29 Ocak 2023 Pazar
BİR ŞUBAT GÜNÜ. UZAK YABANCI DİYARIN ISSIZLIĞI. (2)
26 Ocak 2023 Perşembe
"GİTARCI"YI YAZMAK, TEK SÖZCÜKLE BOYNUMUZUN BORCUDUR (1)
Omuzdaşı, taşıyanı, vefalı insan, enternasyonalist Lamprini'ye ve elbette biricik oğlulcuğu Yorgo Özgür Georgie'ye...
* * *
Yaşamın gerçeği öyle anları dayatır ki... "Susmak erdemdir" bilge sözü bir anda ters yüz olur. Tam da o kırılma anında "konuşmama kararı"ndan esnediğini, ödün vermediği sivri yanları ile bir inceden çatıştığını, kaba deyişle o yanları usulca, biraz da hüzünlenerek törpülediğini görür insan.
Artık Hasan'ı, bizim ele avuca sığmaz, gönül kuşu çapkın Gitarcı'yı yazmak, inceden inceye sızlanan kırılmış gönül bir yana, tek sözcükle boynumuzun borcu olmuştur. Onu yazmak, bir dönemin eleştiri ve öz eleştirisini de yapmak gibi bir anlam, sorumluluk gerektiren derin ve karmaşık bir içerikle de yüklüdür. Konuşmama kararınızı sorgulamanıza neden olan belirleyici etken, ağırlıklı olarak bu güne dek çözümlenememiş yapısal sorunun tam da bu boyutudur.
* * *
On beşindedir. Fiziği ile, gitarı ile kızların 'esas oğlanı'dır. Düğünlerde çalar, çokta para kazanır. Öğrenci evinin kirasını bile öder. Oldu olası uçarılığından, başına buyrukluğundan"ilke"lere sığmadı, disipline gelmedi. Varsın gelmesindi, göz-gez yapamasın, attığını vuramasındı! O coşkulu, delişmen halleri sınırlanmasaydı, çokta kötü şeyler olmazdı hani. Öldür allah beceremediğimiz yazılı belleğimizin, belki de şimdilerde onur duyduğumuz parlak bir müzikal sayfası olurdu Hasan.
Bu karabasan, bu alaca karanlık, her birimizin kendi güvenli sularında yüzdüğü, kendi sakin limanlarında saklandığı günlerimizde, içimizi açan bizim de bir "Grup Yorum"umuz olsaydı fena mı olu rdu a dostlar?! Çok değil, daha iki yıl önceydi: Konu bu kadarıyla bile açıklanıp onunla paylaşıldığında -bu inceden, bu mahcup öz eleştiri bile onun için yeterli olmuş ve de nasıl da gülleri açmıştı çakırkeyf yüzünde.
Ne var ki, yakın politik geçmişte çok az siyasal yapıya nasip olacak, sevaplarıyla günahlarıyla, çocukluk hastalıklarımızın sıtma nöbetleriyle yüklü, dolu dolu hikayemizi, olayımıza vakıf onca usta kalemimiz varken, -ortak bir dille- sözlü tarihten yazılı tarihe dönüştüremedik.
* * *
1977. Bir ağustos sıcağında, Manisa İstasyon Garı'nda. Gitarcı, ablası Hülya ve Sivas'tan 'çıkmış' gelmiş, 'soğuk nevale' bir genç adam. Hasan her zamanki gibi pür neşe; güldürüyor oradakileri. Ballandırıyor, cilalıyor yüzü gülmeyen adamı; aklınca ara yapacak, ara bulacak. Yiğidi eleştir, hakkını yeme. Bilememişiz. Ah, ne çok gereksinimimiz varmış; bardağın dolu yanına ve dahi engin hoşgörüye. Uzun sözün kısası ve özü, hoşgörü/iyi niyet konularında epeyce sabıkası vardır.
Ne var ki, her ne yaptıysak, ne denli uyarıp eleştirdiysek... Deli fişek zıpırı, ilkelerimiz doğrultusunda bir düzene sokamadık, doğrularımıza çekemedik. Olmadı işte... Örgütsel yaşam biçimimize sığmadı gitti. Açıkçası, bir çoğumuz için geçerli olan ve de kaçınılmaz olumsuz sonuçlarını o günlerde öngöremediğimiz sorunun, yabancı deyişle bir "istihdam" konusu olduğu kabul edilemedi, görülemedi.
Bir konu daha var ki, devrimcilerin nereli olduklarıyla anılmaması gerektiği ile ilgili... Çok talihsizdir ve dahi çok acıdır. Yere göğe koymadığımız Guevara'mız, Arjantin'li olduğunu söylememeye bilinçli olarak özen gösterir. Enternasyonel olmakla sevdalı yoldaşlarımızın "Gasabalı" lı olmakla anılması ne talihsizlik ve de ne acıdır. Bu konu bir sözcük oyunu ya da bir "teferruat" olarak görülmesin. Sorun, o kadar basit değil. Sosyal olayları ve tarihsel kişilikleri, bir zamanların Tercüman gazetesi'nin "Pehlivan Tefrikaları"na indirgeyip anlatmakta toplum biliminin diyalektiğine ve evrensel ilkelerine ters düşer.
Tam da burasıdır. Bizi var eden devrimci geleneğimizin eleştiri ve özeleştirisinin püf noktasıdır. Kısadan, bizim Gitarcı "Gasabalı" değil, Gözlet köylüsünün ve Soma'lı maden işçisinin "Soma"lı diye andığı, sözü özü bir Soma'lı Hasan'dır.
* * *
Nasıl bir kişilik özelliğidir ki, yıllar sonra yurda gelişiyle yaşamımızı değiştiren olayın etkileyen nedeni de, sonsuzluğa gidişin final sahnesinde de baş aktörü olunur?!
* * *
Uğurlar ola, onca "12 Eylül firarisi"ne evini, olmayan olanaklarını ve de Lavrion kapılarını açan, bizimse 'çirkin ördek yavrusu' yerine koyduğumuz gitarcı çocuk. Beni daha iki yıl önce, küplere bindiren patavatsız sözünü, Sosyalizmin Alfabesi kitabını hep birlikte okuduğumuz, teneke sobalı öğrenci evindeki kız oğlan kız halini gözümün önüne getirerek duymazdan gelebilseydim...
"Susmak erdemliliktir" ata sözünden sonra, "Bağışlamak büyüklüktür" sözünde de, bir kez daha önyargılarını yadsıdığını, alışıla gelmiş, kanıksanmış kalıplarını kırdığını görür insan.
Fazla söze gerek yok. Son yıllarda özlemi ve düşüncesi ile emek verdiğimiz, yazılı ve kalıcı bir bellek oluşturma ereğimiz gerçekleştiğinde, 'Gitarcı' öyküsünün tüm detayları orada okunacak, adı anılan ya da anılmayan, pakette kalan son 'Birinci' cıgarasını paylaştığımız gül kokulu, hüzünlü yoldaşlarımıza ilişkin tüm yaşanmış anılarımız orada yazılacaktır.
Uğurlar ola ey şarkı sevdalısı Gitarcı. Emsallerimizin en yakışıklısı. Genç kızarın en güzel, en renkli, en çekici rüyası. Kural tanımaz, başına buyruk, eleştiriye/disipline gelmez, zıpır mı zıpır, sözünü esirgemez patavatsız çocuk...
Hasan Oğuz Bilgen. 26.Ocak.2023. Dachau- Münih.
18 Ocak 2023 Çarşamba
YARAMAZ ÇİVİLER, CAM SÜRAHİ ve KAMUCU DUYARLILIK.
Utangaçlığından sarı başını hep omuz başına yatıran, aile içinde bir zeytin tanesini iki küçük lokmada yemesiyle şaka konusu olan çocuk, eğilmiş çiviyi doğrultmaya çalışırken işaret parmağı çekiçten nasibini alır. Dolan gözlerini, sallanan okul masa ve sıralarını onarmaya dalıp gitmiş olan babasından saklamaya çalışır. Çalıştıkları yer, Horoz Köy İlk Okulu'nun şimdi yerinde rant yelleri esen eski taş binasıdır.
Aldığı ilk öğüttür: İşe yaramaz diye yere atılan her çivi halkın alın teri ve bir kamu değeridir. Eğrilenler düzeltilmeli, yeniden çakılmalıdır. Çektiği acının başından beri ayırtında olan 'Köy Enstitülü' öğretmen Fikri baba yanına gelir, yere çömelir. Tıpkı derste yaptığı gibi tane tane konuşur: "Üreten insan acındırmaz, ağlamaz. Yaramaz çivi yoktur, yaramaz usta, ayıplı işçilik ve eğri iş vardır. 'Düşen çivi yerden alınmaz tutumu', kibirli marangozun iflah olmaz değer bilmezliğindendir. Küçük adam, sen sen ol! Okulun malına, kendi aklına, kitabına, çekicine sahip çık. Okul sıraları gibi, eğitim de üretim içindir. Her zaman her yerde, her koşulda bıkmadan usanmadan çalışmak, gözden çıkarılmış bir çivi tanesini düzeltmek bile üretmektir."
(Yukarıdaki sözleri eden adam, demiryoluna komşu, bu günün paha biçilmez yerini "Hocam, gel sana bu bağı satalım. Dert etme. Maaştan maaşa ödersin" denildiğinde, "Ben halkın, bu devletin memuruyum. Sonra hakkımda ne konuşurlar" diyen, okul başöğretmenliği, eğitimciliği ile ve de çocuklarının babası olmakla yetinen enstitülü öğretmendir.)
Öğüt alınmıştır bir kez; yetinilmemeli uygulanmalıdır da: Görevini sonlandırdığı, emekli olduğu şantiye işliklerinde, her molada ve her seminerde, kibirli ustaların yanılgısı konusu açıldığında, enstitülü babanın ders veren deyişlerinden bolca söz edilir: Üretimden gelen gücünü bilen er kişi, ancak sınıfının tezgahlarında eğilir. Sadece o düşen çiviyi yerden almak, onu doğrultmak ve üretime katmak için.
* * *
Öğretmen baba enstitüde aldığı eğitim gereği görev bilincini, öğretim yılının sona erdiği yaz tatilinde de sürdürür. Okullardaki eskiyip sallanan sıra, masa gibi ahşap eşyaları onarır; "maarif"ten tek bir kuruş ek ücret istemeden. Elbette çocuk da onu yalnız bırakmaz. Sıcaktır. Bir öğle vakti eline okulun demirbaşı cam sürahiyi verip, yayla suyunun aktığı mahalle çeşmesinden soğuk su getirmesi için gönderirler. Dönüş yolunda cam sürahi elinden kayar ve kırılır. Korku içinde koşarak okula gelir. Sürahinin, aralarında kavga eden çocukların attığı bir taşla kırıldığını söyler. Okulun hademesi "Bekçi Murteza"nın tekidir. Alnın terini silmeye çalışan babanın gözüne girmek istercesine, "cam sürahiyi çocuğun düşürüp kırdığını" söyleyerek, aklınca yalanı ortaya çıkarır. Çocuk sarı başını yana yatırır, başını öne eğer... Baba bir şey demez, diyemez. Eve gittiklerinde, sarı başın minik kulağını usulca büker. "Bak" der, "Asla yalan söylemeyeceksin. Devletin değerlerine, halkın malına zarar vermeyecek, Çanakkale'nin Conkbayırı sırtlarında yatan, annenin iki dayısını asla aklından çıkarmayacaksın."
Öğüt alınmıştır bir kez; yetinilmemeli uygulanmalıdır da: 1982 ayazında, zorla giydirilmeye çalışılan, "kamu malı" tek tip elbiseye zarar verme pahasına, don fanila, Şirinyer Askeri Cezaevi Savcısı Hacı Mirza'nın huzuruna çıkarıldıklarında da asla yalan söylenmeyecek, "Yırttık parçaladık işte. Dara da gönderseniz, bize canımız pahasına dayattığınız, biçtiğiniz faşizmin elbisesi devrimcilere dardır." denilecektir.
Her nasıl olmuşsa olmuş, izin verilmiş bir açık görüşte, ağır havayı dağıtmak ve şakaya boğmak için, "Öğretmenim verdiğin öğütü tutuyoruz, yalan söylemiyoruz" anlamında, bu olay anlatıldığında... Boncuklanan, dolan gözlerini saklamak sırası, bu kez "Köy Enstitülü" öğretmen babaya gelecektir.
* * *
Nadejda Krupskaya... Rus kadın devrimci. Sosyalist Ekim Devrimi'nin lideri, ayak takımını ve baldırı çıplakları söz/karar sahibi yapan Sovyetler Birliği' nin kurucusu Lenin' in eşi. SSCB Eğitim Halk Komiseri. SSCB Bilimler Akademisi onursal üyesi Nadejda... Ana dilimizde iki cilt halinde yayınlanan anılarının bir yerinde: Maaşını durduk yerde arttıran kararı, ilgili komisyona "tekrar gözden geçirilmesi için" geri gönderen Lenin'in; ayrıca, kararı kendisine bildiren sorumlu hükümet komiserinin eleştiri içeriğinde ivedi olarak soruşturulması isteminde bulunduğundan söz eder.
Henüz ortaokul sıralarında, "Beşinci Kol" kara propagandası ile, biz yeni yetmelere öcü gibi korku objesi yapılan Vladimir İlyiç Ulyanov. Yani, o bilinen adıyla Lenin... Ömrü yetseydi de, şimdilerde kamudan 5-6 maaş alma utanmazlığını gösteren, ar damarı çatlamış, bizim arsızları görme talihsizliğine erişebilseydi, eğer? Bu ceberut anlayışın yüzsüzlüğünü nasıl karşılar, ne derdi?
* * *
Uzun sözün ana fikri. Menderes'ten Demirel'li "Ilımlı İslam"a, oradan Tayip soslu BOP başkanlığına evrilip gelen oligarşinin kurumsallaşmış sürekli/örtülü diktası, enstitü anlayışından ve kamucu düşünce biçiminden on yıllarca boşuna ürkmedi, boşuna refleks vermedi.
Uzun sözün kısası. Bizim belediye şantiyesinin, sadece tezgahlarda eğilen, sözünü esirgemez ustası demirci Arif'e göre: İnsan ürkmesi hayvan ürkmesine benzemez.
Uzun sözün ironisi. Lenin ne mi derdi?
Bir kez olsun kamucu sosyalist terbiyesini bozup, yedi göbek sülalelerinin kulaklarını çınlatacak -aslında Türkçe'nin kahvehane ağzıyla hak ettikleri- sunturlu bir kalayı, Rusça söyler geçerdi kesin.
Hasan Oğuz Bilgen. 19 Ocak 2023. Horoz Keuı - Manisa
12 Ocak 2023 Perşembe
O, HER "12 OCAK" GÜNÜ GELDİĞİNDE...
3 Ocak 2023 Salı
DÖRT YILBAŞI... DÖRT ÇİFT AYAKKABI...
DÖRT ÇİFT AYAKKABININ OMUZLARIMIZDAKİ AĞIRLIĞI.
Kutlu/umutlu olsun, yarasın; eski deyimle üzerimize "afiyet". Sanaldan rakı/balık görsellerine doyduğumuz gündemi karışık ülkemde, iğrendikleri ayaktakımına ve baldırı çıplaklara zehir zıkkım edilen bir yılı daha geride bıraktık...
Abartı gelmesin, masal ya da güzelleme hiç değil... Fazlası var eksiği yok, yirmi yedi yıl başını kör bir delikte "hoş geldi sefa geldi" ile karşılamış, Güney Afrika'lı eski bir hapishane ağacının "Yenilgi ve ölüm, kendinizi umutsuzluğun rehavetine, yılgınlığın alaca karanlığına bıraktığınızda gelir." sözü ile demirci Arif ustanın "Biraz da çiçek böcek yaz" uyarısı arasında sıkışıp kalmak nasıl bir duygudur?
Dost acı söyler, ne derse doğru eyler. İkisini de incitip darıltmayalım. İlki göçüp gitti... Öğütünü tutamadık, ustamız da bağışlasın, bir kez daha bize gücensin ne yapalım:
30 Aralık 1979. Manisa. Akile Yeşilyurt... Çok sevdiği oğulcuğunu uçurmak için fitili ateşlenip, tek katlı yer evinin ahşap kapısına bırakılan bomba güzel anamızı, "...işte sonunda geldi" tez canlılığı ile koşup açan insanı koparıp götürür bizden. Sisli bir Saz mahalle sabahında, yıkılmış avlu kapısının kıyısına bırakılmış bir çift eski ayakkabı, orada hala durur...
* * *
12 Ocak 1982. İzmir-Konak Emniyeti. Balık istifi, nefes nefese sorgu odalarından birinde. Günahı vebali elbette kendi boynuna; bir boşboğazın sayesinde tutulup oraya getirilen, Turgutlu köylüklerinden Hasan Yalçınkaya. Ah benim, şimdilerde de görüşüp koklaştığım Hasan abim... Çıkarır ayaklarından kara lastiklerini, atar ortaya. Sorguculara duyurmadan ama, öyle usulca, biraz da sıkılarak. Çok sıkışan, tutamayan varsa, içlerine yapsın diye... Kimsenin başına gelmesin! Yirmidört saat helaya götürülmemek, yani çişinizi tutmaya zorlanmak nasıl bir eziyet, işkencedir. Canı burnuna, kasıkları patlama noktasına gelmiş hiçbir yoldaş, -bizim, kronik böbrek zoru olan Japon arkadaşımız dahil- celladını güldürmemek, alçaklara alay konusu olmamak için, o öpülesi bir çift kara lastik ayakkabıya işemeyi aklına bile getirmez.
* * *
Ocak 1984. Kadim kent Sur. Yangın yerlerinden, o cehennem, o uğursuz mekanın tekinsiz izbeliklerinden birinin konuğu, şimdilerde yaşadığına, girdiği yeni yıla ve geldiği yaşa ilenen, kim kez içerleyip kendini kahreden, "mağdur değil, tarafım" diyen bir iflah olmaz. Hüzünlü ozanın 'Ağla, sevgili yurdum ağla' dediği ülkemin kuytuluklarında, düşleyebileceğinizden ve de romanlarda yazılanlardan fazlası yaşandı.
Otuz gün boyunca gözbağları sorgu saatleri dışında, ancak hücrede açılır; ne ki orada da gün ışığı olmadığından hiçbir işe yaramaz. Bir Kürt olan hücre arkadaşı, kendisi gibi yoldaşlarını ve kaldıkları evleri ele vermesi için, gündüzlerin gecelere karıştığı sonu gelmeyen saatlerde işkence görmektedir.
Zamanın uzayıp gittiği bir gün, suskun hücre arkadaşının sorguya götürülmesinin üzerinden kaç saat geçtiğini kestiremez. Zaman kavramını yitirmiştir. Bir zaman; keko yumruk ve küfürlerle, ite kaka getirilip hücreye boş bir çuval gibi atıldığında sırılsıklamdır. Zayıf kolları Filistin Askısı'ndan cansız/duyarsızdır. Hücre kapısı kapanır kapanmaz kekonun kıpırtısız bedenin yoklar. Anlamaya çalışır. Kollarının durumunun ayırtına varınca da masaj yapar. Moral olsun diye uzamış sakallarını okşar. Keko ise, durumuna aldırmaksızın, kulağına yarım yamalak Türkçe'siyle:
"Asla teslim olmadığını, sonunda ölüm de olsa katlanacağını" fısıldar. Onca alçak gönüllülüğü ile "Onun da korkmamasını, bir gün İzmir'e kavuşabilirse, oradaki -Egeli- dostlarına enternasyonal selamlarını iletmesini" öğütler.
Zifiri tabutlukta, amansız yöntem ve tekniklerle dolu saatler, günler geçer. Dipsiz, bitimsiz, boz bulanık zamanın fısıltı ile konuştukları bir anında, kıvırcık sakalı uzamış, sıcak soluklu adam bir sır verir gibi aniden: "Beni götürecekler, bir not ele geçirdiler, bir randevu notu... Beni canlı yem olarak kullanıp, ateşin içine atacaklar. Senden dileğim; bir gün sağ salim memleketine geri dönebilirsen, arkadaşlarımıza, yoldaşlarımıza, devrimcilerin bu topraklarda da cuntaya direndiğini, açık faşizmin karşısında diz çökmediğini, her ne olursa olsun mücadeleyi sürdürdüğünü" anlatmandır.
Ve hiçbir şey söylememiş, hiçbir şey olmamış gibi, çok kısa sürecek, ürkek, tedirgin, eğreti ama karşı konulmaz, arsız bir uykunun kollarına bırakır kendini.
Devrime ve sosyalizme, onlarla gelecek günlerin inanılan bütün değerlerine dair sımsıcak düşlerin yaralı bedenin yaralarını sağaltmaya çalıştığı bir vakit hücrenin kapısı hoyratça açılır. Yüzünü hiç seçemediği, adını bile öğrenemediği, konuştuğu ana dilini bilmediğinden ancak yüreğini paylaşabildiği suskun, ezik bakışlı esmer genci alıp götürürler.
İstem dışı titremelerle sarsılan genç adamın çıplak ayaklarına kara lastiklerini giydirirken, onun "titremem korkudan değil, çaresizliğimden" anlamında bir şeyler söylemeye çalışmasından, onun eksiklendiğini, bu nedenle de mahcup olduğunu anlar. Rahat olması için onun sırtına birkaç kez dokunur. Cellatlarına hiç belli etmeden usulca vedalaşırlar. Duyumsattığı şeyler, coşkusu, hüznü, kahrı ve çaresizliği ile sayfalarca anlatılabilecek bu ayrılış anı, saniyeler içinde başlar ve biter. Uzaklaşan ayak sesleri kesildiğinde yüreği sıkışır. Şimdiden özlediği insan, celladından aman dilemeyen, adı sanı hiç bilinmeyecek devrimcilerden sadece birisidir.
Karabasanlı, karışık bir uykuya daha yenice dalmış gibi gelse de, saatler geçmiştir. Yarı uykulu kıvrılmışken demir kapının kilidi döner. Sahibinin arsızca sırıttığını duyumsadığı bir el üzerine yumuşak bir şey atar. "Al işte" der, "O pislikten geriye kalan, çok sıkışırsan içine işe... Benden izin." Aynı arsızlıkla sırıtıp ve kızgın sinirli küfrederek demir kapıyı sertçe kapatır. El yordamı ile anlamaya çalıştığı yumuşak cisimler, burun boşluklarına dolan kanın pıhtılaşmaya başladığı kara lastiklerdir.
* * *
2023'ün ilk günleri. Zeynep Sükeyna Fidancı. On dört yaşının baharını göremeyen bir fidan. Açmaya yaşı yetmemiş gülün beyin ölümü, aslında altı umarsız hasta için beklenmedik bir umardır. Yüreciği 14 yaşındaki hastaya, bir böbreciği 6 yaşındaki bir kız çocuğuna, diğeri yine 6 yaşındaki erkek çocuğuna, korneaları iki hastaya ve karaciğeri 11 yaşında bir umutsuza yaşam olur.
Antalya'nın bilinmez bir hanesinin kapı eşiğinde, giyilmeye, yani eskitilmeye fırsat bulunamamış bir çift çocuk ayakkabısı gereksinimi olan "nasipli"sini bekler. Tabi ki minik sahibine benzer; şaşkın, onurlu, alçak gönüllü...
* * *
12 Ocak. Her 12 Ocak... O gün bu gündür, tanımsız bir incecik, ılık/ıpılık kanayan yaradır. Her yıl gelip dayandığında, çöktüğünde zihnimize, bir yerlerde kırılan bir yeşil bahar dalıdır. O gün bu gündür; aile içinde ve yakın dost çevresinde espri ile karışık hep bir uyarı vesilesi olmuştur: "Aman ha dikkat... Saçak altından yürüme. Bu gün 12 Ocak..." Felaket tellalı hiç olmadık da; şimdilerde "Bu kadarı da olmaz!" şaşkınlığı ile az mı karşılaşıyoruz?
İzmir-Güzelyalı'da, omuzu bol yıldızlı, kelle kesen Hacı Mirza Mahkemelerinden, günümüzün önleri düğmeli cübbeler içindeki imamların "Oraya sordum. Oldu!" mahkemelerine.
Hasan Oğuz Bilgen. 02 Ocak 2022. Güzelyalı-Narlıdere.