27 Mayıs 2016 Cuma

DENİZ’İ GÖREN KÖYLÜ ( 2 )



DENİZ’İ  GÖREN  KÖYLÜ  ( 2 )

Yaşanmış öykümüz, siyah beyaz Türk filmlerinin burnumuzun direğini sızlatan o ünlü trenden iniş sahnesinin sonrasında, Haydarpaşa tren istasyonunun boğaza bakan taş merdivenlerinin hemen önünde başlar.

Henüz sadece gar olan, hiç kimsenin “gardır, gar kalacak” diye helak olup yollarına yatmadığı şu bizim Haydarpaşa garı… O tarihte hiçbir 'AVM’nin, 'Rezidans’ın tehdit ve saldırısı altında olmayan ve de elbette onunla uğraşanlarla uğraşacak olan Tugay Kartal ve yoldaşlarının ortalıkta pek görünmediği Haydarpaşa…    
.  .  .

Kara tren ahşap, isli vagonlarında günlerdir, salkım saçak konuk ettiği gurbet kuşlarını az önce boşaltmıştı gara. Ürkek bakışlı insanların ellerinde yoksulluklarının göstergesi derme çatma tahta bavullar, gözlerinde nasıl sonlanacağını bilemedikleri yolculuklarının derin kaygıları vardı.

İstanbul’un boz bulanık, ıslak-puslu, soğuk bir kış gününe daha henüz uyanmadığı sabahın çok erken bir vakti… Elinde bavulu sırtında kirli torbasıyla, kemiği çıkmış çıplak ensesini kaşıyıp kasketini düzeltmeye çalışan bir köylü ürkek bakışlarla, onu uzaktan süzmektedir.  İlk kez gördüğü yedi tepeli kentin devasa, sis çökmüş silueti karşısında hayli dalgın ve düşüncelidir.

Boğazın engin, mavi sularına bitimsiz yorgun uykularda düş görüyormuşçasına bakakalmıştır… Tekinsiz sokak başlarının Arnavut kaldırımlarına kaç kabadayının nice fısıltılı konuşmaları, gayrı meşru yaşamın nice hoyrat pazarlıkları sinmiştir.
Yitik sıla öykülerinin ve umutsuz, geleceksiz aşkların tanığı İstanbul sokakları her daim, hesapsız kitapsız taşra düşlerinin başladığı, umut bulduğu ve aynı zamanda da bir daha asla düşlenmemek üzere bittiği yer olmuştur.  Boğazı görmeyen uzak kuytuluklarında bile, günün hemen her saatinde martı çığlıklarının telaşı içindedir İstanbul sokakları.  

Kendi kavlince harmanlanıp, asileşip, celallenip durur. Böyle de bir yüzü vardır, belli etmez. Yürünür, arşınlanır ve sefası sürülür gibi görünse, öyle bilinse de, aman vermezliğinin, söz dinlemezliğinin, halden anlamazlığının pek ayırtına varılamaz.  Anadolu insanını, ama ille de yoksulunu, garibanını, savunmasızını gün görmedik, yüz gülmedik düşleri ile yutmaya ve öğütmeye günün her saati hazırdır.   

Günün ilerleyen saatlerinde aynı köylü, Galata Köprüsü’nün demir korkuluklarına yaslanmış, yine aynı dalgın, aynı hayran, aynı şaşkın bakışlarla çalkalanan boğazın mavi serin sularını, vapurlarının ardı sıra köpüklenen dalgalarını, itiraz eden, ortalığı şamataya boğan martı kaynaşmasını izler.  Sonra tahta bavulunun üzerine çökecek, siperliğine işaret parmağı ile dokunup şapkasını arkaya yıkacaktır. Yüzü güneş yanığıdır.  Geniş ve çizgili alnını kararıp duran göğe kaldırır.  Bir cıgara sarar… 

Aydınlanan günün ilk saatlerinde, Karaköy’ün yaşlı, fakir sokaklarındaki amele kıraathanelerinden birinde, sıcak suyun gurbette insana yararı olduğu köylülük içgüdüsüyle çayını yudumlarken görülecektir.  Ensesinde boza pişirmeye hazırlanan “devlet baba”nın antenlerinin çalıştığından habersiz, ortalık yerde, oradakilere Ege ağzının içtenliği, saflığı ile, heyecanlı bir şeyler anlatacaktır.
  
Orada, o fakirhanede el kol hareketleriyle anlattığı, yaşamı boyunca ilk kez gördüğü denizin büyüleyici maviliğinden, insanı boğabilecek dev dalgalarının heybetinden, ihtişamından, önüne çıkar çıkmaz, göründüğü anda kendisini nasıl “ürküttüğünden” başka bir şey değildir kuşkusuz.

Ne var ki zaman kötü, zamanlama yersizdir. O günlerde, ülkenin dört bucağında fellik fellik aranan bizim Deniz’imizi çağrıştıracak, öylesine bir heybetten uluorta söz etmek tekin bir sohbet değildir.  Anında ihbara layık görülecektir.  O alacakaranlık günlerde, bilmeyerek de olsa “o kişi”yi dillendirmenin bedeli, oracıkta derdest edilip en yakın merkezde ivedi kaydı ile muamele görmek ve muhtemelen Beyoğlu Polis Karakolu’nun bir köşesinde en iyimser tahminle birkaç gece ağırlanmaktır.  Öyle de olur.
.  .  .

Kentin talihsiz konuğu, o güne dek yaşamadığı gözdağı ve tehditten, hiç görmediği şiddetten olacak ki, sorgu memurlarının ondan beklediği, duymak istediği içerikte bir ifade veremez. Oysa hayatında ilk kez tanıştığı “denizi” kara trenden gara iner inmez gördüğünü, o muhteşem devle  “o koca” köprüde ikinci kez karşılaştığında, “bağrını açıp”serin rüzgarlara dönerek hayretler içinde seyrettiğini gönül rahatlığı içinde, yöresel ağzı ile ne de güzel anlatmaktadır.

O böyle, “dalga geçer” gibi anlattıkça, bir köşede de sopalama sürer. Ve tabanlarında falaka izleri… Bir köşede salya sümük iç çeker.

Köylüsünün aklına uyup bilmediği bu kente gelmenin geri dönülmez pişmanlığı içinde, ayakları şişmiş, kemikleri sayılabilecek denli çelimsiz bedeninde, elmacık kemikli yüzünde darp edilmenin ekimozu, katışıksız bir güney Ege ağzıyla polis şefine ağlayıp sızlanır. Yalvar yakar ve dahi acınası hallerdedir: 

“ Aha oracıkta, trenden daha yere atladığımda, merdivenlerin başında, annacımda gördüm Komser beyim, gözüm korktu ” der. “Çalkantılıydı. Telaşlıydı. Yalan değil ürkmüşüm, Allah sizi inandırsın altıma eder gibi oldum… Amirim!?..  Köyümden… İş, aş aramak için…  Bundan başka da bilmişliğim, tanımışlığım, görmüşlüğüm ve dahi benim başka bir günahım yoktur…”

Onlarca, uzamış sakallı genç insanın, genç kadınların kirli yüzlerini gösteren siyah beyaz resimlerin sıralandığı “Aranan Anarşistler”afişlerini, sıska, çıplak boynundan kıskıvrak yakalayıp burnunun ucuna getirerek öfke krizi içinde sorarlar:

“ Haydi, öt bakalım Denizli horozu… Şimdi sen bu şehir eşkiyalarından, bu Allahsız kitapsızlardan hangisini gördün? ”

Korkunun ecele yararı olmadığı sözünü dedesinin ağzından defalarca duymasına karşın, neredeyse dizlerinin bağı çözülecek, aklını kaçıracak duruma gelmiştir. Görevine kilitlenmiş insafsızdan nafile aman dileyen yakarı sözcükleri, gitgide kısık ve anlaşılmaz çıkmaktadır ağzından. Copunu sırıtarak, tehdit edercesine avucunun içinde hareket ettiren, falaka sopasını hırsla kullanan, bağışlanmayı dilediği ellere bir an kapanmak ister: “ Yapmayın, kulunuz olem! ”

Denk getiremez, dengesini yitirir… Olduğu yerde yüzüstü kapaklanır.  İnler gibi, bir kez daha umutsuzca yineler: “Yapmayın, kulunuz… ”   Sözünün bitiremez, bayılır.

Tabanlarına insan kusmuğu bulaşmış ayakkabılarıyla ter içinde kalmış, kirli başına basarlar. Uğursuz günün ilk saatlerinden beri dilinden düşürmediği pişmanlık ve bağışlanma sözcüklerini ağlayıp sızlanarak yineler durur.  Ama içinden kendisine ilk kez itiraf ettiği farklı sözleri, oradakilerden hiçbiri duyamaz:  “ Bir daha bu şehre gelenin de… Gelip görenin de… Görüp anlatanın da… Anasını eşşekler kovalasın!!! ”

Yanağı yere dayalı yüzükoyun uzandığı beton zeminde, gözlerinin önüne buruşmuş eski bir gazete açarlar. Arkadan kafasını gazeteye doğru sertçe bastırarak:  “ İyi bak ulan eşşoğlu… Gördüğün şey bu fotoğraftaki hayduta benziyor muydu? ” 

Resimdeki gür siyah saçları dağınık, sakalı uzamış, yanık tenli esmer genci görür görmez, köylünün ilk yaptığı şey genç adamın dal gibi ince uzun boyu karşısında gözlerinin kırpıştırmaktır.

“ Vay be ”der içinden, “Haydut, eşkıya, şaki…  Bu kara yağız delikanlıysa, bizim oraların Çakal Hafız’ı, Molla Hasan’ı, Tefeci Rüstem’i ne ola ki?  Böyle bir yiğit için, bunca hakikatli sopa yemenin bir sebebi hikmeti olsa gerek.”

Yine de içinden geçen son sözleri zapt edemez: “ Yok beyim” der, bilgece:  “ Bu fotoğraftaki çocuk ne ki, bana görünen koca bir derya denizdi… ”   

O zamanlarda da, gürültülü, patırtılı ve zamana özgü karışıklıkları içinde olan İstanbul’un koşuşturmalarının, bıktıran takip ve soruşturmalarının üstüne, bir de “bildiğini ”(siz derdini okuyun), “gördüğünü” anlatmaktan aciz, bu “kör cahil” ile uğraşmak memurları da bıktırmıştır.

Haydarpaşa da hatırı sayılır uzaklıktadır.  Şimdi günün daralan saatinde kalkıp ta oralara gitmek, ihtimaldir ki korkunun ürünü, ne idüğü belirsiz bir şüphelinin peşine düşmek her birine kök sökmekten öte gelir.  Durum böyle olunca, o bölgenin karakol amirliğini telefonla arayarak mevcut durumu sözlü olarak rapor etmekle yetinirler.

İşgüzar baş komiser her şeye karşın, yine de günü kurtarmak, emekliliğine  az kalmış memuriyetini garantiye almak derdindedir.  Haklı olarak titizlenmekte geri durmaz.

“ Peki, tamam” der, “Trenden indiğin yeri geçtik.  Bizi, şu korktuğun şeyi ikinci defa gördüğün yere götür, bize orayı göster… Söz... Seni bırakacağım. ”

İnsanların yanı başındakinden kuşku duyduğu, olur olmaz asılsız ihbarlar yaptığı 12 Mart’lı günlerde, giderek sıradanlaşmış ve alışılmış yakalama olaylarından biri olan bizim talihsiz gözaltı olayımız da finale gelmiştir. 

Beklenen an, ıslak, sisli günün akşamı, yer gösterme tutanağının tutulduğu emektar Galata köprüsünün üzerinde,  çevrelerini saran halkın meraklı bakışlarının arasında gerçekleşir.

Bunca eziyetli,  sözüm ona “vatan, millet için gerekli” soruşturmanın sonucu, bir daha İstanbul’a gelmeye şimdiden tövbe etmiş bizim talihsiz köylü için can sağlığı, hızla çöken akşamın telaşında evine, çoluğuna çocuğuna dönebilme derdinde olan polisler için “Oh” dedirten bir mesai selametidir.
.  .  .

Devletin bekçilerini, kapıkullarını rahatlatan ve asıl “oh”çektiren olay, Deniz’lerin yakalanması ve 6 Mayıs 1972 tarihinde asılmalarıdır.
.  .  .

İdamlardan altı gün sonra, 12 Mayıs 1972 günü, Deniz’in, Hüseyin’in ve Yusuf’un mezarlarına bir tutam kır çiçeği bırakırken apar topar gözaltına alınan bir demiryolu işçisi de, yaşamında denizi ilk kez gören köylü ile aynı eziyeti paylaşır.

Üç mezara bırakılan kır çiçekleri, toprağa düşmüş devrimin üç tohumunu yad etmenin ötesinde, faşizme karşı sahiplenilen değerlere, tüm yaşananların anılarına verilmiş bir yanıt, diğer yanıyla da adı bilinen bilinmeyen, zulmün acısını, hüznünü yaşayanların tümüne işçi tulumuyla çakılmış hakikatli bir selamdır.

  
Hasan Oğuz Bilgen, 06.05.2019, Bağarası-Ilıpınar.

FARE ISIRIĞI AKP’DEN TEHLİKELİ MİDİR ?

FARE ISIRIĞI AKP’DEN TEHLİKELİ MİDİR ?

Nazım usta bir zamanlar, dünyanın çarkını çeviren ve onca işini derdini omuzlayan “ayak takımı”nın gözüne, sistemin hangi sihirbazlık araçları ile at gözlüğü takılmak istendiğini nasıl da yüzümüze çarpmıştı. Anımsanacaktır; “Bütün taşlar gibi vekarlı” sözü ile başlayan, “antenler yalan söylüyorsa” biçiminde süren şiir, “bu zulüm bitmesin diyedir.” dizesiyle bitiyordu.

Nazım Hikmet onca itilip kakılmaya, vatansızlaştırmaya, sürgüne karşın şanslıydı(!) O, alacakaranlığın 2016 diliminde, savaş atının sırtında gemi azıya almış doludizgin karanlığın labirentlerinde koşan bir Türkiye’de yaşamadı…

Koca şair sevgili yurdumun, insanının aynı anda yüzlercesinin toprağa gömüldüğü, bir gecede onca zeytininin kesildiği,  kiralık işçiliğin, köle ticaretinin yasalaştırıldığı, kentlerinin, mahallelerinde sivillerinin topa tutulduğu,  sokaklarında kadınlarının boğazlandığı, çocuklarının beyinlerinin, bedenlerinin ırzına geçildiği halini görmedi, yaşamadı.  Yaşasaydı,  sayıp döktüğü yalanlar içinde, emeğimizden alınterimizden yükselen, gökleri delen kuleler de, kuytuluklarında bıyık altı sırıtan imam kılıklıların ninniler söylediği şen şakrak AVM’ler de olacaktı.  Ensar’ı, “Torba Yasası” ve elbette “Boşanma Komisyonu”da…  Yani yalana dair;  sistemin içinde, torbasında ruhunda ne varsa. 

Ne var ki yalan sürüyor… Olanca hızı, hoyratlığı ve fütursuzluğu ile. Düzenlerinin her ahırında, ahırlarının Genel Kurul’larında, komisyonlarında, monarşik hükümet programlarında…

Parababalarının istek ve ihtiyaçlarına göre düzenlenen, son yalan/riya programında, “ İstihdam oluşturan, ihracatı artıran bir ülke olma yolunda reel sektörü daha güçlü, daha rekabetçi yapacağız” ağzından çıkan bakla şudur:  Özel İstihdam Bürolarını ve kiralık işçilik yasasını boşuna çıkarmadık!..  Sıcak para elbette ucuz işgücü cennetine akacaktır. 

Hal böyle olunca, yalan da son monarşik programla birlikte istismara dönüşüyor… Aslında, her şey söylendiği, küfredildiği (…biz bu milletin…), sövüp sayıldığı mecrada sürüyor. “Ülkemizin insan kaynağını çağdaş dünya ile rekabet edebilir donanıma kavuşturacağız” itirafı, bir çeşit taciz/tecavüz ruh hali...  “Ben yasamı çıkarmışım, düzenlemelerimi yapmışım. Ağlamak yok, istediğim an öper, dilediğim an döverim. Bundan böyle, güvencesiz, sendikasız ve de sahipsiz çağdaş kölelerimsiniz.  Sosyal destek (siz sadaka okuyun) sunacağım ihtiyacı olana; tabi ki yoksulluğa son vermek için…”

Paranın diğer yüzü gibi, yalan-dolan dünyasının bir başka yerlerinde çok ciddi bir şeyler oluyor;  “kazın ayağı öyle değil!” dedirtecek türden bir şeyler…

Zonguldak’ta Balçınlar Madencilik işçileri, oldubittiye getirilip kapatılmaya çalışılan madene sahip çıkıyorlar.  “Taleplerinin salt biriken ücretleri olmadığını, iş güvencesi de istediklerini” söyleyen işçiler, kendilerini ve sermayelerini ‘işin-aşın-ekmeğin’ tek seçeneği olarak yutturmaya çalışan patronları kızdıracak “tehlikeli” laflar ediyorlar : “Bu madeni bize verin, biz işletelim.  Bu ocaklar kapanmasın, şirketin borçlarını dahi üstlenmeye hazırız. Sadaka istemiyoruz. ”

Öyle sözler vardır ki, “gerisi ahmağa söylenir”  İnsanın alnının terinden ve kollarının gücünden para kazanmasını bilen patronlar, siyasi elitler, hiç de ahmak filan değiller. Bu, ağızdan çıkan “hazırız” sözünün ne anlama geldiğini, gerisinde ne olduğunu çok iyi biliyorlar.  Nicelik olarak pek kıymeti harbiyesi yokmuş, öyle aman aman dikkate alınmıyormuş,  duyulmuyormuş ve kimselerin pek de aldırış ettiği filan yokmuş gibi davranılsa da,  arif olan kişi, bir halkın ayranı kabardığında neler olduğunu ve neler olacağını iyi bilir.  Öyle çok uzaklara, Paris Komünü’ne filan gitmeye gerek yok. Bu toprakların Alpagut beldesinde "Alpagut Olayı" diye bilinen egemen sınıfları ve onların çok bilmiş sözcülerini şaşkın ördeğe çeviren bir olay var. İşte bu beldenin linyit ocağında, 13 haziran 1969 / 17 temmuz 1969 tarihleri arasında olup biteni anımsamak, bellek tazeleme konusunda yararlı olabilir.

*  *  *

Ha, bir de, Zonguldak Balçınlar Madencilik’te an itibari ile on -10- gününü dolduran açlık grevine dair, üzerinde durmayı unuttuğumuz bir iki küçük, hiçbir kayda değer önemi olmayan bazı ayrıntılar var:  Günlük “iaşe derdi” ve de  “internet meşgalesi” ile haşır-neşir olan bir çoğumuzun umurunda olmayan açlık grevinde yaşanan soğuk ve solumak zorunda kalınan zararlı gazlar gibi…  

Unutmadan, bir de grevci işçilerle birlikte açlık sorunu yaşayan, hayli irice fareler vardı, söz konusu maden ocağının galerilerinde...

Yolu Buca Bölge Cezaevi’nden geçenler çok iyi bilirler. Yani, havalandırma saati bitip beton bahçeler ıssızlaştığında,  benim diyen insanı ürküten heybetli farelerin nasıl ortaya çıkıp voltaya başladıklarını ve dahi bitmek tükenmek bilmeyen gecelerde bu mahlukların taciz olasılığı ile nasıl tavşan uykusuna yatıldığını… O beton bahçeleri ve de o bitimsiz geceleri görmüş geçirmiş bir çift göz, o garibim “kader mahkumu” farelerinin tek bir tutukluyu bir kez olsun ısırıp taciz ettiğini görmüş olmasa da, idarenin eli sopalı ve işgüzar gardiyanlarınca günde üç -3- posta sopalandıklarının canlı tanığıdır.

*  *  *

Eğilip bükülmeden,  sözü dolandırmadan ne diyordu Balçınlar Madencilik işçileri?  “Biz Hazırız…”

Kendisini bulunmaz Hint kumaşı sanan, rant ve ihale arsızı, paranın padişahı aslında sözüm sanadır, ancak alttan ısıtmalı deri koltuklarda uyuklayan sendikacı  -sakıncası yok-  sen de üstüne alabilirsin:  

Biz Hazırız!  Ya Siz ?


Hasan Oğuz Bilgen, 27.05.2016, Naldöken Şantiyesi.

3 Mayıs 2016 Salı

KOMŞUMUZ POLİS MEMURU TAVİL AMCA…

BU YIL İÇİN TAKSİM’DEN UZAK DURMAK ve
KOMŞUMUZ POLİS MEMURU TAVİL AMCA… 
 
Amerikan Emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi, bu projenin alt başlıklarından biri olan ılımlı İslam hedefi, on yıl önce revaçta olan emperyal politikalarının yegane prototip tasarımıydı. Ortadoğu coğrafyasındaki mevcut hegemonyayı güçlendirerek sürdürmeyi hedefleyen yayılmacı ve sömürgeci kafaya göre, Ortadoğu ölçeğindeki bu siyasal-mali tasarım konjonktürel olarak doğru olabilirdi. Karmaşık zaman içinde senaryonun esas oğlanı gözü ile bakılan RTE - AKP erkinin çok bilinmeyenli ilişkiler denkleminde yeni Osmanlıcı kısa vadeli düşleri, radikal dincilerle ilişkileri ve başına buyruk fetihçi profili BOP katarının lokomotif olamayacağına ilişkin kuşkuları hızla güçlendirmişti.

Aktör seçiminde bu sorunlu durum, ana projenin alt başlıklarından olan dincilikle piyasacılıktan, uyumlu ruh ikizi yaratma ve Müslüman demokratlığı yaygınlaştırma, kurumsallaştırma tasarısında da rahatsızlıkları beraberinde getirmiştir.  Müslüman Demokratlığın kurumlar temelinde güçlendirilmesi düşüncesi Hıristiyan Demokrat geleneğinin ülke özelinde tekrar edilmesinden başka bir şey değildi.  BOP’un bir ayağı da burada iflas etmişti.  Avrupa Burjuvazisi, Orta Çağ derebeylerinin şatolarını temellerinden sarsmayı ve feodalitenin çanına ot tıkamayı daha 1789 Paris’inde başlatmıştı. Bu, kıta Avrupası’nda palazlanan kapitalizmin önünde bir engel tanımadan, kendi iç dinamikleri ile gelişmesi demekti. Bunun, -elbette- kendisinden önceki üretim biçim ve ilişkilerini tasfiye etmesinin, üst yapıda da bu değişimin bir izdüşümü, yansıması olacaktı.

Hıristiyan Demokratlığın doğuş ve var oluş nedeni bu sosyal ve ekonomik iklimdi.  Kapitalizminin önemli payandalarından biri olan Hıristiyan Demokratlar, sistemle tam bir ayniyet ve uygunluk içinde olmayı, aslında sistemin kendi içinde tutarlılığı olarak kabul görür. Avro bölgesindeki, genel olarak anamalcı dünyadaki bu realite ve Hıristiyan Demokratların bu siyasal duruşu, açıktır ki artı değer gaspının ve tekel karı sömürüsünün kuralına göre hareket etmesi ve kurulu düzenin değirmenine su taşıması anlamındadır. Bırakınız bu statükoyla, yasama organlarıyla, seküler ve laik yapıyla didişip kavga etmesini, biçime ya da usule dair en küçük bir eleştiriyi dahi yaptıramazsınız. Baskıcı ve fetihçi değillerdir;  bir Hıristiyan Demokrat en sıradan insanından lider konumunda olanına, -bizdeki gibi- asla “ben yaptım oldu, yerseniz” diyemez. Demez. Ne dindarlığı ne piyasacılığı başkalarına bırakırlar, ne de laik ve sosyal hukuk devletini karşılarına alırlar.

Emperyal politikaların Ortadoğu’da ılımlı İslam tasarısının kırılma noktalarından birisi de AKP diktatörlüğünün yasama sistemine, hukuka, gazete haberciliğine, laik yaşam tarzına, sanata, yazara çizere düşünene, eleştirene, ez cümle topyekun çalışma yaşamına sistematik olarak “istemezük” demesidir.  İşte bu, asla Batı’nın istediği gibi bir Hıristiyan Demokrat kıvamına gelemeyen, bu yüzden birilerini ciddi biçimde düş kırıklığına uğratan bizdeki dinci-piyasacı ucube, Taksim Alanı’nın bu 1 Mayıs’ta da emekçiler ve emek dostları tarafından sahiplenilmesine yine “istemezük” dedi, “Sur, Cizre, Silopi gibi orası da benimdir. Al sana 2500 adet beton bariyer!..”

Konu aslında onların ne yaptığının ne dediğinin çok ötesinde, bizim hangi niyette ve hangi söylemde olduğumuzdadır. Adını hemen koymak gerekir ki, sokak başlarında ve yokuşlarında canlarımızı verdiğimiz Taksim, özüyle, sözüyle, ruhuyla “1 Mayıs Alanı”dır.
Başta Disk olmak üzere 1 Mayıs bileşenleri bu kez, “Taksim’de değiliz” dediler. Her ne kadar sendikaların kan yitirdiği olumsuz bir süreci yaşıyor olsak da, eylemlilik durumu şart ve elzem olsa da, söz konusu karar örgütlü bir gücün kararıdır. Ancak askeri savaş stratejilerinde de, yaşanmış deneyimlerinde de,  her koşul ve zamanda sürgit bir saldırı/taarruz biçiminde bir aksiyon durumu yoktur. 

Meramımızı daha anlaşılır kılmak için:

Siyah beyaz yıllarda,  küçük taşra kentinin tek polis aracı olan “Dodge” kamyonetin kent merkezinde, özellikle de “Hükümet Konağı” etrafında dolandığı, birilerinin de konağın karşısındaki duvara “Kahrolsun Faşizm” yazabilmek için gece gündüz kafa yorduğunu, bunun için kaç zamandır mesai yaptığını hayal etmek, düşünmek yararlı olabilir. Belki çelişik gelebilir.  Birisinde, yasaklanan bir yere kitle gücüyle, yara yara çıkmak var; diğerindeyse olabilirliğini, mantığını kollayıp, bir punduna getirip oraya yazmak düşüncesi.

Burada anlatılmak istenen ortak payda, konulan hedefe ulaşmak için kararlılığın, sabrın ve inancın “Dodge” kamyonetin gölgesine ya da biber gazına, basınçlı suya, işkenceye ve de hapis cezasına karşın asla yitirilmemesi, gerekli teknik çalışmaların,  örgütlenme ve daha fazla bir araya gelmelerin, dayanışmaların bir gün olsun aksatılmaması esprisidir.

*   *   *

Hayli ileri gidilerek, bir ihanet suçlamasıyla siyasal lince uğrayan “Bu yıl Taksim’de yokuz” kararı, belki de yeni bir kitle katliamına olanak vermeyerek RTE’nin bozuk ve tekdüze borazanını bir süre için susturup, baş imamın bildiğini okumasını, daha doğrusu kan, kıyım, komplo üzerinden laf ebeliği ve ajitasyon yapmasını engellemiş olabilir.  Bu size inandırıcı gelse de gelmese de, “Bu yıl Taksim’den geri durma”nın yüzlerde ve ruhlarda yarattığı düş kırıklığı ve burukluk  - İstanbul’u bilemem ama - İzmir Gündoğdu’da hatırı sayılır ölçüde belirgindi…

Bir inceden üzerimize çöken kaygı ve kırılganlığa rağmen, yine de insanlarımızın bunu belli etmemeleri, oraya, alana gelen diğer parti, sendika, grup ve derneklerden aldıkları güç ve moralle bu coşkuyu karşısındakilere yansıtmaları, bunu açıktan belli etmeleri, “ancak bir arada olursak güçlüyüz” dercesine hep birlikte marşlara katılıp sloganları yine hep birlikte atmaları çok anlamlı ve epeyce de duygulandırıcıydı.

Bunun yanında, kürsü konuşmalarında kurulan tümcelerin, saptanan öngörülerin, söylenen sözcüklerin birçoğunun işçi ve emekçilere, işsizlere, emeklilere ve gençlere gereğince/yeterince ulaşmadığı, oradakilerin yüreklerine dokunmadığı, belleklerine temas etmediği bizzat tanıklığımızdadır. Ulaşanların, dokunanların da işçi gözünde, işçi yüreğinde inandırıcılıktan epeyce uzak olduğu göze çarpan acı gerçeklerdendi.

Mealen filan değil, aynen şöyle diyordu sendikacı, tüm alan dinliyordu:  “O kiralık işçilik yasası Meclis Genel Kurulu’na getirildiği gün orada oluruz; sadece Ankara’yı değil tüm ülkeyi onlara dar ederiz.” Aynı gün Ankara’da olacaksın… Yine aynı gün memleketi, Sur’u Cizre’yi yerle bir eden bir güce dar edeceksin(!)  O alanda, o an kaç kişinin kafasından “yumurta ve delik” örneği geçti bilemem ama, yanı başımda Disk Keramik İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan Dost Cam işçilerinin seslice güldüklerini,  aralarında gürültülü bir biçimde şakalaştıklarını çok iyi anımsıyorum.

Aslında durum vahim… Kazanılmış haklara saldırı yasaları kapıda, sendikacı alttan ısıtmalı deri koltuklarda derin uykularda,  işçi örgütleri ve örgütlü hareketlilik hızla kan/ivme yitirmede. Ortada, -kızılca kıyameti koparmasa da- ciddi bir patırtı sebebi olacak olan kıdem tazminatı hakkının moleküllerini bile yok etme düzenbazlığına ve barbarlığına karşı ne somut bir karar, ne somut bir adım var.  Hatta ufukta en küçük bir ışık bile yok. Durum epeyce vahim.  Bu memlekette insanlar günlerce tıkıldıkları bodrumlardan burunlarını çıkaramamışken, bir takım siyaset imamları “senin kıdem tazminatın da ne ki!?”(!) der gibi fütursuzca, utanmazca sırıtmada…  

Evet, ne ki?  Ne ki, umut var… Dedik ya, dinci-piyasacı madrabazın da, uyuklayan sendikacının da ne söylediği pek önemli değil, belirleyici olan bizim sözümüz, bizim kavlimiz. Biliyoruz ki… Aklımız başımızdan gitmeden diyoruz ki;

*  Asla mevzilerimizi, bağlı olduğumuz sendikaları terk etmeyeceğiz. Biz, var isek onlar da var.  Sendika içini dolduran örgütlü işçi ile birlikte sendika olmaktadır; kapılarına astıkları tabelalarla değil.

*  Asla yılgınlığa, karamsarlığa kapılmayacağız… Zalimin sarayına da, yasalarına da pabuç bırakmayacağız.  Paranın saltanatına teslim olmayacağız.

*  Laik yaşamın köküne kibrit suyu dökmeye niyetli dinci gericiliğe, işçi sınıfının da karşı çıkacağını,  çıkması gerektiğini göstereceğiz.

*  Yaşamın her alanını piyasaya açan, ticarileştiren egemenlere,  rahavet içindeki, dostlar alışverişte görsün hallerindeki sendikacıya karşın, yanı başımızdakinin elini bırakmayacağız.

*  Taksim’den asla vazgeçmeyeceğimizi; aslında bizim olan oraya çıkmakla, bütün gerici, piyasacı, demokratik ve insani olmayan yasaların geri püskürtülmesinin eş değerde olduğunu bıkıp usanmadan anlatacağız.

*  Bu ülkede imamlar baş olduysa, ayaklar da olabilir.  Bir başka dünya da, barış da kardeşlik de, adalet ve eşitlik de pekala kurulabilir.

*  15-16 yaşlarında tüyü bitmemiş çocuklar, planlanan yazılamadan bihaber polis memuru Tavil Amca’ya rağmen, kentin tek polis aracının aman vermeyen, göz açtırmayan turlamalarına inat, Hükümet Konağı’nın karşısındaki büyük duvara “Kahrolsun Faşizm” yazabilmeyi becerebilmişse,  bu haklı ve isabetli şiarı, bir gün Taksim Alanı’nın eski Sular İdaresi yönündeki duvarın “münasip” bir yerinde neden görmeyelim? 

*  Bizim o sloganı yazmaya da gücümüz de, yüreğimiz de var, görmeye de hakkımız da…  Sorun, “ben bunu yapabilirim, yapmalıyım, yaparım.” diyebilmekte,  o güce ulaşabilmekte, o örgütlülüğü yaratabilmekte.  Tüm bunlara, mesai arkadaşımızı da, tezgah, torna başındakini de, demirci Arif Usta gibi diğerlerini de inandırabilmekte. O kadar.    

Küçük Arda, iş eldivenlerini ellerine geçirip çapayı eline aldığında, kendisine özel olarak belletilmese de ve ne anlama geldiğini fazlaca bilmese de, “Çok iş var, çok iş var. Çok işimiz, çok işimiz... İşçiyiz biz, işçiyiz.” sözlerini bir şarkı sözü tadında, adeta Avusturya İşçi Marşı’nın keyfinde heyecanla yineliyorsa umut var demektir.  

*  Arda, demirci Arif Usta’nın kafasında;  az laf, çok iş !..  Ve elbette onun izinde… Yılmamak, umut etmek ilaç gibi, merhem gibi.  İlaçsa derde derman, şifa demek… Demek ki çıkış da var, çare de var. Tespitin de analizin de, özü de özeti de budur. 


Hasan Oğuz Bilgen, 02.05.2016, Sıcakdere Mevki.