DİYELİM Kİ, DOĞUM GÜNÜ 24 NİSAN.
Özellikle çocukların “neşe” dolduğu 23 Nisan günleri alışılmışın
dışındadır kimileri için. Buruktur örneğin, acılı ve hüzünlüdür. Çocuk ruhunda
travma derecesinde, nedeni/mantığı açıklanamayan, anlamlandırılamayan korkuları
taşır kimi kez.
Yeni yetmeliğinin deli dolu günlerinde, caddelerini, sokaklarını
eylem adımları ile arşınladıkları, tekinsiz gölgelerle köşe kapmaca oynadıkları
kentin ilkyaza göz kırptığı, kıpır kıpır bir nisan gününde doğar bebek. Cümle
ahalinin “Şehzadeler Kenti” olmakla övünüp, yine hatırı sayılır bir
çoğunluğunun “Osmanlıya yakışır biçimde” kibirlendiği diyarın merkez köyü Horozköy'dür
içine düştüğü çukur. Bu göz açış, elbette dünyanın Erivan’ında, Tokyo’sunda ya
da dilini, iklimini bilmediğimiz her hangi bir kuytuluğunda gerçekleşebilecek
hasbelkader bir durumdur.
Bebeğin bayraklarını açarak aynı odada uyuyan kardeşlerini
uyandırdığı an, yeni günün ilk saati, mekansa okulun eski lojman binasıdır.
Köy, tipik bir Anadolu sofuluğundadır. Bu doğal taşra tutuculuğu elbette
anlaşılabilirdir. Kentin yerleşik halkının ve çarşı esnafının, köyün pamuk
ninelerinin, pamuk dedelerinin tersine, neden daha bir kara sakallı ve kötümser
-hatta kötü- bakışlı olduğunun ayırtına, ortaokula başladığı yıllarda azda olsa
varabilecektir. Birbirini izleyen yılların, her nedense hep nisan ayına
rastlayan günlerinde, içinde donup kalmış üç fotoğraf karesinin verdiği
rahatsızlık dünyaya ve insana bakışını biçimlendireceğini kim bilebilirdi?
. . .
Zaman 1960'lı yılların sonudur.
Çocuğun gözlerinden hiç gitmeyen, belleğinin labirentlerinde
canlılığını hiçbir koşulda yitirmemiş olan o ilk fotoğraftır.
Yer, milliyetçiliklerini yere göğe sığdıramadıkları hatırlı ve
bol akçeli eşraf takımından beyefendilerin, hanımefendilerin kibirlenip, yine “Osmanlıya yakışır" biçimde yaşadıkları, mehter marşı ve de afrodizyak beklentisinden başka bir nane olmayan mesir macunu ile övündükleri yerdir.
. . .
İlk fotoğraf karesinde, sürekli homurdanıp küfürler eden ve
sayıları giderek artan, elleri satırlı, sopalı ve sıkılı yumrukları ile
kontrolsüz, nefret dolu bir kalabalık vardır. Sevgiden ve hoşgörüden nasibini
almamış öfke selinin hemen önünde ablası yaşında mini etekli, hayli korkmuş ve
koşar adım bir genç kız.
İlk bakışta öfkeli taciz mini eteğe gibiymiş gibi
görünse de, asıl olan insan onuruna, özgür insan olgusuna olan salyalı
nefrettir. Kız, gemi azıya almış güruhun elinden kendisini son anda
kurtarıp, soluğu kentin tek banka şubesi olan (x) bankasının eski binasında
alır.
Yaşayanlar, tanık olanlar bilecektir ki, kudurmuş selin önünde sadece tek
bir kişi durur. Elinde yuvarlak börek bıçağı ile dikilerek, çarşının tek
yürekli, değer bilir, hoşgörü sahibi ve de aydınlık esnafı olduğunu kanıtlayan
börekçi Abdurrahman.
Çocuk bir gün önce, okuduğu ilkokulun 23 Nisan
İzci Grubu içinde, aynı caddede trampet çalarak yürümüştür. Ünlü yazarın 'Vurun Kahpeye' öyküsünü çağrıştıran olayın olduğu günse 24 Nisandır.
. . .
İkinci siyah beyaz fotoğraf: Sarışın çocuk, ilerleyen yılların yine bir 23 Nisan Bayramı
sonrasında, bankaya sığınan mini etekli kızın yüzündeki korkuyu ve çaresizliği,
bu kez üniversitede okuyan bir ağabeyin gözlerinde görür. Serin bir nisan akşamıdır. Durmuş, ancak çalışır vaziyette bir
otomobilin ölgün far ışıklarının önünde, yere yatırılmış üniversiteli bir
gencin uzun saçları, yine öfkeli bir kalabalık tarafından makasla diplerinden kesilir.
"İbret olsun" mealinde, ortalık yerde "saç kesme
işlemi" sona erince, arbedenin orta yerinden fırlayan resim hayli
travmatiktir. Final sahnesinde kara suratlı, salyalı kızgın adamlar gence "Osmanlı" tokatları ile “son dersini” verirler. Ardından, o an, orada anlayamadığı, yaşamında ilk kez duyduğu sinkaflı ve muhafazakar laflar edip, bir takım "dini nasihat"lerde bulunurlar. ( Adı geçen sözcükler, mahalli gazetede çıkan ilgili haberdeki sözcüklerdir.)
. . .
Hiçbir karanlık, hiçbir iç sıkıntısı sürgit yakanıza yapışıp,
ayaklarınıza tıpkı bir karaçalı gibi dolaşıp durmaz. Kimi puslu, sisli
günlerin karabasanlarının sonrasında pırıl pırıl bir güneşin açtığı da
olur.
Bir 24 Nisan gününde Köy Enstitülü baba, tıfıl öğrencinin çocuk
ellerine, dünya edebiyat klasiği 'Suç ve Ceza' romanını bırakıverir. "Al
bu kitabı, oku" der, "Okuyup bitirdiğinde ise, soru sorup
sınayacağım. Notumu verdiğimde, sen de bundan böyle, her daim okuyan, soru
soran, sorgulayan, araştıran, aklını çelen olaylara körü körüne inanmayan bir
insan olacaksın"
Çocuk kitabı okur, bitirir.
Rodion Romarovich Raskolnikov'un yaşlı kadını
niçin, nasıl öldürdüğünü anlamasa da, bir insanın canına kıymanın nasıl korkunç bir
vahşet olduğun gerçeğini yüreğine, bilincine yazacaktır. İlerleyen yıllarda 'Suç ve Ceza'nın ve elbette Köy Enstitülü babanın
etkisiyle dünya görüşünün, dünyaya bakış açısının merkezine insanı ve insan
onurunu oturtacaktır.
Ve ortalık ışıyacak, giderek büyüyen, genişleyen dünyası
aydınlanacak, renklenecektir.
. . .
Son siyah beyaz fotoğraf:
Resim net; yaşamın kendisi anlaşılmaz ve karmaşıktır.
Zıtlıkların ve karşıtlıkların bir araya gelmesiyle derinleşir,
zorlaşır. Ne var ki, bir o kadar da zenginleşir, güzelleşir. Öğretici olur,
deneyim ve hoşgörü sahibi yapar.
Ergen gözleri ikinci kez okuduğu Dostoyevski klasiğinin dizelerinde, aklı ise kentin en büyük ve en göze çarpan alanında, derme çatma
kurulmuş, kentin grevci temizlik işçilerinin yoksul çadırlarındadır.
Babası dışında herkes, o çadırlara
yaklaşmamalarını ve yakınından bile geçmemelerini tembihler. Kentin gökyüzünde
soğuk rüzgarlar eser. Hava kurşun gibi ağırdır. Güncele dair, resmi ağızlardan
yapılan açıklamalar, Spil dağının soğuğu kadar dondurucudur: "Çadır
kuranlar, yöneticilerine baş kaldırmış, devlet-i aliye isyan etmiş baldırı çıplak
ayak takımıdır."
Çocuk belleğinde iz bırakan açıklamaların en çarpıcısını, en
ürkütücüsünü okulun hademesi yapar: Çadırlarda kalanlar “Ermenidir”!?
Onlara asla ekmek, su filan götürülmemeli, anlattıklarına,
söyledikleri yalanlara kulak asılmamalıdır. Çocuk, inadına çadırların içindeki
yaşamın nasıl olduğunu, orada neler yaşandığını, acınası kılıklı insanların
neden ortalık yerde çadır kurup ateş yaktıklarını, evlerinde, ailelerinin
yanlarında olmadıklarını düşünür.
Çok geçmez... Onunla birlikte birçok insan, o çadırlarda
kalanların Ermeni olmadığını, haklarını alabilmek için greve başlayan, aştan
işten başka bir dertleri olmayan kentin belediyesinin temizlik işçileri
olduklarını öğrenirler. İlerleyen günlerde bu doksan işçinin 44 gün sürecek 930
kilometrelik Ankara yolunu yalınayak yürüdüğünü tüm kent duyar.
. . .
Enstitülü babanın deyişiyle, “Nisan ayı
muhteşemdir. Doğanın, börtü böceğin uyandığı günlerdir.”
1 Nisan, insanın kendisi ve başkaları ile barışık olduğunu kanıtladığı,
kendisini ve diğer insanları hoş gördüğü bir gündür. Ol nedenle 'Nisan balığı' şakasının tadına doyum olmaz.
Köy Enstitüleri’nin kuruluş tarihi olan 17 Nisan, bozkırdaki
aydınlanmanın, umudun çekirdeği, büyümesine kök salmasına izin verilmeyen yalnızlıkta
açan kır çiçeğidir.
23 Nisan, ezilen ve sömürülen Anadolu halklarının kısa da olsa
rahat bir soluk aldığı, saltanatın ve bağnazlığın kör karanlığından sıyrılıp,
özgücünün ayırtına vardığı ve de tünelin ucunda nihai kurtuluşun ışığını gördüğü
tarihtir.
. . .
. . .
Ne ki günlerden 24 Nisan'dır; çocuk şiirlerindeki insanın "neşe dolduğu" 23 Nisan'ın hemen sonrasıdır.
24 Nisan, büyünün bozulduğu tarihtir. "Kral
Çıplak"sa "Çıplak"tır.
Onun donla mı atletle mi kaldığının, anadan üryan mı
olduğunun,
Çoluk çocuk çöllere sürülen, ateşe, sırtlanlara, Hamidiye
Alayları'nın önüne atılan Ermeni vatandaşlarının, kaçının soğuktan, sıcaktan,
mermiden, açlıktan, susuzluktan, kılıçtan, paladan öldüğünün,
Ölü sayının beş yüz bin mi, bir milyon mu, bir buçuk milyon mu
olduğunu eveleyip gevelemenin,
Bu cehennemin adının vahşet mi, katliam mı, tehcir mi, soykırım
mı olduğu konusunda yapılan laf ebeliklerinin, pek de kıymeti harbiyesi
yoktur.
Ne ki, 24 Nisan'dır.
Kıyıma, kırıma ve dahi tüketilmeye, yok edilmeye, soyunun
sopunun, köklerinin kazınmasına reva görülen bir kadim Anadolu halkının
acıları, Talat Paşa’nın Cercle d’Orient Kulubü’ndeki akşam yemeği sonrasında,
milletvekili Krikor Zohrap efendinin yanağına kondurduğu ölüm öpücüğünde
gizlidir. (Vedat Türkali. Bitti Bitti Bitmedi.) ( x )
. . .
Nisan ayı ne hoş, ne de güneşlidir. Doğasıyla kımıl kımıl,
insanıyla cıvıl cıvıldır. Bir o kadar da zordur, kasvetlidir. 1915 yılının Deyr
Ez Zor'un da, Urfa yollarında ne zordur hayat. Suriye çöllerinde, geç bestelenmiş
içli bir şarkının hüzünlü dizeleri sızılanır. Güfte her şeye karşın, onca
tehcire karşın, yalnız kendine sitemkardır. Yine de "şikayet" etmez,
nefret dili, düşmanlık içermez. (xx)
Adı Sarkis'tir... Acılıdır, yine de temkinli, tutumunda ölçüyü,
önlemi elden bırakmayandır. Bestekardır. Aylardan nisandır; ah ne zordur.
Deyr Ez Zor ne menem bir zordur?!
Ne zordur atom çekirdeğini parçalamak. Ön yargılardan, nefretin tutsak eden ruhundan, öfkenin karaçalılarından aklı,
paçayı, vicdanı kurtaramamak?
. . .
. . .
“Tanrım, ne zordur, sigara denen şu illeti bırakmak, terk
etmek!.." saplantısının yanı sıra, oysa ne kolaydır barışabilmek, motorları maviliklere, barışın ve kardeşliğin sularına
sürebilmek.
Yine de resmi tarih anlayışının cenderesinden ötürüdür, 1915
yılının nisan ayında, Hozat-Ergen köyü Kayışoğlu Yarması’ndan salkım saçak
ölüme uçan insan kalabalığında, annesinin eteklerine yapışmış bırakmayan kız
çocuğunun yattığı ölüm uykusundan uyanamamak? ( a.g.y. Vedat Türkali )
Her şeye karşın, her şeye karşın…
Kırılan cam, yıkılan çit için komşudan özür dilemek. Sen de
beni bağışla komşu... Komşum benim... Kızını kızım bellediğim, oğlumu oğlun
bellediğin. Gel eskisi gibi olalım, gülelim eğlenelim. Egemenlere,
padişahlara, saltanatlara, saraylara inat, eskisi gibi yine kız alalım kız
verelim.
. . .
Ne zordur, bu günleri de gördüm diyebilmek. Ağız
dolusu gülebilmek. Ah, insana ne de güç gelir, doğum gününün 24 Nisan olması. Ve dahi, hem o ilkyaz uyanışlarının muhteşem, hem alacakaranlığın karabasan günlerinden birinde, 24
Nisan'da doğmuş olmak.
Ve de "Sarı çocuk, doğum günün kutlu olsun" diyebilmek.
Hasan Oğuz Bilgen, 24 Nisan 1915, Karaköy-Manisa.
( x ) BİTTİ, BİTTİ, BİTMEDİ. Vedat Türkali. Ayrıntı
Yayınları.
https://www.google.com.tr/webhp?sourceid=chrome-instant&rlz=1C1AVNG_enTR614TR614&ion=1&espv=2&ie=UTF-8&hc_location=ufi#q=bitti%20bitti%20bitmedi
( xx ) Kemani Sarkis Efendi'nin nihavend bestesi.
Kimseye etmem şikayet
Ağlarım ben halime.
Kimseye etmem şikayet
Ağlarım ben halime.
Kimseye etmem şikayet
Ağlarım ben halime.
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime.
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime.
Baktıkça istikbalime.
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime.
Perde-i zulmet çekilmiş
Korkarım ikbalime.
Perde-i zulmet çekilmiş
Korkarım ikbalime.
Korkarım ikbalime.
Perde-i zulmet çekilmiş
Korkarım ikbalime.
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime.
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime.
Baktıkça istikbalime.
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime.