2 Mayıs 2013 Perşembe

BODURİ

http://www.ozgurmedya.org/newsdetail.asp?CatID=50&NewsID=11113

Bir Futbol emekçisi: Boduri

 

BİR FUTBOL EMEKÇİSİ:   BODURİ

 

Aleksandr Nikola Büyükvafiadis 1040 yılının zorlu bir şubat gününde, giderek kendisine ait olmayan ayaklarını tuta tuta, diz boyu karda yürümeye çalışırken henüz yirmi birinde gececik bir delikanlı idi.   

Onu, final maçını kazanabilmek için askeri birliğinden rica mihnet aldırtan kulübü, maçın bitiminde yengi sarhoşluğu ile verdiği sözü unutarak, Nikola’yı onca coşku seli içinde kendi yazgısı ile baş başa bırakmıştır. Ne var ki, birileri için “hayati” önem taşıyan ve taraftarın ayakta izlediği, iddialı finalde “bücür” futbolcu verdiği sözü tutmuş, aşık olduğu kulübüne, sevenlerine karşı görevini fazlası ile yerine getirmişti.

*   *   *

Yeri ve zamanı geldiğinde bir yerlerde birileri, kuşların bile telgraf tellerinde donduğu, ortalığın abartısız buz kestiği, aman vermeyen, soluk aldırmayan soğuklardan söz eder.

1940 yılıdır.

Söylenti odur ki, İstanbul’da kuşların, börtü böceğin, hatta kedilerin açlık ve ayazdan telef olduğu, av bulamayan, aç kalan kurtların koca kentin kenar mahallelerine dek indiği, insanların yokluğun, karaborsanın pençesinde can derdine düştüğü dehşetli bir kış mevsimi yaşanmaktadır.

*   *   *

Mavi gözlü devin “Yedi tepeli” kenti, yaşanmış öykümüze konu olan kara kışın soluk aldırmayan “kısa” şubat ayının son uzun günlerindedir.

Gün boyu aralıksız yağan kar kentin özellikle iş ve aş derdi ile cebelleşen yoksul emekçi insanlarına, okul yollarında çabalayan öğrencilere göz açtırmamış; güzel mevsimlerin normal, olağan koşullarında bile ulaşımında ciddi sorunlar yaşanan Kilyos yöresinin yollarını daha çetin ve acımasız kılmıştır. 

İnsan yaşamının geçmişten günümüze uzanan, değişik yer ve zamanlarında böylesine bıktırıcı soğuklar nasıl hep var olmuş ve yaşanmışsa, zorluk ve yılgınlık nedir bilmeyen, adları kayıtlara geçmemiş, kimi kez kendi ıssızlığını yaşayan dirençli, kararlı, gözü pek insanlar da hemen her zaman her coğrafyada varlık göstermiştir.

Önüne çıkan, yaşamak zorunda olduğu çetrefilli koşullara, korunaksız mekanların olanaksızlıklarında canlarını dişine takıp direnen insanların hatıraları, tarihin üzeri örtülmüş, unutulmuş zaman dilimleri bir aralanacak olsa, eski siyah beyaz fotoğraflar olarak gözlerimize nasıl da gülecekler. İçimizi titreten bu anılar, hiç hak etmedikleri halde insan belleğinin karanlık, kullanılmayan bölümünde sonsuza dek kalmaya tutsak edilmişler.

Onca kararlılıklarına, inatçılığına ve pratik zekalarına karşın, tanıklıkları ve yaşanmışlıkları hiçbir zaman nesilden nesile aktarılmayacak ve kulaktan kulağa fısıldanmayacaktır. Aslında kıskanılacak, parmakla gösterilecek kadar özel durumların zor insanlarıdır. Aklın ve dayanma gücünün sınırlarını zorlayan, içinden çıkılması kolay görünmeyen durumlar karşısında soğukkanlı duruşları, yeryüzünün herhangi köşesinde, şu ya da bu tarihsel kesitte konuşulmuş olsa bile, basit hikayeleri hep son sayfa haberlerinden öğrenilmiş ya da adı sanı zamanın törpülemesiyle unutulmuş insanlar. 

Dillendirilse, yazıya dökülebilseler bir.  İnsanların silikleşen, sıradanlaştırılan, unutturulmaya çalışılan dünyalarını renklendirecek, canlandıracak, erdemlerimizi, sorumluluklarımızı anımsatacak, tekrar duyumsamamızı sağlayacak, yaşamlarımıza değer katacak, yeni anlamlar yükleyecek öyküleri vardır her birinin.  Her nedense iddiasız, alçak gönüllü, ama gerçeğinde cümle aleme duyurulası duruşlarından hasbel kader söz edilir.

Ne olursa olsun, bu adsız kahramanların ortak özelliği, defteri çoktan dürülmüş, unutulmaya tutsak söylencelerin bir yerlerinden bizlere muzipçe ama mutlaka bilgece:  Ne haber? Bilmeseniz de, tanımasanız da ben buradayım. Vefasızlığınızı, umursamazlığınızı, unutkanlıklarınızı hayretle izliyorum, dercesine göz kırpmasıdır.

 Ortak yazgılarıysa kurtulamadıkları sonları, yaşamları gibi, hep kendi başlarına ıpıssız, buruk, yaralı, kederli ve yaslı oluşlarıdır. Bu suskun, ezik, bir o kadar da onurlu insanları son anlarına dek, karaçalı örneği terk etmeyen sonsuz ve umarsız acıları, hüzünleri ve kahreden unutulmuşluklarıdır.

Aleksandr Nikola Büyükvafiadis de futbol tarihinin talihsiz, kimsesiz ve çilekeş, yalnız ama bir o kadar gururlu, değişik dinlerden, kültürlerden, asırlar boyu kız alıp kız verdiğimiz ülkem insanlarından birisidir. O, birçokları gibi hak ettiği saygınlığı görmemiş, olması gereken yerde üretken, verimli olamamış, yaşamını capcanlı, rengarenk, doyuncaya, oh be deyinceye sürdürememiş sayısız yeşil saha emekçilerinden sadece birisidir.

*   *   *

Genç Nikola, keskin bir bıçak gibi kesip atan kuru ayazın, insanların soluğunu sıcak aş geçmeyen boğazlarına tıktığı bir akşam vakti, diz boyu karda bata çıka, yenice uyuşmaya başlamış ayaklarını tutarak, aşılması gereken yolu geçmeye çalışırken, yaşamının henüz yirmi birinci yaşına rastlayan delikanlı günlerindedir.

Soluk soluğaydı;  terliyordu da bir yandan.

Terine karışmış sulu sepkenden ıslanmış, sırılsıklam olmuş haki renkten fanilasının üzerine giydiği ince asker tulumu, bedeninde eğreti, omuzlarına atılıvermiş gibi duruyordu.  Ay ışığının balkıdığı kar beyazında, canı dişinde, güç bela tırmanıp çıktığı her hırçın tepenin başında soluklanmaya, kendine gelmeye çalışırken, kim bilir kaç kez daralarak, çıkarıp üzerindekileri fırlatıp atacak olmuştu.

Ardında bıraktığı uçsuz bucaksız sessizlik, garip ürpertiler, kimsesizlik duyguları uyandırıyordu insanda. Karadeniz’in kuzey rüzgarlarının getirdiği keskin yakıcı soğuk, yılansı soğuk devinimlerle organlarının en uzak dokularındaydı.

Üşümekle ürpermek duygusu, titredikçe gelen korku ve endişe birbiri ile örtüşen tekin olmayan durumlardandı. 

Üşüdükçe, bir an delikanlılığının sonsuz gücünün tılsımının sonu gelecek ve cesaretini yitirecek gibi oldu. Ne var ki, ürpertilerine, korkularına teslim olacak yaşta değildi henüz. İlerlemeyi, yol almayı güçbela da olsa tıkanarak, hırsla sürdürdü.

En son soluklandığı karlı tepedeki düzlüğün orta yerinde, içindeki küçük Nikola’nın iç çekişi duyuldu.  Ve üzerlerine yürüdüğü karlı tepelerin soğuk yüzleri aralandı… Kabuğuna basılarak sığınağına zarar verilen bir canlı kendisini nasıl hissederse, onun da duyumsadığı aynı benzer ezik, yıkık şeylerdi. Uzayıp giden sarp yolun belirsizliği ve acımasızlığı, sporcu bedeninin beyni ve iradesi ile olan bağlarını sabırla, inatla ve ağır ağır zayıflatan, koparan sert, keskin bir cisimdi. Kar, pusuda sinsi bir hayaletti.

Ayağındaki asker potinleri acınası haldeydi; her adımda, her kara gömülüşlerinde biraz daha su alıyordu aralanmış burun uçlarından. Birinin lastik topuğu, karşı oyuncuların “geçilmez” denilen savunmasını, tribünleri dolduranlardan birçoğunun izlemekte zorlandığı, ince beden hareketleri, ayaklarının usta ve de kıvrak çalımları ile yarıp geçtikten, ardından ortalığı bir anda karıştıran o akıl almaz golü attıktan hemen sonra düşmüştü.

Söz dinlemez bir karaçalı terden ve sulusepken kardan sırılsıklam olmuş ince asker tulumunun sol yanını inatla koparıp aldığında, canı yandığında biraz kendine gelir gibi oldu.  O an durdu. Azıcık soluklanması, yeniden eski gücünü kazanması içindi.

Son golden sonra coşup ayaklanan insanların sel olup akmasıyla, o insan selinin akıl almaz uğultusuyla biten final maçının sonrasında neler olmuştu?  Şimdi, şu dağın başında neler oluyordu?

İnsanın bakmaya cesaret edemeyeceği simsiyah uçurumlarla dolu bir kanyona baş aşağı atlamaya benzeyen bir durumdu,  orada yaşadığı.

*   *   *

Boğazındaki yanma ve karın boşluğuna on dakika önce saplanmış insafsız sancı ile hızı kesile kesile, duraksaya duraksaya ilerliyordu.

Daha bir saat önce mahalle arkadaşlarını, yedek kulübesindeki oyuncuları, kulüp yöneticilerini ve yüzlerce izleyiciyi hop oturtup hop kaldırtan usta ayaklar şimdi su içindeydi. Tabanları kabarmış, ayak parmakları pörsümüştü.

*   *   *

Daha biraz öncesiydi, omuzlardaydı. Rakip defansından, o günlerin dillere yerleşmiş deyişi ile “Manita” hareketleri sayesinde sıyrılarak, yükselip attığı kafa ile takımına, taraftarlarına ve yöneticilere hediye ettiği golün ardından nasıl da mutluydu.

Aleksandr Nikola Büyükvafiadis, kulaklarında içini daraltan, tribünleri sarsan müthiş uğultu, yüzünde pembe çocuksu utangaçlıkla, maç öncesinde, maçın da çok, çok öncesinde olduğu gibi alabildiğine sakin, alçak gönüllüydü. Stadyum, tribünlerden gelen taraftarların kesilmeyen tezahüratları ile yıkılırken, coşkunun, eğlencenin renklerini görmez, duymaz olmuştu.  Duymuyordu.

Söz vermişti ya.  Sözünde durmuştu işte.

Bir söz daha vermişti; hava kararmadan birliğinde olacak, komutanlarına akşam tekmilini verecekti. Böylece onlara karşı mahcup olmayacaktı.

Askerlik yaptığı ikmal birliğinde görev yapan kıdemli yüzbaşı Muhittin Şahinbaş eşine ender rastlanan bir futbol ve Galatasaray sevdalısıydı.

Ona rica edilmiş, yüzbaşı da Boduri için akşam birliğine geri dönmek koşulu ile bağlı olduğu komutandan izin belgesini koparmıştı. Kendini bildi bileli topa meraklı sıska, bodur asker sevinç içinde maça yetişme telaşından, içinde basit fanilası, üzerinde çok da koruyucu olmayan asker tulumuyla son anda yakaladığı treni kaçırmak istemez gibi ayrılmıştı oradan.

Yol boyunca aralıksız damlara, ağaçlara, parklara yağan karı, kaldırımlarda yığın yapılmış kar kümelerini, koşuşan insanları, çatı altlarında titreyen kuşları taramıştı dalgın ve çocuk gözleri.

Sulusepken yağan kar, heyecanlı doksan dakika boyunca da sürecek,  bir an olsun hız kesmeyecekti.

Karşılaşmanın bitiminde, soyunma odasında geçirdiği kısa süreli titreme nöbetine karşın, zafer kazanmış şampiyon profili seçeneksizliği dayatıyor, onu güçlü olmaya, yılmaz, yıkılmaz görünmeye zorluyordu.  “Hazır ısınmış adaleleriyle zorlanmadan geri dönebilirdi.”  Böyle demişti oradakilere.

Az önce gelen üşüme, önce içinin sonrasında dalga dalga tüm bedeninin titremesi, sonun başlangıcına işaret eden üzeri örtülü bir iletiydi.  Ne acı ki, o an, ne o ne orada bulunan yöneticiler dahil hiç kimse bunun ayırtında olacak durumda değildi.

Alanın dört bir yanını yenginin yarattığı coşku, göz gözü görmeyen, kulakları sağır eden çılgınca ve kontrol edilemeyen bir şamata sarmıştı.

İşlerini görmek -izin koparmak- için, daha sabahın köründe karavana dağıtımından önce komutan karşısında el pençe divan duran kulüp yöneticileri, zıvanadan çıkmış, gürleyen, zapt edilemeyen taraftar denizinin ortasında kendilerinden geçmişti.

Onlar için aslolan maçın alınmış oluşuydu.  Artık gelecek sezonda da aynı kümede kalmanın ezikliğini yaşamayacaklardı.

*   *   *

Boyunun kısalığından futbol camiasında “Boduri” lakabı takılmıştı.  Yaşanılan o günlerde yerinin doldurulamayacağı herkesçe biliniyordu. Kıskanılacak derecede yetenekli, azimli, ele avuca sığmayan, hareketli ama sıska bir topçuydu.

Oynadığı mahalle takımını dikkate almazsak ilk kayda değer resmi futbol yaşamı Beyoğluspor’da başlamıştı. “Manita” sözcüğü olarak futbol sevdalılarının dillerine yerleşmesini sağladığı, zarif ayak oyunları ile oynadığı her maçta çizdiği muhteşem tablolar görülmeye değerdi. Nice maçlar, bodur ve sıska bedeninin iki ayağındaki ustalık, zarif beden ve de ayak çalımları ile rakip oyuncuları saf dışı edişi zevkle izlendi. Öyle ki, rakip tribün bile maçla birlikte onun kıvrak hareketlerini izlemek için maça geliyordu. Becerikliliği ona rahat bir futbol oynama olanağı verdiği kadar, takımının da gole gitmesinin yollarını açıyordu. 

Gün boyu;  özellikle de maç sırasında sulu kar yağışı ile yaşamı güçleştiren hava, Nikola’nın “Hali hazırda ısınmış adalelerimle geri dönebilirim” dediği saatte kuru bir ayaza dönmüştü. Bunu, Kilyos yollarında yürüdüğü saatlerde anladığında artık çok geç olacaktı.

Yeşil alanda meşin yuvarlağı gönlünce ve dilediğince evirip çeviren, istediği yöne, dilediği noktaya gönderen ayaklarına söz geçmiyordu artık. 

Küçük Nikola tıpkı babasıydı. Baba Büyükvafiadis Karaköy’deydi.  Zahmet edilip gidildiğinde piyasada bulunmayacağınız,  artık üretimi yapılmayan birçok eşyayı rahatlıkla bulabileceğiniz,  ünlenmiş bir eskici dükkanı çalıştırıyordu. Borcunu da, sözünü de kesinlikle sektirmeyen, sabah olduğunda önceki gün iddialaştıkları, tartıştıkları konularda yüzde yüz haklı çıkan, geceler boyu yaptığı ince, detaylı ticari hesapları ve dahi yuvarlak çerçeveli,  kalın camlı gözlükleriyle tipik Rum esnafıydı. En sıkı pazarlıklarda, en çekilmez müşterilerin hiç de adil ve dahi etik olmayan fiyat üstelemelerinde, ara sıra da olsa karşılaştığı ödeme güçlüklerinde soğukkanlılığını yitirdiği, hangi koşulda olursa olsun meslek etiğinden uzaklaştığı ve efendiliğini bozduğu görülmemiştir.

Sergilediği ve dostlarının müşterilerinin alçak gönüllülükle beğenisine sunduğu giysilerin, sattığı eski eşyaların yanında bir de günlük sinekkaydı tıraşına bakacak olduğunuzda, ona eskici, eskici esnafı demekte ikirciklenirdiniz.  Haklı olarak ona, inandığı, yaşattığı değerler konusunda patavatsızlık, haksızlık yapıldığı, yapılmış olabileceği kaygısına kapılmanız, tam da bu yüzdendir.

Temiz raflarda özenle düzenlenip dizilmiş ya da tezgahların üzerine açılmış eski, atılmış giysilerin,  artık üretilmediği için bulunmayan kumaşların tümü, abartısız üzerindekiler kadar özenle yıkanmış ve kızgın kömür ütüsünden nasibini almıştır.

İnsan soyunun gözden kaçırdığı belki duyarsızlığından,  belki iflah olmaz değer bilmezliğinden atladığı insan yaşamının bazı küçük ama can alıcı ayrıntıları olmalı. Usta yazarların eserlerinde, dizelerinin aralarına sıkıştırıp ustaca gizlenmiş kimi bazı özel iletiler içeren anlatımları gibi.

Kuşkusuz buradaki ayrıntılar baba Büyükvafiadis’in yaşam karşısında duruşunda, insana ve olaylara bakış açısında gizliydi. Çarşıdaki diğer Yahudi, Rum ve Ermeni esnafı dostları gibi, yaşamı boyunca ince esprileri küçük ayrıntılarda bulan ve orada gizlenen değerleri, erdemleri hiç atlamamıştır.

Bir ırkın üstünlüğünü, bir etnik kimliğin ayrıcalıklarını, bir insanın dünyaya bedel olduğunu ve o insanın dünyaya asker olarak doğduğunu(!), sevgiden, hoşgörüden habersiz savunanların, ticarette yaptıklarına, insan içinde düştükleri durumlara, onca düzenbazlıklarına,  iki yüzlülüklerine bakıldığında, onun ‘azınlık’ olarak hor görülen bir insan olarak yalandan korktuğu kadar yılandan korkmamasına şaşmamak gerek.

Durum bu denli naif olunca, yaşamında pişmanlık duyduğu hiçbir kararı, “keşke” diyebileceği hiçbir olayı, yüz kızartıcı ilişkisi, pazarlığı, alış verişi yoktur. Olamaz.

İnandığından, sevdiğinden, saydığından ayrı/aykırı düştüğü, yaşananlardan, olup bitenlerden sonra dönüp arkasına baktığı görülmemiştir. Eğilip bükülmeden, el etek öpmeden dosdoğru gidilen, asla yalanmadan dolanmadan yaşanan, sıradan ancak onurlu bir yaşamdır onunkisi.

Aleksandr Nikola’nın, namı diğer Boduri’nin yürüdüğü yol da, önü sıra giden baba Büyükvafiadis’in ayak izlerine bakarak yürüdüğü yoldur.  Bu yol, titiz ve onurlu esnaflığın yaşam felsefesinin gelir.

Küçük Nikola da, Balat’taki fakirhaneden Karaköy’e, eskici dükkanına gidip gelirken, çukura/ çamura basmadan, çıkmazlara sapmadan hep aynı ayak izlerinin üzerinden aynı değişmeyen ve kararlı adımlarla geçiyordu. Her sabah tarihi Tünel yönünden Karaköy’e doğru kendini bırakıverdiğinde, karşısına dikilen yaşlı kuleye bakıyordu uzun uzun.  Şimdilerde, hökümet kararı ile rantçı anlayışın kar emellerine terk edilen bin beş yüz yıllık tarihi kuleye.

Upuzun zorlu zamanlara, gelgeç saltanatlara, egemenliklere meydan okuduğundan alımlıydı, heybetliydi kule, doğrusu göz kamaştırıyordu. Çocuk gözlerinde büyük, erişilmez ve muhteşem bir duruşu vardı.

Galata’ydı.

Öykünerek, gıptayla bakılasıydı. Küçük Nikola Aleksandr da öyle olmalı, parmakla gösterilmeli, imrenilmeliydi. Göz kamaştırmalıydı. Yaşıtlarının uykularını süsleyen, top çelinen,  top çevrilen Fenerbahçe çayırında çekişmeli maçlar sonrası omuzlarda taşınan büyük ve ulaşılmaz futbolcular gibi…

Her sabah Tünelin hemen ötesinde, ezberlediği o sokağın başına geldiğinde bir şey hiç değişmedi.  Her defasında, egemenlere, zamana direnen yaşlı kule yolunu kesti, olanca heybeti ile ona yenilmezliğini, usanmadan baş eğmezliğini gösterdi.  O da, hep aynı şeyi, seçkin, yenilmez ve ulaşılmaz olmayı diledi.  Nikola da neden örnek alınmasın, özenilen seçkin futbolculardan neden olmasındı?

Yoksul Balat’ın  yoksul çocukları,  neden salkım saçak peşine takılmasındı? İşyerlerinin, kahvehanelerin önünden geçtiğinde, insanlar onu göz ucuyla, merakla kıskanarak süzerken, aralarında, usulca birbirlerinin kulaklarına eğilerek  “ İşte bu çocuk, o çocuk… Eskici’nin küçük oğlu” demeliydi.  “Ne çalımcı, ne oyuncu ama, muhteşem golcü vesselam…”

Ayakkabılarının incelmiş yanlarından, kimi yerlerinden delinmiş tabanlarından yaşlı Arnavut kaldırım taşlarının ürperten soğukluğu geliyordu.

Yaşlı kule de yalnızdı.  Yalnız.  Mağrur ve de ulaşılmazdı.

*   *   *

Kuru ayaz yamandı, diz boyu kar yıldırıcı, dinden imandan anlamazdı.

Doksan dakika boyunca kontrol etmenin ötesinde, hatta ve hatta birden fazla maç için kullanabileceği soluğunu artık denetleyemiyordu. Her ne olursa olsun sırtında tomurcuklanıp oradan beline doğru ilerleyen ter damlaları soğumamalıydı.

*   *   *

Değişmez kuraldı ve dahi “tecrübe ile sabit”ti. Hız kesmek, geride kalmak, hemen az ötedeki şansı, utkuyu yitirmek, topu kaptırmak demekti.

Maça asılmak, emek vermek, pes etmemek yenginin koşulu, başarmakla eş anlamlıydı. Başarmak gerekti. Zora asılmalı, emek vermeliydi.

 *   *   *

Soğuk berbattı.

Amansız, sonu karanlık bir hastalık, bıktıran, kök söktüren bir amansız bir ölümcül virüs, bir karaçalı illet gibi iliklerindeydi. Arsız, hoyrat bir düşman gibi yerleştiğini duyumsuyordu bedenine.

*   *   *

Çocuktu.

Her çocuk gibi, o da oyunu seviyordu. Yoluna çıkan küçük taş parçalarının her birine  hak geçirmeksizin, dengeli ve dikkatli tekmeler atıyordu.

O çocuk ayaklarla yön bulan minik taşlar bir kez olsun ters yöne gitmemiş, hedeflendikleri çukurlara, köşelere sıralarını gözeterek, bir bir yerleşmişlerdi. Çocuk elbette ayırtında değildi doğuştan yeteneğinin.

Zaman geçti.

Ayağında evrilip çevrilen, meraklıların izlemekte zorlandığı devinimler yapan meşin yuvarlak, zamanla giderek sıska bedeniyle bütünleşirken, o sadece işin spor yanıyla ilgiliydi. Sürdüğü ve de peşine takıldığı top, tozlu sahalarda eğlenceli bir oyun, hatta oyunun bir parçasıydı.  Oysa ne çok yaşıtı vardı, antremanlara canla başla katılan, hocalarının bir dediğini iki etmeyen.  İyi bir “topçu” olmak, topun, oyun alanının, çekişmeli karşılaşmaların hakkını vermek, değersiz antreman maçlarında da olsa oynamak zor işti. Çok çalışmak, antremanları aksatmamak gerekti.

Onun yeteneğini keşfetmek mahalle takımının çalıştırıcısına düşecekti. Adam, futbol dünyasının sürprizleri olan yeni, genç yetenekleri başkalarından önce keşfetmesini seven, bundan da keyif almasını bilen biriydi. 

Bu yüzdendir ki, Nikola ile ilgili özel çabası, herkesten önce gördüğü şaşırtıcı yeteneği, aç kurtlar gibi yeni “yıldızlar”ın yolunu gözleyen futbol camiasına önceden duyurmaktan öte, bu gizli yeteneğin iddialı bir maç esnasında, sürpriz bir biçimde inci bir kolye gibi yeşil sahalara saçılıp dağılmasını sağlamak, bunun da doyasıya tadını çıkarmaktı.

İlk gençliğinin pembe mutlu günlerini yaşayan boysuz, yeni yetme bir delikanlıydı artık. Çıraklık günleri de çocukluğu gibi gerilerde kalmıştı.

Nikola, pürüzsüz, tertemiz yüzünü çocuksu bir utangaçlıkla gizleyen sakin, alçak gönüllü bir delikanlıydı.

Bacakları kısa ama güçlüydü. Onlara tertemiz bir yürek, ışıl ışıl bir zeka yön veriyordu.  Bodurdu.

Bodur biri oluşu, Boduri takma adının kolayca, itirazsız benimsenmesinin nedeniydi. Küt ve adaleli bacaklarında bulunan ayakları, meraklılarının izlemekte zorlandığı, gözlerine inanamadıkları kıvrak ilginç hareketler yapıyordu. Boduri, kıskanılacak kadar yetenekli, azimli, ele avuca sığmayan, hareketli bir topçuydu.

Top koşturduğu dönemde, sonrasını izleyen yıllarda insanı şaşkına çeviren bir çabayla, kararlılıkla dağıttığı karşı takım savunmasını geçtikten sonra, filelerle buluşmayı sağlayacak anın son şutunu yanı başında koşan takım arkadaşına ikram eden, başka bir deyişle gol bağışlayan bir başka futbolcuya rastlanılmamıştır.

*   *   *

Stadyum, tribünlerden gelen taraftarların kesilmeyen sevgi gösterilerinin coşkusu ile sarsılırken, Boduri’nin yüreğinde bitimsiz dinginlik, kulaklarında ıssızlık vardı. Soluk soluğaydı, terliyordu da bir yandan.  İnsanlar onu omuzlarından indirdikleri anda unutmuşlardı.

Her şey ne kadar da hızlı biçimde geride kalıyordu.

Yağmur yüzünden salonda yaptıkları çalışmalarda, topu raket gibi kullandığı ayaklarıyla -eliyle atar gibi- basket potasından geçirdiği anları anımsadı. Şimdi o ayaklardan eser yoktu, yaşamının ona ait olmayanlar bölümüne geçmiş, onu bu çetin yolculukta, yarı yolda bırakacak gibiydiler. En basit adımların bile üstesinden gelmekten ıslak ve umarsız, yenik ve duyarsızdılar.

Kabullenilmesi, insanın içine sindirmesi feci bir durumdu yaşadığı. Rakip filelere yaklaşmışken, futbolcu düşlerinden eksik olmayan gol zevkini, hanidir yanı başında koşan takım arkadaşına sunarak insanları mest eden o eşsiz “raketlere”  ne olmuştu? Maçın sonu muydu?  Önce o raketler hareketsiz kalacaklardı, ardından bedeninin diğer organları… Bu gerçeği önlemek için fazla bir gücünün kalmadığını duyumsadı.

Göğsü daralmıştı.  Birkaç adım sonra tıkanacaktı.

Kuru ayaz yamandı.

Ne yapsa soluğunu denetleyemiyordu. Fanilasının artık kabul etmediği, sırtında tomurcuklanıp oradan beline, kuyruk sokumuna yuvarlanan ter damlaları soğumamalıydı. Değişmez kuralı içinden yinelemeye çalıştı; hız kesmek geride kalmak, yenilgiyi ören adımlardı. Geride kalmak demek az ötenizde duran başarıyı yitirmek, topu kaptırmak demekti. Asla pes etmemek, emek vermek, “maça asılmak” yenginin koşuluydu. 

Soğuk berbattı.

Ölümcül bir hastalık, amansız bir illet gibi iliklerindeydi. Arsızca ve sinsice yerleştiğini duyumsuyordu bedenine. Genç başının üzerinde gümüş bir sini gibi asılı duruyordu dolunay. Kurşuni aydınlıkta derin, ürperten bir sessizlik.

*   *   *

Böyle bir dolunay aydınlığında, Fenerbahçe çayırında açık farkla yendikleri Rum takımının oyuncuları, zerre kadar bir yenilgi duygusallığının kısır döngüsüne düşmeden, ulusalcı- fanatik takıntılardan, milliyetçi kasılmalardan, reflekslerden uzak, insanların şaşkına çeviren barış ve kardeşlik coşkusu ile onu “Zito Mikro” diye omuzlarına almamış mıydı?

Beyaz örtü sabır ve sınır tanımıyordu.

Her şeye karşın, ay ışığında şaşılacak denli canlı ve soğukkanlıydı Boduri.  Ayaz, Kilyos sırtlarını, varoşların teneke evlerinde uyumaya çalışan yoksul bedenleri titretirken, uzayıp giden fundalık içinde kendini yitirdiğinin ayırtında bile değildi.

Yine de önüne apansız çıkan karaçalılıklardan sıkı futbolcu çevikliği ile kurtulmayı beceriyordu.

Kül rengi hava, geride kalan her tepeyle ağırlaşıp içinden çıkılmaz bir karanlığa evrilirken ay da küstü ona.  Önce ayakları teslim oldu, ardından yorgun bedeni.

O yıllarda tıp biliminin, tıbbi donanımın yetersizliği, ilaç yokluğu nedeni ile zatürre ölümcül, beter bir hastalıktı.  “Çift taraflı” yakalananlarınsa hemen hiç şansı yoktu.

Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’nin havuzlu bahçeye bakan göğüs hastalıkları bölümünün ikinci koğuşu, yoksulluğun, vefasızlığın ve dahi kimsesizliğin insanı kedere boğan izbe, hüzünlü mekanlarındandır.

Boduri’nin yalnızlıklar içindeki yaşamı böylesi bir kuytulukta son buldu.

 

Hasan Oğuz Bilgen, Ekim 2000, Osmangazi Fen İşleri Şantiyesi.

Güncelleme 13/Ağustos/ 2020, Alaybey-Bahariye     

 

 

 

Haber Tarihi: 18/02/2012  

Haber Editörü: Özgür Medya  

Haber Kaynağı: Özel

++ Ozgur Medya ++

++info@ozgurmedya.org  

 

https://alibabadanmasallar.blogspot.com/b/post-preview?token=APq4FmAEQzXVnaL2_d5yYDrO7Ms_KtlpQHisA-lxa_aoImV62k4bWce8jkC8I5I5dCoPFF41-M7w_Iy1RU0FgvSZ0rbmMwc_58MqJ8JfEXVgoDqkkXvubmcnWrB_3t0na38w_eApvSSA&postId=2901931165982786647&type=POST

Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar.

Site yönetimi yasal sorumlu değildir.  

Telif Hakları Yasası'nca korunur.