sırtıma binecek değil ya!  İşyerinde onu oyalayacak o kadar çok şey var ki. Sen, o konuyu dert etme." 

İlk anda, mış' gibi yapıldığının pek ayırtına varamadığı kaygılanma çocuktan yana olunca,  bu sözlerden sonra kim olsa rahatlardı. O da öyle yapmıştı. Yirmi gün sonra, o kahreden hastane randevusu gelip çattığında, hiç mi hiç sıkılmayacakmış, korkmayacakmış, telaşlanmayacakmış gibi yaptı. Ne ki, sorun yokmuşçasına davranmak, rahat görünmeye çalışmak hiç düşünmediği şiddette yormuştu onu. 

İlk günler önemsememiş, kayınbiraderinin ettiği sözler üzerinde durmamıştı. Dahası sevinmişti bile. Öyle ya, 'ne olacak?' demek, bir anlamda  'sen öyle basit konulara kafanı takma' da demek olmalıydı.  Aslında, öyle mi demek istemişti?  Daha fazlası, kendisine karşı duyulmasını çok, pek çok istediği, hatta buna dehşetli ihtiyacının olduğunu düşündüğü ilgi de mi vardı sözlerinde. Eklemeli miydi: "Ama bak sen de önemlisin!  Kendine de bakmalı, sağlığına dikkat etmelisin. Sen varsan, bu kız çocuğu da var. O gün, orada yanında olacağız, ne gerekiyorsa yapacağız. Asla yalnızlık hissetmeyeceksin..." O ise, salt yeğeni ile ilgili konuşuyor.  Kendisinden kızını merak etmemesini isterken, bir yandan da sakinleştirmeye çabalıyordu.

Henüz yirmi altısındaki annenin  altı aydır sağ göğsünde oluşan sertlikten ötürü, içinde, onu derinden derine kemiren nedenini bilemediği ince bir sızı vardı. Her geçen gün, gecenin bir vaktinde nedensiz, niçinsiz bölünen uykularını dolduran yeni yeni karabasanlarla tanışıyordu. Gündüzlerse gecelerin sürgit endişe ve hüzünlenmelerinden ibaretti. 'Nereye gidiyorsun, ne işin var, sen iyi misin' den çok, 'bırak çocuğu git' deniyordu, ha bire. 'Emanet' edilen çocuk, içi pamukla kaplanmış kristal sürahinin güvenli ortamında özenle korunacak, zamanı geldiğinde de erişilmez bir gönül dinginliği içinde sahibine teslim edilecekti. Böylece üstlenilen 'görev' tamamlanmış olacaktı. Ah, bir de hastanede ne işi olduğu sorulsa... Neden haftalar önce randevu verildiği? Orada birilerine gereksinmesi olup olmayacağı? Hepsini geç, yol parasının olup olmadığı...
.  .  .

Sf.7


 Kız.

Sırtnı dayadığı köşe başı, az önce insan koşuşturmaları ile başını döndüren, yorgun düşüren caddenin tersine hayli sakindi. Mimari estetikten uzak, ruhsuz, abartılı betonarme gövdesiyle, karşısındaki binanın soluk aldırmayan poyrazın delice esmelerini kestiğini duyumsadı birden. Sol omuzunu kaldırarak telefonunu kulağına iyice yapıştırdı. Babasının konuşması bildik bir kitaptan paragraflar okur gibiydi.


   Baba.

Ayakkabılarını çıkarırken, salondaki bilgisayarın başından klavye tıkırtıları geliyor. Anlaşılan daha dün kaynağı belli olmayan bir virüs nedeni ile yazılımında değişiklik yapılan bilgisayarın tanımadığı yazıcısı ile başı yine sorunluydu. Alt dudağını öne çıkararak bıkkınlık soluklarını alnına doğru savururken önüne düşen saçları dağıtmaya çalışıyor, bir yandan da konuşuyordu.

Gözlerini ekrandan ayırmadan:  "Seni çok bekledim. Çok da açıktım; çalışmayan yazıcının da eziyeti işin tuzu biberi... İşimiz iş, ders planları yine kalacak!"  İki önce yakasına yapışmış sıkıntıdan bir an önce kurtulmak istediği çok açıktı. "Sen üstünü değişirken ben de duşu aradan çıkarayım. Yemek ocakta pişmiş durumda; dilersen başlayabilirsin..."  İçinden çıkmakta zorlandığı sorunlarıyla ciddi kavgalar yaşadığı anlarda, genelllikle böyle davranırdı. Yanıtımı, kararımı beklemez, elindeki işi sürdürür, yapacağını yapardı. Bense, bu tutumunun onun kişiliğine, bakışına, yaşama yöntemine uygun davranış biçimi olduğunu, görüşlerime değer vermediği anlamına gelmediğini bilir, ses etmezdim. Soyunup mutfağa geçtiğimde, dışarıda ağır aksak başlayan, sonra birden bire hızlanan sağanak yağışın kiremitlerdeki tımbırtı cümbüşü, banyodan gelen su seslerini boğuyor, onları etkisiz kılıyordu.

Ocakta üzeri örtülü duran tencerenin kapağını kaldırır kaldırmaz gözlüğümün camları buğulanıyor.  Olduğum yerde, öylece kalakalmışım. Camların buğusu geçer geçmez tencerenin dibinde etsiz pişen patates yemeğinin iri tanelerini görüyorum.


Sf.8

Kapak elimde, ocağın başında, en zifiri, en kederli halimle, hareketsiz... Ne olursa olsun beklemeliyim. Gastritten mustarip midemin çeperlerinde dayanılmaz bir kazınma/yanma duygusu... Hayır.  Bu kez, yüzümün buruşmasına neden olan, günün belli saatlerinde meydan okurcasına kendini duyuran, 'buradayım' diyen kronik asit hareketliliği değil. İçimin acıması, yanması ondan değil, biliyorum. Başka bir şey. Her yorgun iş gününün sonunda olduğu gibi işte yine okuldan telaşla gelmiş, akşam yemeğini yetiştirmiş.  Pilavı köftelik bulgurdan yapmış ama. Pilavlık malzemenin tükenmiş oluşundan habersiz olmam, eve/mutfağa duyarsızlığım ne kötü. İçimin acıması bundan.

Masaya oturmamla, bir tülün yere düşüşü gibi mutfağa usulca süzülüşü aynı anda oluyor. Sıcak suyun etkisiyle olmalı, yüzüne ateş basmış, yanakları al al. Oldum olası çok beğendiğim gözlerinin kahve rengi, suyun ısısına yenik düşmüş, kızarmış. Bayıldığım, açık kumrak parlak, gür saçlarının taramaya fırsat bulamayıp uydurduğu nasıl da belli... Masa başında, çaktırmadan onun sevdiğim bu hallerini süzerken, suçluluk duygusundan yorulduğumu, yumuşadığımı ve de hamur gibi olmaktan öte ezildiğimi duyumsuyorum.  "Ben beklerdim"!

"Olsun, durduk yerde gastritini azdırmayalım."  Ben dahil kimseler bilemez ki, belki de sabun köpüğünden kızardığını ima ettiği gözlerini tabağından ayırmadan, nasıl da tane tane konuşabiliyor. Orada, yemeğinin başında, sıradan ve sıkıcı büro işlemlerinin zorunluluklarının yerine gelebilmesi için, tepeden tırnağa suskunluk içinde bekleşen insancıkların akıl almaz, ama gereksiz dinginliğini taşıyordu. Ben onun, hüzün denilen tutsak edici güçlü duygu karşısında, ilk gördüğümde dikkatimi çeken dudaklarından tek bir sözcük düşürmeden, bir an olsun sendeleyip zayıflık göstermeden uzun süre öylece kalışını hiç beceremedim.

Bir yandan tabağımın soğumasını bekliyorum, bir yanda da düşünceli haliyle lokmalarını ağır ağır yutuşunu izliyorum. Başımı çevirmeksizin, sanki anlamasını, ayırtına varmasını istercesine, açıktan yüzüne, üzgün bakışlarını tabağına düşürmesine, çenesinin belli belirsiz devinimine, gözlerindeki nemlenmeye bakıyorum. Bunu, karşısında durmuş göstere göstere yapıyorum. Üstelik her an bakışlarının bakışlarımda asılı kalacağı düşüncesiyle heyecanlanarak.

Yutmaya çalıştığım lokmalarımın boğazımda düğümlenmiş olabileceği sanısını uyandırabilmek için usulca öksürüyorum. Beni duymuyor bile. Sıyrılsa gelse iç dünyasının labirentlerinden, ona ne diyeceğim? "Paydos saatinden önce kızımızı aradım, dolu dolu konuştuk. Yine bir takım televizyon kanallarına, yapımcı firmalara özgeçmişini bırakmış.  Her şeye, tüm sıkıntılarına karşın, yine de umutlu gördüm onu. Konuşmanın sonunda birbirimizi öpücüğe boğarken, her zaman olduğu gibi yine yüreklendirdi beni. Ona, önceki günden daha fazla inandım, umutlandım" mı demeliyim?


                                                                               Sf.9

Zaman kavramını, o an, oradaki anlamını yaşadığım mekanda yitirmek üzereyim. En sonunda her daim sevecen bulduğum, beni hep inceden inceye büyülemiş olan, kımıltısız, ketum duruşlarında gizli soru işaretlerinin yanıtlarını aradığım, nedense bir türlü bulamadığım dudak çizgisi aralandı:

Okulun en genç kadın öğretmenlerinden, sarışın ve uzun saçlı olanının, o gün, aylar önce göğsünde beliren kitlenin üniversitesi hastanesinde alınışından çözdü sözün yakasını.  Ameliyat sonrasında henüz narkozun sersemliğinden kurtulamamışken, annacında elinde bir demet kır çiçeği ile görünce kendisini gözlerinden nasıl yaşlar boşaldığından söz etti.  Sabırsızlanarak beklediğim konuşmasına, bir nehir romanın kalın ciltlerinden birini gelişigüzel orta yerinden ayırıp, kederli ve de ağır bir tören havası içinde okur gibi başlamıştı.  Serum hortumlarıyla karmaşık hasta yatağının başucundaki duygu yüklü görüşmeyi anlattıkça durgunluğu da arttı. Meslekdaşının "Ameliyata girmeden önce, kendimi o kadar yalnız, o kadar umarsız ve de sahipsiz hissettim ki anlatamam.  Neşter altında kor ateşlerde yandıktan sonra, gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm kişi sen olunca, ne şanslı bir insan olduğumu anladım... Tamam dedim, kurtuldum işte" deyişini aktarırken gözleri doluverdi.  Yutkundu. Boğulur gibi oldu...

"Sen de ona anlattın mı?"

"Hayır, asla... Ne yeri ne de zamanıydı. Belki daha sonra.  Hem ne önemi var şimdi, benimkisi yıllar önceydi. Acı yaşandığı anda yaşanılan boyutta, kimsesiz yapayalnız yaşanıldığında acı oluyor. Delik deşik, lime lime ediyor insanı. O haliyle insanın içini kıyan, dilimlere ayıran özelliği ile hiç kimse ile paylaşılamadığında, anlatılacak tek bir insan oğlu olmadığında bir anlamı oluyor. Acı, işte o zaman güzel... Diğer durumlarda önemini yitiriyor, tavsıyor, sıradanlaşıyor..."

Boncuk boncuk olmuştu gözleri. Birazdan sicim sicim gözpınarlarından taşacak, sarsıla sarsıla ağlayacaktı. İşaret parmağı ile orta parmağının ilk boğumu arasındaki sigaranın külü uzamış, yere doğru bükülmüş... Ateşini duyumsamış olacak, kolunu kıpırdatmadan külü ile birlikte bıraktı yere. Dudakları arasına telaşla iliştirdiği ikincisini çakmağın alevine uzattı. Fazlasıyla derin bir iki nefesle yarıladı. Bir sigara içimi zaman için girdiği hastane tuvaletinden çıkacak gücü kendinde bulamıyordu. Koridorda bekleşen hasta yakınlarından yaşlı kadın, az önce, 'a kızım sen buralara bir başına mı geldin' derken, iki yanı keskin bıçak gibi konuşmuştu. Ve bahçedeki çiçeklenmiş kayısı dalları gibi daha başka çarpıcı sözler... Kimi, kimsesi yoktu işte!  İçinden 'doğru değil bu' demek geçmişti. Tıbbi atıklarla dolu plastik kovanın yan tattığı, kan ve ilaç bulaşığı pamukların yere saçıldığı tuvalette en kimsesiz haliyle bir başına değil miydi?  Güçsüzlüğünden kurtulmak için kirli lavaboya tutunup tutunmama kararsızlığı arasında gelgitleri yaşarken, koridorda görevli hemşirenin adını anons ettiği hoparlörün mekanik sesi yankılandı.


                                                                               Sf.10

Birazdan bıçağın altına yatacak olmak, Suriçi'nde kaçakçıdan aldığı ucuz saatini, parasız cüzdanını, tek varlığı alyansını emanet edebileceği ve de 'hakkını helal et' diyebileceği bir insanının olmamasından daha yakıcı değildi.
Sese doğru yürüdü. Gösterilen yere yattı. Gözlerini yer yer badanası dökülmüş tavana dikti. İnsan sıcağından yosun olmanın içine oturan burukluğu, insan özleminin yakıcılığı operatörün yetenekli parmaklarının arasındaki ışıltılı neşterden önce saplanmıştı göğsüne. 
.  .  .

Adam daha fazla direnemedi. Küçük ve sevimli elleri avuçlarının içine alıp ısıttı. Gözlerini gözlerine dikip sevecen, 'Haydi ama, yapma öyle' dedi. 'Bak yemeğin buz gibi oldu. Hem artık yanındayım ya işte. İstemeden uzaklarda, sizden ayrı kalmış olsam da selamsız, sevgisiz, mektupsuz bırakmadım ki...

Altının ne zaman yakıldığını anlayamadığım bir çaydanlığın fokurdamasının, belki de ilk kez, bu denli yeri gelmişken, insan yokluğunun yakıp kavuran özlemi ile insansız hücrelerde nasıl bir başıma yaşadığımı, dertlerimle, hasretlerimle geceler boyu ve dahi şafak sökmelerine dek nasıl paramparça olduğumu anlatmama engel olacağı aklımın ucundan geçmezdi.
.  .  .

Annen son günlerde haddinden fazla duygusal. Dedenden sonra, sanki içinden çıkmakta zorlandığı bir boşluğa yuvarlandı. Üstüne üstlük, senin derdin de migreninin tuzu biberi... Onu yalnız bırakmak içimden gelmiyor. Sadece bu nedenle, sürpriz yapıp yanına, İstanbul'a gelmekten vazgeçtim. Ben yokken sen onun elini hiç bırakmadın; şimdilerde onun ellerinde benim ellerim var. Sonraki mektupta ayrıntılarını yazar postaya veririm. İkinizi de çok seviyorum. Öptüm.

Kız dakikalardır kulağında hareketsiz tuttuğu telefonu ile kaskatı donduğunu, bacaklarını harekete geçirip yürüyüşünü sürdüremeyeceğini sandı. Akşamın karanlığının yanı sıra gurup vaktinin son dem kızıllıkları da körfezin ve rafinerinin üzerine ağır aksak çöküyordu. Tellere dizili bekleşen kuşlar bir polis sireniyle kanatlarını patırdatarak havalandılar. Bir teki bile ayrılmamacasına diğerlerinden, son kızıllığında akşamın hep birlikte yitip gittiler.
.  .  .

Kız telefonunu çantasına yerleştirdi. Önü sıra haramileşip giden alaca yalnızlık, akşamın tekinsiz sisi ile ağız birliği edip sokak başlarını çoktan tutmuştu. 

İçinde insan sıcağının olduğu bir ev düşledi.  Arkasına bakmadan yürüdü.
                       
Doğum günün kutlu olsun, m
utlu ol senelerce...
Karşıyaka, 25-Mart-2005


Hasan Oğuz Bilgen, 08-03-2020, Ulamış-S.HİSAR