16 Mayıs 2014 Cuma

SOMA MADEN CİNAYETİNDE, DÖRT GÜNLÜK SÜRECİN ÖZET RAPORUDUR:



SOMA MADEN CİNAYETİNDE, DÖRT GÜNDÜR İÇİNDE YAŞADIĞIM SÜRECİN ÖZET RAPORUDUR:

Yıllarca kamu eliyle üretimin yapıldığı, Soma-Eynez kömür madeninin 2009 yılında çalıştırma hakkının ve serbestliğinin özel sektöre devredilmesi, bir bakıma sonun başlangıcı olmuştur. Ocağın girişini karşınıza aldığınıza aldığınızda, solunuzda kalan iki katlı binanın üst katındaki, sendika eğitim uzmanlarınca uzun yıllar madenciye bilinç götürmenin alanı olarak değerlendirilen “Eğitim Salonu” giderek çene çalınan sıradan bir lokale dönüştürülür.

Aynı binanın hemen giriş katında bulunan “Lambahane”, o yıla dek amacına uygun bir düzen ve disiplin içinde kullanılır. Şöyle ki: devlet işletmesinin o günkü klasik kontrol mantığı ile denetim altında tutulan Lambahane, madencilerin kafa lambalarının şarj edildiği ve düzenli sıralar halinde asılı olarak bulundurulduğu büyükçe bir salondur.

Vardiya girişinde madenci, üzerinde kendi kask numarasının yazılı bulunduğu şarj olmuş kafa lambasını kaskına takarak galerilere girer. Hiçbir madenci, kendisine ait olmayan lambayı asla almaz ve kullanmaz; o, bu bilinci almış bir kamu emekçisidir. Herkesin, mutlaka kendisine ait olan lambayı kullanmasının, acil bir durumda, madene kimlerin girdiğinin, galerilerde hangi sicil numaralı işçilerin bulunduğunu saptamanın ilk pratik yolu olduğunu bilir.

Ocağın özelleştirilmesinden sonra, bu basit kontrol mekanizması, yöneticilerin ve vardiya amirlerinin ciddiyetsizliği, işlerin günü kurtarma mantığı ile aceleye getirilmesi, sadece işin/işlerin görülmesi için yukarıdan aşağıya salt kar amaçlı bir anlayışın yerleşmesi ile, giderek uygulanmaz olur.

Alelacele soyunan ve işe koşar adımlarla başlamaya koşullandırılan madenci, lambası mavi yanan -şarj olmuş- gözüne ilk ilişen lambayı arkadaşından önce kapma telaşındadır. Önceleri sendika “hocası”nın onlara öğrettiği “üretim içinde rakip olacağınız, rekabet edeceğiniz en son kişi, yanı başınızdaki kader arkadaşınızdır.” özlü sözü, artık çoktan unutulmuştur. İşverenin ekmeğine yağ süren aynı yarış ocakta da sürer. Bu, süreç içinde sendikacının da madencinin de içine düştüğü ölümcül hata, işverenin kolay ve zahmetsiz yönetmesinin başlangıcıdır.

Ardı sıra gelen günlerde “işlerin hemen bitirilmesi” kurgusu üzerinden aceleyle yapılan hızlı ve yoğun çalışmalar, doğal olarak dağınık ve denetimsiz, esnek ve kuralsız, en kötüsü güvencesiz bir üretim biçiminin de öngünü olmuştur. Devlet kurumu iken, çok da kabul edilemeyecek düzeyde, işçi sağlığı ve iş güvenliğine uygun çalışma koşullarında bir üretim yapılmamış olsa da, en azından 18 yaşından küçük sigortasız işçi çalıştırılmıyordu. Bu doğru kural, 2009 sonrası hızla bozulmuş, uygulanmaz olmuştur.

Son birkaç gün içinde görüşülen, çok genç işçilerden kimilerinin, askere gitmezden önce bu madene girerek, “asker ocağı”nda gerekli olacak olan parayı biriktirmeye çalışmasını, hatta çalışmayan arkadaşlarıyla, “askerde çay parası bulamayacakları” konusunda nasıl dalga geçtiklerini anlatması ibret vericiydi.

Eynes Madeni’nde, şimdilerde Ulusal İstihdam Stratejisi adı altında yürürlüğe konulmuş bulunan post modern kölelik uygulamasının en önemli madde başlığı olan “Esnek Çalışma” ile karşılaşmamız, izini sürdüğümüz taşeron sisteminin en çarpıcı detaylarındandı. Çevre köylerden gelen, özellikle evlenme derdine düşmüş, güçlü kollarından başka bir avantajları olmayan işsiz gençler, sabahın çok erken saatlerinde, ocak girişinin hemen önündeki geniş alanda öbekler halinde bekleşirler.

Görevliler, yüzlerine bakmaksızın genç bedenlerde kazma sallayıp sallayamayacaklarının ölçütlerini aramaya başlarlar. Trajedi burada da kalmaz; o gün, orada görevlinin gözüne girmeyi başarabilmiş talihlilerden kimilerinin çalışabileceği, falanca galeride sadece iki saatlik, filanca galeride sadece dört saatlik ya da beş saatlik iş vardır. Durum böyle olunca, emekleyerek ilerleyecekleri tekinsiz dehlizlerde nasıl soluk alıp vermeleri ve hareket etmeleri, ellerine tutuşturulan alet edavatı hangi biçim ve yöntemle kullanacakları, omuz başında çalışan arkadaşının neden kollamasının gerektiğine, yani işin tekniğinin öğretilmesine ayrılacak zaman yoktur!

İLO ‘nun evrensel ölçütlerine göre, diğer işyerlerinde olduğu gibi, maden ocaklarında da yapılması zorunlu olan “Acil Eylem Planı”, “Yangın Tatbikatı” ve işyerinin koşullarına özgü lokal uygulamalar gibi eğitim amaçlı hiçbir plan ve tatbikat, katliamın yaşandığı madende yapılmamıştı.

Olağanüstü koşullarda, yeterli donanıma sahip yaşamın sürdürülmesini olanak verecek kaçış ve çıkış yolları, sığınma odaları yoktu. Alt yapı malzemeleri, elektrik aksamı, payandalar ve eklentileri çok eskimişti, yetersizdi. Soma Linyitinin kendine özgü tutuşma derecesinin düşüklüğü özelliğinden ötürü her an yangın ya da karbon monoksit salımı olasılığı vardı. Bu yüzden, bundan önceki şirket “Yüksek Yoğunluklu Riskli Ocak” saptaması ile bu madeni terk etmişti.

Özellikle elektrikli araç kullanılması gerektiği halde, içerde karbon monoksit gazı saçan dizel araçlar kullanılıyordu. Yaşamını yitiren madencilerin oksijen maskeleri yoktu. Ne acıdır ki, oksijen maskeleri dışarıya çıkarılan cansız bedenlerin ağızlarına alelacele takılıvermişti. Maskenin hortumunun diğer ucunda bir tüpün olmaması, boşta sallanması trajikomiktir.      

Aslında daha özelleştirme tarihinden hemen sonra iş kazalarında patlama yaşanmıştır. 2002 yılından 2011 yılına kadar kömür madenindeki iş cinayetlerini yüzde 40 artış göstermesinin nedenleri, genelde kar oranını, kazancı yükseltmeyi amaçlayan özelleştirmenin, ucuz işçiliği, ucuz malzemeyi hedefleyen taşeronlaştırmanın sonucu TTK bünyesinde çalışan işçi sayısının üçte bir oranında azalması, özelde ise yukarıda sıraladığımız Eynez Madeni’ne özgü eskimişlik ve kalitesizliktir.

Soma-Eynez Toplu Katliamının sorumluları, kuralsız, esnek ve güvencesiz çalıştırma koşulları nedeni ile galerilerde çalıştırdıkları işçinin sayısını bile saptayamayanlardır… Çalıştırdığı, daha doğrusu ölümün üzerine sürdüğü işçi sayısını bilmeyen, “işletmede her türlü önlem alınmıştı” diye açıklama yapabilen, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaysa “ele avuca gelen bir ihmale rastlanmamıştır.” diyebilen zihniyettir…  

Onbeş yaşında çocuğun ölüm haberi ile ilgili, araştırma yapmaksızın mevzuata aykırı bir durum olmadığını açıklayan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’dır…

Soma-Eynez Toplu Katliamının sorumluları, onca yazılı ve sözlü bildirime, ciddi uyarılara karşın,
Soma’da bu tür iş belalarından, ilkel çalışma şartlarından canını ve yakasını kurtarabilen işçilerin tedavisine ve bakımına dönük devlet tarafından yapılmış özel bir sağlık birimini öldür Allah kurmayanlar, kuramayanlar, hastanelerde yanık tedavi ünitesi açmayı gereksiz bir maliyet ve yük  olarak görenlerdir.

Yürütme erki boyutunda: Katliamın faili, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği yasasıyla, yer altı kaynaklarındaki alanları da özelleştirerek doymak bilmeyen holdinglere, kontrolsüz piyasalara peşkeş çeken, uyarılara ve bilimsel verilere karşın bu alandaki denetim yetkisini bağımsız emek ve meslek örgütlerine vermeyi reddeden hükümettir.

Soma-Eynez Toplu Katliamının sorumlusu, daha önceki değişik madenlerde yaşanmış iş cinayetleri sonrasında, “Güzel öldüler”, yetmedi “Bu mesleğin fıtratında ölüm vardır.” diyerek yeni katliamları meşrulaştıran, hatta yeni cinayetlerin sosyal ve etik zeminlerini hazırlayan, ilgili önergeyi altı ay boyunca gündeme almayan, geçtiğimiz sene  dokuz iş cinayetinin yaşandığı Soma madenleriyle ilgili önergeyi 2 hafta önce reddeden AKP hükümetidir.

Taşeron çalıştırmayı yasaklamayan, madenleri yeniden kamulaştırmayan, iş güvenliği yasasını çöpe atıp tüm denetim yetkisini, başta TMMOB, TTB gibi emek ve meslek örgütlerine vermeyenler, yeni katliamlar için yola devam ettiklerini ilan etmiş bulunmaktadır. Bu anlamda Soma’da yaşanan bir doğal afet olamaz.

"Kaza" ve "Takdir-i İlahi" safsatası ile geçiştirmeye çalıştıkları sosyoekonomik gerçeklik, göz göre göre davetiye çıkarılan bir toplu iş cinayeti, resmen ilan edilmemiş, ama bizzat devlet erkinin olanakları ile, karapropaganda yöntemleri ve ince manipülasyonlarla üzeri örtülmeye çalışılan toplu bir katliamdır.
Bu katliamın faili özelleştirme ve taşeronlaştırma politikalarını hayata geçiren, burjuvazinin ahırı parlamentonun baş yakanı, bakanları, bakmayanları, uzaktan bakanları, ihale tüccarları ve dahi tavuk hırsızlarıdır.

Bilineni yinelemek, tüm açıklığı ve sarsıcılığı ile ortalık yerde duran sefil ve hoyrat manzarayı farklı ifade biçimleriyle birbirimize anlatıp durmak, siyaset ve toplum bilimi açısından tek başına bir şey ifade etmemektedir. Tarih sınıf mücadelelerinin tarihiyse, işçi sınıfının nihai hedefi meşruiyet sınırları içinde hapsolmuş tekdüzeliği (fasit daireyi) elbette inkar edecektir. Üzerinde büyüyüp, ekmeğini yediğimiz, suyunu içtiğimiz toprakların omuzlarımıza yüklediği görev ve sorumlulukları, hiçbirimizin yaldızlı ve duygusal lafızlarla, itibarsızlaştırmaya ve geleceksizleştirmeye hakkı yoktur.

O zaman, aslolan elbette insanına ve insan emeğine karşı sorumluluk sahibi herkesin, bulunulan mahallerde birlikte dayanışma bilincini güçlendirmek, bu siyahi ruhun, insan haklarının ve evrensel değerlerin gereği mücadele etmek, var olan gerçekleri anlatmayı (her aracı ve olanağı kullanarak) yaygınlaştırmaktır.  

DİSK ve DİSK’e bağlı sendikalar, KESK, TMMOB, TTB ve diğer işçi ve emek dostları, işçi katillerini affetmemek, unutmamak ve hesap sormak için mücadeleyi, her daim ve her alanda yükselteceklerdir. Sıkılan onca basınçlı sular, kimyasal gazlar, malum "cuma hutbe"lerindeki timsah gözyaşları ve aşağılık resmi demagojiler, yaşanan ve yaşanmakta olan toplumsal gerçekleri ülkemiz insanlarına ve de kamuoyuna duyurmamıza engel olamayacaktır.

Eynez Canavarı’nın hala kesif ve ağır bir karbon kokusunun geldiği, dumanların yükseldiği karanlık ağzında, üç gündür aç, susuz, uykusuz hüzünle, ama inatla bekleyen Emine ana, bağrına vura vura, bunca yazının özetini özetliyordu:
 “ NEDEN DÜŞÜNMEDİLER? ” , “ ÇARESİ YOK MUYDU? ”

KAHROLSUN VAHŞİ KAPİTALİZMİN TAŞERON SİSTEMİ.
YAŞASIN İNSAN EMEĞİ…  YAŞASIN EMEKÇİ HALKIMIZ.

                                                                 
                                            Hasan Oğuz Bilgen, 16.05.2014, Soma-EYNEZ

6 Mayıs 2014 Salı

BİR DUVAR, BİR ÇİFT AYAKKABI, BİR DOSYA



BİR DUVAR, BİR ÇİFT AYAKKABI, BİR DOSYA
23 Mayıs 2011, 20:35


Darbeci general eskileri,  2011/1 no:lu dosya ile başlatılan "hukuki işlem" le "soruşturulacak" mış!   En önemlisi de “ dosya numarasından da anlaşılacağı üzere hazırlık yılbaşından beri sürüyor"muş!.. (Basından )   
             
                                                                    .  .  .

Bir Duvar, Bir Çift Ayakkabı, Bir Dosya.

Genç yaşına karşın, o güne dek onlarca, yüzlerce kez işittiği hatta kullandığı “zindan gibi” deyiminin ne anlama geldiğini, insanı ne beter ruh hallerine soktuğunu, tıkıştırıldıkları dar koğuşun pencerelerinin askerler tarafından tuğla ile örüldüğü, böylece onca insanın yirmi dört saat boyunca kırk vatlık bir ampule mahkum edildiği gün anlar.                        

1983 yılının yazıdır.

Dayatılan “tek tip elbise” uygulamasına karşı direniş eylemi nedeni ile dokuz aydır görüş hakları da dahil her şey yasaktır. Görüş yasağına avukatlar da girdiğinden savunmalar da yapılamamaktadır. Mektup, gazete, eşya v.s verilmez; banyoya götürülmedikleri gibi revire de çıkamamaktadırlar.  Koğuşta sıkış tepiş şort atlettirler…                                           

Gün içinde üç kez, idare tarafından ‘sayım’ yapılır; bu da günde üç kez sayım vermeme eylemi, üç posta salkım saçak yerlerde sürünmek, topluca dakikalarca dayak yemek demektir. Havalandırma hakları da engellendiğinden, yemekhane bölümündeki altı metrelik boşlukta, öbekler halinde sırayla volta atarlar. Abartısız sahip oldukları tek özel eşya, karavanaya topluca salladıkları tahta kaşıktır. Belli ki televizyon için yapılmış raf, duvarda boş durur. Kitap, kağıt, kalem, dergi, gazete çoktan unutulmuştur…  Öyle ki, bir gün duvarların çok ötesinden gelen bir eşek anırması, onlara çok değişik, yeni, sevecen ve de ulaşılmaz gelir.

Aylardan temmuzdur.

Tutsaklarının bunaltıcı sıcaktan birbirine değmemeye özen gösterdiği koğuşun kapısı, sadece karavana saatinde açılır; ancak 10-15 saniye açık kalan bu kapıdansa içeriye ışık ya da temiz hava değil, maltanın rutubetli havası ile askerin ter kokusu gelir. Sular ise “güvenlik” gerekçesiyle, gece yarısı -bazen sabaha karşı- yarım saat kadar, o da sıçankuyruğu gibi akar.

Bu yüzden, şimdilerde her yaz mevsimi geldiğinde ve de insanlar sıcaklardan yakınmaya başladığında, “16. Koğuş” taki devrimci tutsakların terden yapış yapış olmuş yataklarında yatamadığını, gece yarıları sınırlı dakikalarda, acele etmeden, asla birbirinin sırasına saygısızlık etmeden, paylarına düşen bir tas su ile sadece koltuk altlarını ve apış aralarını yıkadıklarını anımsar.

İşte o, zamanın bol mekanın dar olduğu, güneş ışığının geldiği her pencerenin örüldüğü, hava gelen her deliğin sıvandığı yaz günlerinden birinde, aynı kavgaların verildiği, aynı şiddetli çatışmaların ve de onurlu direnişlerin yaşandığı bir başka Anadolu kentinin emniyetine - sıkıyönetim savcılığının talebi ile- iki dava arkadaşı ile birlikte sorgu için götürülür. İnsan aklının alamayacağı oradaki gerçek zindanda, geldiği Şirinyer Askeri Cezaevi'nin 16.koğuşunu Antalya sahillerini, Muğla’nın Ölüdeniz’ini, Foça’nın mavi koylarını anımsar gibi anımsar.

Otuz gün boyunca gözbağı sorgu saatleri dışında, ancak hücrede açılır; ne var ki orada da kayda değer bir gün ışığı olmadığından hiçbir bir işe yaramaz… Hücre arkadaşı da, onun gibi arkadaşlarını ve kaldıkları evleri ele vermesi için, gündüzlerin gecelere karıştığı sonu gelmeyen saatlerde işkence görmektedir.

Bir defasında arkadaşının sorguya götürülmesinin üzerinden kaç saat geçtiğini, belleğini ne kadar zorlasa da bir türlü kestiremez; uğuldayan beyni zaman kavramını yitirmiştir. Kaç zaman sonra, arkadaşı yumruk ve küfürlerle, ite kaka geri getirilip hücreye boş bir çuval gibi atıldığında sırılsıklamdır, kolları “ Filistin Askısı” nın etkisi ile cansız ve duyarsızdır. Hücre kapısı kapanır kapanmaz, arkadaşının kıpırtısız bedenini yokladığını, işkencenin sonuçlarını anlamaya çalıştığını, kollarının durumunun ayırtına varınca da ona masaj yaptığını, bu sırada onun uzamış kıvırcık sakallarını, sıcak soluğunu duyumsadığını, onunsa, içinde bulunduğu duruma aldırmaksızın kulağına, hırıltılı ve ürkütücü bir sesin yarım yamalak Türkçe'siyle:

“ Teslim olmadığını, ölüm de olsa sonucuna katlanacağını, teslim olmayacağını” fısıldadığını, kendisine de  “ korkmamasını, yılmamasını...”  öğütlediğini anımsar.

Zifiri karanlık tabutlukta ve onun bir duvar ötesinde, dışarıdaki insana dayanılmaz gibi gelen, amansız sorgu yöntem ve teknikleri ile dolu dolu saatler, günler, haftalar geçer. Dipsiz, bitimsiz, boz bulanık zamanın fısıltı ile konuştukları  bir anında, kıvırcık sakalı uzamış ve sıcak soluklu genç adam bir sır verir gibi aniden:

 " Beni götürecekler,  bir not ele geçirmişler, bir randevu notu…  Beni muhtemelen canlı yem olarak kullanıp,  ateşin içine atacaklar…”  der.  “  Senden dileğim, eğer bir gün sağ salim geldiğin yere geri dönebilirsen, oradaki arkadaşlarımıza, yoldaşlarımıza, devrimcilerin bu diyarda da cuntaya direndiğini, faşizmin karşısında diz çökmediğini, her ne olursa olsun savaşı sürdürdüğünü anlatmandır...”                                                                               

Ardından hiçbir şey söylememiş, hiçbir şey olmamış gibi, çok kısa sürecek, ürkek, tedirgin, eğreti ama karşı konulmaz, arsız bir uykunun kollarına bırakır kendini.

Devrim ve sosyalizme, onlarla gelecek güzel günlerin inanılan bütün değerlerine dair sıcak düşlerin, sancılı bedenin yaralarını sağaltmaya çalıştığı bir anda, hücrenin kapısı hoyratça açılır. Yüzünü görmediği, adını bile sormadığı, hiç tanımadığı, dilini bilmediğinden ancak yüreğini paylaşabildiği devrimcinin götürülme anıdır.

O an bedeni önüne geçilmez titremelerle sarsılan devrimciye lastik ayakkabılarını giydirirken, “ titremem korkudan değil, çaresizlikten… ” gibisinden belli belirsiz bir şeyler söylemeye çalışmasından, onun eksiklendiğini, biraz da mahcup olduğunu anlar.  Onun rahat olması için uzamış, uzamış, kıvırcık sakalına okşar…  

Cellatlarına belli etmeden usulca vedalaşırlar. İnsana duyumsattığı şeyler, yaşattığı coşku, hüzün, kahır ve çaresizlik belki de sayfalarca anlatılabilecek o ayrılış anı, saniyeler içinde başlar ve biter.   Dediği çıkmış, alınıp götürülmüştür işte… Uzaklaşan ayak sesleri kesildiğinde dayanılmaz bir acıyla yüreği sıkışır.  Daha şimdiden özlemeye başladığı insan,  darbecilerden, işkencecilerden aman dilemeyen, adı sanı hiç bilinmeyecek olan yüzlerce, binlerce devrimciden sadece birisidir.

Karabasanlarla dolu bir uykuya daha yenice dalmış gibi gelse de;  saatler geçmiştir. Yarı uykulu yerde kıvrılmış yatarken kapının demir kilidi döner. Sahibinin arsızca sırıttığını duyumsadığı bir el, üzerine yumuşak bir cisim atar. 

“ Al işte "  der,  “ O pislikten geriye kalan… Çok sıkışırsan içine işe,  benden sana izin... ”  

Arsızca sırıtıp, küfürle karışık, kızgın ve sinirli söylenerek demir kapıyı sertçe çarpar. El yordamı ile alelacele ne olduğunu anlamaya çalıştığı yumuşak cisim, burun boşluğuna dolan sıvının pıhtılaşmaya yüz tuttuğu bir lastik ayakkabının tekidir.

Oligarşinin -12 Eylül 1980- açık faşizm döneminden bu güne gelen halka karşı örülmüş duvarlar, üzerimize atılan boş ayakkabılar, bunların toplumda yarattığı travmaları, sosyal, etik aşınma ve çöküntüleri,  silinen, yok sayılan kimlik ve kişilikler,  yitirilmiş,  “kayıp” edilmenin ürünü edilgen, geleceksiz, laylom 80 çocukları, insanımıza karaçalı misali dolanan gericilik ve şovenizm, baskı, korku ve de politik sihirbazlığa dayanan  oligarşi ile halk arasında kurulmuş suni dengenin  giderek güçlendirilmesi ve kurumsallaştırılması ( % 47 misalinde olduğu gibi ), açıldığı söylenen  "2011/1 no" lu alicengiz dosyasının neresindedir.

Dosyanın hasının açık faşizmin "mağdur" larınca değil bizzat muhatapları tarafından hazırlanacağı ve gerçek hesabın duvarları,  çarmıhları,  sürgünleri,  bilumum askıları-baskıları görenlerce,  bu havanın, bu suyun, bu toprakların gerçek sahibi Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkları tarafından, salt darbecilerden değil darbenin kaynağı olan sistem ve ideolojiden, tüm kurumlarından, tüm eklenti ve bağlantılarından sorulacağı umut ve inancı ile...

Hasan Oğuz Bilgen, 08 Nisan 2011, Bornova

İlk Haber Tarihi : 08.04.2011
Bu Haber, 10.12.2011... 1554 Kez Okundu
Son Haber Tarihi : 23.06.2011
Bu Haber, 10.12.2011... 1896 Kez Okundu
Haber Editörü : Özgür Medya
Haber Kaynağı : Özel
Yazarın Diğer Yazıları
Özgür Medya-Site İçinde-Arşiv
Haber Arşivim
Bu haberi arşivime eklemek istiyorum
Bu haberi tavsiye edin
Bu haberi arkadaşlarınıza tavsiye edin
Haberi Yorumlayın
Bu habere yapılmış bir yorum bulunmamaktadır
İlişkili Haberler
İlişkili haber bulunmamaktadır
 ++ Ozgur Medya ++
info@ozgurmedya.org
Sitede yer alan yazilar yazarlarını bağlar.
Site yönetimi sorumlu değildir.
Telif hakları yasasınca korunur.