28 Ekim 2020 Çarşamba

ZEYTİN DALLARINA VERİLMİŞ SÖZLERE DAİR...

 

ZEYTİN DALLARINA VERİLMİŞ SÖZLERE DAİR... 

Ellerimizi bıraktığı ardı sıra, 'unutursam, unutturursam yüreğim kurusun' iddialı sözü ağzımızdan çıkmıştı bir kez. Bir güzel dostun onca güzelliğine ilişkin, paylaşılan, verilen daha nice sözler...  

Tam da burada, THKP-C neferi Oktay Etiman ağabeyin 'verilmiş sözün vebali muhteşemdir; onca yakıcılığı ile bir o kadar dehşetlidir.' sözü gelir akıllara. Ders gibi bir sözdür... 

Tokat ilinin Sorgun ayazının karabasan günlerinde, 987 şubatında söylenmiştir. 

İlk bakışta çok fazla bir şey değildi, tüm dostlarınca hep bir ağızdan, gönül birliğince verilen söz... 

"Her zeytin hasatında... Nimetlerini sıyırdığımız dalların her yağlı tanesinde seninle birlikte olacağız. Dolu dolu seni anacağız."

H.Zafer Başsivri... 958'de güzelim dünyaya göz kırpan, 2008 Ekiminde ellerimizi bırakan. 

"Sivri Dede"nin torunu... Bir an olsun öğrenmekten, araştırmaktan, denemekten ve yapmaktan bıkkınlık getirmeyen zeytinin, arı kovanlarının -çokça susan öz konuşan- sabırlı dostu.  

Sınıf mücadelelerinin tarihi yaşa, cinse, etnik kimliğe bakmaksızın değişik yer ve zaman dilimlerinde kimi insanlara ağır ve meşakkatli, ateşten gömlek misali yakıcı görevler yüklüyor. İşte H.Zafer de, insanlık tarihinin toplumsal sorumluluğunun o günlerdeki sıska bedeninin zayıf omuzları üzerine bir talih kuşu gibi konduğu genç insanlardan biriydi. 

970'li yıllarda başlayan zor ve neşeli, bir o kadar onurlu, zor yürüyüşümüzün sarp yollarında her daim omuz başımızda idi. Sessiz, alçak gönüllü, uzun uzadıya, sıkıcı konuşmayan, süslü sözlerden sakınan, yapıcı, üretken ve dahi sitemsiz haliyle... 

Her koşulda, birbirimize sokularak döndüğümüz her tekinsiz köşe başının tipik bir sıra neferi idi. Üstlendiği her görev ve sorumluluktan bir an olsun sekmedi. Onca hengamede, koşuşturmacada... Her gözümüze iliştiğinde hep orada, yanı başımızdaydı.  

Göz gözü görmez toz dumanlarda... Sonrasında. İnsanların kendisini kurtarmaya çalıştığı günlerde, onu, ya birinden bir şeyler öğrenmeye sabırsızlanırken ya da gücü tükenmek üzere bir arkadaşın koltuk altından kavramış bir girdaptan çekip çıkarmaya çalışırken görmüşüzdür.

O sıcak günlerde, alacakaranlıklarda, ıssızlıklarda, karanfil kokularıyla bir daha hiç geri gelmemecesine yitirdiklerimiz oldu. Tökezleyenlerimiz de olmadı değil. Oldu. Savrulmayanlarımız, adreslerini ve aidiyetlerini unutmayanlarımız da... Yaşanan, şu kahrolası günleri görenlerimiz de oldu.

H.Zafer Başsivri... Hiç ama hiç kirlenmedi.

12 Eylül 1980'in açık faşizm günlerinde yurt dışına çıkmayı, güvenli, rahat diyarların tavernalarında fink atıp gönül eğlendirmeyi, ballı kaymaklı sofralarda yiyip içmeyi aklına bile getirmedi. Sermayenin askeri cuntasının en kanlı en zorba zamanlarının falakalarına, en soğuk duvarlarına karşı dişlerini ve yumruklarını sıktı.

Yıllar sonra, bir gün onunla adını GIPA koyduğu, orada gıda ürünlerini sattığı, hilesiz, iddiasız, basit ama onurlu mekanda tekrar kucaklaştık.

Zamanın bol mekanın dar olduğu cezaevi yıllarının sonrasında da, gereksiz konuşmalar yapmaktan, büyük laflar etmekten öte, araştırıcı çalışmalar yapmayı, gerçeğin yani emeğin, insanın dünyasından kopmamayı, şimdilerin sanal alemlerinin bitmek tükenmez polemiklerinin çok uzağında, üretken ve paylaşımcı çalışmalar yapmayı yeğledi. İyi de yaptı. 

. . . 

Manisa Cezaevi onu nasıl daralttıysa, elbette GIPA da daraltacaktı. İlk fırsatta en katışıksız, en güzel balları üreten arıların dünyasına daldı. "Az laf çok iş" sözünü her daim önümüze koyarcasına, en bulunmaz kır çiçeklerinin aroması sinmiş, en nefis, hilesiz ve doğal balları üretti. 

Yer kürenin barış simgesi zeytin ağacının en sıkı, en üretken dostu, kısa yaşamında emsalleri ile yarışan sofralık zeytinlerini, tadı damaklarda kalan soğuk sıkım zeytinyağlarını üretti. Yetmedi; nasıl daha iyi üretirim sorusunun peşine düştü. Okudu, araştırdı. Dağlarda arıları, ovalarda zeytinlikleri gözlemledi. Üreticilerle konuştu. Köylülerle düştü, kalktı. 

Tüm bunları, az konuşan alçak gönüllü bir edayla yapması, belki de birçoğumuza inceden inceye verilmiş bir iletiydi. Bizzat uyguladığı, olması, yapılması gerekeni kanıtladığı yaşam tarzının, yıllar var savunageldiğimiz, uğruna ölümlere gidip geldiğimiz dünya görüşü ile nasıl da örtüştüğü esprisini her nasıl, her nedense hala kavrayabilmiş değiliz.

Zafer, sözcüğün gerçek anlamı ile bir imece ustası, gerçek bir dayanışma gönüllüsü idi.

İşte yine, yeni bir nar hasadında... Sepet sepet, kasa kasa narları sıkıp suyunu alırken. Kaynayan nar ekşisi kazanının başında. Gülerdir ellerimizden çıkmayan nar kınalarına bakıp, dalıp dalıp giderken; yine birlikteyiz. İşte, yeni bir zeytin hasatı günlerinde. Uzak dallara ulaşmaya, yüzümüze gelen inatçı sürgünlerden sıyrılmaya çalışırken. Avuçlarımızı dolduran en iri zeytin danelerini sıkıp kokladığımızda yine onu duyumsuyoruz.

Ah, bu narlı-zeytinli günleri, bu anları daha çok insanla paylaşabilseydik! Ardı sıra söz verenlerce, Fadime ablanın zeytinliğinde, yeni ürünlerin ellerimizdeki kınalarıyla, yağ lekeleriyle, yüzlerimizde ağız dolusu gülücükler, şen kahkahalar atabilseydik! 

Şimdilerde özlemini çektiğimiz çok eski günlerimizin çocuksu takılmaları, hesapsız şakaları ile... Oturup, Rum komşularımızdan kaldığı söylenen yaşlı bir ağacın serin gölgesinde demli-sohbetli çaylar içebilseydik!  Bal arılarının, arı kovanlarının, yaşamın canlı pratiğinin uzağına düşmeden... Hayatın hay huyundan uzak, kirine pasına, çürümüşlüğüne, kokuşmuşluğuna bulaşmadan. Yüklü dalların bol taneli meyvelerine dokunarak, uzak dalların yemişlerine uzanarak... Tek bir kırıcı, sivri laf etmeden. Olmaz, olamaz mıydı?  Bal gibi de olurdu!  Ama olmadı, yapamadık.

.  .  .

Sen "Sivri Dede"nin sevgili torunu, Zafer... Dizleri soba borusu kadife pantolonumuzu, cebimizdeki on lirayı, pakette kalan son "Birinci" cıgarasını bölüştüğümüz çocuk!  Seni mevsimin bu günlerinde anmamak elde mi? 

Sen, demli çayların sıcağında, buğusunda ortaklaştığımız. Yazılama, afişleme gecelerimizin uykusuz sabahlarında en önce kalkanımızdın. Ahşap kapının arkasına çakılı onluk çivide asılı duran kadife pantolonu, yer yataklarında yorgun argın uyuyanlarımıza bakıp hınzır gülüşlerle ilk giyenimizdin. 

Seni o tepeden tırnağa çocuksu, sırılsıklam birbirine bağlı, an geldi nefesi nefesimizde, yorulanı sırtladığımız o zamanların naif duyguları ile anmamak elde mi? 

Zeytin gülüşlü, baldan tatlı arı mayamız, atom karıncamız, "az laf, çok iş" arkadaş... Oktay Etiman ağabeyimin ağzıyla, dosta verilen her söz ne "dehşetli", ders ne "muhteşemdi".  Bu yıl da, yeni ürün yağımız sensiz daha buruk, daha kekremsi olacak.  Üreticiliğini, zeytinciliğini yine sürdüreceğiz. Gelişip büyüyen, salkım saçak ürüne duran her zeytinin gölgesinde yine seninle olacağız. 

En çalışkanımız, en yorulmazımız, en yakışıklımızdın.

Tekrar hoşça kal, bıkıp usanmaz, uslanmaz çocuk. 


Hasan Oğuz Bilgen, 28.10.2020. Ilıpınar- Bağarası.



6 Ekim 2020 Salı

BİN "NASİHAT", BİR "MUSİBET" MESELESİ...

Ne denilmek istendiğine bakıldığında, yaşanan olaylar ve insan ilişkileri yani yaşamın bizzat kendisi öğütlerden daha etkili ve öğreticidir anlamı çıkan, "Bir musibet bin nasihatten yeğdir" atasözünü, din dersi öğretmeni ukala bir kaykılma ile yinelerken, tüm sınıf meraklı bir sessizlik içindedir. Pedagojik bilgi ve formasyona uzak, biat ve iman etmeye çok yakın adam yeni yetme öğrencilere seslenirken, kürsünün üstünlüğünü ve gücünü kullanmaktadır.
 
"Çocuklar! Kızılların zehiri ne yazık ki bu gün insanlığı zehirlemekte, Allah korkusu olmayan inançsız zavallıların beyinlerini yıkamaktadır. Gomünizm fitne fesat, ahlaksızlık rejimidir. Rusya'da Kızıllar aileyi de, aile kavramını da kaldırmışlardır. Demirperde ülkelerinde, eğer evinin kapısında yabancı bir erkek şapkası asılıysa, o şapka o askıdan yok oluncaya kadar o evin erkeği evine uğramaz."  

*  *  *
Nasihat sözcüğünün Türkçe karşılığı öğüt sözcüğüdür. Fotoğrafı da 1920 Bakü Doğu Halkları Kurultayı'nın barış, kardeşlik ve dayanışma iletisini veren fotoğraftır. 

Musibet sözcüğünün de anlamı, yaşamın bizzat kendisinin yani bize gösterip öğrettiklerinin öğütlerden daha etkili ve öğretici olması içeriğindedir. Fotoğrafı ise an itibari ile, tek kaynağı Emperyalist haydutların fitne/fesat/çıkar kaşıması/ köpüertmesi olan olan Ermenistan-Azerbaycan boğazlaşmasıdır.  

*  *  *
Şimdi "Musibet" ten yüz yıl öncesine dönmenin tam zamanı: 

Yıl 1920, eylül ayı. Yer Bakü-Azerbaycan. 

SSCB içinde, ulusların kendi kaderlerini ve öz yönetimlerini özgürce belirlediği, eşit yurttaşlık hak ve özgürlüklerine sahip on beş halk cumhuriyetinden biri. Sömürünün olmadığı, eşit-özgür bir düzenin olabileceği öngörüsü ile 1917 Devrimi ile gerçekleştirilen sosyalist düzenin kalıcı kılınması, bunun da ancak doğu halklarının desteğinin alınması ile olabileceği düşüncesinden hareketle, anılan yer ve zamanda 1.Doğu Halkları Kurultayı düzenlenir. 

Kongreye Türkiye, İran, Mısır, Hindistan, Afganistan, Çin, Japonya, Kore, Dağıstan Arabistan, Suriye, Filistin, Buhara, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan'dan iki bine yakın delege katılır. Ülkemizden, Kongre dönüşü Karadeniz'in derin sularına gönderilerek katledilen Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve on üç yoldaşı da vardır.

Sözlü sazlı, bir şenlik, bir bayram havasında geçen kurultay, emperyalist barbarlığın tehditkar varlığına, spekülatif çirkefliklerine ve onca aşağılık dezeformasyona karşın, barış içinde bir arada, eşit-özgür ve kardeşçe yaşama ilişkin güçlü bir manifesto ile son bulur. 

"Nasihat"ten yüz yıl sonra... 

Yıl 2020, ekim ayı. Yer Ermenistan-Azerbaycan. Fotoğraf, emperyalizmin güdümünde, bölgesel üstünlük peşinde olan işbirlikçi devletlerin birbiri ile boğazlaşması... Yüz yıl önce düğün dernek ve de bir şölen tadında barış, dostluk, kardeşlik dersi veren halkların, şoven duygularla kışkırtılıp birbirlerinin ümüklerine çökmek zorunda bırakılmaları...

*  *  *
Aslında deneysel bilgiye, eleştirel akla, sormaya, sorgulamaya, öğrenmeye aç yeni yetme öğrencilere kibirli beden dili ile bilgiçlik taslayan, "ahlak dersi" verdiğini sanan badem bıyıklı öğretmen, soyluluk unvanını ve de emeğin sömürülmesini yasaklayan, herkesi yasa önünde eşit sayan, günlük çalışma süresini sekiz saate, yedi saate indiren, çocuk işçiliği men eden, çalışan herkese, kadınlara, çalışamayacak durumda olan hastalara ve yaşlılara sosyal güvence sağlayan, hafta sonlarını tatil ilan eden, çağdaş-bilimsel-parasız eğitimi, devlet güvenceli sağlığı, barınma ve yıllık tatil hakkını esas alan SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) çöküp dağıldığında muradına ermiş midir?

O yoluk, badem bıyıklı öğretmen, şimdilerde yaşıyor mudur?  Ermenistan ve Azerbaycan halklarının birbirlerinin boğazına çöktüğü yaşanan günlerde başı göğe eriyor mudur?

Hasan Oğuz Bilgen, 06/10/2020. Kangal-SİVAS