DENİZ’İ GÖREN KÖYLÜ
( 2 )
Yaşanmış öykümüz, siyah beyaz Türk filmlerinin burnumuzun
direğini sızlatan o ünlü trenden iniş sahnesinin sonrasında, Haydarpaşa tren
istasyonunun boğaza bakan taş merdivenlerinin hemen önünde başlar.
Henüz sadece gar olan, hiç kimsenin “gardır, gar kalacak” diye
helak olup yollarına yatmadığı şu bizim Haydarpaşa garı… O tarihte hiçbir 'AVM’nin, 'Rezidans’ın tehdit ve saldırısı altında olmayan ve de elbette onunla
uğraşanlarla uğraşacak olan Tugay Kartal ve yoldaşlarının ortalıkta pek
görünmediği Haydarpaşa…
. . .
Kara tren ahşap, isli vagonlarında günlerdir, salkım saçak konuk
ettiği gurbet kuşlarını az önce boşaltmıştı gara. Ürkek bakışlı insanların
ellerinde yoksulluklarının göstergesi derme çatma tahta bavullar, gözlerinde nasıl
sonlanacağını bilemedikleri yolculuklarının derin kaygıları vardı.
İstanbul’un boz bulanık, ıslak-puslu, soğuk bir kış gününe daha
henüz uyanmadığı sabahın çok erken bir vakti… Elinde bavulu sırtında kirli
torbasıyla, kemiği çıkmış çıplak ensesini kaşıyıp kasketini düzeltmeye çalışan
bir köylü ürkek bakışlarla, onu uzaktan süzmektedir. İlk kez gördüğü yedi tepeli kentin devasa, sis
çökmüş silueti karşısında hayli dalgın ve düşüncelidir.
Boğazın engin, mavi sularına bitimsiz yorgun uykularda düş
görüyormuşçasına bakakalmıştır… Tekinsiz sokak başlarının Arnavut
kaldırımlarına kaç kabadayının nice fısıltılı konuşmaları, gayrı meşru yaşamın
nice hoyrat pazarlıkları sinmiştir.
Yitik sıla öykülerinin ve umutsuz, geleceksiz aşkların tanığı
İstanbul sokakları her daim, hesapsız kitapsız taşra düşlerinin başladığı, umut
bulduğu ve aynı zamanda da bir daha asla düşlenmemek üzere bittiği yer
olmuştur. Boğazı görmeyen uzak kuytuluklarında
bile, günün hemen her saatinde martı çığlıklarının telaşı içindedir İstanbul
sokakları.
Kendi kavlince harmanlanıp, asileşip, celallenip durur. Böyle de
bir yüzü vardır, belli etmez. Yürünür, arşınlanır ve sefası sürülür gibi
görünse, öyle bilinse de, aman vermezliğinin, söz dinlemezliğinin, halden
anlamazlığının pek ayırtına varılamaz. Anadolu
insanını, ama ille de yoksulunu, garibanını, savunmasızını gün görmedik, yüz
gülmedik düşleri ile yutmaya ve öğütmeye günün her saati hazırdır.
Günün ilerleyen saatlerinde aynı köylü, Galata Köprüsü’nün demir
korkuluklarına yaslanmış, yine aynı dalgın, aynı hayran, aynı şaşkın bakışlarla
çalkalanan boğazın mavi serin sularını, vapurlarının ardı sıra köpüklenen
dalgalarını, itiraz eden, ortalığı şamataya boğan martı kaynaşmasını izler. Sonra tahta bavulunun üzerine çökecek,
siperliğine işaret parmağı ile dokunup şapkasını arkaya yıkacaktır. Yüzü güneş
yanığıdır. Geniş ve çizgili alnını kararıp
duran göğe kaldırır. Bir cıgara sarar…
Aydınlanan günün ilk saatlerinde, Karaköy’ün yaşlı, fakir
sokaklarındaki amele kıraathanelerinden birinde, sıcak suyun gurbette insana
yararı olduğu köylülük içgüdüsüyle çayını yudumlarken görülecektir. Ensesinde boza pişirmeye hazırlanan “devlet
baba”nın antenlerinin çalıştığından habersiz, ortalık yerde, oradakilere Ege
ağzının içtenliği, saflığı ile, heyecanlı bir şeyler anlatacaktır.
Orada, o fakirhanede el kol hareketleriyle anlattığı, yaşamı
boyunca ilk kez gördüğü denizin büyüleyici maviliğinden, insanı boğabilecek dev
dalgalarının heybetinden, ihtişamından, önüne çıkar çıkmaz, göründüğü anda
kendisini nasıl “ürküttüğünden” başka bir şey değildir kuşkusuz.
Ne var ki zaman kötü, zamanlama yersizdir. O günlerde,
ülkenin dört bucağında fellik fellik aranan bizim Deniz’imizi çağrıştıracak,
öylesine bir heybetten uluorta söz etmek tekin bir sohbet değildir. Anında ihbara layık görülecektir. O alacakaranlık günlerde, bilmeyerek de olsa “o
kişi”yi dillendirmenin bedeli, oracıkta derdest edilip en yakın merkezde ivedi
kaydı ile muamele görmek ve muhtemelen Beyoğlu Polis Karakolu’nun bir köşesinde
en iyimser tahminle birkaç gece ağırlanmaktır.
Öyle de olur.
. . .
Kentin talihsiz konuğu, o güne dek yaşamadığı gözdağı ve
tehditten, hiç görmediği şiddetten olacak ki, sorgu memurlarının ondan
beklediği, duymak istediği içerikte bir ifade veremez. Oysa hayatında ilk kez
tanıştığı “denizi” kara trenden gara iner inmez gördüğünü, o muhteşem devle “o koca” köprüde ikinci kez karşılaştığında, “bağrını
açıp”serin rüzgarlara dönerek hayretler içinde seyrettiğini gönül rahatlığı
içinde, yöresel ağzı ile ne de güzel anlatmaktadır.
O böyle, “dalga geçer” gibi anlattıkça, bir köşede de sopalama
sürer. Ve tabanlarında falaka izleri… Bir köşede salya sümük iç çeker.
Köylüsünün aklına uyup bilmediği bu kente gelmenin geri dönülmez
pişmanlığı içinde, ayakları şişmiş, kemikleri sayılabilecek denli çelimsiz
bedeninde, elmacık kemikli yüzünde darp edilmenin ekimozu, katışıksız bir güney
Ege ağzıyla polis şefine ağlayıp sızlanır. Yalvar yakar ve dahi acınası
hallerdedir:
“ Aha oracıkta, trenden daha yere atladığımda, merdivenlerin
başında, annacımda gördüm Komser beyim, gözüm korktu ” der. “Çalkantılıydı.
Telaşlıydı. Yalan değil ürkmüşüm, Allah sizi inandırsın altıma eder gibi oldum…
Amirim!?.. Köyümden… İş, aş aramak için…
Bundan başka da bilmişliğim,
tanımışlığım, görmüşlüğüm ve dahi benim başka bir günahım yoktur…”
Onlarca, uzamış sakallı genç insanın, genç kadınların kirli
yüzlerini gösteren siyah beyaz resimlerin sıralandığı “Aranan Anarşistler”afişlerini,
sıska, çıplak boynundan kıskıvrak yakalayıp burnunun ucuna getirerek öfke krizi
içinde sorarlar:
“ Haydi, öt bakalım Denizli horozu… Şimdi sen bu şehir
eşkiyalarından, bu Allahsız kitapsızlardan hangisini gördün? ”
Korkunun ecele yararı olmadığı sözünü dedesinin ağzından
defalarca duymasına karşın, neredeyse dizlerinin bağı çözülecek, aklını
kaçıracak duruma gelmiştir. Görevine kilitlenmiş insafsızdan nafile aman
dileyen yakarı sözcükleri, gitgide kısık ve anlaşılmaz çıkmaktadır ağzından.
Copunu sırıtarak, tehdit edercesine avucunun içinde hareket ettiren, falaka sopasını
hırsla kullanan, bağışlanmayı dilediği ellere bir an kapanmak ister: “
Yapmayın, kulunuz olem! ”
Denk getiremez, dengesini yitirir… Olduğu yerde yüzüstü
kapaklanır. İnler gibi, bir kez daha umutsuzca
yineler: “Yapmayın, kulunuz… ” Sözünün
bitiremez, bayılır.
Tabanlarına insan kusmuğu bulaşmış ayakkabılarıyla ter içinde
kalmış, kirli başına basarlar. Uğursuz günün ilk saatlerinden beri dilinden
düşürmediği pişmanlık ve bağışlanma sözcüklerini ağlayıp sızlanarak yineler
durur. Ama içinden kendisine ilk kez
itiraf ettiği farklı sözleri, oradakilerden hiçbiri duyamaz: “ Bir daha bu
şehre gelenin de… Gelip görenin de… Görüp anlatanın da… Anasını eşşekler
kovalasın!!! ”
Yanağı yere dayalı yüzükoyun uzandığı beton zeminde, gözlerinin
önüne buruşmuş eski bir gazete açarlar. Arkadan kafasını gazeteye doğru sertçe
bastırarak: “ İyi bak ulan
eşşoğlu… Gördüğün şey bu fotoğraftaki hayduta benziyor muydu? ”
Resimdeki gür siyah saçları dağınık, sakalı uzamış, yanık tenli
esmer genci görür görmez, köylünün ilk yaptığı şey genç adamın dal gibi ince
uzun boyu karşısında gözlerinin kırpıştırmaktır.
“ Vay be ”der içinden, “Haydut, eşkıya, şaki… Bu kara yağız delikanlıysa, bizim oraların
Çakal Hafız’ı, Molla Hasan’ı, Tefeci Rüstem’i ne ola ki? Böyle bir yiğit için, bunca hakikatli sopa
yemenin bir sebebi hikmeti olsa gerek.”
Yine de içinden geçen son sözleri zapt edemez: “ Yok beyim” der,
bilgece: “ Bu fotoğraftaki çocuk ne ki, bana
görünen koca bir derya denizdi… ”
O zamanlarda da, gürültülü, patırtılı ve zamana özgü
karışıklıkları içinde olan İstanbul’un koşuşturmalarının, bıktıran takip ve
soruşturmalarının üstüne, bir de “bildiğini ”(siz derdini okuyun), “gördüğünü”
anlatmaktan aciz, bu “kör cahil” ile uğraşmak memurları da bıktırmıştır.
Haydarpaşa da hatırı sayılır uzaklıktadır. Şimdi günün daralan saatinde kalkıp ta oralara
gitmek, ihtimaldir ki korkunun ürünü, ne idüğü belirsiz bir şüphelinin peşine
düşmek her birine kök sökmekten öte gelir. Durum böyle olunca, o bölgenin karakol
amirliğini telefonla arayarak mevcut durumu sözlü olarak rapor etmekle
yetinirler.
İşgüzar baş komiser her şeye karşın, yine de günü kurtarmak,
emekliliğine az kalmış memuriyetini garantiye almak derdindedir. Haklı olarak titizlenmekte geri durmaz.
“ Peki, tamam” der, “Trenden indiğin yeri geçtik. Bizi, şu korktuğun şeyi ikinci defa gördüğün
yere götür, bize orayı göster… Söz... Seni bırakacağım. ”
İnsanların yanı başındakinden kuşku duyduğu, olur olmaz asılsız
ihbarlar yaptığı 12 Mart’lı günlerde, giderek sıradanlaşmış ve alışılmış yakalama
olaylarından biri olan bizim talihsiz gözaltı olayımız da finale gelmiştir.
Beklenen an, ıslak, sisli günün akşamı, yer gösterme tutanağının
tutulduğu emektar Galata köprüsünün üzerinde, çevrelerini saran halkın
meraklı bakışlarının arasında gerçekleşir.
Bunca eziyetli, sözüm ona
“vatan, millet için gerekli” soruşturmanın sonucu, bir daha İstanbul’a gelmeye
şimdiden tövbe etmiş bizim talihsiz köylü için can sağlığı, hızla çöken akşamın
telaşında evine, çoluğuna çocuğuna dönebilme derdinde olan polisler için “Oh”
dedirten bir mesai selametidir.
. . .
Devletin bekçilerini, kapıkullarını rahatlatan ve asıl
“oh”çektiren olay, Deniz’lerin yakalanması ve 6 Mayıs 1972 tarihinde
asılmalarıdır.
. . .
İdamlardan altı gün sonra, 12 Mayıs 1972 günü, Deniz’in,
Hüseyin’in ve Yusuf’un mezarlarına bir tutam kır çiçeği bırakırken apar topar
gözaltına alınan bir demiryolu işçisi de, yaşamında denizi ilk kez gören köylü
ile aynı eziyeti paylaşır.
Üç mezara bırakılan kır çiçekleri, toprağa düşmüş devrimin üç
tohumunu yad etmenin ötesinde, faşizme karşı sahiplenilen değerlere, tüm yaşananların
anılarına verilmiş bir yanıt, diğer yanıyla da adı bilinen bilinmeyen, zulmün acısını,
hüznünü yaşayanların tümüne işçi tulumuyla çakılmış hakikatli bir selamdır.
Hasan Oğuz Bilgen, 06.05.2019, Bağarası-Ilıpınar.