29 Ağustos 2023 Salı

AKBELEN'Lİ KIYMET ANA'DAN YARA BANTÇI ESMA KADINA...

 


YARA BANTÇI KADIN.    

“Sen sağlam tek elinle, bu sehpayı nasıl götürürsün metro ile;  hem de akşamın paydos vaktinde?” ısrarını, demirci Arif usta’nın “şeytan azapta gerek” sözünü anımsayarak, bıyık altı bir gülümsemeyle alelacele geçiştiriverdiğinde, tabelasında “Aliağa” yazan İzban perona çoktan yanaşmıştı. O metroda, daha bu ayın başında Akbelen ağaçlarına sarılıp direnen Kıymet Ana’dan sonra, bir başka dirençli ve pes etmeyen Anadolu kadını ile tanışacağını nasıl bilebilirdi?

Kapılar açılır açılmaz, itiş kakış insan seline bıraktı kendini. Zor bela, iki vagon arasındaki boş alana ilerlerken, yerlerini vermek isteyen gençlere bakmadı bile. Onlara gülümsemekle yetindi. Öyle ya, o sehpayı salt kitaplarını koymak, çay/şarap sefası sürmek için yapmamıştı. Tek yaşam nedeni olan yardımlaşma kültürünün gereği, üzerinde oturmak ve başkalarının da soluklanması için, yani çok amaçlı değil miydi? İki vagon arası boşluğa ulaştığında, ağaç sehpayı özenle yere bıraktı. Yaptığı işle, el emeğinin gözünün nuru sehpasıyla gururlanarak üzerine yerleşti. Oradakilerin bakışları üzerindeydi. Bunun ayırtındaydı. Kendinden emin, sırt torbasındaki BirGün’ü çıkarıp, ergen kıkırdaşmalarına ve son model cep telefonlarının sanal muhabbetlerine aldırış etmeksizin her günkü terapisine, sudoku’suna gömüldü gitti.

Bir vakit sudoku yalnızlığında, önünde akıp giden çetrefil yaşamın çıkış yollarını, yol haritalarını aralamaya çabaladı. Olmadı, bulamadı… O günkü bulmaca yaşamı gibi zorluydu. Dikkatini ancak oradakilerden farklı bir insan sesi dağıtabilirdi. O ses, Kazdağları’nda ve Akbelen’de olduğu gibi, ilk başta biraz uzaktan, uğultulu geliyordu. Sanaldan/yalandan değil, yaşanılan/dayatılan gerçek yaşamın ta içinden: 

“Dar günde zor anlar için bir yara bandı alın.” diyordu. Ses kısık ve iddiasızdı ama içtendi. Üstelik, onca boş şamatanın, kuru gürültünün arasından süzülüp gelen belli belirsiz bir kadın sesiydi bu. Gazetesini dürdü. İlgisini, oradakilerden birçoğunun dikkatini bile çekmediği, asla acındırma derdinde olmayan yardım çığlığının geldiği yöne verdi.

Satıcı sesin sahibi onca kalabalığı yarmaya çalışırken, bir yandan da düşmemeye gayret eden, sol eli engelli kısa boylu bir kadındı. Siyah bileklikle sarılı sol elinde iki yara bandını yolculara özellikle göstermeye çalışıp, sağ eli ile bir dolu pazar arabasını çekerek ilerlemeye çalışıyordu. Tipik bir Adile Naşit örneği... Ama o meşhur “kih kih” gülmeyen, umutsuz/umarsız ve düşkün haliyle… Sendeleyerek zor bela gelir, tam önünde durur. Göçmen mavisi bıcır bıcır gözlerini, açık meşe vernikle boyanmış ağaç sehpanın üzerinde oturan ve kendisini süzen adama diker. Ve sanki kalın bir kitabın rastgele orta yerinden açıp okur gibi, ikirciklenmeden, usulca, çokça da kadınca bir utangaçlıkla konuşur:

“Rengi çok güzelmiş. Tam istediğim gibi, ağaç rengi… Nereden aldın?”   

İlk şaşkınlığını atlatan adam, “Verniğin açık meşe tonunu kendim seçtim. Yani kendim yaptım. Para verip almadım.” der. Onca gereksiz homurtular, sanal/yapay konuşmalar dinmiş, ortalık suspus, koca metroda sanki sadece ikisi varmış gibidir. Kadın dayanamaz, içinde olanı, diyeceğini deyiverir: “Kendimi bildim bileli, bu renkte ağaçtan bir hamur açma tahtam olsun istedim!..”

.  .  .

Ağaçtan bir hamur tahtası yapmak ne de kolay bir iştir. Kesmek çakmak çocuk oyuncağı!.. Ve onun damarlarını, doğallığını gösteren açık meşe vernikle boyamak, parlatmak ne basit bir iştir…

 .  .  .

Oysa şimdilerin hoyrat/ vahşi tüketim günlerinde iletişim kurmak, paylaşmak, halkım insanın yoksunluğuna dokunmak ne zordur. Hele hele, vicdanı ile cüzdanı arasına sıkışıp kalmış kimi insanlara göre... 

Adamın amacı kadının özlemlerine, duygularına dokunmaktır: “Tek elinle o arabayı çekmek, ayakta durmak, ayakta kalmak kolay olmasa gerek?” 

Kafası sıfır numara traşlı gibi kel kadın dayanamaz, çözülür. Biraz dalgın; gözlerinden çok kısa bir an muzip bir gülümseme gelip geçiyor. Belli ki, sol elime bakarken 'sen benden farklı mısın ki' diye düşünüyor. Sonra yere bakarak, tane tane, sıkıntılı konuşuyor:

“Adamımdan ayrıldıktan sonra kanser oldum. Onun maaşı kızlarıma bağlandı. Ben, gördüğün gibi dımdızlak kalakaldım. (Sağlam eliyle başını tutar)  İki kızımdan; büyüğü gündelikçi diğeri çocuk bakıcısı… Öyle işte…”

 .  .  .

Adam, zor günlerin dar günlerin insanıdır; yara Kazdağları’ndaki insanın, Akbelen’li Kıymet Ana’nın yarasından başka bir yara değildir. Hal böyle olunca fazla da deşmek, örselemek istemez. Acıyı dindirmek, yarayı biraz olsun tımar etmek için, aynı kadının yaptığı gibi, uzatmadan kısa yoldan kestirmeden konuşur:

“Ben sana bir hamur açma tahtası yaparım. Gönlünce, dilediğince… Damarları belli eden açık meşeden.”

Saçsız umarsız, sersem sepelek ayakta kalmaya çabalayan, canı burnunda kavga veren bodur kadının gözleri ışılar, yüzünde güller tomurcuklanır. Umarsızlığı, yapayalnızlığı ve dahi paçalarına bir karaçalı gibi yapışmış yoksulluğu bir yana, gururlu onurludur da. Altta kalmak istemez besbelli. 

Yapıştırır hemen: “Masrafı neyse, öderim…”

Sudoku yalnızlığı adamın da sol elinde de, satıcı kadının bileğindekinin benzeri Hatay depremzedeleri ile dayanışma günlerinin eseri bir siyah bileklik vardır. 

Utangaçça, usulca gülümser: “Ömrüm boyunca ustam, yol göstericim bellediğim bir bilge insan var ki; bir yanlış yapıldığında gazabı düşman başına… Şantiyelerde demirci Arif Usta diye bilinir. Son söylediğini sakın ola ki duymaya… Yapar getiririz; helal hoş olsun da… Nereye, kime getirip teslim edelim?”

“Adresim bellidir. Karşıyaka İzban İstasyonu’nun karşısındaki eczanenin önünde, her daim yara bandı satarım. Beni herkes bilir, tanır. Yara bandı satan kadın deyi bilinirim. ”

*  *  *

O hamur açma tahtası yapılacak… Bir gün “Çok şükür, çok şükür bu günleri de gördüm.” diyecek olan ezeli açlar ordusunun alay sancağı misali öpülüp teslim edilecek. Ezeli yoksulluk ve açlık günlerinden sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz ve ebedi tokluk günlerinin anısına. Ve dahi, o ağaçlara sarılan gül yüzlü Kıymet ananın, onun kader ortakları tüm İzban seyyar yoksullarının, saçlarını kanserli düzene kaptırmış Esma Deniz hanımın emeklerinin, özlemlerinin hatırına…

Açık Mektup’tan, 30.Ağustos.2023, K.yaka İzban İstasyonu Önü.     


8 Ağustos 2023 Salı

YAŞLI KIZILDERİLİ’DEN AKBELEN’Lİ KIYMET NİNE’YE SELAM VAR…

İki Arapça kökenli sözcük:  KEŞFET ve FETHET.

İlk okunduğunda kulağa hoş gelen bir nakarat ve bir tekerleme gibi. Ancak ısrarla resmi tarihin Battal Gazi Destanları ile unutturulmaya çalışılan insanlık tarihini biraz karıştırdığınızda birbirlerini tamamlayan, hatta aynı sinsi ve kurumsal/ örgütlü amaçta, aynı insanlık ve doğa düşmanı eylemlerde buluşan ve hiç de masum olmayan söylemler olduklarının ayırtına varıyorsunuz.

Konumuz dilbilgisinin yazım kuralları, derdimiz sözcük analizi filan değil. Dahası, insanlık tarihinin sınıf mücadeleleri sayfalarında çoktan yerini almış, acımasız ve kanlı pratikleri kanıtlanmış kolonici vahşeti kurcalamak.

.  .  .

Eduardo Galeano’nun “Latin Amerika’nın Kesik Damarları”nı önünüze koyduğunuzda, örnekleri ile detaylı bir konuyu kurcaladığınızın ayırtına varıyorsunuz. Şu dramatik kırılmalarla başlayalım:  

Sömürgeleştirilen ülkelerin her karış toprağına gözyaşı ve ölüm ekilen yerli insanlarına kan kusturulan 1700’lerin başlarında, İngiltere bankalarının ve Kraliyet ailesinin bizzat beslediği donanmanın başına getirdikleri Kaptan James Cook’a “Yürü ya kulum. Keşfet ve fethet gel.” demeleri, elbette Tahiti’nin sahillerine, Pasifik Adaları’nın ovalarına, Avustralya’nın dağlarına, Yeni Zelanda’nın derelerine ya da Endonezya’nın çağlayanlarına hayran olduklarından ve oraların sahibi yerlilerini pek merak ettiklerinden filan değildi.

Batı’da İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz, Hollanda, kuzeyde Rusya, Akdeniz’de Osmanlı, İran’da Safevi’ler, Moğollar, uzakdoğu’da Çin hanedanları, iştahlarını kabartan bakir toprakların doğal güzellikleri, kültürleri, mekânsal değerleri ile, elbette ilgili değillerdi. Keşfetme/ keşif bahane, yağma/ talan şahaneydi. Bir başka deyişle, salyalarını akıttıran tertemiz toprakların yeraltı ve yerüstü zenginlikleri idi.

Örnek mi? 

1500’lü yıllarda, yerkürenin Karayip Adaları’nda keşif(!) yorgunluğu ile soluklanan İspanyol koloniciler, Meksika’da Aztek adını almış ileri bir toplumun ‘boyunu aşan’ insancıl işlere kalkıştığını öğrenirler. Beyaz Adam Cortes ve adamları, yine zengin bankerlerin ve egemen efendilerinin olurları ile, Meksika’yı tez zamanda keşifle fetihle karışık işgal eder, -şimdilerin deyimiyle- Aztek Uygarlığı’na çöker.  

Örnek mi? 

Çok geçmez; Francisco Pizarro adında bir başka ateşli kaşif (!), sömürgeci istilacıların akıllarının alamayacağı, Güney Amerika’daki İnka toplumunun uygarlığını keşfeder. Ve hemen, alışılmış nakaratın gereği üzere, hiç hakkı olmayan o güzelim coğrafyayı çelik pusatları ile fetheder. İnka toplumu 1532’de artık yoktur. Daha o çağda, insanlık örneğinin yıkıntılarının üzerinde kolonici barbarlarının sömürgeci dumanları tüter. Beyaz adam o denli hızlı, o denli acımasız ve sabırsızdır.   

.  .  .

16. Yüzyıldan bu güne, on yıllar süren, uzunca bir sosyal ekonomik süreci çok kısa özetlememize izin verin:

Kolonicilik-Manifaktur-Vahşi kapitalizm-Fetihler, İşgaller-Sermayenin Temerküzü-Tekelci Kapitalizm yani Emperyalizm- 1. ve 2. Paylaşım Savaşları ve Hiroşima... Yetmez !  Dünyanın jandarması, aç gözünü uzaya, Aya diker. Mars’ı merak eder(!)  Aklı fikri keşif bahanesi ile fethetmekte ve işgaldedir.

Karar verilir; 20 Temmuz 1969’da Ay’a inilecektir. Astronotlar Neil Armstrong, Buzz Aldrin, Michael Collins aylar önceden teknik ve uygulamalı eğitime alınır. Yapılacak deneylere uygun doğal bir laboratuvar ortamı tasarlanır. Ay koşullarına benzetilen yer, batıda ıssız bir çöldür. Doğal ve haklı olarak, o toprakların sahipleri ve sakinleri Kızılderililer de oradadır; en doğal hakları olarak orada yaşamaktadırlar.

Durum böyle olunca, etrafta yerleşik yerlilerle astronotlar arasında bazı günlük konuşmalar geçecek, çok sonraları bu sohbetlere ilişkin bazı manidar öyküler de dillendirilecektir. Bu öykülerden en ilginç olanını, üç ciltlik SAPİENS kitabının yazarı Yuval Noah Hararı’dan dinleyelim:

Bir gün, eğitim sırasında astronotlar yaşlı bir Kızılderili ile karşılaşırlar. Yerli adam onlara çölde ne yaptıklarını sorar. Astronotlar da meraklı yaşlıya, Ay’a yapacakları bilimsel amaçlı keşif gezisinden söz ederler. Yaşlı adam bunu duyunca bir an sessiz kalır, hemen ardından kendisine bir iyilik yapmalarını ister. Astronotlar merak içinde, kendilerinden ne istediğini sorarlar. Yerli: “Biz Kızılderili’ler, Ay’da kutsal ruhların yaşadığına inanırız. Onlara sevgili halkımdan bir not iletmenizi isteyecektim.”

Astronotlardan Neil Armstrong “İleti nedir.” der. Adam kendi dilinde bir şeyler mırıldanır. Sonrasında da, astronotlardan bunu ezberleyene dek yinelemelerini ister. Coni’ler şaşkındır; merak içinde “Bu da ne demek?” diye sorarlar.

“Bunu size söyleyemem. Sadece bizim kabilemizle Ay ruhlarının bilebileceği ve de bilmesi gereken bir sır.” der geçer yaşlı bilge. 

.  .  .

Çöldeki uygulamalı eğitim sona ermiştir. Uzay ekibi Nasa’ya, üslerine geri döner. Uçuş günü yaklaşır. Kendilerini Ay’a götürecek uzay mekiğine girmezden birkaç gün önce, zor bela yerel dilden anlayan birisini bulurlar. Bu insandan, günlerce meraklarından çatlayarak yineledikleri iletiyi kendi dillerine çevirmelerini isterler.

Çevirmen:  “Size ezberletilen ileti nedir?”

İçlerinden ezberi güçlü olan Neil Armstrong, gizemli iletiyi göğsünü kabartarak yüksek sesle, tane tane yineler. Adam, dikkatle dinler ve kısa bir süre suskun kalır. Astronotların sabırsızlığı hat safhadadır. Çevirmen önce sessiz sakince güler. Gözlerinden yaşlar geldiğinde gülme krizine girmiştir. Kahkahalarının sonu bir türlü gelmemektedir. Sonunda sakinleşir.

Günlerdir ezberledikleri sözlerin “Bu adamların size söylediği hiçbir şeye inanmayın, yurdunuzu işgale, topraklarınızı çalmaya geldiler.” anlamında olduğunu söyler.

.  .  .

James Cook, Cortes, Macellan ve Kolomp’un kulaklarına “Keşfet ve fethet gel ya kulum.” diye fısıldayan talancı ve yağmacı anlayış ne ise, yaşadığımız günlerde de bizim Anadolu’muzda Limak’a, Kolin’e ve Cengiz’e limanları, ekili alanları, Kazdağlarını ve Akbelen’i gösterip rant ve talan yollarını açan insan ve doğa düşmanı egemen anlayış da aynı anlayıştır.

Şimdilerde dillere pelesenk, “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak” sözleri her yerde olur olmaz paylaşılan yerli, bizim Anadolu köylümüz gibi topraktan öğrenen kitapsız bilen insandır. İşte o yerli bilgenin uzay adamı Coni’ye ezberlettiği ileti, aynı zamanda -on yıllar öncesinden- bizim Karadeniz’li, Akbelen’li köylümüze ilettiği can alıcı iletidir.

Siz, siz olun bu evrensel gerçekliği Rize’li Zeynep ananın düşünmediğini, Akbelen’li Zehra ablanın ayırtında olmadığını, Kıymet ninenin ise, Cortes-Macellan-Kolomp misali Cengiz-Kolin-Limak yamyamlarının ‘doların yeşilinden başka bir yeşili sevmediğini, talandan başka bir şeye iman etmediğini’ bilmediğini düşünmeyin.

Ve dahi bilimin ışığı ve sınıf mücadelelerinin tarihi kadar apaçık biliyoruz ki, bilinenin tekrarının “Tek Yol Devrim” ve “Kurtuluşa Kadar Savaş” anlamına geldiğini, o ağaçlarına sarılan Kıymet Ana ile birlikte yan yana, omuz omuza oldukça bir kez daha ayırtına varacak ve dahi Çanakkale’de, Kaz Dağları’nda, Akbelen’de kesilen her bir ağacın hesabının sorulacağına bir kez daha inanacağız.

Açık Mektup Yazı Kurulu, 08.08.2023, Akbelen-Muğla.

5 Ağustos 2023 Cumartesi

SIRADAN ÖLÜMLER YA DA SIRA DIŞI YAŞAMLAR.

BİRİ DERVİŞ BİRİ PRADO İKİ SIRADAN ÖLÜM, BİR SIRA DIŞI YAŞAM.

Gelişen/ değişen piyasacı koşullara ve üretim ilişkilerine egemen neo-liberal sistemin yeniden yapılandırılmasının yolunu açacak genel seçimlerin, yapısal bir değişik yaratmayacağını “İmamın kazanıp müezzinin yitireceğinden başka bir anlam ve önemi yok” sözleri ile belirtmiştik.

Kurulu sistemi ve işleyişini bilip anlamamıza karşın, celladına hayran olan ve işkencecisine tapan insanların tercihinin ne olacağını doğru tahmin edemedik. Oysa, Mahir Çayan’ının “Oligarşi ile yoksul halk kitleleri arasında kurulu suni denge” saptaması varlığını olanca belirginliği ile sürüyordu. Toplum biliminde köklü değişim için ilk koşul olan, 'egemenin yönetememesi' durumu yaşanan günler içinde geçerliydi. Ama yeterli değildi; halkın yönetilmek istememesi de gerekiyordu. Öngörüleri boşa düşüren kırılma tam da burada oldu. 

Yapısal değişiklik için gerekli olan ikinci koşul, "artık yönetilmek istememe" zorunluluğu gerçekleşmemişti. "Eziyor, sömürüyor, canımızı çıkarıyor, ama köprü, tünel, baraj da yapıyor'  kör cahil mantığı, -siz mantıksızlık olarak da okuyabilirsiniz- “Bu iktidarla beş yıl daha yönetilmek istiyorum” demişti!.. Sol/ sosyalist cenahta öngörülemeyen buydu; başka deyişle, Osmanlı kökenli sinsi cehaletin, nobranlığın, bizzat ceberut devlet eliyle yeniden korunup, kurulu düzene yedeklenmesi idi. Belki de, öngörülemeyen devletin ve olanaklarının hala ne denli güçlü ve kurumsal olduğu...

*   *   *

Ateşli tartışmalar, bizzat yaşanan realiteyle uyuşmayan dayanaksız vaatler ve "müjdeli" yalan haberlerle geçen seçim hay huyunda, iki sıradan ölüm haberi hiçbir iz bırakmadan silinip gitti. Her biri hak ettiği yere; sakallı adamın, Karl Marks’ımızın deyişi ile “tarihin çöplüğü”ne…

İlk sıradan ölüm haberi Kemal Derviş’indi. Ülkem kapitalizminin, o ünlü 2001 krizi sonrası döneminde, Ecevit'in koalisyon hükümetinin uluslararası tekelci sermayenin, IMF programını uygulamaya sokmak için ekonominin başına ve sermayenin dümenine oturttuğu Derviş Kemal...

Hak ettiği ve ait olduğu yerde, bir süredir parkinson tedavisi gördüğü ABD’de 74 yaşında yaşamını yitirdi.  Mr. Derviş, 2001 ekonomisini var olan krizden çıkarmak, “Türkiye’yi refaha ulaştırmak” adına, 'Güçlü Ekonomiye Geçiş' adlı şatafatlı, süslü püslü bir programı hayata geçirmiş, çalışanları, emekçileri acı reçetelerle soluksuz bırakan, lakin sermaye dünyasının önünü açan acımasız ve gaddar bir kemer sıkma politikası uygulamıştı. Karaoğlan Eco oluru ve Mister Derviş eliyle yürürlüğe konulan program, ülkem tarihinde Düyun-u Umumiye ve Marshall Planı’ndan sonra gelen en vahşi, en fütursuz kapitalist emperyalist programdı.

Kemal Derviş’in bu projesinde ne mi oldu? Türkiye işçi sınıfının canına okuyan özelleştirmeler arttı, sermayenin uygulama alanı faiz ve döviz kuru politikaları serbest bırakıldı, işten çıkarmalar meşrulaştırıldı. Bir başka deyişle, faiz ve rant gelirleri daha fazla arttırılırken, işçi sınıfı, emekçi halk ve de yoksullar vahşi bir vergi yükü altında ezilmeye mahkum edilmişti. Anlatılmak istenen, faiz ve rant gelirleri artırılırken işçi ve emekçi halk zam ve vergi yükü altında acımasızca ezilmiş, sendikalı işçi sayısında çıplak gözle görünür bir düşüş yaşanmıştı.

0, kurtarıcı etiketi ile allanıp pullanan Mr. Derviş ki, kasım 2000 ve şubat 2001’de yaşanan sistemin iki finans krizinin ardından, her fırsatta göklere, beyaz barış güvercinleri uçuran Ecevit’in S.O.S çağrısı ile Dünya Bankası’ndaki onca işini ve de görevlerini görevini bırakıp, büyük bir 'lütuf'ta bulunarak ülkemize gelmişti.

Sene 2023… Güneş balçıkla sıvanmıyor. Gelinen yer ortada; en ılımlı ve çevreci muhalifinden aydınına, sanatçısına, gazetecisine hapiste, katilden tecavüzcüye, uyuşturucu tüccarından mafya babasına dek, herkesin dışarda/ serbest olduğu, yüksek enflasyonla birlikte yoksulluğun, işsizliğin ayyuka çıktığı 2023 yılı.

*   *   *

İkinci sıradan ölüm haberi de katil Gary’den.  Bizim gibi, geri bıraktırılmış yeni sömürge ülke devrimcilerini gıpta ettirip, 'Bizim de dağlarımız vardır Guevara' dedirten Che’yi yakalamakla övünen Gary Prado...  Kapitalizm cehenneminin kapılarını kapatıp, sınıfsız sömürüsüz bir yaşam biçiminin, yani sosyalizminin kapılarını aralayan  özgür Küba’nın mimarlarından Arjantin’li enternasyonal devrimci Che Guevara’yı yakalayan ve hakkında ölüm emrini veren cani.

CİA desteği ile Che’ye düzenlenen operasyonun tarihi 9 Ekim 1967’dir. Uzun adı ile General Gary Prado Salmon, yaralı durumda yakalanan Che’nin infaz emrini verir. Yargısız infaz kararını veren Gary Prado Salmon, kararı uygulayan Mario Teran'ı bekleyemedi... 8 Mayıs 2023 günü öldü. 

Her nasıl olmuşsa olmuş çok manidardır; bir o kadar da ironiktir. Gary Prado, bir kaza kurşununun omuriliğini pek beğenip, “Ben burayı, Salmon'un mezara girmesinden sonra bile terk etmem” demesiyle, 1981'den bu güne, tekerlekli bir sandalyeye bağımlı olarak yaşıyordu. Akülü Salmon, geçtiğimiz yıllarda “Terörle ve teröristle nasıl centilmence ve de cesaretle savaştıklarını” övünerek anlattığı “Che’yi Nasıl Yakaladım?” başlığı ile bir kitap da yazmıştı.

Artık Salmon da diğer ülküdaşları gibi, Karl Marks’ın yıllar öncesinden adını koyduğu malum çöplükte derin uykularda… Bizdeki, elleri kanlı “centilmen savaşçı”lar, asker/savcı Baki Tuğ ve aynı sülaleden “Şirinyer As. Cezaevi Fatihi” savcı Hacı Mirza gibi, Pentagon köpeği Salmon’un da esamisinin okunmadığı, olsa olsa kimi elleri kanlı işkenceci faşistlerce hasbelkader anılıp anımsandığı kesin…

Ölen öldürülen arkadaşlarımızın adları gibi çok iyi, analarımızın ak sütü misali doğru bilip doğruluğuna inandığımız bir gerçek daha var ki, kan emici barbarların adlarının günbegün unutulmasının tersine, ülkemizde yüzlerce Deniz'lerin, yerküremizin değişik coğrafyalarında yine yüzlerce Guevara'nın her geçen gün çoğalıyor ve büyüyor oluşudur. 

 *   *   *

Örneklerini hiç zorlanmadan sıralayabileceğiniz, birbirimize çoktan unutulmuş gitmiş ya da unutulmaya aday, onlarca ve yüzlerce 'sıradan ölüm' anlatabiliriz. Tıpkı hiç tanımadığımız uzak topraklardan, asırlardır her santimetre karesine acı ve ölüm ekilmiş bildik topraklardaki sıra dışı görkemli yaşamlar gibi.

Resmi tarihin sayfalarında göremeyeceğimiz, o sıra dışı yaşamlar ki, her zaman ve mekanda parmakla gösterilip gıpta edilmiş, romanlara-filmlere kıskanılacak denli konu olmuştur. 

Kıskanılan onurlu yaşamların alçak gönüllü insanlarını araştırıp anımsamak, olasılıktır ki, kendimizce bazı küçük dersler çıkarmak, ülkemizin her alanında ve her anlamdaki alev alev yangınlı ve şu çok sıcak günlerinde, yüreklerimize biraz olsun soğuk su serpebilir.

Açık Mektup’tan, 05.08.2023, Akbelen-MUĞLA.