23 Nisan 2019 Salı

DİYELİM Kİ, DOĞUM GÜNÜ 24 NİSAN.

DİYELİM Kİ, DOĞUM GÜNÜ 24 NİSAN.

Özellikle çocukların “neşe” dolduğu 23 Nisan günleri alışılmışın dışındadır kimileri için. Buruktur örneğin, acılı ve hüzünlüdür. Çocuk ruhunda travma derecesinde, nedeni/mantığı açıklanamayan, anlamlandırılamayan korkuları taşır kimi kez.
Yeni yetmeliğinin deli dolu günlerinde, caddelerini, sokaklarını eylem adımları ile arşınladıkları, tekinsiz gölgelerle köşe kapmaca oynadıkları kentin ilkyaza göz kırptığı, kıpır kıpır bir nisan gününde doğar bebek. Cümle ahalinin “Şehzadeler Kenti” olmakla övünüp, yine hatırı sayılır bir çoğunluğunun “Osmanlıya yakışır biçimde” kibirlendiği diyarın merkez köyü Horozköy'dür içine düştüğü çukur. Bu göz açış, elbette dünyanın Erivan’ında, Tokyo’sunda ya da dilini, iklimini bilmediğimiz her hangi bir kuytuluğunda gerçekleşebilecek hasbelkader bir durumdur.
Bebeğin bayraklarını açarak aynı odada uyuyan kardeşlerini uyandırdığı an, yeni günün ilk saati, mekansa okulun eski lojman binasıdır. Köy, tipik bir Anadolu sofuluğundadır. Bu doğal taşra tutuculuğu elbette anlaşılabilirdir. Kentin yerleşik halkının ve çarşı esnafının, köyün pamuk ninelerinin, pamuk dedelerinin tersine, neden daha bir kara sakallı ve kötümser -hatta kötü- bakışlı olduğunun ayırtına, ortaokula başladığı yıllarda azda olsa varabilecektir. Birbirini izleyen yılların, her nedense hep nisan ayına rastlayan günlerinde, içinde donup kalmış üç fotoğraf karesinin verdiği rahatsızlık dünyaya ve insana bakışını biçimlendireceğini kim bilebilirdi?
.   .   .
Zaman 1960'lı yılların sonudur.
Çocuğun gözlerinden hiç gitmeyen, belleğinin labirentlerinde canlılığını hiçbir koşulda yitirmemiş olan o ilk fotoğraftır.
Yer, milliyetçiliklerini yere göğe sığdıramadıkları hatırlı ve bol akçeli eşraf takımından beyefendilerin, hanımefendilerin kibirlenip, yine “Osmanlıya yakışır" biçimde yaşadıkları, mehter marşı ve de afrodizyak beklentisinden başka bir nane olmayan mesir macunu ile övündükleri yerdir.
.  .  .
İlk fotoğraf karesinde, sürekli homurdanıp küfürler eden ve sayıları giderek artan, elleri satırlı, sopalı ve sıkılı yumrukları ile kontrolsüz, nefret dolu bir kalabalık vardır. Sevgiden ve hoşgörüden nasibini almamış öfke selinin hemen önünde ablası yaşında mini etekli, hayli korkmuş ve koşar adım bir genç kız. 
İlk bakışta öfkeli taciz mini eteğe gibiymiş gibi görünse de, asıl olan insan onuruna, özgür insan olgusuna olan salyalı nefrettir. Kız, gemi azıya almış güruhun elinden kendisini son anda kurtarıp, soluğu kentin tek banka şubesi olan (x) bankasının eski binasında alır.
Yaşayanlar, tanık olanlar bilecektir ki, kudurmuş selin önünde sadece tek bir kişi durur. Elinde yuvarlak börek bıçağı ile dikilerek, çarşının tek yürekli, değer bilir, hoşgörü sahibi ve de aydınlık esnafı olduğunu kanıtlayan börekçi Abdurrahman. 
Çocuk bir gün önce, okuduğu ilkokulun 23 Nisan İzci Grubu içinde, aynı caddede trampet çalarak yürümüştür. Ünlü yazarın 'Vurun Kahpeye' öyküsünü çağrıştıran olayın olduğu günse 24 Nisandır.
.  .  .
İkinci siyah beyaz fotoğraf:  Sarışın çocuk, ilerleyen yılların yine bir 23 Nisan Bayramı sonrasında, bankaya sığınan mini etekli kızın yüzündeki korkuyu ve çaresizliği, bu kez üniversitede okuyan bir ağabeyin gözlerinde görür. Serin bir nisan akşamıdır. Durmuş, ancak çalışır vaziyette bir otomobilin ölgün far ışıklarının önünde, yere yatırılmış üniversiteli bir gencin uzun saçları, yine öfkeli bir kalabalık tarafından makasla diplerinden kesilir. 
"İbret olsun" mealinde, ortalık yerde "saç kesme işlemi" sona erince, arbedenin orta yerinden fırlayan resim hayli travmatiktir. Final sahnesinde kara suratlı, salyalı kızgın adamlar gence "Osmanlı" tokatları ile “son dersini” verirler. Ardından, o an, orada anlayamadığı, yaşamında ilk kez duyduğu sinkaflı ve muhafazakar laflar edip, bir takım "dini nasihat"lerde bulunurlar. ( Adı geçen sözcükler, mahalli gazetede çıkan ilgili haberdeki sözcüklerdir.)
.  .  .
Hiçbir karanlık, hiçbir iç sıkıntısı sürgit yakanıza yapışıp, ayaklarınıza tıpkı bir karaçalı gibi dolaşıp durmaz. Kimi puslu, sisli günlerin karabasanlarının sonrasında pırıl pırıl bir güneşin açtığı da olur. 
Bir 24 Nisan gününde Köy Enstitülü baba, tıfıl öğrencinin çocuk ellerine, dünya edebiyat klasiği 'Suç ve Ceza' romanını bırakıverir. "Al bu kitabı, oku" der, "Okuyup bitirdiğinde ise, soru sorup sınayacağım. Notumu verdiğimde, sen de bundan böyle, her daim okuyan, soru soran, sorgulayan, araştıran, aklını çelen olaylara körü körüne inanmayan bir insan olacaksın"
Çocuk kitabı okur, bitirir.
Rodion Romarovich Raskolnikov'un yaşlı kadını niçin, nasıl öldürdüğünü anlamasa da, bir insanın canına kıymanın nasıl korkunç bir vahşet olduğun gerçeğini yüreğine, bilincine yazacaktır. İlerleyen yıllarda 'Suç ve Ceza'nın ve elbette Köy Enstitülü babanın etkisiyle dünya görüşünün, dünyaya bakış açısının merkezine insanı ve insan onurunu oturtacaktır. 
Ve ortalık ışıyacak, giderek büyüyen, genişleyen dünyası aydınlanacak, renklenecektir.
.   .   .
Son siyah beyaz fotoğraf:
Resim net;  yaşamın kendisi anlaşılmaz ve karmaşıktır.
Zıtlıkların ve karşıtlıkların bir araya gelmesiyle derinleşir, zorlaşır. Ne var ki, bir o kadar da zenginleşir, güzelleşir. Öğretici olur, deneyim ve hoşgörü sahibi yapar. 
Ergen gözleri ikinci kez okuduğu Dostoyevski klasiğinin dizelerinde, aklı ise kentin en büyük ve en göze çarpan alanında, derme çatma kurulmuş, kentin grevci temizlik işçilerinin yoksul çadırlarındadır. 
Babası dışında herkes, o çadırlara yaklaşmamalarını ve yakınından bile geçmemelerini tembihler. Kentin gökyüzünde soğuk rüzgarlar eser. Hava kurşun gibi ağırdır. Güncele dair, resmi ağızlardan yapılan açıklamalar, Spil dağının soğuğu kadar dondurucudur:  "Çadır kuranlar, yöneticilerine baş kaldırmış, devlet-i aliye isyan etmiş baldırı çıplak ayak takımıdır." 
Çocuk belleğinde iz bırakan açıklamaların en çarpıcısını, en ürkütücüsünü okulun hademesi yapar:  Çadırlarda kalanlar “Ermenidir”!?
Onlara asla ekmek, su filan götürülmemeli, anlattıklarına, söyledikleri yalanlara kulak asılmamalıdır. Çocuk, inadına çadırların içindeki yaşamın nasıl olduğunu, orada neler yaşandığını, acınası kılıklı insanların neden ortalık yerde çadır kurup ateş yaktıklarını, evlerinde, ailelerinin yanlarında olmadıklarını düşünür.
Çok geçmez... Onunla birlikte birçok insan, o çadırlarda kalanların Ermeni olmadığını, haklarını alabilmek için greve başlayan, aştan işten başka bir dertleri olmayan kentin belediyesinin temizlik işçileri olduklarını öğrenirler. İlerleyen günlerde bu doksan işçinin 44 gün sürecek 930 kilometrelik Ankara yolunu yalınayak yürüdüğünü tüm kent duyar.
.   .   .
Enstitülü babanın deyişiyle, “Nisan ayı muhteşemdir. Doğanın, börtü böceğin uyandığı günlerdir.”
1 Nisan, insanın kendisi ve başkaları ile barışık olduğunu kanıtladığı, kendisini ve diğer insanları hoş gördüğü bir gündür. Ol nedenle 'Nisan balığı' şakasının tadına doyum olmaz.
Köy Enstitüleri’nin kuruluş tarihi olan 17 Nisan, bozkırdaki aydınlanmanın, umudun çekirdeği, büyümesine kök salmasına izin verilmeyen yalnızlıkta açan kır çiçeğidir.
23 Nisan, ezilen ve sömürülen Anadolu halklarının kısa da olsa rahat bir soluk aldığı, saltanatın ve bağnazlığın kör karanlığından sıyrılıp, özgücünün ayırtına vardığı ve de tünelin ucunda nihai kurtuluşun ışığını gördüğü tarihtir.
.   .   .

Ne ki günlerden 24 Nisan'dır;  çocuk şiirlerindeki insanın "neşe dolduğu" 23 Nisan'ın hemen sonrasıdır.
24 Nisan, büyünün bozulduğu tarihtir. "Kral Çıplak"sa "Çıplak"tır. 
Onun donla mı atletle mi kaldığının, anadan üryan mı olduğunun, 
Çoluk çocuk çöllere sürülen, ateşe, sırtlanlara, Hamidiye Alayları'nın önüne atılan Ermeni vatandaşlarının, kaçının soğuktan, sıcaktan, mermiden, açlıktan, susuzluktan, kılıçtan, paladan öldüğünün,
Ölü sayının beş yüz bin mi, bir milyon mu, bir buçuk milyon mu olduğunu eveleyip gevelemenin,
Bu cehennemin adının vahşet mi, katliam mı, tehcir mi, soykırım mı olduğu konusunda yapılan laf ebeliklerinin, pek de kıymeti harbiyesi yoktur.
Ne ki, 24 Nisan'dır.
Kıyıma, kırıma ve dahi tüketilmeye, yok edilmeye, soyunun sopunun, köklerinin kazınmasına reva görülen bir kadim Anadolu halkının acıları, Talat Paşa’nın Cercle d’Orient Kulubü’ndeki akşam yemeği sonrasında, milletvekili Krikor Zohrap efendinin yanağına kondurduğu ölüm öpücüğünde gizlidir. (Vedat Türkali. Bitti Bitti Bitmedi.) ( x )
.   .   .
Nisan ayı ne hoş, ne de güneşlidir. Doğasıyla kımıl kımıl, insanıyla cıvıl cıvıldır. Bir o kadar da zordur, kasvetlidir. 1915 yılının Deyr Ez Zor'un da, Urfa yollarında ne zordur hayat. Suriye çöllerinde, geç bestelenmiş içli bir şarkının hüzünlü dizeleri sızılanır. Güfte her şeye karşın, onca tehcire karşın, yalnız kendine sitemkardır. Yine de "şikayet" etmez, nefret dili, düşmanlık içermez. (xx)
Adı Sarkis'tir... Acılıdır, yine de temkinli, tutumunda ölçüyü, önlemi elden bırakmayandır. Bestekardır. Aylardan nisandır; ah ne zordur. Deyr Ez Zor ne menem bir zordur?!
Ne zordur atom çekirdeğini parçalamak. Ön yargılardan, nefretin tutsak eden ruhundan, öfkenin karaçalılarından aklı, paçayı, vicdanı kurtaramamak?
.   .   .
“Tanrım, ne zordur, sigara denen şu illeti bırakmak, terk etmek!.." saplantısının yanı sıra, oysa ne kolaydır barışabilmek, motorları maviliklere, barışın ve kardeşliğin sularına sürebilmek.
Yine de resmi tarih anlayışının cenderesinden ötürüdür, 1915 yılının nisan ayında, Hozat-Ergen köyü Kayışoğlu Yarması’ndan salkım saçak ölüme uçan insan kalabalığında, annesinin eteklerine yapışmış bırakmayan kız çocuğunun yattığı ölüm uykusundan uyanamamak? ( a.g.y. Vedat Türkali )

Her şeye karşın, her şeye karşın… 
Kırılan cam, yıkılan çit için komşudan özür dilemek. Sen de beni bağışla komşu... Komşum benim... Kızını kızım bellediğim, oğlumu oğlun bellediğin. Gel eskisi gibi olalım, gülelim eğlenelim. Egemenlere, padişahlara, saltanatlara, saraylara inat, eskisi gibi yine kız alalım kız verelim.
.   .   .
Ne zordur, bu günleri de gördüm diyebilmek.  Ağız dolusu gülebilmek.  Ah, insana ne de güç gelir, doğum gününün 24 Nisan olması. Ve dahi, hem o ilkyaz uyanışlarının muhteşem, hem alacakaranlığın karabasan günlerinden birinde, 24 Nisan'da doğmuş olmak.
Ve de "Sarı çocuk, doğum günün kutlu olsun" diyebilmek.

Hasan Oğuz Bilgen, 24 Nisan 1915, Karaköy-Manisa.

( x )  BİTTİ, BİTTİ, BİTMEDİ. Vedat Türkali. Ayrıntı Yayınları. 
https://www.google.com.tr/webhp?sourceid=chrome-instant&rlz=1C1AVNG_enTR614TR614&ion=1&espv=2&ie=UTF-8&hc_location=ufi#q=bitti%20bitti%20bitmedi

( xx ) Kemani Sarkis Efendi'nin nihavend bestesi.
     

    
Kimseye etmem şikayet
Ağlarım ben halime.
Kimseye etmem şikayet
Ağlarım ben halime.

Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime.
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime.

Perde-i zulmet çekilmiş
Korkarım ikbalime.
Perde-i zulmet çekilmiş
Korkarım ikbalime.

Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime.
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime.




15 Nisan 2019 Pazartesi

17 NİSAN 1940 BOZKIRINDAN GELEN İMECE IŞIĞI



17 NİSAN 1940 BOZKIRINDAN GELEN İMECE IŞIĞI

"Acı  acı gülmek" deyimi ile "Ağız dolusu gülmek" deyimi arasında ince bir çizgi var. Bu coğrafyanın aklınıza gelebilecek hemen her alanında gelinen yer, siyasal egemen gücün aktörlerinden seçmenine dek bulaşan pişkin-cıvık profil, nobran-agresif kişilik yapısı, şimdilerde bu deyimleri  insana sıkça anımsatır oldu. Sulu profilin pişkinliği yoksullara, kadınlara, emekliye bir yandan açlık, bir yandan ölüm acısı yaşatarak bedel ödetiyor... Baskılanan, işssiz bırakılan, üstüne üstlük alay edilen şu toplumda hangi insanın, hangi olayın arkasında acı yok ki?!

17 Nisan 1940 tarihinde ilgili yasa ile kurumsallaşan, ardısıra ülkenin değişik kırsal/bakir alanlarında kurularak yaşama geçirilen Köy Enstitüleri'nin çarpıcı öyküsü de, Meriç'te 1948'de ilk derin devlet komplosunun eseri olan Sabahattin Ali cinayeti gibi Anadolu insanın eski acılarından.
.   .   .

Kitaplarda yazılı kuru bilginin ezberlenmesi, belletilmesi, tekdüze yinelenmesi ile ilgisi olmayan, tersine bilginin işlikte, deney ve uygulama alanlarında sorgulanmasının ve doğrulanmasının öyküsü 1940'da başlamadı elbette. Emperyalistler arası birinci paylaşım savaşı koşullarında İstanbul-Moda, Kastamonu gibi çok az sayıda öğretmen okulunda geleneksel eğitim modeli ile klasik öğretmen tipi yetiştirilmektedir. İttihat Terakki iktidarından aldığı yetki ve destekle, Moda'daki okulda "Eğitimde Reform" düşüncesi ile kendi kişisel bilgilerini uygulayan dönemim eğitimcilerinden Satı Bey'dir.

Satı Bey, okuluna kaydettiği İsmail'in adına Hakkı'yı ekler; ürkek öğrenci İsmail Hakkı olarak tahta sıralardan birine ilişir. Bu Rumeli çocuğu, yıllar sonra İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç olarak anılacaktır. Mezuniyet sonrası, 1918 Eylül sonunda eğitim ve araştırma amaçlı Almanya'ya gönderilir. Savaş ortamında ortalık karışıktır. Orada Spartakistlerin devrimci eylemine, savaş karşıtı Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg'un kapitalizmin barbarlarınca katline tanık olur.

Oradaki eğitbilim arayışlarını izler; Kerschensteiner'in "Teknik eğitimin ilk gereği, gözün ve elin eğitilmesidir. Sistem pratiğe dönük olmalı, bilgi yükü azaltılarak, niteliği ve yapabilme yeteneğinin önü açılmalı" önerisini aklına yazar. Dönüş vapurunda Vedat Nedim'le, önemli eğitim araştırmaları yapan Ethem Nejat'la konuşur, tartışır. "Mesut Köy" adlı bir ütopyası olan E.Nejat, Mustafa Suphi ve ondört yoldaşıyla birlikte 28 Ocak 1921'de Karadeniz'e açılmaları zorlanarak, bir taka içinde katledilirler. İsmail Hakkı'da korkunç bir dehşet duygusu uyandıran bu devlet kumpası, yüreğinde ince bir bıçak yarası gibi yer eder. Belleğine işleyen sarsıcı ayrıntı ise, Kemalist egemen yönetimin otoriterliğine ve kendisinden başkasına yaşam hakkı tanımayışına ilişkin kocaman bir soru işaretidir.

1924 yazında, ülke ziyaretinde John Dewey'in "Eğitimin özü öğretmendir. Öğretmenlik mesleğinin yetkinleştirilmesi başlangıç olmalıdır" saptaması, onda "Enstitü" düşüncesinin kilit taşını oluşturur. İsmail Hakkı iki kez daha inceleme amaçlı Avrupa'ya gönderilir. Bavyera'da Kır Eğitim Yurdu'nu uygulayan Lietz "Tarım, yapı ustalığı, terzilik, çiftçilik, demircilik, marangozluk gibi işlerin çocukları üretici yurttaş yapacağını" vurguluyordu.

Genel anlamda eğitbilim ve özelinde iş eğitimi konularında araştımacı, pedagog, eğitimci Dewey'dan de yararlanır.

Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in de üzerinde çok çalıştığı "Enstitü" tasarısı, gerekçesi ile 17 Nisan 1940'da, gerici-tutucu vekillerin ciddi bir etkisi altında olan İsmet İnönü'nün de -pek gönüllü olmasa da- hasbelkader desteği ile Meclis'te onaylanır.
.   .  .

İlköğretim Genel Müdürü İ.Hakkı Tonguç'a göre "Köy eğitiminin amacı, güçlü yurttaş, yeni sosyal bilinçte insan ve ülkenin siyasal, ekonomik, kültürel gelişmesini omuzlayacak, doğaya tutsak değil ona egemen olabilecek iş ve üretim insanı yetiştirmek olmalıdır." Kitabi bilginin ezberlenmesine ve depolanmasına önemsemeyen, uygulamalı öğrenmenin sürekliliğini benimseyen Enstitü sisteminde, yeni insanı yaratacak olan kitap öğretimi veren klasik okul değil, gözü ve eli eğitecek, sorgulatacak, araştırtacak, üretken eğitimi verecek iş okuludur. 

Karma eğitim Türkiye'de ilk kez Köy Enstitüleri'nde uygulanır.

Bu anlayışa ve uygulamaya göre, erkek arkadaşlarıyla aynı sıralarda oturamayan, aynı masalarda gülerek, şakalaşarak yemek yemeyen, yiyemeyen kız öğrencilerin yaşamı ileri, çağdaş ve eşitlikçi bir yaşam değildir. Geleneksel ayrı gayrı ve yasakçı yöntemler geri, ilkel ve insan onuruna yakışmayan yaşam biçimidir.

*  İş eğitimi bireye, iş görme, olayları anlama, dünyayı tanıma olanakları yaratarak, köyün, köylünün gereksinimi olan öğretmeni iş içinde, iş aracılığı ile eğitme eylemidir.
*  Klasik eğitim öğretimin geleneksel ders saatlerinde iş, deney bir araçtır. Amaç üretmek değil, bilgi edinmek, bilgiye ulaşmak, bilgiyi depolamaktır.
*  Geniş anlamda iş ilkesinde ise iş, yine bir araçtır; ancak, burada nihai amaç kuru öğrenmenin de ötesinde üretmektir. Yapılan işten ürün almak, yararlanmak, haz almak, beceri ve meslek edinmek, yetenek/ustalık, sorgulayan, analiz eden, gözlemleyen bir kişilik kazanmaktır.
*  Enstitülerde eğitimin öğretimin üretme, araştırma, uygulama amaçlı oluşu, o okulların işliklerinde, dersliklerinde yaşama geçirilen iş eğitiminin temel ilkelerindendir.
*  Köy Enstitüleri'nde bir iş, bir uğraş, bir deney eğitici, öğretici bir üretimle sonuçlanmadıkça boşa zaman harcamaktan başka bir anlam taşımaz. Bu anlamda, üretime dönüşmeyen, uygulanabilirliği olmayan bilgi soyuttur. Göreceli bir kavramdan öteye geçmez. Bilgi, tohum ekmek, ürün biçmek, duvar örmek, bir tahtayı çakmak, fidanı aşılamak, arıcılık yapmak, bir müzik aletini çalmak, horon oynamak, türkü söylemek gibi somut olmalıdır.
*  Sözün kısası, "Köy Enstitüleri'nde uygulanan en geniş anlamda ve üretim amaçlı iş ilkesi, iş içinde, iş aracılığı ile iş için eğitimdir." (Tonguç)

1946 yılına dek, çağdaş ve ileri eğitim modeli, TBMM'nde gerici-kafatasçı, feodal eşraf temsilcisi partilerin kara çalmalarına, yıpratmalarına, kaynattıkları onca cadı kazanlarına karşın eksiksiz sürer. Başbakan İsmet İnönü, esnek Atatürkçü söylemlerle H.Ali Yücel'in ve İ.Hakkı Tonguç'un arkasında durur. Bir başka deyişle, durmak zorunda kalır.

Tam da burada... Olağan koşullarda ve normal süresi içinde, 1948 yılında yapılması gereken genel seçimlerin 1946 yılı temmuz ayına alınmasının açıklamasını siyaset/toplum biliminin uzmanlarına bırakacak olursak, "Enstitü Ütopyası"nın yaşama geçirilmesi, Meclis'te kızlı-erkekli karma eğitime ahlaksız dedikodular üretilmesinin, okutulan dünya klasikleri ile komünizm propagandası yapıldığı yaygarası dışında kayda değer bir engelle karşılaşmaz.

1946 milletvekilliği genel seçimlerini CHP büyük bir çoğunlukla kazanmasına karşın, 1945 yılında kurulan muhalefet partisi Demokrat Parti, 66 milletvekili ile TBMM'ne girerek kendi çapında bir başarı gösterir. Bu, o güne dek süren tek partili Milli Şef döneminin tartışmasız, alışılmış geleneği için alışılmadık bir durumdur. Yine bu alışılması ve kabullenilmesi zor gerçekliğin, hem Milli Şef'in CHP iktidarı, hem de Köy Enstitüleri için bir milat ve de sonun başlangıcı olduğu ilerleyen günlerde daha iyi anlaşılacaktır.

Şükrü Saraçoğlu hükümeti çekilir, onun yerine Recep Peker hükümeti kurulur; buraya kadar herşey yine normal, olağan görünümdedir.  "Ancak yeni hükümetin kurulmasından sonra, sanki demokrat, ilerici, dünyaya aydınlık gözle bakan Atatürkçü bir parti iktidardan düşmüş, yerine gerici, karanlığa yönelik, tutucu, Atatürk ilkelerinden ödün vermeye hazır başka bir parti iktidara gelmiş gibi bir hava esmeye başlar."(x)

1950 yılı mayıs ayına dek süren, ülkenin sırtından atmaya çalıştığı üretim biçiminin yobazlığının, gericiliğinin yeniden serpilip geliştiği, uygun parlamenter zemin bulduğu bu dönemde, yurtsever, ilerici, aydınlanmacılara saldırılmış, Kemalist yenilenmenin burjuva anlamda da olsa demokrat ve devrimci kazanımları geriletilmeye, ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bunların başında elbette Köy Enstitüleri gelmiştir. Enstitü kurumlarında uygulanan çağdaş, demokratik ve aydınlanmacı eğitim amacından saptırılmış, öğretmenleri görevlerinden alınmış, yerlerine DP yandaşı, tutucu ve yobaz memurlar atanmıştır.

İlerleyen günlerde Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatılmış, Hasan Ali Yücel bakanlıktan, İsmail Hakkı Tonguç İlköğretim Genel Müdürlüğünden alınmıştır.

"O güne kadar toprak reformunu dilinden düşürmeyen, 'Köy Enstitülerini Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlilerinden sayıyorum' diyen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bile toprak reformunu ağzına almaz, Köy Enstitülerine dönüp bakmaz olmuştur." (x) (agy)

Durum böyle olur, yiğidin göğsüne ve dahi sırtına apansız çifte hançer saplanır da, dünya klasiklerinin okunması, Sabahattin Ali öyküleri, şiirler, toplu oyunlar, müdürlü hademeli demokratik toplantılar, konferanslar, kitap tanıtımları, elle yazılan okul gazeteleri, gezi, gözlem ve tartışmalar yasaklanmaz mı? Sonuçta Enstitüler ezbere boğulmuş klasik kitap okullarına dönüştürülmez mi?

1947 yılının, havanın kurşun gibi ağır olduğu, sonu belirsiz puslu bir kasım gününde, yapılan hoyrat ve haksız uygulamalara dayanamayan, itiraz etmeyi, yanlışı söylemeyi, eleştirmeyi ve karşı çıkmayı öğrenmiş yüksek bölüm öğrencilerinin İlköğretim Genel Müdürü ile tartışması kanıt gösterilerek, Enstitülerin "zararlı ve bozguncu nümayişçiler yetiştirdiği" kararına varılır.

Hemen ardından zaten ilerci, demokratik hiçbir esprisi kalmamış olan Köy Enstitüleri tamamen kapatılır.

Tarih 26 Kasım 1947'dir. "Milli Şef" İsmet İnönü Reis-i Cumhur ve dahi CHP iktidardadır. Saygıdeğer, pek bir "vatanperver", "milli şuur" sahibi, kibar vekil beyfendiler Meclis'in rahat koltuklarında oturmaktadırlar...

Hasan Oğuz Bilgen, 17 Nisan 2019, Dağlararası-Soğuksu
 
(x) Mehmet Cihangir, Köy Enstitüleri Amaçlar-İlkeler-Uygulamalar. Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı. Sf. 108

      Kaynaklar:
  *  Büyük Oğul Efsanesi, Tonguç'un Romanı. Bilgi Yay.
  *  Köy Enstitüleri, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı.
  *  Engin Tonguç, Umut Yolu. Sergi Yayınevi
  *  Köy Enstitüleri ve Ötesi, Mahmut Makal. Çağdaş Yay.
  *  Köy Enstitüleri, Can Dündar. İmge Kitabevi
  *  Köy Enstitüleri Üzerine, Sabahattin Eyuboğlu. Cem Yay.
  *  Köy Enstitüleri Yılları, Talip Apaydın. Çağdaş Yay.
  *  Hasan Ali Yücel, Yazıları-Konuşmaları. Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı.
  *  Gönen Köy Enstitülü Yıllar, M.Emin Aytan. Y.K.K.E.Derneği Yay.
  *  Kavacık Köyünün Öğretmeni, Fakir Baykurt. Literatür.