http://www.ozgurmedya.org/newsdetail.asp?CatID=50&NewsID=11113
Bir Futbol
emekçisi: Boduri
BİR
FUTBOL EMEKÇİSİ: BODURİ
Aleksandr
Nikola Büyükvafiadis 1040 yılının zorlu bir şubat gününde, giderek kendisine
ait olmayan ayaklarını tuta tuta, diz boyu karda yürümeye çalışırken henüz
yirmi birinde gececik bir delikanlı idi.
Onu,
final maçını kazanabilmek için askeri birliğinden rica mihnet aldırtan kulübü,
maçın bitiminde yengi sarhoşluğu ile verdiği sözü unutarak, Nikola’yı onca
coşku seli içinde kendi yazgısı ile baş başa bırakmıştır. Ne var ki, birileri
için “hayati” önem taşıyan ve taraftarın ayakta izlediği, iddialı finalde
“bücür” futbolcu verdiği sözü tutmuş, aşık olduğu kulübüne, sevenlerine karşı
görevini fazlası ile yerine getirmişti.
* * *
Yeri ve zamanı geldiğinde bir yerlerde birileri,
kuşların bile telgraf tellerinde donduğu, ortalığın abartısız buz kestiği, aman
vermeyen, soluk aldırmayan soğuklardan söz eder.
1940 yılıdır.
Söylenti odur ki, İstanbul’da kuşların, börtü
böceğin, hatta kedilerin açlık ve ayazdan telef olduğu, av bulamayan, aç kalan
kurtların koca kentin kenar mahallelerine dek indiği, insanların yokluğun,
karaborsanın pençesinde can derdine düştüğü dehşetli bir kış mevsimi
yaşanmaktadır.
* * *
Mavi gözlü devin “Yedi tepeli” kenti, yaşanmış
öykümüze konu olan kara kışın soluk aldırmayan “kısa” şubat ayının son uzun
günlerindedir.
Gün boyu aralıksız yağan kar kentin özellikle iş ve aş derdi ile cebelleşen yoksul emekçi insanlarına, okul yollarında çabalayan öğrencilere göz açtırmamış; güzel mevsimlerin normal, olağan koşullarında bile ulaşımında ciddi sorunlar yaşanan Kilyos yöresinin yollarını daha çetin ve acımasız kılmıştır.
İnsan yaşamının geçmişten günümüze uzanan, değişik yer ve zamanlarında böylesine bıktırıcı soğuklar nasıl hep var olmuş ve yaşanmışsa, zorluk ve yılgınlık nedir bilmeyen, adları kayıtlara geçmemiş, kimi kez kendi ıssızlığını yaşayan dirençli, kararlı, gözü pek insanlar da hemen her zaman her coğrafyada varlık göstermiştir.
Önüne çıkan, yaşamak zorunda olduğu çetrefilli
koşullara, korunaksız mekanların olanaksızlıklarında canlarını dişine takıp
direnen insanların hatıraları, tarihin üzeri örtülmüş, unutulmuş zaman
dilimleri bir aralanacak olsa, eski siyah beyaz fotoğraflar olarak gözlerimize
nasıl da gülecekler. İçimizi titreten bu anılar, hiç hak etmedikleri halde
insan belleğinin karanlık, kullanılmayan bölümünde sonsuza dek kalmaya tutsak
edilmişler.
Onca kararlılıklarına, inatçılığına ve pratik
zekalarına karşın, tanıklıkları ve yaşanmışlıkları hiçbir zaman nesilden nesile
aktarılmayacak ve kulaktan kulağa fısıldanmayacaktır. Aslında kıskanılacak,
parmakla gösterilecek kadar özel durumların zor insanlarıdır. Aklın ve dayanma
gücünün sınırlarını zorlayan, içinden çıkılması kolay görünmeyen durumlar
karşısında soğukkanlı duruşları, yeryüzünün herhangi köşesinde, şu ya da bu
tarihsel kesitte konuşulmuş olsa bile, basit hikayeleri hep son sayfa
haberlerinden öğrenilmiş ya da adı sanı zamanın törpülemesiyle unutulmuş
insanlar.
Dillendirilse, yazıya dökülebilseler bir. İnsanların
silikleşen, sıradanlaştırılan, unutturulmaya çalışılan dünyalarını
renklendirecek, canlandıracak, erdemlerimizi, sorumluluklarımızı anımsatacak,
tekrar duyumsamamızı sağlayacak, yaşamlarımıza değer katacak, yeni anlamlar
yükleyecek öyküleri vardır her birinin.
Her nedense iddiasız, alçak gönüllü, ama gerçeğinde cümle aleme
duyurulası duruşlarından hasbel kader söz edilir.
Ne olursa olsun, bu adsız kahramanların ortak
özelliği, defteri çoktan dürülmüş, unutulmaya tutsak söylencelerin bir
yerlerinden bizlere muzipçe ama mutlaka bilgece: Ne haber? Bilmeseniz de, tanımasanız da ben
buradayım. Vefasızlığınızı, umursamazlığınızı, unutkanlıklarınızı hayretle
izliyorum, dercesine göz kırpmasıdır.
Ortak yazgılarıysa kurtulamadıkları sonları, yaşamları gibi, hep kendi başlarına ıpıssız, buruk, yaralı, kederli ve yaslı oluşlarıdır. Bu suskun, ezik, bir o kadar da onurlu insanları son anlarına dek, karaçalı örneği terk etmeyen sonsuz ve umarsız acıları, hüzünleri ve kahreden unutulmuşluklarıdır.
Aleksandr Nikola Büyükvafiadis de futbol tarihinin
talihsiz, kimsesiz ve çilekeş, yalnız ama bir o kadar gururlu, değişik
dinlerden, kültürlerden, asırlar boyu kız alıp kız verdiğimiz ülkem
insanlarından birisidir. O, birçokları gibi hak ettiği saygınlığı görmemiş,
olması gereken yerde üretken, verimli olamamış, yaşamını capcanlı, rengarenk,
doyuncaya, oh be deyinceye sürdürememiş sayısız yeşil saha emekçilerinden
sadece birisidir.
* * *
Genç Nikola, keskin bir bıçak gibi kesip atan kuru
ayazın, insanların soluğunu sıcak aş geçmeyen boğazlarına tıktığı bir akşam
vakti, diz boyu karda bata çıka, yenice uyuşmaya başlamış ayaklarını tutarak,
aşılması gereken yolu geçmeye çalışırken, yaşamının henüz yirmi birinci yaşına
rastlayan delikanlı günlerindedir.
Soluk soluğaydı; terliyordu da bir yandan.
Terine karışmış sulu sepkenden ıslanmış,
sırılsıklam olmuş haki renkten fanilasının üzerine giydiği ince asker tulumu,
bedeninde eğreti, omuzlarına atılıvermiş gibi duruyordu. Ay ışığının balkıdığı kar beyazında, canı
dişinde, güç bela tırmanıp çıktığı her hırçın tepenin başında soluklanmaya,
kendine gelmeye çalışırken, kim bilir kaç kez daralarak, çıkarıp üzerindekileri
fırlatıp atacak olmuştu.
Ardında bıraktığı uçsuz bucaksız sessizlik, garip
ürpertiler, kimsesizlik duyguları uyandırıyordu insanda. Karadeniz’in kuzey
rüzgarlarının getirdiği keskin yakıcı soğuk, yılansı soğuk devinimlerle
organlarının en uzak dokularındaydı.
Üşümekle ürpermek duygusu, titredikçe gelen korku
ve endişe birbiri ile örtüşen tekin olmayan durumlardandı.
Üşüdükçe, bir an delikanlılığının sonsuz gücünün
tılsımının sonu gelecek ve cesaretini yitirecek gibi oldu. Ne var ki,
ürpertilerine, korkularına teslim olacak yaşta değildi henüz. İlerlemeyi, yol
almayı güçbela da olsa tıkanarak, hırsla sürdürdü.
En son soluklandığı karlı tepedeki düzlüğün orta yerinde, içindeki küçük Nikola’nın iç çekişi duyuldu. Ve üzerlerine yürüdüğü karlı tepelerin soğuk yüzleri aralandı… Kabuğuna basılarak sığınağına zarar verilen bir canlı kendisini nasıl hissederse, onun da duyumsadığı aynı benzer ezik, yıkık şeylerdi. Uzayıp giden sarp yolun belirsizliği ve acımasızlığı, sporcu bedeninin beyni ve iradesi ile olan bağlarını sabırla, inatla ve ağır ağır zayıflatan, koparan sert, keskin bir cisimdi. Kar, pusuda sinsi bir hayaletti.
Ayağındaki asker potinleri acınası haldeydi; her
adımda, her kara gömülüşlerinde biraz daha su alıyordu aralanmış burun
uçlarından. Birinin lastik topuğu, karşı oyuncuların “geçilmez” denilen
savunmasını, tribünleri dolduranlardan birçoğunun izlemekte zorlandığı, ince beden
hareketleri, ayaklarının usta ve de kıvrak çalımları ile yarıp geçtikten,
ardından ortalığı bir anda karıştıran o akıl almaz golü attıktan hemen sonra
düşmüştü.
Söz dinlemez bir karaçalı terden ve sulusepken
kardan sırılsıklam olmuş ince asker tulumunun sol yanını inatla koparıp
aldığında, canı yandığında biraz kendine gelir gibi oldu. O an durdu. Azıcık soluklanması, yeniden eski
gücünü kazanması içindi.
Son golden sonra coşup ayaklanan insanların sel
olup akmasıyla, o insan selinin akıl almaz uğultusuyla biten final maçının sonrasında
neler olmuştu? Şimdi, şu dağın başında neler
oluyordu?
İnsanın bakmaya cesaret edemeyeceği simsiyah
uçurumlarla dolu bir kanyona baş aşağı atlamaya benzeyen bir durumdu, orada yaşadığı.
* * *
Boğazındaki yanma ve karın boşluğuna on dakika
önce saplanmış insafsız sancı ile hızı kesile kesile, duraksaya duraksaya
ilerliyordu.
Daha bir saat önce mahalle arkadaşlarını, yedek
kulübesindeki oyuncuları, kulüp yöneticilerini ve yüzlerce izleyiciyi hop
oturtup hop kaldırtan usta ayaklar şimdi su içindeydi. Tabanları kabarmış, ayak
parmakları pörsümüştü.
* * *
Daha biraz öncesiydi, omuzlardaydı. Rakip defansından,
o günlerin dillere yerleşmiş deyişi ile “Manita” hareketleri sayesinde
sıyrılarak, yükselip attığı kafa ile takımına, taraftarlarına ve yöneticilere
hediye ettiği golün ardından nasıl da mutluydu.
Aleksandr Nikola Büyükvafiadis, kulaklarında içini
daraltan, tribünleri sarsan müthiş uğultu, yüzünde pembe çocuksu utangaçlıkla,
maç öncesinde, maçın da çok, çok öncesinde olduğu gibi alabildiğine sakin,
alçak gönüllüydü. Stadyum, tribünlerden gelen taraftarların kesilmeyen
tezahüratları ile yıkılırken, coşkunun, eğlencenin renklerini görmez, duymaz olmuştu. Duymuyordu.
Söz vermişti ya. Sözünde durmuştu işte.
Bir söz daha vermişti; hava kararmadan birliğinde
olacak, komutanlarına akşam tekmilini verecekti. Böylece onlara karşı mahcup
olmayacaktı.
Askerlik yaptığı ikmal birliğinde görev yapan kıdemli
yüzbaşı Muhittin Şahinbaş eşine ender rastlanan bir futbol ve Galatasaray
sevdalısıydı.
Ona rica edilmiş, yüzbaşı da Boduri için akşam
birliğine geri dönmek koşulu ile bağlı olduğu komutandan izin belgesini
koparmıştı. Kendini bildi bileli topa meraklı sıska, bodur asker sevinç içinde
maça yetişme telaşından, içinde basit fanilası, üzerinde çok da koruyucu
olmayan asker tulumuyla son anda yakaladığı treni kaçırmak istemez gibi
ayrılmıştı oradan.
Yol boyunca aralıksız damlara, ağaçlara, parklara
yağan karı, kaldırımlarda yığın yapılmış kar kümelerini, koşuşan insanları,
çatı altlarında titreyen kuşları taramıştı dalgın ve çocuk gözleri.
Sulusepken yağan kar, heyecanlı doksan dakika
boyunca da sürecek, bir an olsun hız
kesmeyecekti.
Karşılaşmanın bitiminde, soyunma odasında
geçirdiği kısa süreli titreme nöbetine karşın, zafer kazanmış şampiyon profili
seçeneksizliği dayatıyor, onu güçlü olmaya, yılmaz, yıkılmaz görünmeye
zorluyordu. “Hazır ısınmış adaleleriyle
zorlanmadan geri dönebilirdi.” Böyle demişti
oradakilere.
Az önce gelen üşüme, önce içinin sonrasında dalga
dalga tüm bedeninin titremesi, sonun başlangıcına işaret eden üzeri örtülü bir
iletiydi. Ne acı ki, o an, ne o ne orada
bulunan yöneticiler dahil hiç kimse bunun ayırtında olacak durumda değildi.
Alanın dört bir yanını yenginin yarattığı coşku,
göz gözü görmeyen, kulakları sağır eden çılgınca ve kontrol edilemeyen bir
şamata sarmıştı.
İşlerini görmek -izin koparmak- için, daha sabahın
köründe karavana dağıtımından önce komutan karşısında el pençe divan duran
kulüp yöneticileri, zıvanadan çıkmış, gürleyen, zapt edilemeyen taraftar
denizinin ortasında kendilerinden geçmişti.
Onlar için aslolan maçın alınmış oluşuydu. Artık gelecek sezonda da aynı kümede kalmanın
ezikliğini yaşamayacaklardı.
* * *
Boyunun kısalığından futbol camiasında “Boduri” lakabı takılmıştı. Yaşanılan o günlerde yerinin doldurulamayacağı herkesçe biliniyordu. Kıskanılacak derecede yetenekli, azimli, ele avuca sığmayan, hareketli ama sıska bir topçuydu.
Oynadığı mahalle takımını dikkate almazsak ilk
kayda değer resmi futbol yaşamı Beyoğluspor’da başlamıştı. “Manita” sözcüğü
olarak futbol sevdalılarının dillerine yerleşmesini sağladığı, zarif ayak
oyunları ile oynadığı her maçta çizdiği muhteşem tablolar görülmeye değerdi.
Nice maçlar, bodur ve sıska bedeninin iki ayağındaki ustalık, zarif beden ve de
ayak çalımları ile rakip oyuncuları saf dışı edişi zevkle izlendi. Öyle ki,
rakip tribün bile maçla birlikte onun kıvrak hareketlerini izlemek için maça
geliyordu. Becerikliliği ona rahat bir futbol oynama olanağı verdiği kadar,
takımının da gole gitmesinin yollarını açıyordu.
Gün boyu; özellikle de maç sırasında sulu kar yağışı ile
yaşamı güçleştiren hava, Nikola’nın “Hali hazırda ısınmış adalelerimle geri
dönebilirim” dediği saatte kuru bir ayaza dönmüştü. Bunu, Kilyos yollarında
yürüdüğü saatlerde anladığında artık çok geç olacaktı.
Yeşil alanda meşin yuvarlağı gönlünce ve
dilediğince evirip çeviren, istediği yöne, dilediği noktaya gönderen ayaklarına
söz geçmiyordu artık.
Küçük Nikola tıpkı babasıydı. Baba Büyükvafiadis
Karaköy’deydi. Zahmet edilip
gidildiğinde piyasada bulunmayacağınız, artık üretimi yapılmayan birçok eşyayı
rahatlıkla bulabileceğiniz, ünlenmiş bir
eskici dükkanı çalıştırıyordu. Borcunu da, sözünü de kesinlikle sektirmeyen,
sabah olduğunda önceki gün iddialaştıkları, tartıştıkları konularda yüzde yüz
haklı çıkan, geceler boyu yaptığı ince, detaylı ticari hesapları ve dahi
yuvarlak çerçeveli, kalın camlı
gözlükleriyle tipik Rum esnafıydı. En sıkı pazarlıklarda, en çekilmez
müşterilerin hiç de adil ve dahi etik olmayan fiyat üstelemelerinde, ara sıra
da olsa karşılaştığı ödeme güçlüklerinde soğukkanlılığını yitirdiği, hangi
koşulda olursa olsun meslek etiğinden uzaklaştığı ve efendiliğini bozduğu
görülmemiştir.
Sergilediği ve dostlarının müşterilerinin alçak gönüllülükle beğenisine sunduğu giysilerin, sattığı eski eşyaların yanında bir de günlük sinekkaydı tıraşına bakacak olduğunuzda, ona eskici, eskici esnafı demekte ikirciklenirdiniz. Haklı olarak ona, inandığı, yaşattığı değerler konusunda patavatsızlık, haksızlık yapıldığı, yapılmış olabileceği kaygısına kapılmanız, tam da bu yüzdendir.
Temiz raflarda özenle düzenlenip dizilmiş ya da
tezgahların üzerine açılmış eski, atılmış giysilerin, artık üretilmediği için bulunmayan kumaşların
tümü, abartısız üzerindekiler kadar özenle yıkanmış ve kızgın kömür ütüsünden
nasibini almıştır.
İnsan soyunun gözden kaçırdığı belki
duyarsızlığından, belki iflah olmaz
değer bilmezliğinden atladığı insan yaşamının bazı küçük ama can alıcı
ayrıntıları olmalı. Usta yazarların eserlerinde, dizelerinin aralarına
sıkıştırıp ustaca gizlenmiş kimi bazı özel iletiler içeren anlatımları gibi.
Kuşkusuz buradaki ayrıntılar baba Büyükvafiadis’in
yaşam karşısında duruşunda, insana ve olaylara bakış açısında gizliydi.
Çarşıdaki diğer Yahudi, Rum ve Ermeni esnafı dostları gibi, yaşamı boyunca ince
esprileri küçük ayrıntılarda bulan ve orada gizlenen değerleri, erdemleri hiç
atlamamıştır.
Bir ırkın üstünlüğünü, bir etnik kimliğin
ayrıcalıklarını, bir insanın dünyaya bedel olduğunu ve o insanın dünyaya asker
olarak doğduğunu(!), sevgiden, hoşgörüden habersiz savunanların, ticarette
yaptıklarına, insan içinde düştükleri durumlara, onca düzenbazlıklarına, iki yüzlülüklerine bakıldığında, onun
‘azınlık’ olarak hor görülen bir insan olarak yalandan korktuğu kadar yılandan
korkmamasına şaşmamak gerek.
Durum bu denli naif olunca, yaşamında pişmanlık
duyduğu hiçbir kararı, “keşke” diyebileceği hiçbir olayı, yüz kızartıcı ilişkisi,
pazarlığı, alış verişi yoktur. Olamaz.
İnandığından, sevdiğinden, saydığından ayrı/aykırı
düştüğü, yaşananlardan, olup bitenlerden sonra dönüp arkasına baktığı
görülmemiştir. Eğilip bükülmeden, el etek öpmeden dosdoğru gidilen, asla
yalanmadan dolanmadan yaşanan, sıradan ancak onurlu bir yaşamdır onunkisi.
Aleksandr Nikola’nın, namı diğer Boduri’nin
yürüdüğü yol da, önü sıra giden baba Büyükvafiadis’in ayak izlerine bakarak
yürüdüğü yoldur. Bu yol, titiz ve onurlu
esnaflığın yaşam felsefesinin gelir.
Küçük Nikola da, Balat’taki fakirhaneden Karaköy’e, eskici dükkanına gidip gelirken, çukura/ çamura basmadan, çıkmazlara sapmadan hep aynı ayak izlerinin üzerinden aynı değişmeyen ve kararlı adımlarla geçiyordu. Her sabah tarihi Tünel yönünden Karaköy’e doğru kendini bırakıverdiğinde, karşısına dikilen yaşlı kuleye bakıyordu uzun uzun. Şimdilerde, hökümet kararı ile rantçı anlayışın kar emellerine terk edilen bin beş yüz yıllık tarihi kuleye.
Upuzun zorlu zamanlara, gelgeç saltanatlara,
egemenliklere meydan okuduğundan alımlıydı, heybetliydi kule, doğrusu göz
kamaştırıyordu. Çocuk gözlerinde büyük, erişilmez ve muhteşem bir duruşu vardı.
Galata’ydı.
Öykünerek, gıptayla bakılasıydı. Küçük Nikola
Aleksandr da öyle olmalı, parmakla gösterilmeli, imrenilmeliydi. Göz
kamaştırmalıydı. Yaşıtlarının uykularını süsleyen, top çelinen, top çevrilen Fenerbahçe çayırında çekişmeli
maçlar sonrası omuzlarda taşınan büyük ve ulaşılmaz futbolcular gibi…
Her sabah Tünelin hemen ötesinde, ezberlediği o
sokağın başına geldiğinde bir şey hiç değişmedi. Her defasında, egemenlere, zamana direnen
yaşlı kule yolunu kesti, olanca heybeti ile ona yenilmezliğini, usanmadan baş
eğmezliğini gösterdi. O da, hep aynı
şeyi, seçkin, yenilmez ve ulaşılmaz olmayı diledi. Nikola da neden örnek alınmasın, özenilen
seçkin futbolculardan neden olmasındı?
Yoksul Balat’ın yoksul çocukları, neden salkım saçak peşine takılmasındı?
İşyerlerinin, kahvehanelerin önünden geçtiğinde, insanlar onu göz ucuyla,
merakla kıskanarak süzerken, aralarında, usulca birbirlerinin kulaklarına
eğilerek “ İşte bu çocuk, o çocuk…
Eskici’nin küçük oğlu” demeliydi. “Ne
çalımcı, ne oyuncu ama, muhteşem golcü vesselam…”
Ayakkabılarının incelmiş yanlarından, kimi yerlerinden
delinmiş tabanlarından yaşlı Arnavut kaldırım taşlarının ürperten soğukluğu
geliyordu.
Yaşlı kule de yalnızdı. Yalnız. Mağrur ve de ulaşılmazdı.
* * *
Kuru ayaz yamandı, diz boyu kar yıldırıcı, dinden
imandan anlamazdı.
Doksan dakika boyunca kontrol etmenin ötesinde, hatta
ve hatta birden fazla maç için kullanabileceği soluğunu artık denetleyemiyordu.
Her ne olursa olsun sırtında tomurcuklanıp oradan beline doğru ilerleyen ter
damlaları soğumamalıydı.
* * *
Değişmez kuraldı ve dahi “tecrübe ile sabit”ti. Hız kesmek, geride kalmak, hemen az ötedeki şansı, utkuyu yitirmek, topu kaptırmak demekti.
Maça asılmak, emek vermek, pes etmemek yenginin
koşulu, başarmakla eş anlamlıydı. Başarmak gerekti. Zora asılmalı, emek
vermeliydi.
* * *
Soğuk berbattı.
Amansız, sonu karanlık bir hastalık, bıktıran, kök
söktüren bir amansız bir ölümcül virüs, bir karaçalı illet gibi iliklerindeydi.
Arsız, hoyrat bir düşman gibi yerleştiğini duyumsuyordu bedenine.
* * *
Çocuktu.
Her çocuk gibi, o da oyunu seviyordu. Yoluna çıkan
küçük taş parçalarının her birine hak
geçirmeksizin, dengeli ve dikkatli tekmeler atıyordu.
O çocuk ayaklarla yön bulan minik taşlar bir kez
olsun ters yöne gitmemiş, hedeflendikleri çukurlara, köşelere sıralarını
gözeterek, bir bir yerleşmişlerdi. Çocuk elbette ayırtında değildi doğuştan
yeteneğinin.
Zaman geçti.
Ayağında evrilip çevrilen, meraklıların izlemekte
zorlandığı devinimler yapan meşin yuvarlak, zamanla giderek sıska bedeniyle
bütünleşirken, o sadece işin spor yanıyla ilgiliydi. Sürdüğü ve de peşine
takıldığı top, tozlu sahalarda eğlenceli bir oyun, hatta oyunun bir parçasıydı. Oysa ne çok yaşıtı vardı, antremanlara canla başla katılan, hocalarının bir
dediğini iki etmeyen. İyi bir “topçu”
olmak, topun, oyun alanının, çekişmeli karşılaşmaların hakkını vermek, değersiz
antreman maçlarında da olsa oynamak zor işti. Çok çalışmak, antremanları
aksatmamak gerekti.
Onun yeteneğini keşfetmek mahalle takımının
çalıştırıcısına düşecekti. Adam, futbol dünyasının sürprizleri olan yeni, genç
yetenekleri başkalarından önce keşfetmesini seven, bundan da keyif almasını
bilen biriydi.
Bu yüzdendir ki, Nikola ile ilgili özel çabası, herkesten önce gördüğü şaşırtıcı yeteneği, aç kurtlar gibi yeni “yıldızlar”ın yolunu gözleyen futbol camiasına önceden duyurmaktan öte, bu gizli yeteneğin iddialı bir maç esnasında, sürpriz bir biçimde inci bir kolye gibi yeşil sahalara saçılıp dağılmasını sağlamak, bunun da doyasıya tadını çıkarmaktı.
İlk gençliğinin pembe mutlu günlerini yaşayan boysuz, yeni yetme bir delikanlıydı artık. Çıraklık günleri de çocukluğu gibi gerilerde kalmıştı.
Nikola, pürüzsüz, tertemiz yüzünü çocuksu bir
utangaçlıkla gizleyen sakin, alçak gönüllü bir delikanlıydı.
Bacakları kısa ama güçlüydü. Onlara tertemiz bir
yürek, ışıl ışıl bir zeka yön veriyordu.
Bodurdu.
Bodur biri oluşu, Boduri takma adının kolayca,
itirazsız benimsenmesinin nedeniydi. Küt ve adaleli bacaklarında bulunan
ayakları, meraklılarının izlemekte zorlandığı, gözlerine inanamadıkları kıvrak
ilginç hareketler yapıyordu. Boduri, kıskanılacak kadar yetenekli, azimli, ele avuca
sığmayan, hareketli bir topçuydu.
Top koşturduğu dönemde, sonrasını izleyen yıllarda
insanı şaşkına çeviren bir çabayla, kararlılıkla dağıttığı karşı takım
savunmasını geçtikten sonra, filelerle buluşmayı sağlayacak anın son şutunu
yanı başında koşan takım arkadaşına ikram eden, başka bir deyişle gol
bağışlayan bir başka futbolcuya rastlanılmamıştır.
* * *
Stadyum, tribünlerden gelen taraftarların
kesilmeyen sevgi gösterilerinin coşkusu ile sarsılırken, Boduri’nin yüreğinde
bitimsiz dinginlik, kulaklarında ıssızlık vardı. Soluk soluğaydı, terliyordu da
bir yandan. İnsanlar onu omuzlarından
indirdikleri anda unutmuşlardı.
Her şey ne kadar da hızlı biçimde geride
kalıyordu.
Yağmur yüzünden salonda yaptıkları çalışmalarda,
topu raket gibi kullandığı ayaklarıyla -eliyle atar gibi- basket potasından
geçirdiği anları anımsadı. Şimdi o ayaklardan eser yoktu, yaşamının ona ait
olmayanlar bölümüne geçmiş, onu bu çetin yolculukta, yarı yolda bırakacak
gibiydiler. En basit adımların bile üstesinden gelmekten ıslak ve umarsız,
yenik ve duyarsızdılar.
Kabullenilmesi, insanın içine sindirmesi feci bir durumdu yaşadığı. Rakip filelere yaklaşmışken, futbolcu düşlerinden eksik olmayan gol zevkini, hanidir yanı başında koşan takım arkadaşına sunarak insanları mest eden o eşsiz “raketlere” ne olmuştu? Maçın sonu muydu? Önce o raketler hareketsiz kalacaklardı, ardından bedeninin diğer organları… Bu gerçeği önlemek için fazla bir gücünün kalmadığını duyumsadı.
Göğsü daralmıştı. Birkaç adım sonra tıkanacaktı.
Kuru ayaz yamandı.
Ne yapsa soluğunu denetleyemiyordu. Fanilasının
artık kabul etmediği, sırtında tomurcuklanıp oradan beline, kuyruk sokumuna
yuvarlanan ter damlaları soğumamalıydı. Değişmez kuralı içinden yinelemeye
çalıştı; hız kesmek geride kalmak, yenilgiyi ören adımlardı. Geride kalmak
demek az ötenizde duran başarıyı yitirmek, topu kaptırmak demekti. Asla pes
etmemek, emek vermek, “maça asılmak” yenginin koşuluydu.
Soğuk berbattı.
Ölümcül bir hastalık, amansız bir illet gibi
iliklerindeydi. Arsızca ve sinsice yerleştiğini duyumsuyordu bedenine. Genç
başının üzerinde gümüş bir sini gibi asılı duruyordu dolunay. Kurşuni aydınlıkta
derin, ürperten bir sessizlik.
* * *
Böyle bir dolunay aydınlığında, Fenerbahçe
çayırında açık farkla yendikleri Rum takımının oyuncuları, zerre kadar bir
yenilgi duygusallığının kısır döngüsüne düşmeden, ulusalcı- fanatik
takıntılardan, milliyetçi kasılmalardan, reflekslerden uzak, insanların şaşkına
çeviren barış ve kardeşlik coşkusu ile onu “Zito Mikro” diye omuzlarına almamış
mıydı?
Beyaz örtü sabır ve sınır tanımıyordu.
Her şeye karşın, ay ışığında şaşılacak denli canlı
ve soğukkanlıydı Boduri. Ayaz, Kilyos
sırtlarını, varoşların teneke evlerinde uyumaya çalışan yoksul bedenleri
titretirken, uzayıp giden fundalık içinde kendini yitirdiğinin ayırtında bile
değildi.
Yine de önüne apansız çıkan karaçalılıklardan sıkı
futbolcu çevikliği ile kurtulmayı beceriyordu.
Kül rengi hava, geride kalan her tepeyle ağırlaşıp
içinden çıkılmaz bir karanlığa evrilirken ay da küstü ona. Önce ayakları teslim oldu, ardından yorgun
bedeni.
O yıllarda tıp biliminin, tıbbi donanımın
yetersizliği, ilaç yokluğu nedeni ile zatürre ölümcül, beter bir hastalıktı. “Çift taraflı” yakalananlarınsa hemen hiç şansı yoktu.
Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’nin havuzlu bahçeye bakan göğüs hastalıkları bölümünün ikinci koğuşu, yoksulluğun, vefasızlığın ve dahi kimsesizliğin insanı kedere boğan izbe, hüzünlü mekanlarındandır.
Boduri’nin yalnızlıklar içindeki yaşamı böylesi
bir kuytulukta son buldu.
Hasan Oğuz Bilgen, Ekim 2000, Osmangazi Fen İşleri
Şantiyesi.
Güncelleme 13/Ağustos/ 2020, Alaybey-Bahariye
Haber Tarihi: 18/02/2012
Haber Editörü: Özgür Medya
Haber Kaynağı: Özel
++ Ozgur Medya ++
Sitede yer alan yazılar
yazarlarını bağlar.
Site yönetimi yasal sorumlu
değildir.
Telif
Hakları Yasası'nca korunur.