“Sen
sağlam tek elinle, bu sehpayı nasıl götürürsün metro ile; hem de akşamın paydos
vaktinde?” ısrarını, demirci Arif usta’nın “şeytan azapta gerek” sözünü
anımsayarak, bıyık altı bir gülümsemeyle alelacele geçiştiriverdiğinde,
tabelasında “Aliağa” yazan İzban perona çoktan yanaşmıştı. O metroda, daha bu
ayın başında Akbelen ağaçlarına sarılıp direnen Kıymet Ana’dan sonra, bir başka
dirençli ve pes etmeyen Anadolu kadını ile tanışacağını nasıl bilebilirdi?
Kapılar
açılır açılmaz, itiş kakış insan seline bıraktı kendini. Zor bela, iki vagon
arasındaki boş alana ilerlerken, yerlerini vermek isteyen gençlere bakmadı
bile. Onlara gülümsemekle yetindi. Öyle ya, o sehpayı salt kitaplarını koymak,
çay/şarap sefası sürmek için yapmamıştı. Tek yaşam nedeni olan yardımlaşma kültürünün
gereği, üzerinde oturmak ve başkalarının da soluklanması için, yani çok amaçlı
değil miydi? İki vagon arası boşluğa ulaştığında, ağaç sehpayı özenle yere
bıraktı. Yaptığı işle, el emeğinin gözünün nuru sehpasıyla gururlanarak üzerine
yerleşti. Oradakilerin bakışları üzerindeydi. Bunun ayırtındaydı. Kendinden
emin, sırt torbasındaki BirGün’ü çıkarıp, ergen kıkırdaşmalarına ve son model
cep telefonlarının sanal muhabbetlerine aldırış etmeksizin her günkü
terapisine, sudoku’suna gömüldü gitti.
Bir vakit sudoku yalnızlığında, önünde akıp giden çetrefil yaşamın çıkış yollarını, yol haritalarını aralamaya çabaladı. Olmadı, bulamadı… O günkü bulmaca yaşamı gibi zorluydu. Dikkatini ancak oradakilerden farklı bir insan sesi dağıtabilirdi. O ses, Kazdağları’nda ve Akbelen’de olduğu gibi, ilk başta biraz uzaktan, uğultulu geliyordu. Sanaldan/yalandan değil, yaşanılan/dayatılan gerçek yaşamın ta içinden:
“Dar günde zor anlar için bir yara bandı alın.”
diyordu. Ses kısık ve iddiasızdı ama içtendi. Üstelik, onca boş şamatanın, kuru
gürültünün arasından süzülüp gelen belli belirsiz bir kadın sesiydi bu.
Gazetesini dürdü. İlgisini, oradakilerden birçoğunun dikkatini bile çekmediği,
asla acındırma derdinde olmayan yardım çığlığının geldiği yöne verdi.
Satıcı
sesin sahibi onca kalabalığı yarmaya çalışırken, bir yandan da düşmemeye gayret
eden, sol eli engelli kısa boylu bir kadındı. Siyah bileklikle sarılı sol
elinde iki yara bandını yolculara özellikle göstermeye çalışıp, sağ eli ile
bir dolu pazar arabasını çekerek ilerlemeye çalışıyordu. Tipik bir Adile Naşit
örneği... Ama o meşhur “kih kih” gülmeyen, umutsuz/umarsız ve düşkün haliyle… Sendeleyerek
zor bela gelir, tam önünde durur. Göçmen mavisi bıcır bıcır gözlerini, açık
meşe vernikle boyanmış ağaç sehpanın üzerinde oturan ve kendisini süzen adama
diker. Ve sanki kalın bir kitabın rastgele orta yerinden açıp okur gibi,
ikirciklenmeden, usulca, çokça da kadınca bir utangaçlıkla konuşur:
“Rengi
çok güzelmiş. Tam istediğim gibi, ağaç rengi… Nereden aldın?”
İlk
şaşkınlığını atlatan adam, “Verniğin açık meşe tonunu kendim seçtim. Yani kendim
yaptım. Para verip almadım.” der. Onca gereksiz homurtular, sanal/yapay
konuşmalar dinmiş, ortalık suspus, koca metroda sanki sadece ikisi varmış
gibidir. Kadın dayanamaz, içinde olanı, diyeceğini deyiverir: “Kendimi bildim
bileli, bu renkte ağaçtan bir hamur açma tahtam olsun istedim!..”
. . .
Ağaçtan
bir hamur tahtası yapmak ne de kolay bir iştir. Kesmek çakmak çocuk oyuncağı!..
Ve onun damarlarını, doğallığını gösteren açık meşe vernikle boyamak, parlatmak ne basit
bir iştir…
. . .
Oysa şimdilerin hoyrat/ vahşi tüketim günlerinde iletişim kurmak, paylaşmak, halkım
insanın yoksunluğuna dokunmak ne zordur. Hele hele, vicdanı ile cüzdanı arasına sıkışıp kalmış kimi insanlara göre...
Adamın amacı kadının özlemlerine, duygularına dokunmaktır: “Tek elinle o arabayı çekmek, ayakta durmak, ayakta kalmak kolay olmasa gerek?”
Kafası sıfır numara traşlı gibi kel kadın dayanamaz, çözülür. Biraz dalgın; gözlerinden çok kısa bir an muzip bir gülümseme gelip geçiyor. Belli ki, sol elime bakarken 'sen benden farklı mısın ki' diye düşünüyor. Sonra yere bakarak, tane tane, sıkıntılı konuşuyor:
“Adamımdan ayrıldıktan sonra kanser
oldum. Onun maaşı kızlarıma bağlandı. Ben, gördüğün gibi dımdızlak kalakaldım. (Sağlam eliyle başını tutar) İki kızımdan; büyüğü gündelikçi diğeri çocuk bakıcısı… Öyle işte…”
. . .
Adam,
zor günlerin dar günlerin insanıdır; yara Kazdağları’ndaki insanın, Akbelen’li
Kıymet Ana’nın yarasından başka bir yara değildir. Hal böyle olunca fazla da
deşmek, örselemek istemez. Acıyı dindirmek, yarayı biraz olsun tımar etmek
için, aynı kadının yaptığı gibi, uzatmadan kısa yoldan kestirmeden konuşur:
“Ben
sana bir hamur açma tahtası yaparım. Gönlünce, dilediğince… Damarları belli
eden açık meşeden.”
Saçsız umarsız, sersem sepelek ayakta kalmaya çabalayan, canı burnunda kavga veren bodur kadının gözleri ışılar, yüzünde güller tomurcuklanır. Umarsızlığı, yapayalnızlığı ve dahi paçalarına bir karaçalı gibi yapışmış yoksulluğu bir yana, gururlu onurludur da. Altta kalmak istemez besbelli.
Yapıştırır hemen:
“Masrafı neyse, öderim…”
Sudoku yalnızlığı adamın da sol elinde de, satıcı kadının bileğindekinin benzeri Hatay depremzedeleri ile dayanışma günlerinin eseri bir siyah bileklik vardır.
Utangaçça, usulca gülümser: “Ömrüm boyunca
ustam, yol göstericim bellediğim bir bilge insan var ki; bir yanlış
yapıldığında gazabı düşman başına… Şantiyelerde demirci Arif Usta diye bilinir.
Son söylediğini sakın ola ki duymaya… Yapar getiririz; helal hoş olsun da…
Nereye, kime getirip teslim edelim?”
“Adresim
bellidir. Karşıyaka İzban İstasyonu’nun karşısındaki eczanenin önünde, her daim
yara bandı satarım. Beni herkes bilir, tanır. Yara bandı satan kadın deyi
bilinirim. ”
* * *
O
hamur açma tahtası yapılacak… Bir gün “Çok şükür, çok şükür bu günleri de
gördüm.” diyecek olan ezeli açlar ordusunun alay sancağı misali öpülüp teslim
edilecek. Ezeli yoksulluk ve açlık günlerinden sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz ve
ebedi tokluk günlerinin anısına. Ve dahi, o ağaçlara sarılan gül yüzlü Kıymet
ananın, onun kader ortakları tüm İzban seyyar yoksullarının, saçlarını kanserli
düzene kaptırmış Esma Deniz hanımın emeklerinin, özlemlerinin hatırına…
Açık
Mektup’tan, 30.Ağustos.2023, K.yaka İzban İstasyonu Önü.