1 Nisan 2024 Pazartesi

ÇÜRÜMÜŞ KURULU DÜZENİN SEÇİM HAYHUYUNDA AYKIRI BİR YAZI DİLİ.


KURULU DÜZENİN SEÇİM HAYHUYUNDA AYKIRI BİR YAZI DİLİ.

Öyle olmuş, hep öyle olacaktır… Ta ki sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir yeryüzünün şafağına dek.  Ta ki, ezeli açlar ordularının sonsuz tokluk, sonsuz adalet koşullarında yaşayacağı, bayram havasındaki dil dil, ırk ırk, renk renk günlere dek. Her koşulda ve her coğrafyada, sınıflı toplumdan bu güne büyük insanlığın ortaklaştığı derin derdidir; acı ve ölüm. Haklı olarak ozan isyan edip soracaktır; “Ölüm hep bize mi düşer usta ?”

“Bir günde bir kadın” değil.. Son günlerde “Bir günde iki kadın”, hem de evli oldukları (erkekliklerini yer göğe sığdıramadıkları) adamlar tarafından katledilecektir. Gerçek şaşmaz, hep böyle olmuştur. Ölüm kanını ve nefretini, hep itaat/ biat etmeyen, hayatı akıl ve bilimle sorgulayan, aykırı, muhalif ve “öteki” insanın üzerine kusmuştur.

İspanyol paçalı, uzun favorili ağabey ya da kadife pantolonlu atkuyruklu üniversiteli kız fakülte yolunda… Sadece boş saatlerini değil, yaşamını devrime vermiş bir devrimci, eylem adımları ile geçtiği sokağın bir kuytuluğunda, tamamen yasal ve legal bir kurşunla… Ekmeğinin ve çocuklarının geleceğinin derdinden başka bir derdi olmayan bir grevci işçi, amansız bir ayaz gününde grev ateşinin başında vurulur.

*  *  *

Düşen yıldırımları, kayan yıldızları, devletin sopasından, kılıcından fırsat buldukça bize duyuran, anımsatan gözü pek yazılı basındaki “anma” ilanlarıdır. O duyurular ki, genellikle kısa öz ve siyah beyazdır. Süslü söz etmekten ve güzelleme yapmaktan sakınır gibidirler.

O duyarlı, cesur yürek gazetelerde çıkan anımsatmaların tamamını okumadan ve de satır aralarında anlatılmak istenen naif ve derin hikayeyi duyumsamadan geçtiğimiz çok olmuştur. Dahası, okumuş olsak da, bir ajitasyon konusu ve bir slogan metni gibi kanıksayıp unutmuşuzdur. Ne ki, o siyah beyaz fotoğraftaki gencin otuzlu yaşını yaşayamamış bir çift hüzünlü gözü, geçmişini henüz unutmamışlarımızın belleğini asla terk etmez. Hala devrimciyim diyenin içine işleyen, o vesikalıklardaki yüzler her daim bulanık, buğulu ve hüzünbazdırlar.

Kimi kez de, hep suskun ve ezik bakışlı, gömleğimizi parkamızı paylaştığımız Diyarbakır'lı Davut gibi, -resmi bulunamadığından- sadece bir kırmızı karanfil sembolünden ibarettirler. 

*  *  *

Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulu dostluğu nasıl bir bağlılık, nasıl bir sevgidir? Israrla, inatla ve cesurca verdikleri anma ilanlarına bakılacak olursa, sıradan insanın anlayamayacağı ve dahi kökleri epeyce eskiye giden bir kadim yoldaşlıktır. Tıpkı ODTÜ geleneği, SBF belleği gibi...

Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulu yoldaşlığı asla unutmamanın, sevgiyi ve belleği sürdürmenin, yani vefanın adıdır. “Geçmişimiz ve anılarımız belleklerimizin bekçisidir.” diyen ve inatla unutmamayı, unutturmamayı yeğleyen, hala bir yerlerde yaşayan, hala birileri var besbelli. O Galatasaray’lılar asla unutmazlar. Ve o acıların, ölümlerin günleri, o kahırlı günlerin yıl dönümleri geldiğinde gözlerimizin önüne koyar ısrarla anımsatırlar.

 *  *  *

Kocaman yakalı, sert duruşlu ama hoşsohbet, sabır küpü, ortalıkta az görünen, az konuşan, konuştuğunda gürleyen, kimi arkadaşlarımızın deyimi ile bazıları da “soğuk nevale”dirler. Onlar, eksikleri kusurları, şakaları, takılmaları, mangal yürekleri ile bizim arkadaşlarımızdır. Kendi geleceklerini ve de dev bol sıfırlı banka cüzdanlarını düşünmeden, İbo’nun lal olup susup savunduğu ne varsa, hepsini sahiplenen bizim arkadaşlarımız…

Bazen Mete Atilla Ermutlu”dur. Ermutlu Kars’lı ve Galatasaray”lıdır. Tıpkı “Sinan Hoca” gibi, o da kendi örgütünün “hoca”sı, önderidir. Korkulan da o ki, bir İRA bir RAF üyesi gibi tehlikelidir! Ol nedenle bir Tupac Amaru yerlisi gibi görüldüğü yerde ortadan kaldırılmalıdır. Mete Atilla Ermutlu, sabahın erken bir vaktinde durdurulan Volkswagen arabasının içinde taranıp öldürüldüğünde silahsızdır.

Gazetedeki vesikalık fotoğraf bazen Ömer Ayna’dır.

1974 yılı. Diyarbakır, Balıkçılarbaşı… Melik Ahmet Mahallesi sakini, amca Ayna’nın çekinip sakındığından, bir harf değişikliği ile o eskimiş, dökülen otelinin adını Ayan Oteli yaptığı öğrenci otelindeyiz... Günlerdir sormak için fırsatını kolluyorum. Okul dönüşü bir gün, otel girişinde amcayı yalnız yakalıyorum. Elbette, yanıtı konusunda meraklandığım sorum geliyor: “Benim güzel amcam, Ayna ne oldu da Ayan oldu? Ayna bize bizi yansıtmaz mı? Bizi bize olduğumuz gibi göstermez mi? Ayan ne ki?”

Geçmişime dönüp baktığımda, pişmanlık duyduğum birkaç olaydan biridir. Keşke o soruyu sormaz olsaydım!  Kehribar tespihli, -çatpat Türkçe- ezik bakışlı, o babayiğit koskoca adam, nasıl da un ufak/ suspus olmuş, “kürsü” dedikleri oturduğu tabure üzerinde tespih böceğine dönmüştü... Hemen toparlanmış, gönlünü almak için elini öpmek istemiştim. Hiç unutmam; vermemişti. Bulutlanan yüzünün ayırtına varsam da, buğulanan gözlerini kaçırarak, kendinle konuşur gibi fısıltıyla mırıldanmıştı:

“Bu fakirhanede dilediğince kalasın. Günün geldiğinde borcunu sormadan, hesabını ödemeden gidesin. Bak, borcun morcun da yoktur bunu da bilesin.”

 *  *  *

Vesikalıklar bazı yıldönümlerinde Çiğdem kızı, Nesgis kızı olur. Unuttuğumuz çiçek kokularını, çiçek adlarını, şimdilerin hiçbir yeni yetmesine, hiçbir gencine nasip olmayan yoldaşlıklarımızı bize duyumsatır, anımsatır. Sözcüğün gerçek anlamı ile burnumuzun direğini sızlatır.

Gülen gözleri, baldan tatlı sözleriyle küheylan atlılarımız. Giyimlerine kuşandıklarına, üç numara tıraşlarına özendiklerimiz, öykündüklerimiz. İdol bellediğimiz. Ağabeylerimiz, ablalarımız, önderlerimiz, ustalarımız... Bir eylemde sıcak soluğunu hissettiğimiz. Hesapsız kitapsız sırtımızı, sırrımızı verdiğimiz. Yaşanmışlıklarımız. Anılarımız. 

Bilinç, bilgiyle kazanılmış derin bir uyanıklılık durumuysa, siyasal inatçılığımız ve ödünsüzlüğümüz de değerlerimizden ve de ideolojik geleneğimizden gelen kararlılığımızdan başka bir şey değildir. Bizim, şakayla karışık "hala elli yıl öncesinde yaşadığımızı" söyleyen, mahallemizin ağır abisi!... Sen Töb-Der'de gösterdiğin kararlılığı, yaşadığın yaşattığın ruhu unuttuğunda, sende, mutfağındaki tuz ruhundan başka hangi ruh kalır?

Öyle lafın gelişinden, fiyakalı laf olsun diye hiç değil!.. Esastan kıssadan hisse: "Aşk olsun" denir, aşk olur. Seven de söven de pekala bilir; andımız olur. Anlayan da elbette anlayacaktır; ahdimiz olur.

Yazı Kurulu'ndan. 30.03.1974. Balıkçılarbaşı, Ayan Oteli.


18 Mart 2024 Pazartesi

ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜNDE ERKAN’IN BAHÇESİNİ DE GÖRMEK ( 3 - SON )

ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜNDE ERKAN’IN BAHÇESİNİ DE GÖRMEK ( 3 - SON )

*  *  *

ÜÇ KİTAP ÜÇ DÖNEM…

SOSYALİZMİN ABECE’Sİ (Leo HUBERMAN),  KAPİTALSİZ KAPİTALİSTLER (Harun KARADENİZ),  YAŞAMAK İÇİN SOSYALİZM  (Erkan BAŞ)  

*  *  *

Ortaokul yıllarında ‘Sosyalizmin Abecesi’ kitabı, Avrupa’yı kasıp kavuran aykırı ve muhalif rüzgarın ülkemize ulaşan işaret fişeğidir. Ondan da ötesi. Bir süre sallanıp ve üzerinde asılı kaldığı bölgeyi gündüze çeviren bir aydınlatma fişeği. Huberman’ın kitabı tam da bunu yaptı. Bitirme sınavlarına çalışan yeni yetme çocuğun sarı başının üzerinde asılı kaldı. L. Huberman, o güne dek hiçbir yerde duymadığı artı değer sömürüsünün nasıl, hangi yöntem ve araçlarla yapıldığını açıklıyordu.

Bununla da yetinmiyor. Sınıfsız, sömürüsüz, adil, eşit bir dünyanın mümkün olduğunu, yani sosyalizmi anlatıyordu. Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedrettin yoldaşı Börklüce Mustafa'nın deyişiyle:  “Açlar ordusuna kadermiş gibi belletilmeye çalışılan ezeli açlık düzeninin, bir gün, nasıl ebedi tokluk günlerine dönüşmeye mahkum olduğunu…”

 Aslında fişeği ateşleyen, saçı üç numara tıraşlı ("Deniz Gezmiş saçı" derdi) ODTÜ' lü gizemli devrimciydi. O günlerde adı pek dillendirilmediğinden şimdilerde adı sanı unutulan ağabey. Aydınlanmanın finalinde, yani o ince kitap pürdikkat okunup bittiğinde, idol bellenen Deniz Gezmiş traşlı abi kitaptan ona bazı sorular sordu. Neyse ki sorular çalıştığı yerden gelmişti. Yaşadığı heyecan ve de o heyecanın sonundaki sevinç, o günlerde hiçbir akranına nasip olmayan, olamayacak bir durumdu. Arkadaşlarından farkı buydu işte; okulu iki diploma ile bitirecekti… Kendisi ile "ne kadar övünse azdı". 

*  *  *

“Olaylı Yıllar ve Gençlik” yazarı ve önderlerinden Harun Abi'nin 'Kapitalsiz Kapitalistler' el yazması, 68 fırtınasının yeni yetmede yarattığı artçı şoklarında görev üstlenir. Basılması, tam da olması gereken zamandır. Kitaplaşmış halini, bu kez KTÜ Mimarlık’tan Mustafa ağabey getirip verecektir, taşra ilindeki heyecanlı liselilere.

Harun Karadeniz, bu halkı ve bu ülkeyi çok sevdi.  Ardı sıra yürümeye başlamış olan bizlere de çok sevdirdi. Sermayenin ve iktidarının esas gücünün üretim araçlarına sahip olmasından geldiğini bize anlattı: İşçi sınıfının ve emekçi halkın nasıl sömürüldüğünü, kapitalizmin nasıl vahşi ve adaletsiz olduğunu…Kısacası, L. Huberman' ın “A.B.C.” sini Türkiye gerçeğinde, çok kısa, öz ve çarpıcı bir yazı dili ile anlattı. Anladık da… (Bk.https://alibabadanmasallar.blogspot.com/2022/08/harun-karadenizin-kapitalsiz.html)

*  *  *

Ve, demokrasi/ insan hakları çıtasının daha da çok aşağılara düşemeyeceği, laiklik ilkesinin bundan daha fazla yerlerde sürünemeyeceği yıllar... 2020’ler. Onca soytarılığın, onca nobranlığın, onca çürümüş ve kokuşmuşluğun tam da ortalık yerinde adaletsiz ve güvencesiz bir gemide kürek çeker gibiyiz. 

Eski tüfekler, eski dostlar darılmasın. On yıllar var; kendimizden başka her şeyi, hemen herkesi eleştirdik: "Evim evim güzel evim; varsa yoksa kendi bahçemiz." 

Ne var ki, umut verici, güzel şeyler de olmuyor değil. Marks’ın "Burjuvazinin ahırı" dediği parlamentoda omurgalı duruşları, ödünsüz tutumları ile, kitabın orta yerinden, ezber bozan cesur sesler de yükselebiliyor. O kadarcık hakkımız olsun; hadi bir ironi yapalım:  Yetmez ama Evet!

"Dolar", "İhale" ve "Üç yerden, beş yerden maaş" deyince ağızlarının salyalarını tutamayan, yüzsüz, arsız ve gözü doymazlardan söz etmiyoruz burada. Erkan’ı, Sera’yı, Ahmet’i ve Can’ı konuşuyoruz. Seçilmiş olan ama siyasi rehin tutulan bir vekilden, komisyonlarındaki çakalları hop oturtup hop kaldırtan, bizim kız Sera’dan, Destici densizinin 'Alman Ajanı', 'Tito Artığı' diyebilme edepsizliğinde bulunduğu Erkan’dan… Onlar, an itibari müteahhitlere iki ayda 24 milyar lira ödenen, çiftçisinin ve emeklisinin ise avuçlarını yalamaya zorlandığı bir ülkede, meclis ahırının kürsüsünü hakkıyla değerlendiriyorlar. Her ne olursa olsun, asla kısmayı düşünmedikleri onurlu sesleriyle “Yağma yok! Umut var, Sosyalizm var.” diyorlar.

Dahası, Hatay’dan bir yürüyüş de başlattılar. “Yeri zamanıydı.”(!), “…değildi.” (!)  

Uzun ve çileli yürüyüşler, alçak gönüllü bir küçük adımla başlamıyor muydu? "Birlikte yürüyelim. Yürürken de konuşup tartışabiliriz ” demiyor muyduk?  Cesur yüreklerin bu gün, o “ahır” da olsun sokakta olsun yaptığı, bir yerden başlama ya da bir kavganın -yeni deyişle- güncellenmesi olarak da okunabilir.

Bir başka güncelleme de, ülkem insanının her kesimindeki, sevgili ülkemin her alanındaki yaşanan/ yaşatılan kırılmaların, yarılmaların ve de çelişkilerin sekiz sütuna manşet patlayan bir manifesto gibi, “Yaşamak İçin Sosyalizm” gözüyle, tıpkı Harun Karadeniz'in yaptığı gibi, herkesin anlayabileceği bir dille, kısa/ öz anlatılması idi:

Kitabın daha ilk sayfalarında, -işlevsel olarak- bir elli yıl önceki aydınlatma fişeğinin yine başınızın üzerinde asılı kaldığının,  bulunduğunuz yere ışık saçıp durduğunun ayırdına varıyorsunuz.

“Kapitalizmin normali köleliktir, fazlası değil. İşçilerin hak gaspı yaşamadığı...”, “Savaşların olmadığı, insanların ölmediği tek bir gün yok. Hiç unutmayalım ki, doğasında/ özünde iyi olan bir kapitalizm yok.”sf.27.  (SBF’den Mahir, sistemin bu iyi haline, özünde sürekli faşizmi ifade eden, ‘parlamenter faşizm’ demişti.)  “Bize ait olan her şeyi, patronlar bize satıyor.”sf.150  

Ülke gerçeğinin tüm detaylarını harmanlayıp  'Nato’ya, yabancı sermayenin hegemonyasına ve de özelleştirme karşıtı bir programa sahip olan, kamucu bir yönetimden, kamulaştırmadan söz eden bir tek düzen partisi var mı?' anlamına gelen bir sonuca varıyor Erkan, “Yaşamak İçin Sosyalizm” kitabında.

Sonrası mı? 

Sonrası, yazarın ve dahi okurun biraz da gelişmelerden umutlanmasına, enseyi karartmamasına, iyimserliğine ve komşunun bahçesini de görmesine, çokça da ayrı yönleri değil aynı yönleri önemseyen düş dünyasının gücüne kalmış:

Az ötede, asfalt yol üzerinde, yüzü kız yüzü ve çiçeği burnunda bir moto kurye yatıyor. Henüz on sekizinde bir genç. Ağzının kenarında baloncuklanan pembe, kanlı bir köpük. Gerçekleşmeyen düşlerine bakılırsa, çakır gözleri açık gidecek. Üç maymun yine, aynı söz aynı besteyle (aşırı hız/ hatalı sollama) diyecek... Sermaye düzeninin, patronların dinmeyen aşırı kar hırsına, kazanmayı en başa en öne koyan insan yaşamını öteleyen kayıtsızlığına yine teğet geçilecek.

Az ötede. Yol ortasında. Boylu boyunca. Öylece apaçık… İnşaat yeri, maden yeri ve kadın cinayetlerindeki gibi aleni.

Toplanan kalabalık kararlı adımlarla yaklaşan Erkan’a yol açıyor. Erkan geliyor, baş ucuna çömeliyor usulca. Henüz telaşı sona ermemiş, istem dışı devinimleri süren ve teri soğumamış delikanlı elleri avuçlarının içine alıyor. Sıcacık tutuyor. Eğilip tertemiz alnını öpüyor. Kısa bir süre susuyor. Sonra. Öyle kıyısından köşesinden, "Her şey güzel olacak" gibi yalandan, ucu açık değil. Oradakilerin tümünün duyabileceği bir ses tonu ile ve her birinin gözlerinin içine baka baka, kısa ve öz konuşuyor:

 “Arkadaşlar! Bu dünyada ” diyor, “Ezeli açların ebedi tokluğu yaşayacağı bir dünya mümkün. Geçmişin ve şimdinin eşitsizliğinden ve de adaletsizliğinden, sonsuz eşitliğe ve sürgit adalete birlikte yürüyeceğiz. Bizler, yoksul halkın öncüleri, emeğin dostları hep haklıydık, bu gün de haklıyız. Ve elbette biz kazanacağız. Yağma yok sosyalizm var.”  

Açık Mektup Editörü'nden, 18.03.2024, Ulamış-EKOKÖY


8 Mart 2024 Cuma


SEVGİLİ DOSTUM DANİELA KLETTE…

BERLİN ZİNDANINDA “8 MART GÜNÜN” KUTLU OLSUN.

Kapitalizmin parlamenter biçimlerinden, açık-askeri uygulama biçimlerine dek tüm diktatörlüklerinin "Özgürlük"; sadık bekçilerinin, çanak yalayıcılarının ve işbirlikçilerinin ise, "demokrasi havarisi" olarak ilan edildiği her vahşi ve zalim sistemde, yeryüzünde bedel ödeyen hemen her devrimci kendisini asla "mağdur" olarak değil, onur duyarak bizzat taraf olarak, muhatap olarak görmüştür.

Alman komünist Daniela Klette de, yoldaşı Ulrike Meinhof gibi işçi sınıfı tarafında yer alan vicdanlı birisi olduğundan, her koşulda faturayı halka kesen ve yoksullara vicdan sömürüsü yapan vicdansızlara karşı savaşmayı, isyan etmeyi, yetmedi "öfkeli olmayı" uygun bulmuştu.

Evet, Ulrike oldukça kızgındı. Bilimsel sosyo-ekonomik çözümlemeler, sonuçta bilimsel sosyalizmin öğretisi üzerinde yükselen sınıf kininden, son nefesine dek hiçbir şey yitirmedi.

Çünkü kapitalizmin kendisi de, devleti de vicdanlı değil, öfkeliydi. Hem de çok öfkeli… Hem de yeryüzünün her coğrafyasında, üstelik dünyayı sırtında taşıyan, çarklarını döndüren yoksullarına ve de onların emeğine karşı. Ulrike Meinhof'un kızgınlığıysa, anlaşılacağı üzere emek eksenli, yani sınıfsal temelli bir durum, bir gerçeklikti. Ne ki, elbette “öfke duymak” yetmeyecekti. Devrim için, halk için savaşmayana sosyalist denmezdi. Evrensel ilke bu değil miydi?

Ve… 1990’ lı yıllar. Almanya.

 “Önce siz ateş edin mösyö burjuvazi” diyen, Karl Marks’ın evrensel yöntem ve yaklaşımına uygunluk ve ayniyetle oluşturulan Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) ın politikleşmiş devrimci savaşının, piramitin tepesindeki sermayedarların uykularını kaçıran, sistemin kirli ve hoyrat yüzünü açığa çıkaran, kapitalizmin devlet cihazını hırçınlaştıran yangın günleri…

*  *  *

Elbette paranın saltanatı kanlı sermaye, bizim RAF’a, “Hoş geldin, buyur şöyle” demeyecekti. Mahir Çayan,“Bizim eylemlerimiz, oligarşinin kanlı yüzünü açığa çıkaracaktır ve faşizmin erken doğum yapmasını sağlayacaktır.” dememiş miydi?! Ülkemizde de öyle olmuştu, doğal olarak öyle olacaktı…

Baader-Meinhof Grubu olarak bilinen, 1970 de Andras Baader, Gudrum Ensslin, Horst Mahler ve Ulrike Meinhof tarafından kurulan, 70’li  90’lı yıllarda çok sayıda doğru devrimci eyleme imzasını atan RAF, 1998’ de kendini fesheder. 1972’de tutuklanan Andres Baader, 18 Eylül 1977’ de Stuttgart-Stammheim Cezaevi’ndeki tel kişilik hücresinde ensesinden vurularak katledilir. Yoldaşı Ulrike Meinhof ise, 9 Mayıs 1976’ da tecrit hücresinde intihar süsü verilerek öldürülür.

Örgütün diğer “üçüncü kuşak” çilekeş emekçileri olan Gabriela Klette, Staub ve Garweg on yıllardır yakalanamamıştı.

*  *  *

2024. Ege’nin bir kıyı kasabası. 90 yaşına ramak kalmış bir bilge adam. Rıdvan Gafuroğlu…

Hani şu, bir yazımızda uzunca sözünü ettiğimiz, Aşık İhsani’nin “Yat borusuna çevrilen radyo ve gazeteler” dediği basını kast ederek, “Be mankafalar!  Bir kez olsun, Bir Gün de şu Evrensel’e, Yeni Ülke’ye, TELE1'e bir dönüp bakın, gerçeği görün…” deyip, mahalle kahvehanesinin -celladına aşık olmuş- müdavimlerini paylayan, balıkçı eskisi yaşlı adam…

“Rıdvan Amca…” diyorum, “Otuz yıldır, devletin aradığı arkadaşımız Almanya’da yakalanmış!...”

“Otuz yıldır neredeymiş?” diyor, o hüzünlü, muhacir, boncuk mavisi gülümseyen gözleriyle… “Gelseydi Foça’ya… Sen tanıyorsun ya mesele yoktu.”

“Rıdvan Amcam, bu öyle böyle bir durum değil… Daniela, bir RAF’çıydı.”  İster istemez Nazım Usta’nın, 'Akrep gibisin kardeşim' dediği şiirini anımsıyorsunuz. İhbar edip yakalatan da o, sahip çıkan saklayan da o, anlamında... Yine ustanın “Topraktan öğrenen, kitapsız bilen” dediği insanlarından yaşlı adam sürdürüyor olanca saflığını:

“Ne rafı?  Senin marangoz atölyendeki...?” diyecek oluyor. 

Yiğidi öldür hakkını yeme, zeki adam Rıdvan amcam!  Bir koca çamı devirmek üzere olduğunun ayırtına varıyor ayak üzeri... Susuyor hemen.

*  *  *

Şairin “Ne zaman bir köy türküsü duysam, şairliğimden utanırım.” dediği yerde, bir bakıma da ortalık yerde kalakalmış gibisiniz o an. Ulrike, Daniela ve diğerleri adına yakalamaya çalışıyorum ellerini… Kaçırıyor. Öptürmüyor.

“Ah bir gelseydi fakirhaneme. Paylaşırdık aşı, ekmeği... Oralarda ne yer, ne içer? Nerede yatar?!” diyor, başka bir şey demiyor. Dalıp gidiyor. Berlin'e, Daniela'nın hücresine gitmediği kesin. 

Aklı fikri dağda. Yıllardır birlikte emek verdiğimiz, o iki koca kayanın arasından kaynayan pınarın başında saatler boyu yarenlik ettiğimiz o izbe, o kem gözlerden uzak zeytinliğinde.  


Açık Mektup. 08 Mart 2024. Ekşisu Dağı-Yeni Foça


18 Şubat 2024 Pazar

 




SÖZÜN ÖZÜ ve dahi ÖZETİ… BİRİ İLİÇ, DİĞERİ İLYİÇ.

İliç adını duyduğumuzda doğal olarak aklımıza, anavatanımızın çok güzel diyarlarından Erzincan’ın alımlı Fırat manzaralı, şirin ilçesi İliç gelir.

Anavatan… Onca cennet ili, beldesi ile;  yüzyıllardır kanı/ gözyaşı, cengi de düğünü de eksik olmayan, her bir karış toprağında acı/ kahır ekili anavatan… Yine de, Hoca Nasrettin’le az da olsa yüzü gülmüş, Yunus’la sevme, Bayburt'lu Zihni ile düşünme, Dadaloğlu ile coşma, Nazım’ la övünme ve de yarım kalmış anti-emperyalist Anadolu Devrim’i ile onur duyma şansına erişmiş biricik yurdumuz…    

*  *  *

Diğer benzer sözcük de, sınıf mücadelelerinin tarihi ile az çok ilgilenenlerimizin ikinci aklına gelir.

Henüz ortaokul sıralarında, özellikle de “Güvenlik Bilgisi” derslerinde “Beşinci Kol” kara propagandası ile, biz yeni yetmelere öcü gibi korku objesi yapılan Vladimir İlyiç Ulyanov’dan söz ediyoruz.  Sosyalist Ekim Devrimi'nin lideri, halkını söz/ karar sahibi yapan, sınıfsız ve sömürüsüz Sovyetler Birliği'nin kurucusundan…

Eşi Nadejda Krupskaya’nın ana dilimizde iki cilt halinde, “Krupskaya’nın Anıları” adı ile yayınlanan anlatısının bir yerinde:

Devlet başkanlığı maaşını hiç gereği yokken durduk yerde arttıran resmi kararı, ilgili komisyona, "Tekrar gözden geçirilmesi için" ve "ivedi" kaydı ile geri gönderen Lenin'in;  ayrıca, “Bu yanlış kararı kendisine bildiren sorumlu hükümet komiserinin eleştiri ve uyarı içeriğinde ivedi olarak soruşturulması isteminde bulunduğundan” söz eder. 

Yani, o bilinen adıyla Lenin... Ömrü yetseydi de, şimdilerde kamudan 5-6 maaş alma utanmazlığını gösteren ar damarı çatlamış arsızları tanıma talihsizliğine erişebilseydi eğer?  Ya da… Salt, servet/ rant uğruna, yerin altını maden, üzerini de kupon arazi gören Saray anlayışının son marifetinin, bizim İliç’te, bilinebilen sayısı ile dokuz işçiyi ani, yeryüzünü de ağır ağır gelen yavaş bir ölüme terk edişini bir görebilseydi?  Bu ceberut anlayışın yüzsüzlüğü karşısında donup kalır mıydı?

Tekelci Kapitalizmin II.nci Paylaşım Savaşı’nı izleyen, emperyalizm olgusunun geri bıraktırılmış ülkeler için içsel olgu durumuna dönüştüğü Yeni Sömürgecilik dönemi, sömürge tipi vahşi madencilik günlerinin uygulamalarından ayırt edilemiyor.

Soyluluk unvanını, emeğin sömürülmesini yasaklayan, herkesi yasa önünde eşit sayan, günlük çalışma süresini sekiz saate, yedi saate indiren, çocuk işçiliği men eden, çalışanlara, kadınlara, çalışamayacak durumda olan hastalara ve yaşlılara sosyal güvence sağlayan, hafta sonlarını tatil ilan eden, çağdaş-bilimsel-parasız eğitimi, devlet güvenceli sağlığı, barınma ve yıllık tatil hakkını esas alan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği…

Çökertilip dağıtıldığında kına yakan barbarlıkla, Çernobil sonrası televizyon ekranlarında utanmazca çay höpürdeten ve bu gün İliç İnsan ve Doğa Katliamı sonrası gazeteciyle maske konusunda dalga geçen küstahlık, aynı neo liberal çürüme ve kokuşmuşluğun sürmesi, giderek yüzsüzleşmesi/ vahşileşmesi değil midir?. Bir çoğumuzun önemsemeyip es geçebileceği, aralarında neredeyse kırk yıl olan bu iki densizlik,  "Kapitalizmin 45'lerden sonra sürekli bir bunalıma girdiğini, bu gerçeklikle paralel olarak, faşizmin -açık ya da gizli- kendi kısır döngüsü içinde kurumsallaştığını..." savunan Mahir Çayan'ı kanıtlamıyor mu? (Kesintisiz Devrim II-III)

*  *  *

Anımsanacaktır… Yeni yetmeliğimizden 70’li yıllarda, Hindistan’daki insanla salkım saçak tren kazası haberlerine acı acı gülerdik. Şimdilerde, o memleketten bile “yok artık” dedirten trajik haberler gelmiyor. Araştırmak ücretsiz;  Google Teyze orada… Arkasından neredeyse nal toplayacak konuma düştüğümüz o ülke bile, bu gün -elbette kapitalist anlamda- bizden farklı bir konumda.

*  *  *

Bizlere, ezene, zalime, sömürgene karşı direnme onurunu yaşatan Börklüce’ye, Köroğlu’na, İnce Memed’e, Yörük Ali’ye, ulusal kurtuluşçu Mustafa Kemal ve silah arkadaşı Anadolu köylüsüne selam olsun derken… Özellikle de Türkiye Sol’unun kırılma çizgisi, sarı saçlı mavi gözlü Gazi’den söz etmişken…

TİP Hatay-Ankara ‘Özgürlük Yürüyüş’çüsünden.  Keşfedilmemiş gezegenler dahil hiçbir gezegende, hiçbir özgül ağırlığı olmayan bir densizin “Tito Artığı” ve “Alman Ajanı” deme gafletinde bulunduğu Erkan Baş’ın sözüne değinmemek haksızlık olur.

“Yaşamak İçin Sosyalizm” adlı kitabında şöyle der Erkan:

“Köşeli ve derinlikli olmayan ya da olamayan ancak yaygınlığının ciddiye alınması gereken bir Kemalist damar su götürmez bir gerçek. Bunun bir ideolojiye bağlılıktan çok fazla, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurucu kişiliği, dönemsel tercihleri ve politikalarına saygıdan kaynaklandığını düşünüyorum. Bu saygının, yüzümüzü geriye dönmemek kaydıyla sosyalizmin gelişimine zarar verebileceğini de açıkçası hiç sanmıyorum. En azından bugün Mustafa Kemal’i rehber edinen herkese şunu söyleme hakkımız var:  

Mustafa Kemal’in yaptığını yapın ve geriye bakmaktan vazgeçin.”  

Açık Mektup Editörü. 19.02.2024. Erzincan-İliç.

19 Şubat 1972. THKP-C' nin önder kadrolarından Ulaş Bardakçı' yı özlem ve saygı ile anıyoruz...




10 Ekim 2023 Salı

 


ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜ’ NDE ERKAN’ IN BAHÇESİNİ DE GÖRMEK (1)

Baba, Köy Enstitüsü çıkışlı bir öğretmense eğer, küçük oğluna henüz daha ilkokul yıllarında “zamanıdır” diyerek, yine ders verircesine yalın ve anlaşılır bir dille anlatacaktır:

" Çocuklar, asla aklınızdan çıkarmayın; eğitim üretim içindir.  Göreceğiniz her dersin her konusunda, iş içinde, görerek yaparak işle öğrenmelisiniz. Tarih dersinde, tarih atlasında. Coğrafya’da “Mevsim Şeritleri”nde. Fen Bilgisi’nde Newton Çarkı’nda ya da matematik dersinde yine ders araçlarımızdan dört işlem levhasında. Tarım Dersi’nde çiçek tarhlarında, aşı yapımında, fidan ekiminde, sebze ocaklarında...

Ben yaptım, ben yaparım değil, biz yaptık biz yaparız. Yapıp ettiklerimiz öbek/ grup çalışmasıdır; asla yarışmıyoruz, ne yapıyorsak ortak yapıyor, ortaklaşa öğreniyoruz.  El birliğiyle, imece azmi ile iş yapmak/ öğrenmek esastır.  Kendi yaptıklarınız, kendi bahçeniz kadar arkadaşınızın bahçesi de önemlidir, değerlidir. Onların da çapaladığı bahçeyi görecek, değer vereceksiniz. Laf değil ortak iş üretilecek… Söz ustası değil iş ustası, hal ehli, halletmenin, yardımın, yardımlaşmanın ustası olacaksınız.  Sonra, bir molada ekmek çıkınlarınızı açarken, yaptıklarınıza bakıp emeğinizle övüneceksiniz. Şahsi ve verimsiz yarışlarda değil, hayatın her alanında imece içinde olmalıyız. "  

.  .  .

Hayat ne denli akıcı, coşkulu ve dahi yaşanasıdır. Sosyal olaylar ve konular ne kadar da birbirine bağlıdır, birbirinin devamıdır. İlkokul öğretmeninin bizzat canlı pratikle gösterdiği sade anlatımının felsefi detayı, “Surkent Eğitim”de bir Tasavvuf Edebiyatı saatinde öğrenilecektir:  Kal ehli; salt sözünü eder, teori tamam, akıl mantık sağlam, uygulama düşük. Hal ehli; az söyler, çokça yapar, erdemlidir, koşar gelir, paylaşır.  

Surkent Eğitim'deki hoca, daha çocuklukta okul bahçesinde verilmeye başlanan dersi, uzun konuşması ile tamamlamıştı:  " Er kişi kal ehli olabilir; mesele hal ehli olabilmekte. Onca süslü konuşmalar, hemen yanı başımızdakini fark etmekle, onun tenine, terine, derdine dokunmakla güzeldir. " 

.  .  .

Yaşam, onu anlayamadığımızda, baktığımızda ama göremediğimizde ne yakıcı, nasıl da ders vericidir. Yumurta kokulu çocuklarken, bahçeler arasında hesapsız kitapsız becerebildiğimizi; sokakları, caddeleri, kampüsleri eylem adımları ile tozuttuğumuz sert adamlar olduğumuzda becerebildik mi?!..   

Becerebildik diyenler masanın altına üç kez vursunlar; iyi saatte olsunlar. 

Sözün az işin çok olduğu, emek yoğun siyah beyaz günlerimize gidelim biraz: 

Aptalca, bir o kadar da saçma sapan bir sol içi didişme sonucu, ter kokulu gül kokulu ekose gömleğini paylaşamadığımız en delikanlımızı toprağa kavuşturduğumuz günün, ağızların bıçak açmadığı o ağır akşamı...

Gözlerden uzak en dip odasına sigara dumanının çöktüğü yer evindeyiz. Orada. Gecenin hayli ilerlemiş yere batasıca katran karası saatinde... O sessizliğin, o anki ıssızlığımızın içinden, kendi kendine konuşur gibi, belli belirsiz, içimizi ürperten bir mırıldanma gelir:

 “Bizim birbirimize yaptığımızı, Oligarşi yapmadı!” mırıltısı, acı bir tebessüm gibi hala, olup bitenden sorumlu her birimizin kahırlı yüzünde asılı durur.

.  . 

İsteyen, hala o elli yıllık "evim evim güzel evim, benim bahçem en güzel" kibri ile, yüz yılın sonuna kadar, hatta bir ömür boyu tartışabilir.  

Türkiye İşçi Partisi Hatay'dan yola çıktı bile... Hiçbir özgül ağırlığı olmayan bir densizin, “Tito Artığı”, “Alman Ajanı” deme gafletinde bulunduğu Erkan Baş’tan ve yoldaşlarından söz ediyoruz burada.  

Zamanı mıydı, değil miydi? Gösteri miydi? Gösteriş mi?  Alın, yüzyıl sürecek bir tartışma daha?!  Oysa birlikte yürüyecek;  yürürken tartışacak, yürürken bahçenin içinde, çapa elde, çapalarken konuşacaktık! 

Çok, ama çok yazık!..  İçimizden bazı zıpırlarımızın, dizleri yamalı, ama tertemiz pantolonu ile alay ettiği köy öğretmenimizi yeterince, ama hiç de can kulağı ile dinlememişiz.

Açık Mektup’tan, 10.10.2023, Hatay Asfaltı.


21 Eylül 2023 Perşembe

"ZOROĞLU" REZİLLİĞİ ÜZERİNDEN BELLEK YİNELEMESİ

 


"ZOROĞLU" REZİLLİĞİ ÜZERİNDEN BELLEK YİNELEMESİ

Adeta sinir uçlarımızla oynayıp, insan yanımızı ve ortak değerlerimizi örseleyen olayların yazılı ve görsel basınca ısrarla ıskalanmasının, artık kronik bir duruma dönüştüğünü söylemek hiç de abartı ya da haksızlık olmasa gerek. 

Konu, olay ve de zaman her ne olursa olsun... Asla toz kondurmadıkları kurulu ve kutsal sistemlerinin kokuşmuşluğundan ve çürümüşlüğünden başka bir şey olmayan onca çocuk taciz, tecavüz, alıkoymalarından sonra,  iğrençlik -hem de- Hipokrat yeminli klinik düzeyde.

Alın size, insanlık ve insan hakları çıtasının yerlerde süründüğü nokta. Yaşamın her alanında hedef tahtasına oturtulan ülkem insanının yardım isteyen çığlıkları bu kez laboratuvar deney masalarından geliyor. Vicdanını henüz yitirmemiş bir insanı, en az "Kuzuların Sessizliği" filmindeki kadar ürperten bir durum.

Ve yine çocuklar… O minik bedenlerin, yine ruh sağlıklarını altüst eden, hiçe sayan akıl almaz, korkunç müdahaleler, kasten/ bilerek/ organize farmakolojik deneyler...

Topu topu, henüz beş altı yıl yaşanabilmiş bir yaşamın geleceğini karartan, bu kez bir imam, bir müezzin değil; Çapa Tıp çıkışlı bir profesör ve onun diplomalı çetesi.

*  *  *

Hipokrat terbiyesini bozup kesinlikle yüzüne tükürürdü. Çocuk hastalarına, sadece anestezi koşulunda düşük dozlarda verilen ketamin denilen uyuşturucu maddeyi, hem de hayvanlara verilen oranda veriyor.  Aile büyüklerinin cinsel istismarına uğradıklarına, ancak bunu bilinçaltına gömdüklerine, anımsamaları gerektiğine inandırıyor. Anımsamasalar da, onlardan şikayetçi olmaya,  dahası onları zehirleyip öldürmeye ikna ediyor. Denek çocuklar, aileleri ile birlikte savcıların kapılarında sıraya geçtiklerinde de olay açığa çıkıyor. 

*  *  *

M. Mungan'ın şiirindeki gibi, "Çok eskidendi". Çocuğun utangaçlığından sarı başını her yana yatırdığında, aile içinde şaka konusu olduğu zamanlar... Kırk yılda bir cinayet işlenir, yine kırk yılda bir kara sevdaya tutulmuş, umutsuz bir kız tütün zehiri içip taze canına kıyardı. Destancılar sözlü gazetelerdi. Mahalle aralarında dolaşır, yanık sesleri ile acıklı olayı duyururdu. Çocuklar peşlerine takılır, anlamaya çalışırlardı. Gündelik yaşamda kara haberlerden çok iyilikler, doğruluklar ve güzellikler vardı. Ev gezmeleri, yarenlikler, gülüşmeler eksik olmazdı. Boş arsada mahalle maçları. Henüz sevgilerin gereksiz yere harcanıp tüketilmediği, hoşgörü damarının çatlamadığı ve farklılıkları zenginlik olarak görmenin erdemlilik sayıldığı vicdanlı günlerdi.

Eskidendi... Çocuklar sokak aralarında bile güvende, ortalık temiz/ tertemizdi.

*  *  *

Ve AKP’li vahşi, nobran ve örümcekli yıllar. Her santimetre karesine gözyaşı, ölüm ekili topraklarda, gün geçmiyor ki, kanımızı donduran bir kara haber duyulmasın. Artık ‘bellek zayıflığı ve kanıksama’ olağanlaştığından “Profesör Kabus” da, sol/ sosyalist muhalif basın olmasa arada kaynayıp gidecek gibi. Omurgalı gazetecinin günlerdir süren tanıklı/ belgeli dizi haberine karşın, ilgili bakanlıklardan ‘tıs’ yok… Karanlığın cüceleri ‘üç maymun’a taş çıkartıyor.

Anlatılmak istenen, insanların kimliklerinin ve aidiyetlerinin manipüle edilmesi yeni bir olay değil.

Prof. Zoroğlu rezilliği, açık faşizmin 12 Eylül günlerinde, ‘mağdur’ değil taraf olmuş onurlu insanlara, sıkıyönetim cezaevlerindeki -asla teslim olmamış- siyasi tutsakların HZİ Vakfı’nın nasıl ilaçlı deneylere tabi tutulduğunu anımsatır.

Kurucusundan çalışanına ‘Hipokrat Yemini’ etmiş, “İnsanlardaki komünist eğilimin tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu” savunan,  bunu cuntanın onay ve desteği ile Erzurum, Mamak ve Metris gibi toplama kamplarında direnen sol/ sosyalist insanlar üzerinde uygulayan bir vakıftan söz ediyoruz.  Öyle ki, nöropsikiyatri alanına emek vermiş bilim insanları yattığı yerde ters döner.

Sınıfsız, sömürüsüz ve de sınırsız başka bir dünyanın olası olduğunu savunan dünya görüşünün, ilaçlı tedavilerle, lokal deneylerle iyileştirilebilecek psikiyatrik hastalıklar olarak gören, bilim dışı saçmalığı Hitler Faşizmi icat etmişti(!)

HZİ Vakfı’nın iğrenç elleri, sıkıyönetimin elindeki rehinelerin karavanalarına kadar uzandı. Onca ilaçlı/ testli uygulamalardan sonra, Mamak Modeli’nin uygulanmasına, koğuş sisteminden hücre sistemine geçilmesine, yani “karıştır barıştır”a karar verildi. Sağcı ve solcu tutsaklar aynı koğuşlara tıkıldı, baskı arttırıldı. Direnci/ iradeyi kırmak için umudu yok etmek gerekti. Üç öğün dayaklı sayım, yat- kalk- sürün, 'uygun adım marş' ve dahi “İstiklal Marşı”.  

*  *  *

Devrimcilik, kapitalist sistemin zoru ve işkencesinin yanı sıra onca üst yapı bombardımanına, manipülasyona karşın, ayaktakımı deyi aşağıladıkları yoksul insanların yanı başında olmak, insan olmak ve insan kalmak iradesi idi. Başaramayacaklardı, başaramadılar. İcraatlarının zor/ sopa faslı fiyaskoydu. Pişkinliğe, yüzsüzlüğe vurdular; direncimizi, yılmazlığımızı örtbas edip,  iflah olmaz bir utanmazlıkla “Öfkelerine karşın, her biri iyi bir bankacı, sigortacı, bilgisayarcı olabilirdi. En iyi terörist yaşlı teröristtir; hele bir kırklı yaşlara gelsinler. Asmaktansa beslemek yeğdir” dediler. “Netekim Kenan”dan bir tek burada ayrı düştüler. 

*  *  *

Onlar, redingotlusundan, postallısından cübbelisine, sakallısına… Her soydan ve her soptan,  bu günün ezeli açlarının yarının ebedi tokları olmaması için debelenenler. Bilumum prof. etiketli Turan İtil, Ayhan Songar yani Mamak’ın beyaz önlüklü “Dr. Mengele”si. “Netekim Kenan”ı. Bizzat belleklerimizdedir ki, Şirinyer As.C.evi’nin Hacı Mirza’sı.

Her biri 90’lı yaşlara dek, sinik sünepe, ıpıssız bir karanlık bir yaşam sürdüler ve bir bir, dipsiz ve de aşağılık bir karanlığa gömülüp gittiler. İçlerinde yaşayanları varsa da, kesin yarasalardan farksızdırlar.

Geride büyük insanlığın ebedi tokluğu için yüreklerini güneşin sofrasına fırlatanlar ve de Bedrettin, Börklüce misali kuşça canlarından vaz geçenlerin, hala yollarımıza ışık tutan, acılı yüzlerimizi gülümseten onurlu yaşamları kaldı sadece.

Zorbalığa inat, sınıfsızlığa, sınırsızlığa, eşitliğe uzanan dünya görüşleri ve daha dün gibi gül yüzlü, gül kokulu anıları belleklerimizin bekçileridir.  

Anılarımız da, belleklerimiz de bizimdir; unutulmayacak, unutturamayacaklar.

 

“Açık Mektup”tan… 22. Eylül. 2023.


7 Eylül 2023 Perşembe

SİYAHİ ATLETLER, VOLEYBOLCU KADINLAR ve 6-7 EYLÜL 1955.


SİYAHİ ATLETLER, VOLEYBOLCU KADINLAR ve 6-7 EYLÜL 1955.

Yerkürenin batı yakasından Uzakdoğu’ya, Afrika’dan Ortadoğu coğrafyasına, egemen yamyamların çıkarları ve kurulu kutsal düzenlerinin sürmesi söz konusu ise, şiddet/ linç iklimi yeryüzünde sürgit var olmuştur. Öyle vahşi bir iklim ki; akla hayale gelmeyen, türlü vahşeti, zulmü, nefreti, cinayeti, kırımı/ kıyımı insanlara yaşatan, başlarına yağdıran, yakan donduran öldüren cinsten… Hani; hırsın/ kinin, ezenin ezilenin olmadığı mağara zamanlarında, atalarımız Sapiens’lerin yaşamları ne de pespembe, mutlu/ mesutmuş dedirtiyor insana.

Atalarımızın ortaklaştıkları komünal toplumundan, vahşilerin sınıflı/ köleci düzenine geçişten bu yana, onca olup biteni, kanı gözyaşını özetleyen yazının girişinde gizli detayları öğrenmek için, bırakın sınıflar tarihini filan, kendi resmi tarihlerini bile biraz dikkatli okumak yeterli.  “Macellan’ın Serüvenleri” ya da “Malkoçoğlu Destanları” ile örtbas etmeye çalıştıkları suçlarını, insan aklı ve vicdanı bir yerlere not etti elbette.

*  *  *

Yıl 1936. Yer Almanya. Erk, Nazizm. Kendi Ari ırklarının diğer ulusların insanları üzerinde üstünlüğünü ve mutlak gücünü iddia eden kafatasçı günler. Başta Almanya’da ve işgal ettikleri her ülkede, nefret söylemleri eşliğinde kırımlar. Ve, Berlin 1936 Yaz Olimpiyatları… Kara propaganda, ırk gösterisi ve güç yanılsaması elbette burada da yapılmalıdır. ‘Var olanı ve anı fırsata çevirme’ merakı, salt bizim memlekete özgü değildir. Hitler de aynı özlemle, Olimpiyat oyunlarını Aryan ırkın üstünlüğünü göstermek için uygun zaman-uygun durum olduğunu düşünür. Ne ki, yaşamın gerçeği bu düşe izin vermez. Kafatasçıların, aynı otelde kalmalarına, aynı musluktan su içmelerine izin vermeyip ötekileştirdikleri siyahi atletler, Jesse Owens ve Cornelius Cooper altın madalyalarını almak için kürsüye çıktıkları törende,  kibir budalası beyaz adam baltayı taşa vurduğunu anlayacaktır.

*  *  *

Yıl 1955. Yer İstanbul. Erk, parlamenter faşizm.  Anadolu’nun kadim tarihi bize, özellikle de Cumhuriyet sonrası, egemen sistemin kurumsal güçleri ile gerici-yobaz-ırkçı güruhun her daim nasıl el ele verdiklerini gösterir. Amaç kurulu sistemin sürmesi ise, gerisi “teferruat”tır;  insan kanı pahasına her şey olabilir. !955 yazı, Amerikancı Menderes Hükümeti’nin Londra’da ‘Kıbrıs Görüşmeleri’ni sürdürdüğü, “Kıbrıs Türktür Cemiyeti”nin de kanayan yarayı karıştırdığı günlerdir. Günbegün Kıbrıs’ta, Rum’ların Türk vatandaşlara yaptıkları yapmadıkları kışkırtıcı gazete haberleri içeriği ile verilerek, büyük provokasyonunun sosyal psikolojik zemini hazırlanır. Bindirilmiş, doldurulmuş kıtalar hazır, geri hizmet tamamdır. Kamyonlarla taş sopa, bir gün öncesinden Karaköy’e, İstiklal caddesi civarına taşınmıştır. Talan-kıyım gününün arifesinde, sonun başlangıcı olacak olan o gazete haberi:  “Rumlar, Selanik’te Ata’mızın evini bombaladı.”

Ve, bu güne dek -diğer utanç verici olaylar gibi- asla yüzleşilmemiş bir vahşetin bildik manzaraları… Resmi kayıtlara geçen katledilmiş on beş,  beş yüze yakın yaralı yurttaş, tecavüz edilen yüzlerce kadın, yakılan yıkılan 4214 ev, binin üzerinde iş yeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, talan edilen/ sayısı belirlenemeyen okul, fabrika, otel ve benzeri bina… Rumlar elbette bahaneydi;  imhaya uğrayan Yahudiler, Ermeniler ve ötekileştirilip düşmanlaştırılan, hedefe konulan su gibi pak yurttaşlarımızdı. Siyasal gücün “Mevcudu fırsata çevirme” ve üstelik “İktidardayken bile mağduru oynama” becerisi 6-7 Eylül Kıyımı’nda da kanıtlandı. Cadı avında, onlarca muhalif yazar siyasetçi, aydın solcu tutuklandı, hapse atıldı.

6-7 Eylül Provokasyonu’nun temelinde yatan sosyal-ekonomik-politik gerçeklik:  

·      Amerikancı iktidarın ve işbirlikçi Ulusal sermayenin elinin sağlamlaştırılması,

·       İzmir İktisat Kongresi’nin yolunda, dış dinamikle geliştirilmeye ve kurumsallaştırılmaya çalışılan, genç kapitalizmin yeniden tahkim edilmesi,

·      Teknik anlamda etnik fay hattı olarak anlatılabilecek, hatırı sayılır mali güce ve muhalif bir damara sahip gayrimüslim toplumun yeniden tasarımı,

·      Devlet gladyosunun yetkinleştirilmesi, serseri-ayyaş ve katilden oluşan gerici-ırkçı-milliyetçi gücün, bu gladyo olanağı ile kontrol altında tutulması.

·      Son olarak; bizzat ol devletin yetkili ve etkili ağızlarından, “6-7 Eylül Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” ve hemen ardından gelen “Dozunu kaçırdık galiba” itiraflarıdır.

*  *  *

Yıl 2023. Yer aynı topraklar. Erk, siyasallaşmış İslam. Menderes, Demirel, Cunta soslu Evren, Özal ve zincirin son halkası Erdoğan… Nefret, ötekileştirme, düşmanlaştırma.  İtiraz edeni, hakkını isteyeni ve de bağ eğmeyen kadını yok sayma-hapsetme-imha etme… Senaryo aynı senaryo, iklim aynı iklim.

Anlatıla gelen, sınıf mücadeleleri tarihinin trajik öyküleri, hep aynı gururla ve onurla övünülesi, aynı zamanda ders alınası içerikte. Kadın Ulusal Voleybol Takımı’mızın, amiyane deyişle İslamo-Faşizme “kapak olan” başarısı üzerine, haklı olarak birkaç gündür çok yazıldı-çizildi. Benzer yinelemeler gereksiz ve sıkıcı olabilir; doğrudur. Altının çizilmesi gereken söz, “beşik sallayan ellerin, bir gün yeri göğü de sallayabileceği”dir.  Hani, gökkuşağı kadınlarımızın yasakları delip alanlarda, zıp zıp zıplayarak söylediği “dünya yerinden oynar, kadınlar birlik olsa” şarkısı gibi bir şey…

“Sözün özüne gelelim” der, her yeri geldiğinde Arif ustam “Konuşmasak olmaz, konuşalım”…  Biz de “yazmasak olmaz, yazalım” diyelim, kendi yazı dilimizce:

1936 Ağustos sıcağında, J.Owens’ın uzun atlama ve 200 mt. koşularında, C.Cooper’ın yüksek atlamada, Nazilerin kafalarına basa basa yaptıkları uçuşlar ne ise, 2023 Eylül’ünde bizim Ebrar’ımızın, Vargas’ımızın,  ırkçı faşistlerin gerici yobaz kafalarına vura vura çaktıkları smaçlar da odur. Ve dahi, öfke krizini belli etmemeye çalışarak statı terk eden Hitler’in nefreti ile, kadınları kendilerine tabi, bir cinsel obje, bir aksesuar olarak gören kara örümceğin nefreti aynı nefret. Bu yüzden boşuna tehdit etmiyor, boşuna kudurmuyor faşistler.

Görülen o ki, Vargas’ın 41 smaçı da, faşizmin ırkçılık çivisini tarihe gömmeye, Karl Marks'ın deyişiyle “Tarihin çöplüğüne…” atmaya yetmeyecek.   

Ha gayret kadınlar, ha gayret halkım… Nice yüksek, nice uzun atlamalara… Nice kırk bir smaçlara…

Açık Mektup’tan. 07 Eylül 2023. Berlin-Brüksel.