30 Nisan 2023 Pazar

SEKİZ SAAT İŞ, SEKİZ SAAT UYKU, SEKİZ SAAT KEYFİMİZE GÖRE...



SEKİZ SAAT İŞ, SEKİZ SAAT UYKU, SEKİZ SAAT KEYFİMİZE GÖRE...

Kavgalı haliniz, kavga nedeniniz, uğraşıp didinmeniz, boyun eğmemeniz itiraz etmeniz havada uçuşan bir partikül madde kadar küçük bir nedenle olabilir. Mevcut devlet mekanizması gibi, ilk bakışta baş edilemez gibi görünen devasa, ceberut ve de esaslı bir nedenle de...

Yer ve zaman, koşullar ve gerekçeler, ırk-dil-cins-inanç her ne olursa olsun, uluslararası düzeyde tek kutlama, tek anma ve insanlığın and içme günü 1 Mayıs'ın değişmeyen anlamı ve önemi kavga günü oluşudur. O, sınır tanımayan uluslararası 1 Mayıs ki, her fırsatta geçiştirilmeye, sınıfsal içeriği boşaltılmaya çalışılmıştır. İnsanlığın başına çöreklenip sülük olmuş egemen sınıflar ve iktidarlarınca ‘Bahar Bayramı’ ilan edilmiş, “çiçeklerden taç yapın, kırlarlara çıkın, yeşille ve börtü böcekle idare edin” denilmiştir.

1 Mayıs’ın evrensel karakteristik özelliği, yaşlı kürenin hemen her yerinde ve zamanında, fincancı katırlarının sırtındakilerini de, ona biat edip peşi sıra giden goygoycularını da ürkütmüştür.

* * *

Çekiç, insanı ve emeğini tutsak eden modern köleliğin zincirine indiğinde…Yediğimiz, içtiğimiz, kullandığımız her şeyi üreten çarkların şalteri kapandığında, 'ayak takımı', 'baldırı çıplak' dedikleri insanların nasıl da yaşamı yaratan, nasıl da yaşamımızı renklendirip biçimlendiren, anlamlı ve dahi önemli kılan bir güç olduğu görülür.

İstenilen şey aslında fazla bir şey değildir.

Bir şeye benzetemedikleri, ‘asla olmaz’, ‘mümkün değil’ dedikleri, ayaklar baş olacak, güneş bir kez de baldırı çıplakların yüzüne gülecektir. Beyfendilerin, hanımefendilerin, emin olunuz ki, sinek ısırığı kadar bir yerleri acımayacaktır. Tıpkı hava gibi/ su gibi, ekmek de eşit/ adil bölüşülüp tüketilecektir. Hepsi bu!  Olup bitecek olanın hemen hepsi budur.

* * *

Fazla bir şey değil istediğimiz.

Yarattımız değerlerinin karşılığını, sadece hakkımız olanı ve de aslında bizim olanı istiyoruz. Çekiç zincire vurduğunda ve o şalter indiğinde daha başka ne mi olacak?

Beslendikleri savaş ve kaos politikaları son bulacak, kan ve barut, vahşi sömürü düzeneği ve tüm bunların toplamı demek olan paranın saltanatı hak ettiği yere, sakallı adam Karl Marks’ın sözüyle “çıkrığın ve baltanın yanına”, yani tarihin çöplüğüne atılacaktır.

* * *

Fazla bir şey değil istediğimiz.

Üreten büyük insanlığın, sınıfsız/ komünal toplumdaki serbestliğini ve eşitliğini istiyoruz sadece. Başka bir dünya mümkün. Böyle bir dünya olur, olmuştur. Yaşanmaktadır da. ‘Ceketimin kibrit cebi kadar değil’ deyip akıllarınca alaya aldıkları, o küçük ada ülkesi Küba, yer kürenin yoksul insanlarına “asker” değil “doktor” göndermektedir.

Gecelerinde aç ve açıkta yatılmayan, gündüzlerinde işsiz olunmayan, insanların ırk, dil, din, inanç ayrımı yapılmaksızın en temel gereksinimlerden, sağlık-eğitim-barınma ve sosyal güvenlikten eşit biçimde yararlandığı başka bir dünya olur. Olmuştur, vardır ve var olacaktır.

Fazla bir şey değil. Sekiz saat iş, sekiz saat uyku, sekiz saat keyfimize göre. Öyle çok şey değil… Sağlıkta, eğitimde, barınmada ve sosyal güvenlikte eşitlik ve adalet... Fazla bir şey değil istediğimiz.

Unutmadan… AKP’li son 1 Mayıs’a giderken, sapla samanın, at izi ile it izinin birbirine karıştığı yaşadığımız, “baharların geleceği söylendiği” kapitalizmin piyasacı neo liberal sisteminin yeniden yapılandırılması günlerinde, rüyaya yatmamızı, işçi sınıfının üretimden gelen gücüne güvenmememizi, sadece oy atmamızı istiyorlar. Yani, sadece “kurtar bizi” deyin. Oturun oturduğunuz yerde, izleyin, alanlara inmeyin, şalter indirmeyin, nihai kurtuluşunuz için çekicinizi zincirlerinize vurmayın…

Başka bir zamanda, asla ağızlarına almadıkları Latin gerilla önderinin unutulmaması gereken saptaması ile “Cennetin kapıları açılmayacak ama cehennemin kapısı kapanacak.”  Ve elbette bizim demirci Arif Usta’nın deyişi ile “İmam kazanacak, müezzin kaybedecek…”  Hepsi bu…  

Zincirsiz, sınıfsız ve sınırsız bir dünya, işçi sınıfının son kurtuluş kavgası, sosyalizmle mümkün… “Tek Yol Devrim”i ve “Kurtuluşa Kadar Savaş”ı unutmadan, Gürateş'imizi, Arda'mızı, Sabahat’ımızı, Özzümrüt’ümüzü, Nailan’ımızı ve de Didar Abla’mızı, Şınnak Ana’mızı, Akile Ana’mızı unutturmadan…

Haydi yeryüzü işçi sınıfının 1 Mayıs şenliğine, düğününe. Haydi, bizleri tanıyan, eylem adımları ile geçtiğimiz sokaklara, bizim olan ve dahi hep bizim olacak olan alanlara…

Hasan Oğuz Bilgen, 1 Mayıs 1977, Kazancı Yokuşu.

24 Nisan 2023 Pazartesi

“24 NİSAN” KESİTİNDE BELLEK YİNELEMELERİ ve ANIMSAMALAR ( 3 )

 YENİ BİR 24 NİSAN’da YENİDEN VEDAT TÜRKALİ



"Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime,

 Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime..."

 

Neo-liberalizmin dünyaya bakışı ve olayları ele alışın yöntemi olarak baş tacı yaptığı ve bize dayattığı popüler kültür,  işine geldiği konunun ya da olayın içini boşaltarak manipüle etmesi, canını sıkanı, keyfini kaçıranı ise yok sayması, yetmedi yok etmesi illüzyon ustası Zati Sungur ustanın kemiklerini sızlatacak cinsten… 

Bırakalım politikayı, genel kültür ölçülerinin çok uzağında olan birisinin dahi anlayabileceği üzere, "Cherokee" örneği ilginçtir. Beyaz adam, ağzının salyalarını akıtarak bakir topraklarda "yeni dünya" nın temellerini attığını söylerken, bunu uygarlık adına yaptığını ilan ediyordu. Ne var ki, toplum bilimi, aynı beyaz adamın, zengin ve bereketli topraklarından sürerek canlarına ot tıkadığı, soykırıma uğrattığı, doğaya ve insana ancak bir karınca kadar zararı olmayan Cherokee yerlisininin varlığını ve de tarihini yok hükmünde kabul ettiğini yazar. 

Yıllar sonra, sömürgeci atalarının izinden ayrılmayan emperyalizmin savunucuları, silahlı/ silahsız fedaileri, kalemşörleri,  katlettikleri bir halkın adını -Cherokee adını- güç, özgüven ve dayanıklılık timsali olarak (4 x 4) Jeep’ lerine vermekten zerre kadar utanmayacaktır.

 Sanal alemin “Google” belleğine bakıldığında, Cherokee adının, "gurur", "yılmazlık", "yenilmezlik" ve "lider-öncü" sözcükleri ile birlikte anıldığı görülecektir.

Uzak topraklardaki Kızılderili dostlarımızın hüzünlü öyküsünden, coğrafyamızın uzak ya da yakın tarihinde yaşananlara bakıldığında da bu yakıcı gerçeğin değişmediğini görürüz. "Çağ açıp çağ kapatanlar" olarak özellikle öne çıkarılan isimler ya da olaylar, planlı olarak yaratılmış değerler resmi ideolojinin müsamere sahnesinde, altlarında yatan gerçeği asla günışığına çıkarmayan, açıklanmayan durumların yinelenmesi gibi fasit daireler olarak döner dururlar.

Bol parfümlü Lions gecelerinde ağlak yüzlerin yapay gözpınarlarını harekete geçiren ünlü Sarı Gelin türküsünün, asıl adının “Sari Gyaln” olduğu, soyuna sopuna kibrit suyu dökülmüş ve dahi bacaları tütmemecesine ocakları söndürülmüş, kana baruta, hasretlere sürgünlere reva görülmüş bir çilekeş halkın kültüründen geldiği gerçeği bu çözümsüz dairelerin içinde kaynar gider.

Ya “Dersim Dört Dağ İçinde" türküsü !? 

Ona ne denebilir?  Azıcık tarih bilgisi olan, vicdanı kurumamış birisi onun hakkında ne yazabilir? Aynı vicdan sahibi insanlar bu ağıt/ türküyü olur olmaz bir mekanda her duyduğunda ne hisseder?

Güçlü olasılıktır; Ahmet kardeşimizin linç edildiği "Magazin Gazetecileri Gecesi" tıkınmalarının, tıksırmalarının birindeki kılıç kalkan, çatal bıçak meraklılarını bile duygulandırıp ve de damardan coşturup terennüm ettirebilir!

Ne ki, Dersim’in kaç dağ içinde, kaç devlet cenderesi altında olduğunun, sözlerinin ve ezgisinin tarihin hangi karanlık, soğuk ve vefasız kesitinden damlayıp geldiğinin hiç, ama hiç önemi yoktur!

Toto Karaca eşsiz ve pek "mühim" bir "tiyatro oyuncusu"dur. 

Nubar Terziyan "meşhur" bir “Türk Sinema Sanatçısı”dır… 

Hepsi budur, burada durulmalıdır. Bu sanatçıların, sahne ve sinema emekçilerinin aidiyetlerinden, kimliklerinden hiç bir zaman, hiç bir yerde söz edilmemelidir. Zaten edilmez... Bu anımsadıklarımızın adları insan aklına ilk gelenlerdendir; elbette daha başka kimlikleri, aidiyetleri unutturulmak istenenler de vardır.  

İnsanların ait oldukların sosyal doku, geldikleri yerler, geçmişleri ve yaşadıkları her daim bir sır, bir ayıp gibi saklanmaya, perde arkasında tutulmaya çalışılmıştır. Maazallah farklı toplumsal köklerden, kültürlerden, etnik kimliklerden konuşmak insanı vatan hainliğine kadar götürebilir! 

Bir de, bizim el yordamı terazi becerisi çıraklığından gelen, mimarlık yeteneği uzak diyarlara ulaşmış yapı ustamız var ki, anmamak gerçekten haksızlık olur. O ve ekibi emekçiler inşa işlerini yapmış, övünmek Osmanlı’ya kalmıştır. Mimar Sinan'dan söz ediyoruz. Yapı sanatının muhteşem mimarisinin eşsiz başyapıtlarında yıllarca yaşamasını sağlayan Ermeni mimarından... Diğerlerinde olduğu gibi, Sinan’ın da Kayseri’li bir Ermeni ailenin biricik oğlu olduğunu söylemek, pehlivan tefrikalarıyla büyüyüp, Battal Gazi aksiyonu ve Ulubatlı Hasan heybeti ile yetişmiş bir yurttaşa “affedersiniz” ya da “estağfurullah” çektirebilir. Çektirir de.

Sonuçta yüzleşme cesareti gösterilemeyen ve halının altında saklanmaya çalışılan bir konuda, siz ne derseniz deyin, söz konusu kişi tarih kitabının okuma bölümünde geçiştirilen “Yüz Türk Büyüğü”nün ötesinde bir anlam ve önem taşımayacaktır.

Denilebilir ki toplumda kabul görmüş, sineye basılmış, evrensel değerlerle kanıtlanmış bir sanatçının etnisitesinden söz etmek neyi değiştirir ya da neyi kanıtlar? Elbette hiçbir şeyi… Ancak insanların ait oldukları, alışkanlıklarını, değerlerini, geleneklerini, dillerini, inançlarını taşıdıkları toplumlar, bizzat mevcut devletin baskın gücü tarafından itilmiş sürülmüş, soyulmuş sövülmüş, topluca ya da bölgesel anlamda yok edilmeye çalışılmış toplumlarsa önemlidir elbette.  

Tarih ve toplum biliminin belgeleri, yazılı kayıtları kanıtlayacaktır ki, Tanzimat döneminde kısmen ya da temsili anlamda elde ettiği eşit ve adil yurttaşlık hakkını,  sonradan İttihat ve Terakki’nin devletçi ve statükocu anlayışının denetim ve kontrolüne teslim edecek olan Ermenilerin, bu topraklardaki kadim varlığı, tarihin epeyce derinliklerinden, yerkürenin M.Ö 6 ’ncı Yüzyıl kesitinden gelmektedir.

Köklerini tarihin işte bu kesitinden alarak, sarsıcı bir sarmal içinde Cumhuriyet dönemine getiren usta yazar, Vedat Türkali  -Farklı kimliklerin barış içinde bir arada yaşaması, eşit, adil ve güven dolu bir geleceği kurabilmek adına- iki yüz sayfayı bulmayan bir çalışmayla yıllarca sığ sularda, kirli, paslı söylemlerle körüklenen düşmanlığın ve ayrımcılığın insanlara ne bedeller ödettirdiğini göstermiştir.

Güçlü bir roman kurgusu içinde kısa, öz ve sade anlatımla önümüze dikilen olayların tarihsel verilerle desteklenmesi, kitaba yadsınamayacak türden belge niteliği de kazandırmaktadır.

Vedat Türkali, bir belge niteliğindeki yapıtı “ Bitti, Bitti, Bitmedi ” adlı romanı ile, ancak sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir başka dünyanın mümkün olabileceğine inanan bir sosyalistin, hala tabu olarak kabul edilen bir konuyu gözlerimizin önüne bir gerdanlık gibi saçabileceğini kanıtlıyor. Yani büyüyüp ekmeğini yedikleri Anadolu topraklarına “ana yurdum” demeyi içine sindirebilmiş Ermenilerin hala yüz yüze gelemediğimiz, yazmaktan çekinilen, boğazımıza düğümlenen hüzünlü özgeçmişinden söz ediyor cesurca.

Yapıt, salt -yalın anlatım tekniği gibi- yazınsal değeriyle değil, ağırlıklı olarak siyasal, toplumsal geçmişimize mercek tutup bizi kendimizle, birbirimizle yüzleşmemize, tekrar tanışmamıza neden olduğu, söylenemeyenleri söylediği, yok sayılanı, unutturulmaya çalışılanı anımsattığı için kayda değer... 

Vedat Türkali ağabey, resmi ideolojinin ve resmi tarihin en süslü hikayesi, en iflah olmaz iki yüzlü teranesi olan “ Farklılıklarımız zenginliğimizdir”  klişe nakaratının içini gerektiği gibi doldurmuş, gözlerimizin önüne çok dilli, çok dinli, çok kimlikli ve çok kültürlü bir eser getirip bırakmıştır.

Hem de “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette, hizmetçi ve köle olma hakkından başka hiçbir haklarının olmadığı.” kelamını buyuran dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’u anımsatarak. Adını, gururla bir hava limanına verdiğimiz, "Dersim Fatihi" olması ile övündüğümüz, "Türk Kuşu" pilotu Sabiha Gökçen bombardımancısını konuşturup, devlet kayıtlarını boşa düşüren samimi itiraflarına yer vererek.

Kitapta daha neler yok ki:

·                     1914 yılının haziran ayında Talat, Enver ve Cemal Paşa’lara suikast yapılacağı asılsız ihbarı ile Sosyalist Hınçak Partisi’nin 120 üyesinin tutuklanması, Ermeni katliamının  ilk sinyalleridir. 

·                     15 Haziran 1915’te derdest edilen sosyalistlerden, aralarında Paramaz adlı halk önderinin de bulunduğu 21 yurtsever güzel insan idam edilir. İdamların tek canlı tanığı Kalust Boğosyan’ın yazılarında Paramaz’ın üzerine çıktığı sehpayı tekmelemeden önce “Yaşasın Sosyalizm” diye bağırdığını belgeler.

·                     1915 yılının başlarında bırakalım yazar çizer, aydın, gazeteci, hukukçu tutuklamalarını, milletvekili Krikor Zohrab alıkoyulanlar arasındadır. Onun felaketi, İstiklal Caddesi Cercle d’Orient Kulübü’ndeki akşam yemeği sonrasında, Talat Paşa’nın yanağına kondurduğu ölüm öpücüğü ile birlikte gelir. Zohrab çok şaşırmıştır,  

·                     “ Bu ne iltifat ” diye sorar. Paşa “ İçimden geldi ” der. Birkaç gün sonra, Urfa yolu üzerinde Erzurum milletvekili Vartkes beyle birlikte başları ezilmiş, parçalanmış biçimde bulunur… 

·                     Ölüm öpücüğünden sonra verilen yargısız infaz talimatını yerine getiren, İttihat tetikçisi Çerkez Ahmet’tir. Bizzat İttihatçı Talat’ın keyfiyetiyle, bir milyona yakın Ermeni insanının kırıldığı Dery-Zor’da Suriye çöllerindeki kıyımdan kurtulan ve yaşadıklarından, gördüklerinden akıl sağlığını yitiren, karşısına çıkan ağaçları üzerine gelen Osmanlı askerleri olarak gören, besteci, müzikolog ve orkestra şefi Rahip Gomidas’tır.

·                     1915’te Anadolu’nun dört bir yanından devlet talimatı ile sürülenlerin ortak yönü Dery-Zor çölleridir. Kimi kafileler eksile eksile de olsa Suriye içlerine varırlar. Ne var ki, kimileri onlar kadar şanslı değillerdir; hastalar, yaşlılar ve çocuklar hiç ulaşamazlar… Golgotha yolunda, Kürtlerden oluşma Hamidiye Alayları’nca öbek öbek öldürülüp, yol boylarınca bırakılırlar. Kimilerini doğa kıyar. Açlıktan, susuzluktan ve hastalıklardan ölürler.   

·                      Abdülhamid’in 1864’de ve 1866’da toplam iki yüz bin Ermeni insanını Urfa’dan kırsal alana çıkarıp, dağlara sürüp kıydırtması... Bölge Kilise kayıtları, kıyıma uğrayan insan sayısının üç yüz bin olduğunu belgeliyor. Adı geçen katliamla ilgili, Abdülhamid’e muhalif olan, ne var ki İttihatçı da olmayan Tevfik Fikret’in, Talat Paşa’nın uzattığı elini  “ Ben bu kanlı elleri sıkmam…”  diyerek geri çevirmesi “Yüz Türk Büyüğü” masalının büyüsünü bozan cesur çıkışlardandır.

·                     Hozat’ın Ergen Köyü  -yeni adı Geçimli- Kayışoğlu Yarması…

·                     Orada sıkıştırılan ahaliyi öldürmeye kurşun yetmeyeceği anlaşılınca, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın bellerinden birbirlerine bağlanarak, uçuruma zorlanırlar… Görgü tanığı, aynı köyden Kamer Ağa'dır...  Kamer ağa, o insanın kanını donduran canhıraş hengamede, küçük bir kız çocuğunun annesinden ayrılmamak için eteklerine yapışmasını, onu asla bırakmamasını ve  onun da diğerleri ile birlikte, salkım saçak yardan aşağı uçtuğunu anlatır.

·                     “ Musa Dağ’da Kırk Gün” kitabının Türkçe çevirisi yoktur. Belgesel roman Franz Werfel tarafından Fransızca yazılmıştır. Sözcüğün gerçek anlamıyla insan sefaletini, bir halkın yok oluşunu, yok edilişini anlatan bir eserdir. 1933’te yayınlanır, yankısı güçlü olur. Yahudi Gettolarında da okunmaya başlanınca, bunun salt Ermenilerle ilgili olmadığı, savaş tamtamları ile Avrupa’da yaklaşmakta olan Yahudi soykırımının müjdecisi olduğu yayılır. Bu tarihsel öngörü, Goebbels’in yasaklama kararıyla karartılmış olacaktır. Kitabın başına gelenler bile çarpıcı, sarsıcı bir ironi, Yahudi halkının başına geleceklerin habercisi gibidir.

·                     " Musa Dağ’da Kırk Gün”den Vedat Türkali’nin aktardığı ilginç ayrıntıda, tüm halkların barış içinde yaşama hakkı olan bu topraklarda yıllarca hamaset nutuklarıyla insanları birbirine düşman eden siyasetçilere Tarih Babanın parmak sallaması gizlidir:  İstanbul hükümetini tehcir kararından döndürmek isteyen, insan dostu Alman Papaz Johannes Lepsius, Enver Paşa'yı ikna etmeye çalışır. Somut tarihsel bir veri olarak tarihe geçen o talihsiz görüşmedeki Enver Paşa'nın sözleri, bu güne kadar yapılan tüm polemiklerin, temcit pilavı misali önümüze sürülen tüm tezlerin pabucunu dama atmaya yeterlidir:

·                     "Ekselans” der Papaz Johannes Lepsius, “Kurmak istediğiniz imparatorluğun temelinde Ermeni halkının cesedi olacak. Bu hayır getirir mi?” Paşa’nın yanıtı epeyce serttir:  “İnsanla veba mikrobu arasında barış olmaz.” Johannes de sözünü esirgemez; ancak onun bu medeni cesareti onun da, görüşmenin de sonunu getirecektir:  “ Demek ki siz, harbi, Ermeni milletini tamamen yok etmek için kullanmak istediğinizi kabul ediyorsunuz?  

*   *   *

Canımızı sıkan, olasılıktır belki tadımızı bile kaçırmış, hatta sokağa çıkmanın yasak olduğu bir günün sıkkın akşamında, yukarıdaki “iç karartan” bunca ayrıntıdan sonra, bir sanat eserinin öyküsünden söz etmek iyi gelebilir.

Uzunca bir aradan sonradır... 

Bestekar, kemani Sarkis Efendi, o nahoş öpücüğün atıldığı İstiklal Caddesi'ndeki Cercle d’Orient Kulübü’nde demlenmektedir. Nezih ve gösterişli salonun pahalı masalarından birinde son kadehini yuvarladıktan sonra, günlerdir beklediği ilham perisi de sazının tellerine konuverir. Vuslat anıdır… Üstat Sarkis Efendi, Vedat Hocanın kitabında anlattığı yaşananlarla ile haşa, uzaktan yakından ilgisi ve bağlantısı olmayan (!) “ Kimseye etmem şikayet; ağlarım ben halime. Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime ” şarkısını besteler.

*   *   *

1915’in, bir halkın dağların kuytuluklarında, yol boylarınca salkım saçak kırılmasının üzerinden yüz beş yıl geçmesine karşın, bizim hala, çoktan kabullenilmesi gereken bir sosyal travmayı kanıtlamaya çalışıyor olmamızı, derin bir hüzün ve çokça şaşkınlık hali içinde izleyen bir bestekar Sarkis Efendiyi gözlerimizin önüne getirebilsek bile, onun, 2023’ün nefret ve linç ikliminde nasıl bir beste yapabileceğini düşlemek zor.


Hasan Oğuz Bilgen, 24 Nisan 1915, Hozat-Ergen Köyü.

23 Nisan 2023 Pazar

“24 NİSAN” KESİTİNDE BELLEK YİNELEMELERİ ve ANIMSAMALAR ( 2 )



“24 NİSAN” KESİTİNDE BELLEK YİNELEMELERİ ve ANIMSAMALAR ( 2 )

*   *   *

Son siyah beyaz fotoğraf:

Resim net; yaşamın kendisi resmi tarihin masalları ve de kahramanlık destanları ile yetişmiş bir insan için anlaşılması zor, karmaşık ve kabul edilemezdir.

Yaşamın gerçekliğidir ki, zıtlıkların ve karşıtlıklarının bir araya gelmesiyle sorun derinleşir, yaşam zorlaşır. Yine de, farklılıklarla bir arada olabilmek, dili, dini, ırkı ve inancı ile insanı olduğu gibi kucaklamak, bizi zenginleştirir, güzelleştirir. Hoşgörü ile gelen barış öğretici olur öğretir;  insanı bilgi, deneyim ve erdem sahibi yapar. 

*   *   *

Ergen aklı hala bir Dostoyevski klasiği Suç ve Ceza'nın dizelerinde, gözleri Sultan Camisi’nin batı yakasında, dutluk alanda derme çatma kurulmuş çadırlardadır. Zoraki konaklama alanının sakinleri, belediye başkanı ile ücret anlaşmazlığına düşmüş belediyenin temizlik işçileridir. Kılıçlar çekilmiş, gemiler yakılmış, grev ateşi yakılmıştır. Babası dışında herkes, o çadırlara asla yaklaşmamalarını yakınından bile geçmemelerini tembihler.  

Kentin gökyüzünde soğuk rüzgarlar esmektedir. Hava kurşun gibi ağır ve boğucudur. Bu olaya dair, resmi ağızlardan yapılan açıklamalar, Spil dağının soğuğu kadar dondurucudur:  "Çadırları kuranlar yöneticilerine başkaldırmış, belediyenin riyaset makamına isyan etmiş baldırı çıplak ayak takımıdır." 

Çocuk belleğinde iz bırakan açıklamaların en çarpıcısını, en ürkütücüsünü okulun patlak gözlü şom ağızlı hademesi yapar: “Çadırlarda yatıp kalkan asiler Ermeni’dir. Onlara ekmek verilmemeli, su dahi götürülmemeli ve de anlattıklarına, söyledikleri yalanlara asla kulak asılmamalıdır.”

Çocuk, inadına çadırların içindeki yaşamın nasıl olduğunu, orada neler yaşandığını, acınası kılıklı insanların neden ortalık yerde çadır kurup ateş yaktıklarını, evlerinde, ailelerinin yanlarında olmadıklarını düşünür. 

Çok geçmez... Onunla birlikte, kentin sağduyulu insanları, o çadırlarda kalanların Ermeni olmadığını, sadece haklarını alabilmek için greve çıkmaktan başka bir yol olmadığını anlamış ve aştan işten başka bir dertleri olmayan kentin çöpünü toplayan, yolunu yapan suyunu getiren belediye işçileri olduklarını öğrenirler.

İlerleyen günlerde, o derme çatma çadırlardaki bu doksan belediye işçisinin kırkdört gün sürecek 930 kilometrelik Ankara yolunu yoksul ayaklarla yürüdüğünü tüm kent duyacaktır.

*   *   *

Öğretmeninin deyişiyle, “Nisan ayı muhteşemdir. Kımıldanış uyanıştır. Köklerden gövdeye, dallara can suyunun yürümesi; ağacın çiçeklenmesidir. Dağın taşın, börtü böceğin uyandığı günlerdir.”

1 Nisan, insanın kendisi ve başkaları ile barışık olduğunu kanıtladığı, kendisini ve diğer insanları hoş gördüğü bir gündür. Ol nedenle 'Nisan balığı' şakasının tadına doyum olmaz.

Köy Enstitüleri’nin kuruluş tarihi olan 17 Nisan, bozkırdaki aydınlanmanın, umudun çekirdeği, büyümesine kök salmasına izin verilmeyen yalnızlıkta açan kır çiçeğidir.

Ne var ki günlerden 24 Nisan’dır.

Ergen kızların ilk özel günü gibi, tıpkı bir günah gibi gizlenen, asla dillendirilmeyen, dahası inkar edilen, ülkem coğrafyasının en ağır, en boğucu sayfasıdır. 1915 yılı ve sonrası, devlet zoru ile bir toplumun kırıldığı, tüketilmeye çalışıldığı acılı günlerdir. Gün geldi anlatsın, anımsatsın, unutulmasın diye, olup bitene özetle 24 Nisan dendi.  Bu tarih bir sembol, bir anma günü olarak benimsendi…

*   *   *

Resmi tarih, yoksul halkların baldırı çıplaklarının, “ayak takımı”nın, egemenlerin kar hırsı yüzünden çektiklerini yazmaz. Sınıfların ana rahmi köleci toplum biçiminden bu yana, egemen sınıfların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihi değil, Malkoçoğulları’ nın tarihidir ve Battal Gazi Destanları’ndan ibarettir.

Bu nedenle; 1915 ile birlikte ilerleyen kahırlı soykırım zamanlarında:

Çoluk çocuk çöllere sürülen, ateşe, sırtlanlara, Hamidiye Alayları'nın önüne atılan Ermeni vatandaşlarının, kaçının soğuktan, sıcaktan, açlıktan, susuzluktan, kılıçtan, paladan, serseri mermiden öldüğünün,

Ölü sayının beş yüz bin mi, bir milyon mu, bir buçuk milyon mu olduğunu eveleyip gevelemenin,

Bu cehennemin adının vahşet mi, katliam mı, tehcir mi, soykırım mı olduğu konusunda yapılan laf ebeliklerinin, pek de kıymeti harbiyesi yoktur.

Ne ki, 24 Nisan'dır.

Kıyıma, kırıma ve dahi tüketilmeye, yok edilmeye, soyunun sopunun, köklerinin kazınmasına reva görülen bir kadim Anadolu halkının acıları, Talat Paşa’nın Cercle d’Orient Kulubü’ndeki akşam yemeği sonrasında, milletvekili Krikor Zohrap efendinin yanağına kondurduğu ölüm öpücüğünde gizlidir. (Vedat Türkali. Bitti Bitti Bitmedi.)

Nisan ayı ne hoş, ne de güneşlidir!  Doğasıyla kımıl kımıl, mutlu/mesut insanıyla cıvıl cıvıldır!  Madalyonun diğer yüzüyle, bir o kadar da zordur, kasvetlidir. 1915 yılının Deyr Ez Zor'un da, Urfa yollarında ne zordur hayat. Suriye çöllerinde, geç bestelenmiş içli bir şarkının hüzünlü dizeleri sızılanır. Güfte her şeye karşın, onca tehcire, zora, zorlamaya karşın, yalnız kendine sitemkardır.

Yine de "şikayet" etmez, nefret dili, düşmanlık içermez. 

Adı Sarkis'tir... Acılıdır, yine de temkinli, tutumunda ölçüyü ve alçak gönüllülüğü elden bırakmayandır. Bestekardır. Acıyı yaşayandır. Kırımın tanığıdır.  Deyr Ez Zor ne menem bir zordur?!

Ne zordur atom çekirdeğini parçalamak. Ön yargılardan, nefretin tutsak eden ruhundan, öfkenin karaçalılarından aklı, paçayı, vicdanı kurtaramamak?
*   *   *

Oysa ne kolaydır barışabilmek, hoşsohbet komşuluk yarenlik yapabilmek. Motorları maviliklere, barışın ve kardeşliğin sularına sürebilmek.

Yine de resmi tarih anlayışının cenderesinden ötürüdür, 1915 yılının nisan ayında, Hozat-Ergen köyü Kayışoğlu Yarması’ndan salkım saçak ölüme uçan insan kalabalığında, annesinin eteklerine yapışmış bırakmayan kız çocuğunun yattığı ölüm uykusundan uyanamamak? ( a.g.y. Vedat Türkali )

Her şeye karşın, her şeye karşın… 

Kırılan cam, yıkılan çit için komşudan özür dilemek. Sen de beni bağışla komşu... Komşum benim... Kızını kızım bellediğim, oğlumu oğlun bellediğin. Gel eskisi gibi olalım, gülelim eğlenelim. Egemenlere, padişahlara, saltanatlara, saraylara inat, eskisi gibi yine kız alalım kız verelim.  Diyebilmek. Oysa ne de kolaydır.

*   *   *

Ne zordur, bu günleri de gördüm diyebilmek.  Ağız dolusu gülebilmek.  Ah, insana ne de güç gelir, doğum gününün 24 Nisan olması. Ve dahi, hem o ilkyaz uyanışlarının muhteşem, hem alacakaranlığın karabasan günlerinden birinde, 24 Nisan'da doğmuş olmak. "Eh be çocuk, doğum günün kutlu olsun" diyebilmek.

Hasan Oğuz Bilgen, 24 Nisan 1915, Vakıflı- Samandağ.


Not: 

Metnin devamı “24 NİSAN” KESİTİNDE BELLEK YİNELEMELERİ ve ANIMSAMALAR ( 3 )

22 Nisan 2023 Cumartesi

“24 NİSAN” KESİTİNDE BELLEK YİNELEMELERİ ve ANIMSAMALAR ( 1 )

“24 NİSAN” KESİTİNDE BELLEK YİNELEMELERİ ve ANIMSAMALAR ( 1 )

Konumuz olmasa da, bir önceki gün, pespembe, cıvıl cıvıl, okullu çocukların “neşe” dolduğu bir gündür.  İlle de yüksek bir yerden “23 Nisan” başlıklı şiirler okunur. Bu güzellemeleri büyükler de yapar, farklı kürsülerden. Ancak, ezberin bozulmamasına azami özen gösterilir:  ‘Her Türk asker’ doğmakla kalmaz, bir başına ‘dünyaya bedel’ olur. Böyle söylenmeli, aynı mektup okunmalıdır. Tam bağımsızlık ruhu ile, anti emperyalizm eksenli bir yurtseverliğe ve yurttaşlık bilincine pek denk gelemezsiniz.

Ne var ki, konumuz bir sonraki gündür. O, hep “neşe” dolunan günden sonra gelen o buruk, kırılgan gün 24 Nisan.  Ardı sıra değişik zamanların, değişik mekanların 24 Nisan’ları.

*   *   *

İlki…

Uzak tarihlerden ‘biz hep buradayız/ burada olacağız’ diyecek olan diğerlerine göre, çok daha masum, çok daha olağan, tamamen biyolojik bir durumdur, 956 nisanı.

Her birinin başında kavak yelleri, zıpırlık yaptıkları, ilk gençliklerinde caddelerini eylem adımları ile geçtikleri, uzun ve tekinsiz gecelerinde kovalamaca oynadıkları kentin ilkyaza göz kırptığı yeni gününde bir doğum anıdır. Dünyanın Erivan’ında, Sidney’inde, dilini inancını bilmediğiniz her hangi bir kuytuluğunda da olabilecek, gerçekleşebilecek bir uyanış durumu.

Ciğer parçasının bayraklarını açarak aynı okul lojmanı odasını paylaştığı kardeşlerini uyandırdığı an, yeni günün ilk saatidir.  Kardeşleri üzen de budur; doğumun o “neşe dolan” günde, “23 Nisan”da olmaması…

Tek odalı lojmanının içine düştüğü merkez köy, tipik Anadolu sofuluğundadır. Köy sosyolojisinde bu elbette anlaşılabilir. Yakın tarihte ‘AP kalesi’ olarak bilinen kentin yerleşik halkının ve çarşı esnafının, köyün pamuk ninelerinin ve tonton dedelerinin tersine, ne denli örümcek kafalı, kara sakallı ve de kötü bakışlı olduklarının ayırdına ortaokula başladığı yıllarda az da olsa varabilecektir.

Farklı yılların, rastlantıdan başka bir şey olmayan hep nisan günlerinde, belleğinde donup kalmış üç fotoğraf karesinin ruhuna verdiği rahatsızlık, dünyaya, topluma ve insana bakışını biçimlendireceğini, ilerleyen yıllarda siyasal kimliğini belirleyeceğini kim bilebilirdi.

*   *   *

Çocuğun gözlerinden gitmeyen o ilk fotoğraf.

Yer ‘Sarı Binası’ ile ünlü ‘Şehzadeler Kenti’.  Milliyetçilikleri, muhafazakarlıkları ile kendilerini yere göğe sığdıramayan bol akçeli eşraf takımının mehter marşı, padişah macunu ile kibirlendikleri, övündükleri 60’lı yılların sonudur.  

O karede sürekli homurdanıp küfreden ve sayıları giderek artan, elleri sopalı ve sıkılı yumrukları ile kontrolsüz, öfke dolu bir kalabalık vardır. Beyaz Fil binasının önleri…

Sevgiden nasibini almamış öfke selinin önünde, ablası yaşında, koşar adım genç bir kız. Ağzı salyalı taciz,  ilk bakışta mini eteğe gibiymiş gibi görünse de, aslında insan onurunu, kadının özgür yaşam biçimini tehdit eden planlı bir nefrettir.  Bir ürküntü, bir panik… Kız korku, şaşkınlık içinde çok kötü bir durumda.  Havada bir linç, bir infaz kokusu.

Gemi azıya almış gerici yobazın elinden kendisini son anda kurtarıp soluğu kentin tek banka şubesi olan eski binasında alır. Yaşayan tanıklardan bilinir ki, kudurmuş güruhun önünde sadece tek bir kişi durur. Elinde yuvarlak börek bıçağı ile dikilerek çarşının tek yürekli aydınlık esnafı olduğunu kanıtlayan, değer bilir, hoşgörü sahibi börekçi Abdurrahman.

Bizim Ali Rıza’ların, Halil Ducan’ların henüz yaşları yetmese de, meydan öyle boş, sahipsiz değildir. Öfke selinin önünde bir Kubilay yürekliliği… İnsana sevgiden ve kadına saygıdan ödün vermeyen -başta Manisa Tarzanı- parası olmayanın, dükkanın uzak bir köşesinde reklamını yapmadan, düzenli olarak karnını doyuran, hak hukuk düşkünü Abdurrahman amca. Hiç durur mu? Başının üzerinde döndürdüğü bıçağın ışıltısı… “Dağılın ulan” diyor, “Dağ başı mı bellediniz?”

Çileli güzel yurdum! Caddesinin taşına Ali Rıza’mızın kalkmamacasına düştüğü “Beyaz Fil” orada duruyor. İklim aynı iklim; linç aynı linç… Umutsuzluk mu? Asla! Öyle yağma yok;  mini etekli kız sinip kaçmıyor artık. Korkak ezik değil. Diğerleri de öyle; diğer itilen, kakılan, horlananlar… Her birinin cesur başının üzerinde içimizi ışıtan o bildik ışıltı.

*   *   *

İkinci silik fotoğraf.

Çocuk, dağılmış bir durumda bankaya sığınan kızın gül beyazı yüzünde gördüğü korkuyu ve de çaresizliği, bu kez üniversiteli bir ağabeyin çakır gözlerinde görür. Caddenin ortalık yerinde durdurulmuş, ancak çalışır durumda bir kamyonun ölgün far ışıklarının önünde, İspanyol paçalı/ uzun favorili gencin uzamış saçları öfkeli bir kalabalık tarafından makasla diplerinden kesilir.

“İbretlik olsun” diye, göz önünde/ cadde ortasında yapılan “ense traşı” gösterisi sona erince, arbedenin orta yerinden fırlayan resim hayli travmatiktir. Gözdağının final sahnesinde gözleri kararmış hoyrat, kızgın adamlar, tespih böceği biçimini almış genci kıvrılıp kaldığı yerden doğrultup “Osmanlı tokatları” ile “son dersini” verirler. Ardından, ilk kez duyduğu edepsiz sözler edip, anlamadığı bir takım “dini nasihat” lerde bulunurlar. (Adı geçen sözcükler, mahalli gazetenin olayla ilgili haberinde kullanılan sözcüklerdir.)

*   *   *

Hiçbir karanlık, hiçbir iç sıkıntısı sürgit yakanıza yapışıp, ayaklarınıza bir karaçalı misali dolanıp durmaz. Kimi puslu, sisli günlerin karabasanlarının sonrasında pırıl pırıl bir güneşin açtığı da olur.

 Yine bir nisan gününün akşamında, Köy Enstitülü baba okul yorgunu çocuğıın önüne ‘Suç ve Ceza’ klasiğinin iki cildini birden bırakır. “Onuncu Köy’den sonra, bunu da oku” der, “Bitirdiğinde sınayacağım. Bundan böyle, okuyan, sorgulayan, araştıran, öyle aklı hemen çelinmeyen, körü körüne inanmayan bir insan olacaksın.”

 Rodion Romarovich Raskolnikov’un yaşlı kadını hangi duygularla, niçin öldürdüğünü anlamasa da, bir insanın canına kıymanın nasıl korkunç bir şey olduğunu görecektir. Sonrasında, okumanın/ anlamanın etkisiyle dünyaya bakışının merkezine insanı ve onurunu oturtacaktır.

 Ortalık ışıyacak, giderek büyüyen, ufku genişleyen dünya daha da aydınlanacak ve renklenecektir. 

*   *   *

                .    .  /  .      

                                        .    .  /  .      

                               

Metnin devamı; “24 NİSAN” KESİTİNDE BELLEK YİNELEMELERİ ve ANIMSAMALAR ( 2 )

14 Nisan 2023 Cuma

ENVER HOCA ÖĞRENCİSİ BİR GÖÇMEN... KAZİM KAÇUPAY.

 


ENVER HOCA ÖĞRENCİSİ BİR GÖÇMEN... KAZİM KAÇUPAY. 

Onurlarını korumak, üretimden gelen güçlerini sahiplenme pahasına iş güçlerinden başka satacak ve zincirlerinden başka kurtulacak bir şeyleri olmayan insanlarımızın soy/sop/inanç/mezhep ya da kısacası aidiyetletleri üzerinden hakarete uğradıkları, töhmet altında bırakılmaya çalışıldıkları bir vahşi ve adaletten uzak bir coğrafyada yurttaş olmak, yaşamak ne menem bir şeydir? 

Hiç hak etmediğiniz, insanım diyenin aklına gelmeyecek, üstelik bir suçlama ve iftira ile soslanmış bir aşağılanma ile karşılaşmak, insana neler duyumsatır?

*  *  *

Turgutlu'nun tuğla/kiremit toz dumanının hayhuyu içinde okul okumaya, öğrenim görmeye olanak bulamayan Kazim Bayer... Her daim övündüğü ve gurur duyduğu -tıpkı Erkan Baş gibi- asla gizleyip saklamadığı soy adı ile Kaçupay Kazim.

Manisa-Turgutlu'nun emek cangılı yetmez;  yaşamını sürdürme, sırf ayak ayakta kalmak adına iş gücünü, önce Suudi diyarında, Irak topraklarında, sonrasında da sınıfsız ve sömürüsüz başka bir dünya gerçekleştirme derdindeki Sovyet ellerinde bilerek, isteyerek satar. 

Kazim ağabey emekçi bir insan olmanın olgunluğuna daha çocukluktan erişmiş, sınıf terbiyesini ve çalışma ahlakını, çalıştığı şirketin Soma şantiyelerinde almış bir işçidir. Erkenden kalkar, işinin, tezgahının başında olur;  işverenine borçlu/ gebe kalmaz, yeri ve zamanı geldiğinde masaya da yumruğunu vurur, sınıf yoldaşlarını düşündürmeyi de, etkili söylem ve söyleşilerle ajite etmesini, harekete geçirmesini de bilir. 

Çalışma saatleri dışında ailesini de, can dostlarını da asla ihmal etmez, ağız dolusu güler, renkli/ heyecanlı söyleşiler yapar. Bir Balkan göçmeni oluşundan olsa gerek, paylaşımcı, değer bilir, enternasyonal bir belleği/ devrimci bir kimliği vardır. 

Nazi işgalinde anavatanlarını canları pahasına savunan Sovyet partizanlarının, Nadya'ların, Sergey'lerin özverilerini ve de anılarını ruhunda yaşar. Tatil günlerinde, Lenin'in ve Nazım'ın gömütlüğünde, bu yurtseverlik duygusunu bilincinde, ruhunda duyumsar. Bizzat kendi anlatımıdır:  Bir pazar sabahı, Kızıl Meydan'ın sakin bir saatinde, faşizme direnmiş, teslim olmamış, onuru ve yurdu için canını vermiş, hiç tanımadığı yurtsever insanlar için, alnı yukarıda gözleri kapalı kıpırdamaksızın dakikalarca selam durmuşluğu vardır.. 

*  *  *

Alnının akı ve emeğinin hakkıyla çok sevdiği yurduna, toprağına, Soma'ya geri döner. Ailesine düşkündür; biricik kızları Elif'in, Açelya'nın, Deniz'in biricik babasıdır. Ait olduğu geçmişin, engin Balkan kültürünün ve evrensel değerlerin insanı, devrimcilerin dostu ve de Bedrettin Şınnak'ın kadim yoldaşıdır. 

Kaçupay Kazim, hasbelkader akademide dirsek çürütmemiş, -alaylı da denebilir- doğal bir devrimci ve dahi bir halkım insanıdır. Kendi hali ve kavlince bir bilgedir. Rübaileri bizlerde saklıdır, el yazmaları değerlidir. En değerli hazinelerimizdir.

*  *  *

Kazim Bayer, "çevre" demez "doğa" der. "Çevre" sözcüğünün, "çevre" anlatımının, insanın kendisi için uğraş verdiği, iyileştirmek için didinip kavga ettiği bir "konfor alanı"ndan ibaret olduğunu bilen insanlardandır. Bu yüzden Kazim ağabey 'doğa' der, 'çevre' demez. Tam da bu nedenledir ki, sokağından geçen bir ayı oynatıcısını durdurup, onun iş ortağına dans teklif edecek incelikte harbi bir hayvan dostudur. Mahalle halkının, dostlarının ve de çok sevdiği çocukların şaşkın bakışları altında sonlandırdığı muhteşem gösterisinin ardından, Romen vatandaşın üstünün kirine gözünün çapağına bakmadan sarılıp yanaklarınnıkarıdan öpecek kadar değer bilir, içten ve alçak gönüllü bir insandır. Kazim ağabeyin o boz ayı ile, bir ritüel tadında yaptığı dansının tanıkları, suskunluklarını koruyor olsalar da halen hayattadırlar... 

Kaçupay Kazim, halkın dostu, devrimcinin destekçisi olduğu kadar, gerçek bir doğa, sıkı bir ayı dostudur. Şarabını da öyle bardaktan, kadehten filan içme kibarlığını göstermez. Her gülün bir dikeni vardır, o da bunun kusurudur!  Şarabın hasını, hem de kırmızısını, -tıpkı memlekette "Şaban aga"nın ayranı başına diktiği gibi-  testiden içer. Testisini de kucağından ayırmaz;  son damlasına dek bölüşür de.  Baldan tatlı sohbetlerinin de, yurt dışı şantiye anılarının da tadına doyamazsınız. Çok zor da değildir hani. Yeter ki ona yarenlik edin. Sözcüğün gerçek anlamıyla 'hayat insanı'dır. Bilgedir, adildir, hoşgörülüdür. Çoğu zaman sessiz, durgun, düşüncelidir. Kimi zaman sitemlidir... Ne var ki, incitmez, kırıp dökmez. "Ben sizi hiç bırakmadım, destekledim. Sizler de yanımda olmalı, beni desteklemelisiniz." der geçer. Sözü uzatmaz. Gönül koymaz. 

Kaçupay Kazim, hiç bir zaman hiç bir koşulda yalnız, çaresiz ve umutsuz değildir. Elbette savunduğu dünya görüşünden ve inandığı evrensel değerlerden dolayı...    

Kazim ağabey, iyi ki seni tanıdım. Dostluğunu kazandım. Testinden kırmızı şarabını içtim. İyi ki... İyi ki... 

Şimdilerde sana, "Enver Hoca artığı" ve de "Arnavut ajanı" dendiğini duysaydın?.. Adamakıllı hangi sunturlu, gün ışığı görmemiş sözü ederdin? Tahmin etmek zor değil;  seni tanımış ve seninle yaşama şansına erişmiş insanlar pekala bilecektir.

Gözlerinden, gül yanaklarından... Her birinin altına, göğsünü gere gere ve gururla "Kaçupay" imzasını attığın, o inanılmaz rubaileri yazan ellerinden öpüyorum.

Hasan Oğuz Bilgen. 15-04-2023. Eynez Gama Şantiyesi- SOMA.