28 Nisan 2013 Pazar

İKON FOTOĞRAF'ının ya da KÜBA DEVRİMİ'nin 50. Zafer Yılının Anısına


 "İKON FOTOĞRAF"ININ ya da KÜBA DEVRİM'İNİN 50. ZAFER YILININ ANISINA

Che Guevara’nın "İkon Fotoğraf"ının öyküsü üzerinden kaleme alınan Küba Devrimi'nin 50.zafer yılı...

Bu yazı, Küba Sosyalizminin bilimsel öğretilerine ve evrensel değerlerine sahip çıkılarak, devrimi ve sosyalizmi yaşatan Küba halkına, Moncada Kışlası'nda, Domuzlar Körfezi'nde ve sonrasında düşen öncü gerillaların ve tüm isimsiz kahramanların devrimci anılarına ithaf edilmiştir.

*  *  *
Ne zaman vitrinlerde, sokak başlarındaki seyyar satıcıların tezgahlarında, kalabalık kitap fuarlarının stantlarında ticari kaygılarla basılıp, özellikle gençlerin devrimci heyecanlarına bolca slogan edebiyatı sosu ile servis edilmiş, hafızalarımıza kazınmış, bildik bir kumandan Ernesto Ché Guevara posteri ya da rozeti görsem babamın:
 
 “ Gazetede daha ilk gördüğümde etkilendiğim ve gözlerimi alamadığım, başında beresi, dalgalı uzun saçlı siyah beyaz fotoğrafın ilerleyen yıllarda dünyaya bakışıma yeni ufuklar kazandıracağını, belleğime ve de vicdanıma yerleşip siyasal kimliğime yön vereceğini, o toy ve o yeniyetme günlerimde elbette bilemezdim. ”  deyişini anımsarım.   

"Kumandan Che", "Gerilla", "Devrim" sözcüklerinin tahmin edebileceğimden çok fazla derinlikte anlamlar, gerçekler ve ait olduğu diyarlara özgü çarpıcı, yakıcı öyküler içerdiğini anlamaktan uzak, körfez martılarının kanatlarında düşten düşe uçtuğum, meltem sarhoşu başımın üzerinde delikanlı rüzgarların estiği Karşıyaka Gazi Lise’si günlerimdeydim.

Hangi sıkıntılı ve çekilmez günlerimden birinde, ne tür bir ergen sorununun sıkıştırdığı zorunlu baba kız konuşmasında geçmişti bu söz ?!..  Hep öyle olurdu;  pat diye kitabın orta yerinden konuşuverirdi. Sözünü ettiği konudan yaşantıma ve geleceğime ilişkin mutlaka bir ders, bir sonuç çıkarırdı. Sıkıldığımı anladığında da gereksiz konuşmadığını, sözcük aralarında benim de konuşmamı, görüşlerimi, duygularımı belirtmemi ima ederken gözlerimin ta içine bakar, benden yanıt beklerdi.

Ergen başımdaki önünde durulmayan, söz geçmeyen, zapt edilemeyen delifişek fırtınaların etkisiyle olsa gerek, konuşmalarını çoğu kez dinlemez; bunun belli olduğunu anladığımda da dinliyormuş gibi yapardım.  Hoş, dinlemeye çabalasam da neler anlattığını, neyi açıklamaya çalıştığını anlayamazdım ki zaten.  İşte o gün de, sürekli okuduğu gazetede çıkan fotoğrafın öyküsüne ilişkin konuşmasında da öyle olmuştu… Fotoğraf dikkatini çeker çekmez oradaki bakışlara takıldığını, duruşuna anlam yüklemeye çalıştığını belirttiği o resimle birlikte yaşantısının, insana, olaylara, yaşama bakışının nasıl değiştiğini, en önemlisi de bunu yıllar sonra ilk kez anlattığını, yerlere bir türlü inemediğim, adımlarıma söz geçiremediğim günlerimde nasıl bilebilirdim ?!

Neyse ki, kendi ayaklarımla yere basmanın tadını, bunun ne demek olduğunu anladığım üniversiteyi bitirdiğim yıl, hala duvarlarına sinmiş öğrenci kokusunu ve sefaletini silip atamadığım evimde, malum fotoğrafa ilişkin anlattıklarını kendi yorumumla birlikte yazıya dökmeye karar vermiştim.

Sevgili babamın uzun yıllar yakın çevresine bile anlatmadığı ve ilk kez benimle paylaştığı “Ché ile tanışma” duygularını dillendirme olanağını yakaladığım bu deneme metni, türlü yazınsal kaygılardan uzak, ne ki hata yaparım endişesinden olsa gerek yazıp yazmama konusunda üzerinde gereğinden fazla düşündüğüm bir yazıydı: 

Sarışın oğlan çocuğunun ilkokul son sınıfı okuduğu yıl, yaşının gereği, henüz koşullarından, yaşadığı toplumsal ve siyasal gelişmelerinden habersiz olduğu uzak, denizaşırı bir ülkede, trajik olduğu kadar isyan edilesi, CİA örgütlü, bilinçli bir cinayet olayı gerçekleşmişti. 

Gazetelerin belki üçüncü, belki de dördüncü sayfalarında sıradan ve basit “asayiş” haberi, dağa çıkan eşkıyaya ilişkin, gayrı meşru bir vukuatmışçasına yansıtılan olay, ne kötüdür ki "Devlete baş kaldırmış bir asinin hazin sonu" olarak geçiştirilmeye çalışılmıştı.

Bu olaydan ve konunun özünde yatan gerçekten habersiz yaşadığı, aradan geçen üç ders yılının sonunda, ortaokulun son sınıfını okuduğu günlerden birinde, satılmak ya da kese kağıdı yapılmak üzere ayrılmış gazetelerin haber sayfalarını karıştırır. Babasının kaçırmadan, düzenli olarak okuduğu, kamuoyunda “iflah olmaz”, “aşırı” (öyle duyardı) solculuğu ile tanınan Akşam gazeteleriydi bunlar. İşte o gazetelerden birinde, ısrarla unutturulmaya çalışılan Kontra cinayetinin yıldönümü nedeniyle, diğerlerinden çok farklı olarak ciddi ve gerçekçi bir haber yapmıştı. Haberin ayrıntılarının ondan üç yıl önceki magazin gazetelerinin haberlerinin içeriği ile ilgisi yoktu.

Dünyayı ve olayları kavramaktan, olup biteni algılamaktan uzak çocuk belleğini, ergenlik hezeyanlarını epeyce geride bırakmasına karşın, okudukları karşısında aklı haberin satır aralarına takılı kaldı. Şimdi ise algı kanallarının kıvrımlarında donup kalmış olan olanca gizemi ve anlamlı suskunluğu ile portre bir resim vardı. Yüz çizgilerindeki belirgin ve kararlı hatlar, kendisini Latin esintilerine teslim etmiş özgür saçları kontrol etmeye çalışan basit bir beresi, gazetenin son sayfa haberlerindeki resmin birçok kişinin gözünden kaçan, ancak dikkatli bir çift gözden de kaçmayacak ayrıntılardandı.

Haberin hemen altında, “…üç yıl geçti…” diye yazıyordu... “ Bölge halkının, tüm ezilen, sömürülen mazlum insanların yüreğinde Aziz olarak hak ettiği yeri bulan efsanevi gerilla önderi artık ölümsüzleşti…”

Ne adaletsiz bir infaz, nasıl da haksız bir ölümdü !.. O ne ölüm haliyle anıtlaşma, o ne sonsuzlaşmaydı öyle ?! 

İlk bakışta yakalanamayan ve ayırtına varılamayan derinliği resmin bir yerlerine saklanmıştı… Dağınık dalgalı saçlı kişi, başını hafifçe ama çok mağrur, belirsiz bir devinimle hafifçe yukarı kaldırmış, tam olarak omuz başından olmasa da yana doğru, uzaklara, belki de -halkın çok da uzağında olmayan- çok yakındaki ideallerine bakmaktaydı.

Delip geçen, kendinden emin bir bakıştı bu.  Düşünceliydi…

Düşünceli olduğu kadar, meydan okuyan, bir yerlere mesaj veren bir hali vardı. Yana doğru, uzaklara yönelmiş bu bakış, belki de bereli başın anlık bir devinimi ile oluşmuş ve tam da o hali ile objektife yakalanmıştı. Gelip geçici, uçucu, yitip gitmeye, bir o kadar da belgelenmeye, ölümsüzleştirilmeye hazır “an”, böylece emektar makinenin deklanşörüne basan sanatçının olağanüstü yeteneği ve refleksi ile sonsuza dek hayat bulmuştu.

Kapanmış, çizgi haline gelmiş dudakların suskunluğu, kişinin kendinden, inandıklarından, uğruna ölümü pahasına kavga ettiği değerlerden emin, rahat ve durgun akan ırmaklarca dingin görünümü ile tam bir ayniyet ve uygunluk içindeydi...  Hani aralanıverseler; gururlu ve mağrur dudaklardan ipliği pazara çıkmamış  kaç eli, dili, cüzdanı kanlı haraminin foyası ortalık yere saçılacak, kaç dolar, kaç petrol çılgını bundan payına düşeni alacaktı.

Tek bir yıldız mütevazi, iddiasız beresinin önüne, tertemiz, onurlu alnının tam ortasına gelecek biçimde yerleştirilmişti.

Kafasını ne kadar yorduysa da, ona sonunu getiren ölümün ne acımasızlığına ve adaletsizliğine ne de zamansızlığına bir anlam yükleyemedi. Adını koyamadığı, ayrıntısına inemediği bir şeyler içini acıttı. Ürperdi, sarsıldı... Ama etkilendi. 

Damarlarında alev alev dolaşan kanın, yaşadıkları günlerde herkes tarafından anlaşılmayan, kabul görmeyen yenilikçi, toplumcu düşüncelerin heyecanlarını, coşkularını saklıyordu etrafından. Aydınlanmasının ve ufkunun açılmasının önünde engel olarak gördüğü birileri tarafından ayıplanmaktan, fişlenmekten, ötelenmekten gizliden gizliye çekinerek… Akranları okulun servi boylu, çıtkırıldım, güzel kızlarının peşinde ve çekişmeli maçların iddiasıyla halsiz düşerken, o Latin yanığı yüzün başkaldıran, karizmatik, özgür ve asi havasından kendisini alamıyordu.                

Beklemediği bir günde üstlendiği ödevin konusu olabilecek olayı, babasının sektirmeden okuduğu günlük gazetesinde bulmuştu. Not derdiyle sıkıldığı o günlerde elişi dersinden baskı teknikleriyle ilgili verilen ödevin üstesinden gelmeye çalışıyordu. Önerilen ve arkadaşlarının başvurduğu birçok yöntem arasından ağaç baskı uygulamasında karar kılmıştı. Ancak karışık kafasında henüz, işte budur diyebileceği bir konu yoktu… Yaşadığı bulanık günlerde kafasında yeni yeni biçimlenen siyasal düşünceyle örtüşecek konu için günlerdir araştırıyordu. Sonunda olmuştu işte; aradığı konu babasının atmaya kıyamadığı gazetelerin birinde saklanmıştı.
.   .   .

Ağaç baskının resim kağıdı üzerinde matbaa mürekkebinin siyah rengiyle uygulanması, ders öğretmeni tarafından çok beğenilmiş ve sınıf panosuna asılması uygun görülmüştü.
.   .   .

Zayıf, uzun boylu, ince narin parmaklı, eğitimciliği ile okulun öğrencilerini etkileyen, genç resim öğretmeninin edebiyatçı kimliği daha ortaya çıkmamıştı. Henüz "kahraman" Maraş, kanlı Maraş olmamıştı… O da, bu yüzden “Kıran Resimleri” kitabını henüz vicdanlarımıza ve yüzlerimize çarpmamıştı. Başyapıtı "Ağda Zamanı"na daha vardı...

Görünüm olarak ince ve kırılgan bir yapıdaydı; becerilerine ve eğitimciliğine diyecek yoktu. Kendine özgü bir duruşu, bakışı, kendince sanatçı bir ağırlığı vardı. Yapılan yağlı boya, sulu boya resimlere, türlü el işlerine not verirken oldukça ciddi yüz ifadesi ile eleştirirdi öğrencilerini. Delikanlı, daha ders yılının başında etkilenmişti ondan. Sonraları, bu genç öğretmeni düşünmek istediğinde, onu, zayıf bileklerindeki pastel renkli kalın ağaç bilezikleri, uzun parmaklarına taktığı yine kendisinin eseri olan abartılı, ama gösterişli yüzükleri ile anımsayacaktı… Kendisinin tasarlayıp ürettiği el emeği göz nuru, her biri büyükçe, göz alıcı takıları takmayı belli ki çok seviyordu… Yakıştırdığı süslerin iriliklerine ve çarpıcı renklerine karşın, ince ruhlu bir insan olduğu açıktı.

Yeni yetme çocuk onun titizliğinden ve seçiciliğinden olsa gerek ona "İnci ruhlu öğretmen" derdi içinden. Ne ki, ne o öğretmenin ne de sonrasında “İnci Aral” olarak ünlenecek yazarın ilerleyen yıllarda bundan hiç haberi olmayacaktı.

Şimdi üzerinde atölye önlüğü, kollarını birbirine göğsünde kavuşturmuş; tüm sınıfı, yeni yetme delikanlının imrendiği, gizliden sevdalandığı sakin bakışları ve makyajlı,  Nefertiti gözleriyle süzüyordu. Ödevlerin bitirilmesinin sonrasında yapılanların değerlendirilip eleştirilmesi ve konularıyla ilgili konuşmalar neredeyse birbirinin aynıydı.

Hemen her fırsatta ileri geri konuşan, akıllarına ilk gelen eleştiri sözcüklerini pat diye söyleyiveren öğrenciler bu kez suskundu.  Bu alışılmışın dışındaki sessizlik, resmin kendine özgü çizgilerinin o güne dek yapılanların ötesinde değişik görselliğinden, belki de ödeve konu olan kişinin kimliğinin açıklanmamış oluşundandı.

Sıkıntıyla ve korkarak oturduğu sırasında suspus beklerken öğrencilerden birisinin ödevine suretine veren insanın adını söyleyiverecek diye avuçlarının içine ve sırtına ter basmıştı. Sonunda o çok beğendiği, değer verdiği, alay konusu olur diye sınıftan, sınıfın şımarık çocuklarından sır gibi sakındığı, ilk gençlik uykularını kaçıran, o sarışın güzel kız bozmuştu işte sessizliği:  “Hocam, bu şey değil mi !?  Hani, şu Güney Amerika ülkesinde… askerlerin öldürdüğü... ”

Kız, cinayetin geçtiği ülkenin bulunduğu kıtayı tutturmuştu tutturmasına da, katledilenin adı, açık kimliği sınıfın soru baloncuklarıyla dolu havasında kocaman bir çengelli soru olarak asılı kalakalmıştı… Bu eksik ve yetersiz sözcüklerin ardından, daha başka kem küm edilen, konuyla uzak yakın ilgisi olmayan yakıştırmalar, acemi, çocuksu yorumlar… Ancak bunlardan hiç biri, boşlukta asılı duran soru işaretini bulunduğu yerden aşağıya indirmeye yetmeyecekti.

Delikanlı yanı başında oturan sıra arkadaşına belli etmeden, az önce soluğunu tutarak cezalandırdığı ciğerlerini dışarıya koyuverdiği kocaman bir solukla rahatlatmıştı. Yüreğinin bir yanı sevinirken,  diğer yanı tüm korkularına, çekincelerine karşın, o gerilla adının bir kerecik olsun sınıfın duvarlarında yankılanmamasına, uçarı kulaklara, özellikle de “İnci ruhlu öğretmen”e dek ulaşmamasına üzülmüştü.

Çakılıp kaldığı sırada böylesi anlaşılmaz ikilemleri yaşarken, içinde gidip geldiği ruh hali, mevcut düzen karşısında yasa dışı konuma düşmüş yetişkinin durumuna, parmak ısırılarak herkeslerce kınanacak yaramazlıklar yapmış, ayıp şeyler düşünmüş bir çocuğun psikolojisine dönüşmüştü.

“ Nasıl ? ” demişti bir diğeri…  “ Bizdeki Köroğlu, Dadaloğlu gibi mi yani ?..”  “ Yok artık ” diye atıldı, kızların aşık olduğu basketçi çocuk:  “ İnce Memed ?!..”  

Konuyu sulandırmak, dersi kaynatmak için kolladığı fırsatı yakalamıştı. Doğaldır ki, ardı sıra gelen gülüşmeler… Bu ara teneffüs zili de çalmıştı.
.   .   .

Gerilla komutanı Dr. Ernesto Ché Guevara, emperyalizmin ölüm meleğine Bolivya coğrafyasının La Higuera kırsalında, hiç de adaletli olmayan, cehennem ve felaket habercisi bir çatışmanın hemen sonrasında yakalandığında bacağından ağır yaralı durumdaydı… Ché’nin içinden çıkamadığı pusu, aylardır tasarlanan emperyal komplonun vardırılan en son noktasıdır. Pentagon güdümlü Barrientos'un  profesyonel askerleri tarafından yarasına ilk müdahale yapılmaksızın köyün eskimiş okuluna kapatılır. 

Takvimler 1967 yılı ekim ayının yedinci gününü gösterir. O ekim gecesi  ve sonrasındaki iki gün, kumandan Ernesto Che Guevara ve gelecekleri için savaştığı, komşu evlerde çoktan yasına durmuş yöre halkı için  çok uzun olacaktır…

Ché  9 Ekim 1967 günü,  kiralık faşist katillerden Mario Teran denen alçağın dokuz hain kurşunu ile katledilir.
.   .   .  

Yaşamın hiçbir koşul ve zamanında tekdüze çizgi izlemeyen, aynı yaşamın diyalektik akışı içinde karşılaşılan ve yaşanılan “an” lar, monoton yaşamın alışılmış, kanıksanmış gidişini değiştiriverir.  Böylesi tarihsel anlarda, o güne dek uyulan, ezberlenen kurallar, tabu bellenen dengeler bozulabilir…

Sistemin üniformalı, üniformasız resmi ağızlarınca kutsanıp tescillenmiş kabul edilen taşlar yerinden oynayabilir. İnsan vicdanında, insanın beyninin kıvrımlarında şimşek çakımları yaratansa; bir film, bir kitap, bazen bir resim, darağacında edilen tek bir sözcük, bazen de son nefesi savunmasız, tabanca kurşunuyla alınmış, sırt üstü uzanmış yatan, halkın gözünde hikayenin başından beri ikonlaşmış insanın cansız bedeni, okşanası uzamış saçlarıdır…

Kişi yaşadığı anın sonrasındaki günlerde, kimi kez de yıllar sonra   kitabın,  fotoğrafın ve daha  fazlasına izin vermeyen darağacın gölgesinde atılan sloganın etkisiyle yaşantısının ve bakış açısının nasıl farklı mecralara sürüklendiğini anlar. Başına gelenin ayırtına varır varmaz da, güvenilir bulduğu yakın çevresine, sevdiği dostlarına yaşam ırmağının nasıl kendi halinde akıp dururken yaşadığı gerçekliğe ilişkin; o ana dek kendisinden başka kimsenin bilmediği bir takım samimi itiraflarda bulunur. Ergen yaşının henüz ilk karışık günlerindeki kız çocuğuna anlatılmaya çalışılan öykü belki de böyle bir öyküydü.

Yaşamın bir çocuk elini tutar gibi elinizden tutarak, sizi alıp dokunaklı anlamlar, değişik değerler yüklü çok daha sıcak ve renkli dünyaların karışık yollarında, yine kendi halinize, yaşantınızın olanca doğallığı içine bırakıvermesi ne ilginç. Ne dönüştürücü, ne paylaşımcı!  Nasıl da anaç?  Eli öpülesi dostlar gibi vefalı… Bu dost sizi alır götürür, değiştirir. İşin ne inceliğine, ne de sırrına varabilirsiniz. Önceki günlerdeki ‘siz’, siz değilsinizdir artık. Kendinizi yenilemenizin, değişime uğratmanızın hızını yakalayamamanız, ayrıntılarına girememeniz; çok önemli ya da çok sıradan   bir günden sonra gelen günde, hemen ertesi gün aynı durgunlukta, kendine özgü yatağında uslu bir çocuk gibi devinimsiz akan nehrin, aynı nehir olmadığını anlayamamanıza benzer.

Uzun yıllar sonra, yazın yeteneğine ‘erişilmez ve ulaşılmaz’ kabul edilen, sonradan Nobel ödülü alacak ünlü yazarımızın “Bir kitap okudum hayatım değişti…” dizesi ile başlayan, uzun anlatımlarla süslenmiş, insanın ve hayatının değişikliğe uğraması noktasında, bende hiçte heyecan uyandırmayan romanını okudum.  Yine de bunun, babamın insana bakışını, dünyayı yorumlama ve ele alış tarzını, kısacası hayatını  “ gerçekten de inanılması güç biçimde değiştirdiğini ” söylediği, o siyah beyaz fotoğrafla ilgili bana anlattığı öyküsünden çok daha çarpıcı, daha sarsıcı, daha etkileyici geldiğini söyleyemem.

Değişim ve yenilenme, ciddi tarihi sorumluluklar, görevler üstlenen önemli kişiliklerin çağının dobra tanığı olmasıyla, yaşananların karanlıkta bırakılmaya çalışılan ayrıntılarını, özünü, izleyicilerine, sevenlerine yalansız, dolansız ve sözü dolandırmadan insanlara yansıtmasıyla anlamlı…

“ Kötülüğün başarısı için gerekli her şey, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır.”  Edmund Burke.   

Halka ve sorunlarına dokunan gerçekçi yapıtlar üretilmediği sürece, düzenin popüler kültürü elbette biraz siyah beyaz Türk filmlerinin tadında, acılı ve kırılgan 12 Eylül açık faşizm döneminin sıradan ve gerçekten mağdur edilmiş insanlarını Orhan Pamuk yemlemesiyle Masumiyet Müzesi’ne koyarak;  eli kanlı darbecilerini, bilumum katillerini hasıraltı etmeye çabalayacaktır. Doğaldır ki, Marmaris’te kanlı ellerden çıkan Nü resimleriyle insanların gözlerini ve zihinlerini boyamayı, sindirdiği, yoksullaştırdığı, sendikasızlaştırdığı emekçilerle alay etmeyi sürdürecektir.

Yıllardır yaptığı gibi, dünya halklarının ikonlaşan fotoğrafını da, ucuz rozetlere, kuşe posterlere, kahve fincanlarına, iç çamaşırlarına, kolyelere basarak, o muhalif, teslim olmayan insanın ruhunu, kimliğini ve devrimci kuramını unutturmayı deneyecektir. Sistemin onca olanaklarına, yanıltmalarına ve saldırılarına karşın, tarihi çarpıtmayı başaramadığını, tersine eline yüzüne, kalemine, tuvaline, objektifine bulaştırdığını söylemek gerek.

Ticari metaya, içi boş bir duygusal imgeye dönüştürülmeye çalışılan, başkaldırmanın simgesi yıldızlı fotoğrafın taşıdığı tarihsel misyonu, onun esprisini bilen ben, yaşıtlarıma göre şanslı olmalıyım. Bazı şarlatanların meze yapmaya çalıştığı resmin nasıl bir iklimden geldiğini ve nasıl bir tarihi kişiliğe, nasıl bir erişilmez misyona ait olduğunu bilenlerdenim. 

Yıl  5 Mart 1960’dır…

ABD Emperyalistlerinin desteklediği hain sabotajla batırılan La Coubra gemisinde yaşamını yitirenler için cenaze töreni düzenlenmektedir. J. Paul Santre ve Simone de Beauvoir’un da onurluca dikilerek hazır bulunduğu alanda, Fidel Kastro kürsüde, tarihe not düşen etkileyici, duygulu konuşmasını yapmaktadır. Tören alanında bulunanların üzerine ağır ve hüzünlü bir hava çökmüştür. Yaşamı boyunca resmiyetten, sıkıcı protokollerden uzak durmaya özen göstermiş Ernesto Ché Guevara, kürsünün hayli uzağında, suskun ve kederli insanların arasındadır.  

Uzaktan görüldüğü kadarı ile yaslı ve düşüncelidir. Deyim yerindeyse, ağzını bıçak açmaz. Küba’lı fotoğrafçı Alberto Korda, Fidel’i ve ünlü devrimci konuklarını onlarca kare ile belgeleme pozisyonuna sahipken, Ché’yi görüntülemek içinse fazla zamanı yoktur.  

Mesleği gereği zor olanın üstesinden gelmenin ve gelecek nesillere aktarılması gereken tarihi anı ölümsüzleştirmenin eşiğindedir. Geçilmesi gereken bu eşikse, öyle ortalık yerde görünmeyenin, öne çıkmayanın, hak edenin ve her an halkın içinde olmayı yeğleyenin anlık duruşunu yakalayabilmektir. Alberto Korda, saniyelerle sınırlı bir zaman diliminin içinde bunu başarır.    

Yıllar sonra ezilen halkların, dünya yoksullarının, doğdukları günden bu yana evsiz, işsiz ve güvencesiz olanların kalbinde ruhunda ve bilincinde adeta ikonlaşacak, dolar baronlarının ve şakşakçılarının istismar etmek için can atacağı fotoğraf böyle ortaya çıkar.  

Ernesto Ché Guevara bu nedenledir ki, insanların arasında olduğundan, onların dertleri, sorunları ile kavrulduğundan, “Haşin olmalıyız, sevgimizi ve şefkatimizi hiç yitirmeden” diyebildiğinden dünya faşistlerinin gözüne fena halde battı.  O devrimci yaşamında elindekilerle hiç yetinmedi; mevcut görev ve sorumluluklarında, hemen her koşulda bir fazlasını istedi. ABD Emperyalizminin, halkların devrim ve sosyalizm, barış ve kardeşlik mücadelesinde en önemli tehlike olduğu düşüncesinden yola çıkarak, bunu cesurca ve açık biçimde   “ … iki, üç daha fazla Vietnam ”  şiarı ile ifade ettiğinden ABD Emperyalizmi tarafından hedef tahtasına konuldu.

Kar ve sömürü amaçlı ticari değerlerin, sembollerin egemen olduğu emperyalizmin tek kutuplu sisteminde, yıldızlı bereli resmin değeri,  bu ülkenin fabrikalarında, üniversitelerinde, ovalarında, tarlalarında ve tutukevlerinde eylem adımlarıyla yürüyenler için, babam için neyse, benim için de odur.

Birçok halk önderi gibi, abartılarak ve “yakışıklılığı” bilinçli olarak öne çıkartılan, sinsice ve utanmazca içi boşaltılmaya, özünden, kimliğinden, tarihinden koparılmaya çalışılan Ché’ nin duruşu, devrime, sosyalizme inanmışlığı, sıkı kuramcılığı ve mücadeleci ruhu ezilen dünya halklarının umudu ve yol göstericisi olmaya devam edecek…  

Hasan Oğuz Bilgen, 26 Ekim 2008, Karşıyaka

http://www.ozgurmedya.org/newsdetail.asp?CatID=50&NewsID=5268
++ Ozgur Medya ++info@ozgurmedya.org
Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar.
Site yönetimi yasal sorumlu değildir.
Telif Hakları Yasası'nca korunur.
            

27 Nisan 2013 Cumartesi

Moğollar ve "TÜRKÜCÜ"


Moğollar ve "TÜRKÜCÜ"
                                                        


"İnsanlık tarihinde hiçbir toplumsal sorun yoktur ki, merkezinde insan olan sosyal kaynağına inilmeden halka karşın halk için çözümlenebilmiş olsun…"





Daha düne dek “kart kurt”la geçiştirilmeye çalışılan ve parasal karşılığı, ülkenin IMF borçlarını kapatabilecek düzeye ulaşmış olan malum Kürt sorununun, ülkenin değişik kurum ve platformlarında tartışılıyor gibi yapılması, hatta kıyısından köşesinden tartışılması ya da dillendirilmesi, siyaset ve toplum bilimi uzmanlarınca bir arpa boyu yol almak biçiminde açıklanıyor olsa da, köyleri haritadan silinmiş, insan dışkısı yedirilmiş, kuyulara atılmış insanların kederli yüzlerinde, nicedir yabancısı oldukları bir umut ışığı yanmıyor değil.

Gelinen nokta umutlandırıcı mı?  Hadi -bir şey yitirmeyiz- bir an için iyimser olalım, bardağın dolu  yanını görelim ve  “umutlandırıcıdır” diyelim.

Ah bir de…Yani bir de “Devletin 86 yıllık inkar ve imha politikasına, Kürt halkının kültürel hak ve istemleri doğrultusunda son verilip, beklenen haklar ve özgürlüklerle ilgili yasal düzenlemeler yapılabilecek mi? ", “ Bu özlemler yeni bir demokratik, adil bir anayasa şemsiyesi altında garanti altına alınabilecek mi?", "Böylesi bir anayasal değişimi kaldırabilecek toplum bilincinin, uzlaşı ve kardeşliğin psikolojik ve toplumsal zeminini yaratmak adına gerekli çaba harcanıyor mu?" sorularına olumlu yanıtlar verilebilseydi !..

İnsan bu soruların yanıtlarını düşündüğünde paragraf başındaki pembe tümce ile anlatmaya  çalıştığımız bardağın dolu yanını görme noktasının ister istemez gerisine düşüyor. Ardından yanıtlarını vermeye kalktığında en azından şu an itibari ile olumlu yanıtlar verilemeyeceğini söylemenin toplum ya da siyaset bilimcisi filan olmayı gerektirmediğini görüyor.

Konu ile ilgili olarak oligarşik devlet cihazının yeni liberal-dinci hükümetini kuran partinin, ona muhalefet eden partilerin, yine düzenin değişik siyaset kurumlarının farklı nüanslarda da olsa, sorunu salt  terör ve güvenlik sorunu görüp, terörle mücadele etmek ve kökünü kazımak saplantısına takılarak hep aynı histerik, ırkçı, kafatasçı ruh hallerinde, ama hep tıpkı bir hıyar gibi ikiye bölünme ve parçalanma paranoyası ile dillendirilen tepkiler, bu tabuların ve statükocu tutumların toplumun zaten acılı, yaralı insanlarında olan korkuları, kaygıları ve umutsuzlukları arttırması sorunun çözümsüzlüğünün en açık kanıtı. 

Şimdilik Amerikan Emperyalizminin, onunla bütünlemiş ılımlı İslamcı yerli,  egemen oligarşik yapısının gölgesinde, içi boş sözler üzerinden seyreden iyi niyet gösterileri ve  “üslup görüşmeleri” sığlığındaki süreç, bir yandan devletin yüksek ve “haki” renkli burçlarından, bir yandan da “derin” yerlerinden sakin ama sert ve şahin bakışlarla izlenirken, bu güne dek çözümsüzlükten başka bir şey üretmemiş, sözcüğün tam anlamı ile soruna hep tıkaç, takoz olmuş militarist, şoven ve ulusalcı anlayışların felaket tellallarınca günbegün yokuşa sürülmekte…

Durum böyleyken Kürt halkının iş, aş, eşitlik, anadili, kimlik ve barış beklentileri olarak somutlaşan hem ekonomik hem de kültürel istemlerinin istismar edilerek türlü manipülasyonlara tabi tutulması, tehlikeli, vebali ağır ve spekülatif mecralara çekilmesi de sorunun ayrı bir endişe verici yanı. 

Oysa sorunun çözümü, kökleri tarihin derinliklerinden gelen mevcut devletin imha, şiddet, inkar geleneğinden beslenen resmi politikası ile kurumsal anlamda ciddi  bir yüzleşmede saklı. Geleneksel, resmi anlayışının sorgulanması, dolayısı ile mevcut inkarcılığın,  “kart kurt” yalan ve demagojisinin tek ve aleni savunucusu olan MHP denilen kafatasçılığın etkisinin silinip, barış karşıtı militarist baskısının ve egemenliğinin kırılması, halk düşmanı provakatör ve ırkçı yüzünün açığa çıkarılması,  en azından şimdilik pek olanaklı görülmüyor.

CHP cephesinde ise yeni bir şey yok… Lideri de yönetici konumda olanları da, Kıbrıs konusunda “ezeli tıkaç” görevini üstlenmiş Rauf Denktaş’ı kıskandıracak derece de, her zaman olduğu gibi olup biteni trafik kulesinden bakıp izlemenin kolaycılığında... Çoktandır “Bekle ve gör”, “Her şeyi eleştir”, “Kör tıpa ol.” tutumunu korumaktalar. Hemen her gün, her fırsatta geleneksel misak-ı milli bakışının "Tekçi" kafası ile,  savaş ve felaket tellallığını en sıkı ulusalcı beylere, Başbuğ’un neferlerine bırakmadan, azimle, kuşku, endişe ve korku imparatorluğunun temellerini güçlendirmekte.      
               
Moğol istilasından bu yana bu denli pervasızlıkta, bu denli vahşet boyutunda bir emek, doğa, tarih yağmasının, kültürel talanının, insan kıyımının yaşanmadığı kadim Anadolu topraklarında, müzmin yaraya merhem olacak, toplumsal uzlaşıyı ve barışı tesis edecek iksirin bırakın uygun kıvama gelmesini, henüz bulunabilmiş, adı konulabilmiş bile değil.

Yok  “Önce sen vurdun” çocuklaşmasıyla, “Bölmeye kalktın",  “Öyleyse tek dil Türkçe” ve "Dediğim dedik çaldığım düdük" biçiminde özetlenebilecek ısrarcı, inkarcı ve de ayrılıkçı ezber yinelemesi üzerinden akıl ve vicdan tutulması sürdükçe yara da kanamaya, hasta da kan yitirmeye devam edecektir.

Gerçekliğini sevgili Celal Başlangıç’ın bir söyleşi dizisinden öğrendikten sonra yazıya dökerek dillendirmeye çalıştığım yaşanmış olay “Türkücü”, yıllardır iflah olmaz bir kısır döngü içinde, sorunu salt  “güvenlik ve terörle mücadele" sorunu olarak görüp,  Battal Gazi refleksi ile çözmeye çalışan asker kafaların değişmesi gerektiği noktasında bizlere traji-komik iletiler sunmakta. . .




Diyarbakır-Bingöl karayolu kesilmiştir…  

Ay ışığı gecenin ıssız karanlığında omuzlarda asılı otomatik silahların namlularında parlamakta… Pötikareli poşularıyla yüzlerini örten adamların sesleri kapalı ağızlarından biraz sert ve boğuk, biraz da sinirli çıkmaktadır.  “Herkes aşağı insin”  diye bağırır diğerlerine göre biraz önde dikilen uzun boylusu.  

Yolcuların erkek olanları kirli kasketli, poşulu, yöreye özgü şalvarlı ve yeleklidir. En traşlısı en az bir haftalık sakallıdır. İstisnasız tümü kara bıyıklı erkeklerin hemen arkasından, allı morlu libasları, başları yine yöresel bağlanışlarıyla tülbentli, iki elleri her daim utangaç durumda ağızlarında, sessiz, ürkek, her halleriyle ezik Kürt kadınları, birer birer geçer otobüsün ölgün far ışıklarının önünden...

Erkeklerinin arkasında saf tutar gibi, bedenleri, emekleri ve dahi ruhları ile hiçbir sığışacak yerleri olmayan erkek egemen dünyasının onca günahını işlemişçesine başları önde sıralanırlar. Yollarını kesip onları külüstür otobüslerinden indirenler, bu yoksul, mahçup insancıkların alıkonulmalarına neden olacak bir şey yapmadıkları, hiçbir kötü muameleyi hak etmedikleri gerçeğinin ağırlığı altında biraz suçlu, yine de insanı ürküten bir sessizlik içindedirler.

Tam bu sırada başlarına sardıkları poşularla yüzleri örtülmüş sert adamların en küçük bir hareketi kaçırmayan denetleyici bakışları, rahatlığından, biraz da keyfiliğinden olsa gerek, en sona kalmış birinin üzerinde şaşkın bakışlara dönüşür. Bölgenin bilinen, kanıksanmış giyim tarzına aykırı birisi belirmiştir merdivenlerde… 

Kirli beyaz takım giysisi, boynunda o diyarlarda belki ilk kez görülen kravatı, dirsek ve diz yerleri çıkmış giysisinin rengine uygun abartılı rugan ayakkabıları ile tıpkı bir ayrık otu gibi, insanın hemen dikkatini çeken biridir bu. Üstü başı, garip tipi, rahat ve telaşsız hareketlerinin yanı sıra, muzip bakışlı bu adam için oradakiler pek anlam veremez.

Yolu kesenler beklemedikleri bu konukları karşısında ilk şaşkınlıklarını üzerlerinden atar atmaz, o hiçte tekin olmayan gecenin içinde ışıl ışıl parlayan adamı karşılarına alıp sorgular gibi;                

“Hemşerim… Gel hele… Ne iş yaparsın sen?”
“Türkücüyem” der adam, “Türkü söylirem.”
“Yolculuk nere?”
“Bingöl’e dügüne…Türkü söylemeye gidiyem. Sırtımdaki de sahne kıyafetimdir…Eyle işte..."  

.   .   .

Namlularına mermi sürülü, ay ışığının şavkıyan beyazı altında ilerleyen gecenin gerginliğine karşın, kendisinin sadece türkü söyleyen biri olduğunu söyleyen adamın konuşması rahattır. Adamın komik yüz ifadesi, sıra dışı kılığı, duruşu ortamı hiç beklenmedik bir anda yumuşatıvermiştir.   

Alışılmamış kıyafeti ile gecenin karanlığında ışıyan, adeta göz kamaştıran çelimsiz adam, yolu kesen silahlı adamların merak kaynağı  olmuştur.

Diğer yolcularsa unutulmuş gibidir. Sadece gözlerini açıkta bırakan kafalarına sardıkları poşularının ve rahat giysilerinin içinde kendilerinden oldukça emin görünen adamlar bir süre ayrı ayrı düşünürler. Ortalık üzerinden çok geçmeyecek derin bir sessizliğe gömülmüştür. Kısa süre aralarında fısıldaşırlar.  Sonunda ortaklaştıkları kararı, ardı belirsiz yalçın dağların sabrı ile bekleşen insanlara yüksek sesle bildirirler.  Otobüsün sürücüsü yolları üzerindeki karakollara kesinlikle uğramayacaktır, böylece otobüs hiç durmadan yoluna devam edecektir.

“Herkeş otobüse… Sen şofer, hiç durmadan gaza basacaksan... Sadece Türküçi kalacak.  Onunla  işimiz bitmedi. Sallanma… Herkeş arabaya. Marş marş...”
  
Otobüsten en son inen adam, kızdığı akşamın beklenmedik bir vaktinde, ortalık yerde, hiç tanımadığı ve ilk kez karşılaştığı insanların arasında bir başına kalakalmanın şaşkınlığına karşın soğukkanlılığını korumaktadır.  

“Seni komutana götürelim… Gösterelim hele. Bakalım o ne diyecek?!”  diyerek, vururlar ardından dağlara.

Gecenin iflah olmaz söz dinlemez karanlığında, tek tük yanıp sönen ateş böcekleri, dağın dinginliğinin ayrıcalığına apayrı bir güzellik katmaktadır. Yürüyüş kolu düzeninde, tek sıra birbirlerini izlerler uzun süre; hiçbir yakınma ve en küçük bir yorgunluk belirtisi göstermeden. Her gün diken üzerinde, çatışmalarla geçen yaşamlarının elektrikli havasını değiştirip renklendiren Türkücüye de takılıp aralarında şakalaşırlar. Sarp dağ yolları boyunca pek keyiflidirler.

Sakin görünen adamınsa içten içe yüreğinin yağı erimektedir:

“Poki yedik.” der içinden, “Dügün mügün kalmadi... Aha şimdi poki yedik… Bunlar bizim eşkiyalar. Dügün mügün kalmadi… Dinime imanıma sabbaha kadar nöbetteyiz."  

Kem gözlerden ırak, kuşku çekmeyen koyağın derinliğindeki büyükçe iki  kayanın arasında kurulu gerilla kampına ulaşmaları biraz zaman alır. Ayaklarında “Mekap” ayakkabılar, sırtlarında yükleri belirsiz tıka basa dolu çantalar, boyunlarından sarkan fişekliklerle göğüs hizalarında sallanan el bombalı adamlarının arasında, gözüne hiç alışık gelmeyen kravatlı, tuhaf giysili birisinin kampa doğru geldiğini görünce komutan da şaşırır. Alışık olmadığı, hazır cevap adamın düğünlerde halkı eğlendiren birisi olduğunu öğrenince çocukça sevinmesi tutar.  Pek keyiflenir, yüzünde gülleri açar. Yoldaşları gibi, o da uzun zamandır köyünden, sevdiklerinden ayrıdır ve insanlara, halkına olduğu kadar türkülere de sevdalıdır. 

Böyle olunca oradakilerin her birisini yavuklusuna, yollarını gözleyen anasına, sılasına götürüp getirecek olan eğlenceli gecenin, Türkücü için epeyce uzun ve yorucu geçmesi elbette kaçınılmazdır. Komutan adamı bir süre dikkatle süzdükten sonra: “Oku bakalım bir türkü.” der. 

Türkücü çaresiz bir Kürtçe türkü tutturur. Komutan, yanık, yanık olduğu kadar da şen şakrak sesini beğenmiştir.  

Türkücü değişik ve renkli ses tonuyla ortalığı inlettikçe, hep ortak yazgıları eziyet ve işkencede buluşmuş yaralı gönülleri kasıp kavurdukça, yüreği dağlanan komutan da coştukça coşar.

“Bir tane daha, bir tane daha.” diye diye, sabahın ilk ışıklarına dek, çok sevdiği, çoğu zaman arkadaşlarıyla birlikte yüksek sesle eşlik ettiği, bildiği bütün Kürtçe türküleri söyletir adama.

Mor dağların meraklı gözlerden uzak, tahmin edilmeyen serin koyağında konuşlanmış kampın hayli aşağısında, yol kenarında bir jandarma karakolu vardır. Gecenin dinginliğinde Türkücünün gür ve yanık sesi, iki dağı birden tutmuş, karakola dek gitmektedir. Oradaki komutanın ve askerlerin şafak vaktine kadar, sadece dağdan geldiğini bilebildikleri, sözlerini anlamadıkları bir dilden avaz avaz söylenen coşkulu türküler sayesinde uykuları kaçmıştır. Türkücü yanık-gür sesiyle, gelen günün akşamında başına geleceklerden habersiz jandarma karakoluna ilk konserini verirken, askerler de tanımadıkları bu sesin sahibine, dillerine geldiğince ağız dolusu sövüp sayarlar.
.   .   .

Tanyeri daha ağarmadan Türkücü’nün gözleri bağlanır. “Türküden zarar gelmez; sen söylemeye devam et.” diyerek, kulağına gördüğü kampı ve insanları unutmasını salık veren kibar uyarı sözcükleri fısıldayarak, onu önlerine katıp patika yoldan aşağıya indirirler. Uzun ve yorucu bir yürüyüşün sonudur… İçlerinden tok sesli olanı silahının namlusunu adamın ensesine dayayarak, iyice tembihler:

“Sakın ola ki, hiç ama hiç susmayasan. Arkana bakmayasan. Göz bağını açmayasan… Hiç durmadan bayır aşağı söylemeye devam edeceksan.”

Türkücü nerede olduğunu, nereye gittiğini bilmeden, gözleri bağlı, yokuş aşağı salar kendini.  Sabaha dek, bilmem kaçıncı kez çığırdığı türküleri artık kararmaya ve bulanmaya başlayan beyninde sil baştan, tekrar sıraya koymaya çalışırken, bir yandan da tökezlenmemeye çalışmaktadır.  

Adamların eline ilk düştüğünde içinden geçen iki sözcük, artık sözleri birbirine karışan yorgun-uykusuz türkülerin, farkında olmadan doğal nakaratı olmuştur:  "Poki yedik… Poki yedik."

Uykusuzluk ve yorgunluktan sersem sepelek, nerdeyse el yordamı ile ilerlemeye çabalarken, dizlerinin dermanı gibi bitmez tükenmez bellediği soluğu da tükenmek üzeredir. Bu arada geçen zaman nedir, poşulu sert adamlar nerede kalmıştır hiç ama hiç ayırtında değildir.

Başlangıcını anımsayamadığı, sonunu kestiremediği zamanın belirsizliğinde gezinirken; bu kez çok farklı bir dilde ve ağızda bir ses: “Na’pıyon be hemşerim?” der.

Bu kez yolunu kesen aynı uykusuz geceden kalma, sinirleri bozulmuş askerlerdir. Gözbağına dokunmadan, az önce kulaklarına fısıldanmış dostça tavsiyelerden habersiz, koltuk altlarına giren kuvvetli ve sabırsız eller, ayaklarını yerden kesip zaten bulutlarda gezinen çaresiz insanı sürüklercesine yürütürler…

Karşı dağın düzlüğünde, iki gözetleme kulesindeki ağır silahlarla korunan karakollarına ulaştıklarında gözlerindeki bağı açarlar, ellerini çözerler. Oldukça kızgın ve sitemlidirler:

“Gel bakalım.” derler. “Seni komutana götüreceğiz!”

Üsteğmen rütbeli komutanın emrindeki askerlerden çok daha sinirli olduğu ahşap masa üzerindeki, çoğunluğu yarısında söndürülmüş sigara izmaritlerinin taşırdığı kül tablasından anlaşılmaktadır. Mesleği türkü söylemek olan mahçup adamı bir süre parmaklarının arasındaki külü kıvrılmış sigarasıyla, burnundan soluyarak izleyen karakol komutanı sonunda sessizliğini bozar:

“Ulan, ulan!..”  “Sen miydin ulan sabaha kadar kafamızı ütüleyen?”   

Türkücü başına gelenleri tüm doğallığı ile anlatmasına karşın, komutan yine de kızmadan edemez.

“Demek sendin ha!.. Bizi sabaha kadar uyutmayan eşşoğlu?! ”,  “Çık nakalım şu karakolun damına... Önce bağırarak İstiklal Marşı'nı oku… Sonra bildiğin bütün Türkçe türküleri. Akşama kadar da burada, Türkçe söyleyeceksin!”

Talihsiz adam bıkkın adımlarla kerpiç dama çıkarken ortalık çoktan ışımıştır. Güneş mor dağların doruklarından yeni bir güne göz kırparken, karşı tepelerin bir yerlerinde dağın sarp tepelerine doğru tırmanan insan siluetleri kapanmaması için çabaladığı  gözlerinde yitip gitmektedir.
                              
 
                                  
                                     Hasan Oğuz Bilgen, Karşıyaka, 15.08.2009.
                                               Son düzenleme; 18.11.2012
                
                                                                                                                             
                              

Haber Tarihi: 06/05/2011 
Haber Editörü: Özgür Medya 
Haber Kaynağı: Özel                   
++ Ozgur Medya ++ info@ozgurmedya.org                                                                   
Sitede yayınalan yazılar yazarlarını bağlar. 
Yazı içeriklerinden site yönetimi yasal sorumlu değildir. 
Tüm yazılar Telif Hakları Yasası Gereğince korunur.