Bir fotoğraf karesindeki insanların düşünceli hallerinin, objektife
bakan gözlerindeki derinliğin, oradaki hüzünle bulutlanmış kaygının, sevgili ülkemin ve ülkem insanının içinde yaşadığı koşulları bu denli yakıcı
ve çarpıcı biçimde resmedebileceğini, inanın fotoğraf ustası Ara Güler'den duysam inanmazdım.
|
BİR İŞÇİ AİLESİNİN FOTOĞRAFINA
BAKMAK
Olumlu ya
da olumsuz, herkesin kendi düşüncesi ve yorumu yönünde, kabahatli ve kötü
insanın gözyaşları üzerine bir çift sözü vardır; olmalıdır. Kötü insanın ya da adı kötüye çıkmış birisinin
gözünden gelen damlalara, neden “timsah gözyaşı” dendiği, doğrusu pek anlaşılır
değil. Her ne olursa olsun kalitesiz bir
insanın, ancak bataklıkta av peşindeyken
sertleşen, saldırganlaşan bir hayvanın adı ile anılması, o hayvana yapılmış bir haksızlık, hatta
hakaret olarak görülebilir. Öyle ya,
-ilgisi yok değil var- oligarşik yönetim
özentisi İslamcı neoliberallerin işine geldiği yerde, ustaca -özür diler gibi yaptığı- serbest liberal
ekonominin post modern zamanlarını yaşıyoruz hep birlikte. Durum böyle olunca da cüretkar ve patavatsız
siyasiler sayesinde, hani şu armudun iyisini seven hayvanımıza yapılan
haksızlıkların, hakaretlerin ölçüsü de kaçıyor.
Kasımpaşa’lı
Başefendi’nin sıyırması ve dahi kıvırması zor çetrefil durumlarda yüzünde hep
ağlamaklı, kırık dökük bir ifade… Her an bir “Nevzat ÇELİK şiiri” okumaya
hazır. Aportta adeta Bu çok özel haller
dışında kalan zamanlarda kuyruğu dik, üstüne varılmıyor. Heyhat! Celalleniyor, her fırsatta alanlarda olsun, ekranlarda olsun
esiyor, yağıyor, kükrüyor… Nerede ve hangi zamanda bir yanlışının, biat
ekibinden bir rezaletin ortalığa saçılacağı belli olmadığı için de, tam da bu
nedenden, genellikle “hizmet” yorgunuymuş, bu yüzden, o da ‘hata yapabilir’miş
gibi çokça mağrur, çokça ‘hatasız kul olmaz’ pozlarında… Büyüklük affetmektir, kimseyi
birbirinden ayırmıyorum, hepinizi düşünüyorum imalı bilge tavırlar, bakışının,
sırıtışının ve beden dilinin her kıvrımına, kırışıklığına sinmiş durumda.
İçinde
hiç insan gerçeği, insan sıcağı ve en küçük bir duygu kırıntısı olmayan, çektirilen eziyetlere, yapılan haksızlıklara,
itmelere, kakmalara ve itibarsızlaştırmalara değinmeyen dolaylı dolambaçlı
özürler diliyor, masum rollere giriyor son günlerde. İşin aslına bakılacak
olsa, aynı derenin taşı ile birden fazla kuş vurmak istediği anlaşılacak… Sözün özü; şunu demek istiyor:
“ Sizi
ben düşünür, hakkınızı hukukunuzu ben savunur, ben korurum. Sizin düşünmenize,
aklınızı yormanıza, aranızda tartışmanıza, bu amaçla bir araya gelmenize,
örgütlenmenize, maazallah bir yerlere üye olmanıza filan hiç gerek yok.”
On yıllar
boyu uygulanan yıldırma ve asimilasyon politikalarına, dayatılan onca zulme,
şiddete, tehcire, katliamlara karşın, üç maymun oyununu kendi çapında başarı
ile oynayan geleneksel devletin, şimdilerde sofraya sunduğu karışık “ileri
demokrasi”sinin “soğutma”, "etkisizleştirme", ”safa/hizaya çekilemeyeni
nötrleştirme” taktikleri büyüteç tutulmayı hak ediyor doğrusu. Modern zaman
kıvırmaları ve ikiyüzlü çıkışlar bunlar... Akıl tutulmasına uğratmayı
becerdikleri insanların son düşünme merkezlerini de beyinlerinden sonsuza dek
söküp alabilmek için, algılama kanallarını tümüyle dumura uğratmayı hedefleyen
en yeni manipülasyon yöntemleri revaçta…
Ve herkes
durduğu yere, yanında olduğu sınıfın bakış açısına göre bir şeyler söylüyor. Akıl
almaz, vebali büyük kabahatlerden sıyrılma becerisi, böyle kıvırmalı günah
çıkarmalarla sürünce, zihinlerdeki yanılsama daha da derinleşiyor elbette.
Ülkenin dününde bu gününde, oligarşik yapılanmanın gelmiş geçmiş iktidarlarının
boyunlarında asılı duran veballer, ağır günah zincirleri gibi. Yoksul evlerde
sessiz bir hıçkırık… Hüzünlü bir iç çekiş ve gözyaşı… O kadar çok ki! Kan ve barut kokusu sinmiş o kadar çok
ayıplı, kamu vicdanını yaralayan olay var ki!
Soğuk
esintisinin çoğunlukla kanımızı donduran yalan rüzgarlarından, vahşi
kapitalizmin demir pençesine direnen bir işçi ailesinin profiline dönelim biraz
da. Köreltilmeye çalışılan duygu ve algı
kanallarımızı daha canlı ve diri tutabilmek için…
İlk kez
bakıldığında günlük yaşamın sıradan /tekdüze akışı içinde, mütevazı bir sigorta
hastanesinin yine sıradan bir hasta ziyaretinde çekildiği sanısına kapılıyorsunuz.
Türkçe ders kitabındaki “Bakmak-Görmek” konusunun, yıllar sonra -hiç de beklemediğiniz yerde ve zamanda-
tekrar karşınıza çıkmasına şaşırmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Neredeyse üzerine eğilip, kilitlenmiş
bakışlara durgun yüzlerdeki belirli belirsiz çizgilere, izlere dikkat
kesildiğinizde, sanki bir o kadar derinleşiyor, tek boyutlu bir görüntü
olmaktan çıkıyor.
Çok değil
birkaç dakika içinde sizi, birbirlerinden çok farklı duygulara, yanılsamalara
sürükleyen şey, emek dostu bir gazetenin çalışma yaşamı-ekonomi sayfasında
çıkan bir fotoğraf fotoğraf… Bu fotoğraftaki insanların düşünceli hallerinin, objektife
bakan gözlerindeki derinliğin, ülkemin ve ülkem insanının içinde yaşadığı
koşulları bu denli yakıcı, çarpıcı biçimde resmedebileceğini inanın fotoğraf
ustası Ara Güler’den duysam inanmazdım.
. . .
Sevgili
ülkemin vahşi, ilkel, zorba çalışma yaşamının acımasız koşullarında karın
tokluğuna çalıştırılan ve sudan bahanelerle işten atılan, es kazara iş kazasına
kurban gitmese de, meslek hastalıklarının pençesine düşen yüzlerce binlerce
sigortasız işçinin trajik öyküsüne, devrimci sosyalist basın dışında pek
rastlayamazsınız. Bu yakıcı öykülerdeki insan profillerinde, kanlı sistemin ve
onun işbirlikçi para babalarının ısrarla örtbas etmeye çalıştığı, ülke
gerçeklerinin insanın içini acıtan, ürperten ayrıntıları saklıdır.
Ayrıntılarda
öylesine bakışlar, duruşlar, yani öylesine kareler vardır ki; şaşarsınız, daha
dikkatli baktığınızda içiniz üşür, örselenirsiniz. Bir yerlerinizde yeşil bir
dal kırılmış gibi olur.
İzmir-Menemen’de
sendikalı olarak güvenli koşullarda sağlıklı çalışmayı değil, işverenden sekiz (8) saatlik işgünü kuralına -yanlış
duymadınız- uymasını istedikleri için, işten atılan Savranoğlu Deri işçilerinin
direnişi 258 günü geride bıraktı. İşverense Menemen Savranoğlu Deri
İşletmesi’nde -o günkü tarih itibari
ile- üretimi durdurduğunu açıkladı. Tabi
ki, işçiler direnişe devam edeceklerini ve işyerinden ayrılmayacaklarını
bildirdiler. İlerleyen günlerde işverenin, yine kendisine ait olan İstanbul’daki Tuzla
Kampana Deri İşletmesi’nde üretime devam
edeceğinin duyulması üzerine İstanbul’a giderek oradaki sınıf kardeşleriyle
birlikte dayanışma içine girdiler. Böylece haklı mücadelelerini dayanışma ruhu
ile Tuzla’ya sıçratan Savranoğlu deri işçileri, gündemden düşmemek ve tedbiri
elden bırakmamak için Menemen deki işyerinde de mücadeleye devam edeceklerini
bildirerek yılmadıklarını yılmayacaklarını dosta düşmana kanıtlıyorlar.
Çevre ve
işçi sağlığını hiçe sayan Savranoğlu Deri’deki dayatılan çalışma koşulları,
keyfi işten atmalar, deri iş kolunda ortaçağ koşullarının gün doğumundan gün
batımına kadar çalışmasını anımsatan günümüz vahşi kapitalizminin somut
bir kanıtı gibidir.
Aynı
fabrikada yakalandığı astım hastalığının ödülü olarak işten atılan Sevinç
hanımın ilk bakışta objektife bakıyormuş gibi gelen gözlerini, o hastane
ziyaretinde ölümsüzleştiren gazete, günlük Evrensel gazetesidir. Aslında Sevinç
hanım yüreklerimize, vicdanlarımıza değen gözleri ile derinlere, çok derinlere
bakmaktadır. Hastane odasında ölümsüzleştirip, tarihe not düşen gazetenin haber
başlığı, haklı olarak “İş Göremez Hale Gelene Kadar”dır.
Havalandırma
sistemi olmayan deri fabrikasında, asitli ortamın zehirli kimyasal gazlarını
soluyan işçilerin hemen hepsinin solunum yolları sorunu vardır; birçoğu astım
hastasıdır. Sevinç hanım da bu meslek hastalığının kurbanlarından biridir. Bu
yüzden bu denli dalgın bakan hüzünlü gözlerindeki ifade, biraz “Çalış, çalış... Karşılığı bu
mudur? ”, biraz da “Hoş,
hakkımızı arasak da devletin vereceği tek şey: Biber Gazı…” gibidir. O bir işçi, hem de bir kadın işçi... Üstelik
bir ana. O nedenle hastane odasından, meslek hastalığı astım illetini
başına bela edip, üstüne üstlük kendisini aştan, işten ve sıcak bir yuvadan
mahrum bırakanları bağışlamış gibi bakıyor. Her şeye, kendisine, ailesine
yaşatılan olumsuzluklara karşın, yine de gözlerindeki iyimserlik ve sevecenlik
çok açık… Bu durum, onun bir insan olarak büyüklüğünden, insan sevgisi ile dolu,
kocaman bir yüreğe, engin bir vicdana sahip olduğundan ve bir kadın işçi olarak
da anaçlığından geliyor.
Eşine
gelince: Aynı fabrikanın yaşattığı aynı
sorunlarla -elbette bu günlerde de
işsizlikle- cebelleşen Cavit beyin objektife bakarken, ülkenin içler acısı ekonomisinden,
toplumdaki kanayan sosyal yaraları gördüğü, açlık, yoksulluk, işsizlik gibi
yakıcı, somut gerçeklerden derinden etkilendiği bir gerçek. Sevinç hanıma göre
biraz umutsuz bakması bu yüzden… Onun gözlerinden süzülen durgunlukta, biraz
küskünlük, biraz kırgınlık, çokça da ciddi bir duygusal kopuş ve kırılganlık,
yabana atılmayacak şiddette bir umutsuzluk var.
Kızları
Tuğçe ise, her şeye, tüm yaşanan olumsuzluklara karşın geleceğe olumlu ve
yapıcı bakabilen, sevgi, umut dolu bir öğrenci. Annesinin astım hastalığının, babasının
iflah olmaz umutsuzluğunun nedenini biliyor olsa bile, hem yaşanan olaylara,
hem de geleceğe umutla, sevgiyle bakmak istiyor besbelli. Bundan başka bir
yolun, bir çıkışın olmadığını düşünüyor olması olası.
Kapitalizmin
vahşi sömürü düzeninin ailesini ve kendisini açlığa, sefalete, mutsuzluğa ve
umutsuzluğa sürüklemesine, meslek hastalıklarının pençesine terk etmesine
karşın, Tuğçe gülümsüyor.
Gözbebekleri de, yüreği de pırıl pırıl… Lekesiz ve dahi tertemiz. Onun, bu sevgi ve gelecek dolu gözleri,
yüreğimizi delen, içimize işleyen bu genç bakışları, emekçi halkımızın pes
etmeyen, hangi koşullarda olursa olsun, ne ilk ne son bakışları olsa gerek.
Yine o parlayan, ışıldayan gözler, ülkemizin aydınlık yüzlerinin, açlığa ve
işsizliğe direnen onurlu insanlarının gözleri.
Pırıltılarında biraz sitem, düş
kırıklığı, biraz hüzün, daha çok da haklılıklarının ayırtında oluşlarından,
buna karşın yalnız, güçsüz bırakılmışlıklarından gelen bir burukluk, insanı
bilemediği bir yerlerden, bir yerlerinden rahatsız eden, sıkıntı veren bir
suskunluk var.
Ormanların,
derelerin, insan emeğinin, kadınların katledilmesinden, çocukların öğrencilerin
geleceklerinin karatılmasından, birinci dereceden sorumlu olan İslamcı siyasal zorbalığın,
bu gözlerdeki umutsuzluğu ve küskünlüğü görebilmesini, o insanlar için esastan
ve gerçekten bir şeyler yapmalarını beklemenin nafile olduğunu bilenlerdeniz.
Babası ile birlikte
taranarak katledilen Uğur Kaymaz, hala çok uzağımızda değil… Orada, meranın
yeşil zemininde upuzun yatıyor. Çocuk
bedeninden yaşadığı yılların sayısından fazla, tam on üç adet
“ileri-demokratik” mermi, tam on üç adet “Yeni Türkiye”nin yasal ve “gelişmiş” mermisi
çıkmıştı da, bu konudaki namussuzluğu ayyuka çıkmış yalaka basında, bilmem
kimin silikonları kadar haber değeri olmamıştı. Uğur’un beyaz yakalı, önlüklü
okul fotoğrafındaki -sanki soran,
sorgulayan- bakışları, şu memlekette kaç insanın zihninde ne kadar, hangi çapta
iz bırakmış, göğüs kafesini daraltmıştır. Yaşının, başının çok üzerinde ve ötesinde olan o
bakışları merak eden, vicdanına güvenen varsa, üşenmesin, bulsun bir kez daha baksın…
İçimizi
daraltan bir tek Uğur Kaymaz çocuğu mu?
Ya, kirli savaşın bu denli vahşetinin ve barbarlığının hangi kar ve
talan hırsından kaynaklandığından, böylesi bir düşmanlığın ve nefretin nasıl
bir beyinden, DNA yapısından geldiğinden, gelebileceğinden habersiz, sıska
bedeni havan mermisi ile parçalanan Ceylan Önkol çocuğunun, gözbebeklerindeki
delip geçen nazar? Ona ne denir? O boncuk gözlere, tek bir kelam olsun
söylenebilecek bir söz var mıdır? “Van
minüt” uyduramadık, “eksküizmi” verelim!..
Nasıl bir “pardon”, hangi pişkin özür dindirebilir iç sıkıntınızı?
“Bir
yanlışlık oldu, aslında o havan mermisi üretilmeyecekti…”
“Orada, koyunlarını
otlatan küçük bir kızın olduğunu bilseydik…”
Ya, kocasının
boğazladığı Güldünya ile yüzleşebilecek “mangal” bir yüreğin sahibi miyiz?
Yakılmazdan
çok değil, dakikalar önce Madımak Oteli’nin iç merdiveninin basamaklarına
sakince çökmüş, sessiz dalgın oturan Hasret Gültekin’in korkunun zerresini
bulamadığınız cesur gözlerine, katledilmezden önce gazeteci Metin Göktepe’ye neler söyleriz?
Onlar da
tıpkı Uğur gibi, Ceylan gibi, -son kez baktıklarını bilmeden- bakmışlardı
objektife…
Oradan vicdanlarımızın
en ücra köşesine, yüreklerimizin en ulaşılmaz sanılan kuytuluğuna
ulaşan,
atılmış, koyuverilmiş adamakıllı bakışlardı her biri.
Sivilleşmekle,
demokratikleşmekle, ülkeyi askeri vesayetten kupkuru, işe yaramaz resmi
kalıplardan kurtarmakla böbürlenen bir başbakanın, hiçte sivil ve barışçıl
olmayan ses tonu ve söylemlerle, her fırsatta her önüne gelene efelenmesinin, insan
hakları ve demokrasiyi hiçe saymasının, işine geldiğinde kuzu postuna
bürünmesinin kendisine ne denli veballer yüklediği şimdiden tarihinin
hafızasına yüklenmiştir.
Hasan Oğuz Bilgen, 01.12.2011, Üçpınar Köyü.
Güncelleme 05.02.2016, Değirmenaltı Soğuksu
Haber
Tarihi: 12.02.2011
Haber
Editörü: Özgür Medya
Haber
Kaynağı: Özel
Yazarın
Not Defterinden:
·
Savranoğlu İşçileri
başta olmak üzere, sendikalı sendikasız işçiler, işsizler, emekçiler, olumsuz
ve güvensiz çalışma koşullarına, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya, bölgesel asgari ücrete,
özel istihdam büroları, kısmi zamanlı esnek çalışma yalanına, işten atılmalara, kıdem tazminatı
fonu batağına direndiği bu günlerde, DİSK, KESK,
TMMOB ve
TTB’nin düzenlediği “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Kongresi”, 02.12.2001 günü,
Ankara-İnşaat Mühendisleri Odası’nda toplanıyor.
·
07.04.1978
tarihinde faşist çetelerce vurularak felç olan, yılmayıp İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi’nde verdiği Uygarlık Tarihi dersleri ile, demokrasi, insan
hakları ve aydınlanma kavgasını sürdüren bilim insanı, hukukçu, ilerici,
demokrat, aydın insan, sevgili Server Tanilli hocamızı yitirdik. Başımız sağ
olsun.