"İKON
FOTOĞRAF"ININ ya da KÜBA DEVRİM'İNİN 50. ZAFER YILININ ANISINA
Che
Guevara’nın "İkon Fotoğraf"ının öyküsü üzerinden kaleme alınan Küba
Devrimi'nin 50.zafer yılı...
Bu
yazı, Küba Sosyalizminin bilimsel öğretilerine ve evrensel değerlerine sahip çıkılarak, devrimi ve sosyalizmi yaşatan Küba halkına, Moncada Kışlası'nda, Domuzlar Körfezi'nde ve sonrasında düşen öncü gerillaların ve tüm isimsiz kahramanların devrimci anılarına ithaf edilmiştir.
* * *
Ne zaman
vitrinlerde, sokak başlarındaki seyyar satıcıların tezgahlarında, kalabalık
kitap fuarlarının stantlarında ticari kaygılarla basılıp, özellikle gençlerin
devrimci heyecanlarına bolca slogan edebiyatı sosu ile servis edilmiş,
hafızalarımıza kazınmış, bildik bir kumandan Ernesto Ché Guevara posteri ya da
rozeti görsem babamın:
“ Gazetede daha ilk gördüğümde etkilendiğim ve
gözlerimi alamadığım, başında beresi, dalgalı uzun saçlı siyah beyaz fotoğrafın
ilerleyen yıllarda dünyaya bakışıma yeni ufuklar kazandıracağını, belleğime ve
de vicdanıma yerleşip siyasal kimliğime yön vereceğini, o toy ve o yeniyetme
günlerimde elbette bilemezdim. ” deyişini anımsarım.
"Kumandan
Che", "Gerilla", "Devrim" sözcüklerinin tahmin
edebileceğimden çok fazla derinlikte anlamlar, gerçekler ve ait olduğu
diyarlara özgü çarpıcı, yakıcı öyküler içerdiğini anlamaktan uzak, körfez
martılarının kanatlarında düşten düşe uçtuğum, meltem sarhoşu başımın üzerinde
delikanlı rüzgarların estiği Karşıyaka Gazi Lise’si günlerimdeydim.
Hangi
sıkıntılı ve çekilmez günlerimden birinde, ne tür bir ergen sorununun
sıkıştırdığı zorunlu baba kız konuşmasında geçmişti bu söz ?!.. Hep
öyle olurdu; pat diye kitabın orta yerinden konuşuverirdi. Sözünü ettiği
konudan yaşantıma ve geleceğime ilişkin mutlaka bir ders, bir sonuç çıkarırdı.
Sıkıldığımı anladığında da gereksiz konuşmadığını, sözcük aralarında benim
de konuşmamı, görüşlerimi, duygularımı belirtmemi ima ederken gözlerimin ta
içine bakar, benden yanıt beklerdi.
Ergen
başımdaki önünde durulmayan, söz geçmeyen, zapt edilemeyen delifişek
fırtınaların etkisiyle olsa gerek, konuşmalarını çoğu kez dinlemez; bunun belli
olduğunu anladığımda da dinliyormuş gibi yapardım. Hoş, dinlemeye
çabalasam da neler anlattığını, neyi açıklamaya çalıştığını anlayamazdım ki
zaten. İşte o gün de, sürekli okuduğu gazetede çıkan fotoğrafın
öyküsüne ilişkin konuşmasında da öyle olmuştu… Fotoğraf dikkatini çeker çekmez
oradaki bakışlara takıldığını, duruşuna anlam yüklemeye çalıştığını belirttiği
o resimle birlikte yaşantısının, insana, olaylara, yaşama bakışının nasıl değiştiğini,
en önemlisi de bunu yıllar sonra ilk kez anlattığını, yerlere bir türlü
inemediğim, adımlarıma söz geçiremediğim günlerimde nasıl bilebilirdim ?!
Neyse ki,
kendi ayaklarımla yere basmanın tadını, bunun ne demek olduğunu anladığım
üniversiteyi bitirdiğim yıl, hala duvarlarına sinmiş öğrenci kokusunu ve
sefaletini silip atamadığım evimde, malum fotoğrafa ilişkin anlattıklarını kendi
yorumumla birlikte yazıya dökmeye karar vermiştim.
Sevgili
babamın uzun yıllar yakın çevresine bile anlatmadığı ve ilk kez benimle
paylaştığı “Ché ile tanışma” duygularını dillendirme olanağını yakaladığım bu
deneme metni, türlü yazınsal kaygılardan uzak, ne ki hata yaparım endişesinden
olsa gerek yazıp yazmama konusunda üzerinde gereğinden fazla düşündüğüm bir
yazıydı:
Sarışın oğlan çocuğunun ilkokul son sınıfı okuduğu yıl, yaşının gereği,
henüz koşullarından, yaşadığı toplumsal ve siyasal gelişmelerinden habersiz
olduğu uzak, denizaşırı bir ülkede, trajik olduğu kadar isyan edilesi, CİA
örgütlü, bilinçli bir cinayet olayı gerçekleşmişti.
Gazetelerin belki üçüncü, belki de dördüncü sayfalarında sıradan ve
basit “asayiş” haberi, dağa çıkan eşkıyaya ilişkin, gayrı meşru bir
vukuatmışçasına yansıtılan olay, ne kötüdür ki "Devlete baş kaldırmış bir
asinin hazin sonu" olarak geçiştirilmeye çalışılmıştı.
Bu olaydan ve konunun özünde yatan gerçekten habersiz yaşadığı, aradan
geçen üç ders yılının sonunda, ortaokulun son sınıfını okuduğu günlerden
birinde, satılmak ya da kese kağıdı yapılmak üzere ayrılmış gazetelerin haber
sayfalarını karıştırır. Babasının kaçırmadan, düzenli olarak okuduğu,
kamuoyunda “iflah olmaz”, “aşırı” (öyle duyardı) solculuğu ile tanınan Akşam
gazeteleriydi bunlar. İşte o gazetelerden birinde, ısrarla unutturulmaya
çalışılan Kontra cinayetinin yıldönümü nedeniyle, diğerlerinden çok farklı
olarak ciddi ve gerçekçi bir haber yapmıştı. Haberin ayrıntılarının ondan üç
yıl önceki magazin gazetelerinin haberlerinin içeriği ile ilgisi yoktu.
Dünyayı ve olayları kavramaktan, olup biteni algılamaktan uzak çocuk
belleğini, ergenlik hezeyanlarını epeyce geride bırakmasına karşın, okudukları
karşısında aklı haberin satır aralarına takılı kaldı. Şimdi ise algı
kanallarının kıvrımlarında donup kalmış olan olanca gizemi ve anlamlı suskunluğu
ile portre bir resim vardı. Yüz çizgilerindeki belirgin ve kararlı hatlar,
kendisini Latin esintilerine teslim etmiş özgür saçları kontrol etmeye çalışan
basit bir beresi,
gazetenin son sayfa haberlerindeki resmin birçok kişinin gözünden kaçan, ancak
dikkatli bir çift gözden de kaçmayacak ayrıntılardandı.
Haberin hemen altında, “…üç yıl geçti…” diye yazıyordu... “ Bölge
halkının, tüm ezilen, sömürülen mazlum insanların yüreğinde Aziz olarak hak
ettiği yeri bulan efsanevi gerilla önderi artık ölümsüzleşti…”
Ne adaletsiz bir infaz,
nasıl da haksız bir ölümdü !.. O ne ölüm haliyle anıtlaşma,
o ne sonsuzlaşmaydı öyle ?!
İlk bakışta yakalanamayan ve ayırtına varılamayan derinliği resmin bir
yerlerine saklanmıştı… Dağınık dalgalı saçlı kişi, başını hafifçe ama çok
mağrur, belirsiz bir devinimle hafifçe yukarı kaldırmış, tam olarak omuz
başından olmasa da yana doğru, uzaklara, belki de -halkın çok da uzağında
olmayan- çok yakındaki ideallerine bakmaktaydı.
Delip geçen, kendinden emin bir bakıştı bu. Düşünceliydi…
Düşünceli olduğu kadar, meydan okuyan, bir yerlere mesaj veren bir hali
vardı. Yana doğru, uzaklara yönelmiş bu bakış, belki de bereli başın anlık bir
devinimi ile oluşmuş ve tam da o hali ile objektife yakalanmıştı. Gelip geçici,
uçucu, yitip gitmeye, bir o kadar da belgelenmeye, ölümsüzleştirilmeye hazır “an”,
böylece emektar makinenin deklanşörüne basan sanatçının olağanüstü yeteneği ve
refleksi ile sonsuza dek hayat bulmuştu.
Kapanmış, çizgi haline gelmiş dudakların suskunluğu, kişinin kendinden,
inandıklarından, uğruna ölümü pahasına kavga ettiği değerlerden emin, rahat ve
durgun akan ırmaklarca dingin görünümü ile tam bir ayniyet ve uygunluk
içindeydi... Hani aralanıverseler;
gururlu ve mağrur dudaklardan ipliği pazara çıkmamış kaç eli, dili,
cüzdanı kanlı haraminin foyası ortalık yere saçılacak, kaç dolar, kaç petrol
çılgını bundan payına düşeni alacaktı.
Tek bir yıldız mütevazi, iddiasız beresinin önüne, tertemiz, onurlu alnının
tam ortasına gelecek biçimde yerleştirilmişti.
Kafasını ne kadar yorduysa da, ona sonunu getiren ölümün ne
acımasızlığına ve adaletsizliğine ne de zamansızlığına bir anlam yükleyemedi.
Adını koyamadığı, ayrıntısına inemediği bir şeyler içini acıttı. Ürperdi,
sarsıldı... Ama etkilendi.
Damarlarında alev alev dolaşan kanın, yaşadıkları günlerde herkes
tarafından anlaşılmayan, kabul görmeyen yenilikçi, toplumcu düşüncelerin
heyecanlarını, coşkularını saklıyordu etrafından. Aydınlanmasının ve ufkunun
açılmasının önünde engel olarak gördüğü birileri tarafından ayıplanmaktan, fişlenmekten,
ötelenmekten gizliden gizliye çekinerek… Akranları okulun servi boylu, çıtkırıldım,
güzel kızlarının peşinde ve çekişmeli maçların iddiasıyla halsiz düşerken, o Latin
yanığı yüzün başkaldıran, karizmatik, özgür ve asi havasından kendisini
alamıyordu.
Beklemediği bir günde üstlendiği ödevin konusu olabilecek olayı,
babasının sektirmeden okuduğu günlük gazetesinde bulmuştu. Not derdiyle
sıkıldığı o günlerde elişi dersinden baskı teknikleriyle ilgili verilen ödevin
üstesinden gelmeye çalışıyordu. Önerilen ve arkadaşlarının başvurduğu birçok
yöntem arasından ağaç baskı uygulamasında karar kılmıştı. Ancak karışık
kafasında henüz, işte budur diyebileceği bir konu yoktu… Yaşadığı bulanık
günlerde kafasında yeni yeni biçimlenen siyasal düşünceyle örtüşecek konu için
günlerdir araştırıyordu. Sonunda olmuştu işte; aradığı konu babasının atmaya
kıyamadığı gazetelerin birinde saklanmıştı.
. . .
Ağaç baskının resim kağıdı üzerinde matbaa mürekkebinin siyah rengiyle
uygulanması, ders öğretmeni tarafından çok beğenilmiş ve sınıf panosuna
asılması uygun görülmüştü.
. . .
Zayıf, uzun boylu, ince narin parmaklı, eğitimciliği ile okulun öğrencilerini
etkileyen, genç resim öğretmeninin edebiyatçı kimliği daha ortaya çıkmamıştı. Henüz
"kahraman" Maraş, kanlı Maraş olmamıştı… O da, bu yüzden “Kıran
Resimleri” kitabını henüz vicdanlarımıza ve yüzlerimize çarpmamıştı. Başyapıtı
"Ağda Zamanı"na daha vardı...
Görünüm olarak ince ve kırılgan bir yapıdaydı; becerilerine ve
eğitimciliğine diyecek yoktu. Kendine özgü bir duruşu, bakışı, kendince sanatçı
bir ağırlığı vardı. Yapılan yağlı boya, sulu boya resimlere, türlü el işlerine
not verirken oldukça ciddi yüz ifadesi ile eleştirirdi öğrencilerini. Delikanlı,
daha ders yılının başında etkilenmişti ondan. Sonraları, bu genç öğretmeni
düşünmek istediğinde, onu, zayıf bileklerindeki pastel renkli kalın ağaç bilezikleri,
uzun parmaklarına taktığı yine kendisinin eseri olan abartılı, ama gösterişli
yüzükleri ile anımsayacaktı… Kendisinin tasarlayıp ürettiği el emeği göz nuru,
her biri büyükçe, göz alıcı takıları takmayı belli ki çok seviyordu…
Yakıştırdığı süslerin iriliklerine ve çarpıcı renklerine karşın, ince ruhlu bir
insan olduğu açıktı.
Yeni yetme çocuk onun titizliğinden ve seçiciliğinden olsa gerek ona
"İnci ruhlu öğretmen" derdi içinden. Ne ki, ne o öğretmenin ne de
sonrasında “İnci Aral” olarak ünlenecek yazarın ilerleyen yıllarda bundan hiç
haberi olmayacaktı.
Şimdi üzerinde atölye önlüğü, kollarını birbirine göğsünde kavuşturmuş;
tüm sınıfı, yeni yetme delikanlının imrendiği, gizliden sevdalandığı sakin
bakışları ve makyajlı, Nefertiti gözleriyle süzüyordu. Ödevlerin
bitirilmesinin sonrasında yapılanların değerlendirilip eleştirilmesi ve konularıyla
ilgili konuşmalar neredeyse birbirinin aynıydı.
Hemen her fırsatta ileri geri konuşan, akıllarına ilk gelen eleştiri sözcüklerini
pat diye söyleyiveren öğrenciler bu kez suskundu. Bu alışılmışın
dışındaki sessizlik, resmin kendine özgü çizgilerinin o güne dek yapılanların
ötesinde değişik görselliğinden, belki de ödeve konu olan kişinin kimliğinin
açıklanmamış oluşundandı.
Sıkıntıyla ve korkarak oturduğu sırasında suspus beklerken öğrencilerden
birisinin ödevine suretine veren insanın adını söyleyiverecek diye avuçlarının
içine ve sırtına ter basmıştı. Sonunda o çok beğendiği, değer verdiği, alay
konusu olur diye sınıftan, sınıfın şımarık çocuklarından sır gibi sakındığı, ilk
gençlik uykularını kaçıran, o sarışın güzel kız bozmuştu işte sessizliği:
“Hocam, bu şey değil mi !? Hani, şu Güney Amerika ülkesinde… askerlerin
öldürdüğü... ”
Kız, cinayetin geçtiği ülkenin bulunduğu kıtayı tutturmuştu
tutturmasına da, katledilenin adı, açık kimliği sınıfın soru baloncuklarıyla
dolu havasında kocaman bir çengelli soru olarak asılı kalakalmıştı… Bu eksik ve
yetersiz sözcüklerin ardından, daha başka kem küm edilen, konuyla uzak yakın
ilgisi olmayan yakıştırmalar, acemi, çocuksu yorumlar… Ancak bunlardan hiç
biri, boşlukta asılı duran soru işaretini bulunduğu yerden aşağıya indirmeye
yetmeyecekti.
Delikanlı yanı başında oturan sıra arkadaşına belli etmeden, az önce soluğunu
tutarak cezalandırdığı ciğerlerini dışarıya koyuverdiği kocaman bir solukla
rahatlatmıştı. Yüreğinin bir yanı sevinirken, diğer yanı tüm
korkularına, çekincelerine karşın, o gerilla adının bir kerecik olsun sınıfın
duvarlarında yankılanmamasına, uçarı kulaklara, özellikle de “İnci ruhlu
öğretmen”e dek ulaşmamasına üzülmüştü.
Çakılıp kaldığı sırada böylesi anlaşılmaz ikilemleri yaşarken, içinde
gidip geldiği ruh hali, mevcut düzen karşısında yasa dışı konuma düşmüş
yetişkinin durumuna, parmak ısırılarak herkeslerce kınanacak yaramazlıklar
yapmış, ayıp şeyler düşünmüş bir çocuğun psikolojisine dönüşmüştü.
“ Nasıl ? ” demişti bir diğeri… “ Bizdeki Köroğlu, Dadaloğlu gibi
mi yani ?..” “ Yok artık ” diye atıldı,
kızların aşık olduğu basketçi çocuk: “
İnce Memed ?!..”
Konuyu sulandırmak, dersi kaynatmak için kolladığı fırsatı yakalamıştı.
Doğaldır ki, ardı sıra gelen gülüşmeler… Bu ara teneffüs zili de çalmıştı.
. . .
Gerilla komutanı Dr. Ernesto Ché Guevara, emperyalizmin ölüm meleğine
Bolivya coğrafyasının La Higuera kırsalında, hiç de adaletli olmayan, cehennem
ve felaket habercisi bir çatışmanın hemen sonrasında yakalandığında bacağından
ağır yaralı durumdaydı… Ché’nin içinden çıkamadığı pusu, aylardır tasarlanan
emperyal komplonun vardırılan en son noktasıdır. Pentagon güdümlü Barrientos'un
profesyonel askerleri tarafından yarasına ilk müdahale yapılmaksızın köyün
eskimiş okuluna kapatılır.
Takvimler 1967 yılı ekim ayının yedinci gününü gösterir. O ekim gecesi
ve sonrasındaki iki gün, kumandan Ernesto Che Guevara ve gelecekleri
için savaştığı, komşu evlerde çoktan yasına durmuş yöre halkı
için çok uzun olacaktır…
Ché 9 Ekim 1967 günü, kiralık faşist katillerden
Mario Teran denen alçağın dokuz hain kurşunu ile katledilir.
. . .
Yaşamın hiçbir koşul ve zamanında tekdüze çizgi izlemeyen, aynı yaşamın
diyalektik akışı içinde karşılaşılan ve yaşanılan “an” lar, monoton yaşamın
alışılmış, kanıksanmış gidişini değiştiriverir. Böylesi tarihsel anlarda,
o güne dek uyulan, ezberlenen kurallar, tabu bellenen dengeler bozulabilir…
Sistemin üniformalı, üniformasız resmi ağızlarınca kutsanıp
tescillenmiş kabul edilen taşlar yerinden oynayabilir. İnsan vicdanında,
insanın beyninin kıvrımlarında şimşek çakımları yaratansa; bir film, bir
kitap, bazen bir resim, darağacında edilen tek bir sözcük, bazen de son nefesi
savunmasız, tabanca kurşunuyla alınmış, sırt üstü uzanmış yatan, halkın gözünde
hikayenin başından beri ikonlaşmış insanın cansız bedeni, okşanası uzamış
saçlarıdır…
Kişi yaşadığı anın sonrasındaki günlerde, kimi kez de yıllar sonra
kitabın, fotoğrafın ve daha
fazlasına izin vermeyen darağacın gölgesinde atılan sloganın etkisiyle
yaşantısının ve bakış açısının nasıl farklı mecralara sürüklendiğini anlar.
Başına gelenin ayırtına varır varmaz da, güvenilir bulduğu yakın çevresine,
sevdiği dostlarına yaşam ırmağının nasıl kendi halinde akıp dururken yaşadığı
gerçekliğe ilişkin; o ana dek kendisinden başka kimsenin bilmediği bir takım
samimi itiraflarda bulunur. Ergen yaşının henüz ilk karışık günlerindeki kız
çocuğuna anlatılmaya çalışılan öykü belki de böyle bir öyküydü.
Yaşamın bir çocuk elini tutar gibi elinizden tutarak, sizi alıp
dokunaklı anlamlar, değişik değerler yüklü çok daha sıcak ve renkli dünyaların
karışık yollarında, yine kendi halinize, yaşantınızın olanca doğallığı içine
bırakıvermesi ne ilginç. Ne dönüştürücü, ne paylaşımcı! Nasıl da
anaç? Eli öpülesi dostlar gibi vefalı… Bu dost sizi alır götürür,
değiştirir. İşin ne inceliğine, ne de sırrına varabilirsiniz. Önceki günlerdeki ‘siz’, siz
değilsinizdir artık. Kendinizi yenilemenizin, değişime uğratmanızın hızını yakalayamamanız, ayrıntılarına girememeniz; çok önemli ya da çok sıradan bir günden sonra gelen günde, hemen ertesi gün aynı durgunlukta, kendine özgü yatağında uslu bir
çocuk gibi devinimsiz akan nehrin, aynı nehir olmadığını anlayamamanıza benzer.
Uzun yıllar sonra, yazın yeteneğine ‘erişilmez ve ulaşılmaz’ kabul
edilen, sonradan Nobel ödülü alacak ünlü yazarımızın “Bir kitap okudum hayatım
değişti…” dizesi ile başlayan, uzun anlatımlarla süslenmiş, insanın ve
hayatının değişikliğe uğraması noktasında, bende hiçte heyecan uyandırmayan
romanını okudum. Yine de bunun, babamın
insana bakışını, dünyayı yorumlama ve ele alış tarzını, kısacası hayatını “ gerçekten de inanılması güç biçimde
değiştirdiğini ” söylediği, o siyah beyaz fotoğrafla ilgili bana anlattığı
öyküsünden çok daha çarpıcı, daha sarsıcı, daha etkileyici geldiğini
söyleyemem.
Değişim ve yenilenme, ciddi tarihi sorumluluklar, görevler üstlenen
önemli kişiliklerin çağının dobra tanığı olmasıyla, yaşananların karanlıkta
bırakılmaya çalışılan ayrıntılarını, özünü, izleyicilerine, sevenlerine
yalansız, dolansız ve sözü dolandırmadan insanlara yansıtmasıyla anlamlı…
“ Kötülüğün başarısı için gerekli her şey, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır.”
Edmund Burke.
Halka ve sorunlarına dokunan gerçekçi yapıtlar üretilmediği sürece, düzenin
popüler kültürü elbette biraz siyah beyaz Türk filmlerinin tadında, acılı ve
kırılgan 12 Eylül açık faşizm döneminin sıradan ve gerçekten mağdur edilmiş insanlarını
Orhan Pamuk yemlemesiyle Masumiyet Müzesi’ne koyarak; eli kanlı darbecilerini, bilumum katillerini
hasıraltı etmeye çabalayacaktır. Doğaldır ki, Marmaris’te kanlı ellerden çıkan
Nü resimleriyle insanların gözlerini ve zihinlerini boyamayı, sindirdiği, yoksullaştırdığı,
sendikasızlaştırdığı emekçilerle alay etmeyi sürdürecektir.
Yıllardır yaptığı gibi, dünya halklarının ikonlaşan fotoğrafını da, ucuz rozetlere, kuşe posterlere, kahve fincanlarına, iç çamaşırlarına, kolyelere basarak, o muhalif, teslim olmayan insanın ruhunu, kimliğini ve devrimci kuramını unutturmayı deneyecektir. Sistemin onca olanaklarına, yanıltmalarına ve saldırılarına karşın, tarihi çarpıtmayı başaramadığını, tersine eline yüzüne, kalemine, tuvaline, objektifine bulaştırdığını söylemek gerek.
Ticari metaya, içi boş bir duygusal imgeye dönüştürülmeye çalışılan,
başkaldırmanın simgesi yıldızlı fotoğrafın taşıdığı tarihsel misyonu, onun
esprisini bilen ben, yaşıtlarıma göre şanslı olmalıyım. Bazı şarlatanların meze
yapmaya çalıştığı resmin nasıl bir iklimden geldiğini ve nasıl bir tarihi
kişiliğe, nasıl bir erişilmez misyona ait olduğunu bilenlerdenim.
Yıl 5 Mart 1960’dır…
ABD Emperyalistlerinin desteklediği hain sabotajla batırılan La Coubra
gemisinde yaşamını yitirenler için cenaze töreni düzenlenmektedir. J. Paul
Santre ve Simone de Beauvoir’un da onurluca dikilerek hazır bulunduğu alanda,
Fidel Kastro kürsüde, tarihe not düşen etkileyici, duygulu konuşmasını
yapmaktadır. Tören alanında bulunanların üzerine ağır ve hüzünlü bir hava
çökmüştür. Yaşamı boyunca resmiyetten, sıkıcı protokollerden uzak durmaya özen
göstermiş Ernesto Ché Guevara, kürsünün hayli uzağında, suskun ve kederli insanların
arasındadır.
Uzaktan görüldüğü kadarı ile yaslı ve düşüncelidir. Deyim yerindeyse,
ağzını bıçak açmaz. Küba’lı fotoğrafçı Alberto Korda, Fidel’i ve
ünlü devrimci konuklarını onlarca kare ile belgeleme pozisyonuna sahipken, Ché’yi
görüntülemek içinse fazla zamanı yoktur.
Mesleği gereği zor olanın üstesinden gelmenin ve gelecek nesillere
aktarılması gereken tarihi anı ölümsüzleştirmenin eşiğindedir. Geçilmesi
gereken bu eşikse, öyle ortalık yerde görünmeyenin, öne çıkmayanın, hak edenin
ve her an halkın içinde olmayı yeğleyenin anlık duruşunu yakalayabilmektir.
Alberto Korda, saniyelerle sınırlı bir zaman diliminin içinde bunu başarır.
Yıllar sonra ezilen halkların, dünya yoksullarının, doğdukları günden
bu yana evsiz, işsiz ve güvencesiz olanların kalbinde ruhunda ve bilincinde adeta
ikonlaşacak, dolar baronlarının ve şakşakçılarının istismar etmek için can
atacağı fotoğraf böyle ortaya çıkar.
Ernesto Ché Guevara bu nedenledir ki, insanların arasında olduğundan,
onların dertleri, sorunları ile kavrulduğundan, “Haşin olmalıyız, sevgimizi ve
şefkatimizi hiç yitirmeden” diyebildiğinden dünya faşistlerinin gözüne fena
halde battı. O devrimci yaşamında elindekilerle hiç yetinmedi; mevcut
görev ve sorumluluklarında, hemen her koşulda bir fazlasını istedi. ABD
Emperyalizminin, halkların devrim ve sosyalizm, barış ve kardeşlik
mücadelesinde en önemli tehlike olduğu düşüncesinden yola çıkarak, bunu
cesurca ve açık biçimde “ … iki,
üç daha fazla Vietnam ” şiarı ile ifade ettiğinden ABD Emperyalizmi
tarafından hedef tahtasına konuldu.
Kar ve sömürü amaçlı ticari değerlerin, sembollerin egemen olduğu
emperyalizmin tek kutuplu sisteminde, yıldızlı bereli resmin değeri, bu
ülkenin fabrikalarında, üniversitelerinde, ovalarında, tarlalarında ve tutukevlerinde
eylem adımlarıyla yürüyenler için, babam için neyse, benim için de odur.
Birçok halk önderi gibi, abartılarak ve “yakışıklılığı” bilinçli olarak
öne çıkartılan, sinsice ve utanmazca içi boşaltılmaya, özünden, kimliğinden,
tarihinden koparılmaya çalışılan Ché’ nin duruşu, devrime, sosyalizme
inanmışlığı, sıkı kuramcılığı ve mücadeleci ruhu ezilen dünya halklarının umudu
ve yol göstericisi olmaya devam edecek…
Hasan Oğuz Bilgen, 26 Ekim
2008, Karşıyaka
http://www.ozgurmedya.org/newsdetail.asp?CatID=50&NewsID=5268
++ Ozgur Medya ++info@ozgurmedya.org
++ Ozgur Medya ++info@ozgurmedya.org
Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar.
Site yönetimi yasal sorumlu değildir.
Telif Hakları Yasası'nca korunur.