31 Mart 2013 Pazar

O BİR KÖY ENSTİTÜLÜ İDİ


17 Nisan 1940 – 17 Nisan 2012

Köy Enstitüleri'nin Kuruluş Yıldönümü Üzerine



Anadolu'nun bozkırında yalnızlıkta açan kır çiçeklerinin, tüm Köy Enstitülü öğretmenlerimin anısına…

 



O, BİR KÖY ENSTİTÜLÜ İDİ.

Orada ılık ekim yağmurları altında ürperdiğimiz, sonrasındaysa bir daha hastalıkların yorduğu zayıf bedenine sarılıp çökmüş yanaklarından ve iki ellerinden öpme mutluluğuna erişemeyeceğimiz talihsiz bir gündü. Çatısı akan basit emekli evinde son soluğun verilmesinden toprağa veriliş anına dek, uzun saatler bir çeşit korunma, saklanma içgüdüsüyle arkasına gizlendiği hüznün perdesini “ Elli yıllık yol arkadaşımdı.” sözü ile aralamıştı.

Sevgili annemin üniversite hastanesinde yattığı uzun zamanlardan ve giderek ağırlaştığı son günlerinden bu yana, içinde düştüğü sıkıntılı, ağır durumun koyu renk tonları ile gölgelenen yüzü, insana sonu gelmeyecek, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen suskunluğunu bozup konuştukça ışıdı.  Giderek aydınlandı.

“ Onunla yıllar boyu ne çok şey paylaştık. Yanımda olmasaydı, bana moral ve omuz vermeseydi, köy yollarında ardımız sıra gülücüklerle el sallayan mutlu, umutlu ve aydınlık yüzlerindeki iki gözleri çakmak çakmak parıldayan,  bilgisine güvenen,  okuyan, sorup araştıran, üretken, özgüvenli çocuklar bırakamazdım.” Tam da böyle demişti gönenerek.

Onca eğitimciliğine, enstitüde öğrendiklerine, orada kazandığı becerilere, deneyimlerine, kendince iyi bir hayat insanı oluşuna karşın, karşısındakine nasıl da ellerinden tutulmaya, yardım edilmeye gerçekten gereksinimi olan,  - hak etmediği kaba deyişle-   nasıl da düşmüş, düşkün ve acınası bir insan izlenimi veriyordu. 

Dinsel inancın insana yakıştırdığı, zorunlu gördüğü son dinsel tören için hazırlanmış çukurun başında dikilirken, onu yuvadan uçmayı denediği daha ilk gün düştüğü soğuk zemin üzerinde titreşen, tüyü bitmemiş yavru bir kuşa benzetmiştim. 

Annemizin bizlere en son vedasının ruhumuzun derinliklerine bıraktığı acı, bu acıyla birlikte gelen kimsesizlik ve kalakalmışlık duygusu karşısında bile, yine de insanı şaşkına çevirecek derecede soğukkanlı idi.

“Elli yıllık yol arkadaşını” ıslak bir ekim günü çıkarmıştık son yolculuğuna. Düşüncelere dalmış başlarımızın üzerinde telaşlı devinimlerle dolanan, sonra hızla uzak yerlerde kümelenen, sabırsız güz yağmurlarını yüklenmiş sıkıntılı bulutların mavi kara yansımaları.

Omuzlarımızda, ince uzun çakılı tahtalarının aralıklarından, kendine özgü ve o ana dek başka hiçbir yerde karşılaşmadığım günlük bitkisinin mistik havası insanın içini tütsülerken,  kesif gülsuyu ve defneyaprağı kokularının geldiği ahşap tabut.

O an için geçerli bir anlam yükleyemediğim, annemi götüren ahşap korumanın yanılsamalı, gerçeküstü, gerçekdışı ağırlığı altında ölüm gerçeğinin yüreklerimizi akkor ateşlerce yakmasının,  her geçen an içimizde büyüttüğü, içimizi acıtan bir boşluk, bir yokluk duygusu ile ilerliyorduk.  Üzerimize doğru artarak öbekleşen, hızla kararan bulutların telaşı ve de hemen az önce sağanak yağmurlarla yıkanmış parıltıları bize kadar gelen dağların ardında belirsiz aralıklarla çakan şimşekler…

Tuhaf bir sessizlik içinde, insanı rahatsız edecek denli bir suskunluk ve durgunluk havasında usulca ilerlenen, geleneksel alışkanlıklardan kopmadan nihai amacına ulaşmayı hedeflemiş sıradan bir cenaze töreniydi bu. Sabahın çok erken saatlerinde son hazırlığı tamamlanmış gömü çukurunun başına vardığımızda,  daha demincek ne yapacağı kestirilemeyen, homurdanan, kavgacı hava birdenbire açılıvermişti.

Alışılagelmiş gömü işinin son dakikalarında,  birçoğumuzun  ‘hayatın son bulduğu’ dediği, aslında insan bedenindeki ölü hücrelerin çoğalıp canlı hücrelere üstün geldiği o ıslak ve keskin toprak kokulu çukurun içindeki iki kişi şaşılacak bir rahatlık içinde son görevlerini yerine getiriyordu. Son anları olmasına karşın, çukur başında ellerini açıp çömelmiş hocanın da okuyup üflemeleri, kimsenin anlamadığı Arapça sözlerini oradakilere adeta bir türkü nakaratı biçiminde onaylatması, rutin törenin uzamasına neden oluyordu. Anlam veremediğim bu törensel diyalogun uzamasını, orada kendi derdimle yanarken, topluca yapılan biat tekerlemesine katılmadan anlamsız gözlerle izliyordum.  

O anda, anlaşılmaz bir şey oldu. Enstitülü babamın insan emeğinin yüceliğini, insan üretkenliğini merkezine koyan yaşam felsefesine inanmakla, verdiklerini okumakla, öğütlerini tutmakla, söylediklerini yapmakla ne kadar doğru yaptığımı… İyi ki onun oğlu olarak doğduğumu, düşüncelerini paylaşmış olmakla ne kadar şanslı olduğumu düşünürken yakaladım kendimi.

Az önce çatık kaşlarıyla çalım satan, tehdit eden bulutların işimizi kolaylaştırmak için uzaklarımıza gitmesi, gözlerden ırak köşelere çekilivermesi, kendilerini içinde bulundukları durumun mistik atmosferine kaptırmış topluluğun ilgisini çekmekten hayli uzaktı.

Fikri Hoca’nın öğretmenlik yaşamının ruhunu Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde aldığı, eğitimciliğinin iyi kötü günlerinde hep yanında, ona destek olmuş “elli yıllık hayat arkadaşını” kendi halinde bırakıp oradan ayrılma zamanı geldiğinde, yağmur yine önceleri sersem sepelek, ardından iri damlalar ve hoyrat patırtılarla tekrar yağmaya başlayacaktı.

Diğerlerine göre daha fazla gururlu oluşu, kendine özgü duyarlılığından, çok ince ruhlu oluşundandı.  Bu yüzden anlaşılmamasına epeyce çaba harcadığı,  ne var ki yüzüne daha ilk bakışta ayırt edilmesini önleyemediği yüreğinin yükü, tepemizde gezinen deli dolu bulutlarla eşdeğerdeydi.

Hemen yanı başındaydım, ruhunun inceliğini iyi bildiğimden izliyordum. Yufka yüreğinin kenarında köşesinde her olup bitenin, içinde kopan kasırgaların, altüst oluşlarının, savrulmalarının her anının en küçük karesinin ayırtındaydım. O, böyle kırılıp dökülmeleri yaşarken, oradaki topluluğun, dost-akrabanın arasında kendimi etkisinden kurtaramadığım ve istediğim halde içinden çıkamadığım bir belirsizlik içindeydim. Orada sanki sadece ikimiz vardık!  Bir de hemen ardımızda, neredeyse bir ömür boyu süren iflah olmaz sayrılıklarının verdiği yorgunluk ve yıpranmışlıkla çoktan derin ve huzurlu uykuların kollarına kendisini teslim etmiş olan yaşlı kadın. Annem… 

Zorunlu ayrılıkların dışında, asla yalnız ve kimsesiz bırakmak istemediğim ve dahi bırakmadığım, iki önemli insanın arasında sessizce durmuştum. Belki de, hiçbir şey anlamadığı ömrünü yaşadığı dünyadan uğurlanan, umutları son bulmuş yolcunun bindirildiği trenin hareket etmesini ve yitip gitmesini bekliyordum.

Kurgusu yüz binlerce, milyonlarca kez yaşanmış deneyimden gelen tekdüze ritüelin kaderci havasına çoktan girmiş olanların çoğunluğunun, sözcüklerini anlamadıkları, anlamını bilmedikleri bir dilde uzun uzadıya okunan duaların verdiği can sıkıntısını belli etmemek için nasıl çabaladığını hayretle, ama göz ucuyla izliyordum.

Fikri Öğretmen, hacının hocanın akıl ve bilim dışı söylemlerine ve önerdikleri çağdışı yaşam biçimine inanmayan hoş görülü, aydın ve arif bir köylünün ilkokulu başarıyla ile bitirmiş bir oğlu idi.  Pek de şanslıydı.  Gezici Kızılçullu Köy Enstitüsü yetkilileri iyi ki onu köyünden, ailesinden koparıp almıştı.  O, merak edenlerimizin siyah beyaz fotoğraf arkalıklarından, canlı tanıklarının, yaşayanlarının anılarından, yazdıkları yaşam öykülerinden, anı-romanlarından,  bir yanı hep eksik kalmış az sayıdaki film ve belgesellerden öğrendiğimiz Köy Enstitülerini yaşamanın, havasını solumanın ve odun ateşinde karabuğday ekmeğinin tadına varmanın ayrıcalığını bizzat yaşamış, bizlere de bu deneyimi her fırsatta anlatmış, duyumsamıştı. 

Bense yeniyetme on dört yaşımın şimdi anımsayamadığım bir gününde, yerde kilim üzerinde uzanmış ödevimi yaparken, başıma gelip önüme bıraktığı Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” eserini onun sayesinde okumuş olmanın mutluluğunu tadabilmiştim sadece.  En küçük çalı çıtırtısının, bir kuşkanadının değdiği yeşil daldan çıkan taze, kırılgan yaprak kıpırtısının kulaklarımıza ulaştığı köyün ıssızlığında, toprağa sinen yağmurun içimizi açan mis kokusu duygu sağanağımıza karışıyordu.

Kızılçullu Köy Enstitüsü'nün ağırbaşlı,  en arkadaş canlısı öğrencilerinden olan iki emekli öğretmen de, az ötemizde kımıltısız beklerken yaşanan anın canlı tanığıydı. İkisinin de nasıl da başları dimdik ve aydınlık, alınları açıktı.  Her ikisinin de nasıl tertemiz güleç bir yüzü, onurlu ve sevecen bir duruşu vardı:  Mehmet Ali Vural ve Süreyya Mavioğlu öğretmenlerim.

Şimdilerde İzmir'in Şirinyer semtinde  “Orgeneral Vecihi Akın Kışlası” adı altında kullanılan, o zamanlar birkaç taş binanın ve de verimli geniş toprakların bulunduğu bölgeye ulaştıklarında, ellerindeki bez torbalarda köy ekmeğinin sertleşmiş dilimleri, yeşil acı çekişte ve kaya tuzu ile terbiye edilmiş kara zeytin vardı. Ve beraberlerinde getirdikleri kırsalın yokluk, yoksunluk, ezik havası, nergis kokulu bereketli ovaların, zambakların, dağ lalelerinin tepelerce yayıldığı dik bayırların ürkek, şaşkın ve ıssız bakışları. 

Başlarına yerleşmiş “sirke” dedikleri bit öbeklerini aynı günler, sıralarını sabırsızlık göstermeden bekleyerek, tek tek yine kendi elleriyle ayıklamışlardı. Sonra kendileri gibi yakın günlerde okula gelen diğer çocuklarla tanışıp kaynaşmışlar, akrabalıktan, karındaşlıktan öte olmuşlardı.  O katışıksız ve de sımsıcak günlerden diplomalarını aldıkları güne, oradan, şimdi göz ucuyla birbirlerini kolladıkları şu gömütlüğün acılı ve buruk anına dek birbirlerini bir daha hiç bırakmamışlar. Tıpkı enstitü günlerinde olduğu gibi, birbirlerine hala gönülden gönüle derin ve güçlü bağlarla,  yaşlandıkça eskittikleri, ama asla gelgeç ilişkilerle tüketmedikleri ve de yıpratmadıkları bağlarla bağlıydılar.

Şimdi, üst üste örtülüp boylu boyunca upuzun yığılmış, arda kalanlarınınsa ortalığa saçıldığı taze toprağın etrafında iki ellerinin avuç içleri yan yana ve yüzlerine dönük biçimde ve her birinin dudaklarında anlamlarını bilmedikleri duaların mırıltılarıyla sabırla bekleşen kalabalığın az ötesinde şahince izlemeye almışlardı Fikri Hoca'yı.

O ise, daralan yüreğinin uçurumlarında esen hırçın rüzgarlarla, inatla biat etmeden, duasız, inançsız, hala ‘rüzgara karşı’, ısrarla aykırı, dudaklarını bıçak açmaz, suskun ve kıpırtısızdı. Hani, ıslak gözlerini diktiği toprak yığınının taze kokusunu solurken, tozlu köy yollarına alışık dizlerinin bağı aniden çözülüverecek olsa...

Olasılık bu ya.  Kalabalığın üzerinden süzülüp yere kavuşmasına izin vermeden, yaşlı kollarıyla onu sarıvereceklermişçesine hazırda;  işte öylece uyanık, atik ve de kendinden emin delikanlı bir duruşları vardı. 

Tanımı güç, bir tuhaf, bir uğultulu andı. Zaman sarkacının salınımlarının ağırlaştığı, insana ve geçmişe dair belleklerden akarak geçen eski siyah beyaz fotoğrafların flu bir görünüm aldığı bir mekandı.

İnsanları oradan kurtulup işlerine güçlerine, evlerine dönme duygusunun sardığını anlıyordum.  Üç Enstitülü ve ben, bu erken, bu sıradan ve bu bencil duygunun çok ama çok uzağında, belleklerimize yazdığımız bizi onurlandıran ortak değerlerimizin tadını damıta damıta, yaşaya yaşaya çıkarıyorduk.  Bu kararlılık, direnç gösterisinde onu ele verense, önceleri nemlenmekle kalıp sonra ıslanıp yaşarmasını önleyemediği yeşil -çapar- gözleri olacaktı.

Bir de sanki üşümüş, uyuşmuş da ısıtmak, rahatlatmak istermişçesine sürekli ince uzun parmaklarını ovaladığı elleri...  Ayaküzeri tüketilen ve kalan son dakikalarla sınırlı, dar ve kasvetli zamanda, derin bir iç huzuru arayan gözlerimizle birbirimizi anlıyor oluşumuz,  birbirimize kaçamak bakışlarımızdan ve gözbebeklerimizdeki pırıltılardan okunuyor, anlaşılıyor olmalıydı.

Yaşamı boyunca bildiği tanığı olduğu olayları, biriktirdiği deneyimlerini, bilgilerini, köylerde çocuklarla, köylülerle paylaşan, yüreğini ortaya koyan insan, o an, oracıkta kahretmişliğini, yalnızlığını, kederini paylaşmakta nasıl içine kapanık, nasıl da iflah olmaz bir bencildi.

Hızlı devinimlerle bir araya gelip derlenip toplaşan,  gri, mavi ve de siyah tonlarda bulutlar tarafından kuşatılıyorduk.

Kendi deyişiyle ‘çapar' gözleri, insana yalnız, bir başına kalakalmışlığı iliklerinde duyumsatan eski köy gömütlüğünün taş duvarına yakın bir kuytulukta yağmur altında ıslanan, dalları mora çalan kırmızı ve bordo çitlembiklerle ağırlaşmış yaşlı karaağacın asırlık gövdesine takılı kalmıştı. Belleği ise yüksek ve kalın dallarından birinde, bıçkın köy delikanlılarının kullanılmayan hayvan koşumlarından aşırdıkları urganlarla kurdukları, yüksekliği küçük çocukları ürküten bayram salıncağına.

*   *   *

Karaağacın iki yanına dizilip birbirlerine sokulmuş, çok uzun ve çok ağır salınımlar yapan salıncağı hayranlıkla izleyen kızlı erkekli öbekler,  uzaktan uzağa birbirlerine tertemiz duygular ve yemeni altı kaçamak gülücüklerle göz süzmelerde.

En uzak, en yüksek dallara ayakuçlarını değdirebilmek için kendilerini sallayanları, meydan okuyan haykırışlarla yüreklendirmeye çalışan,  kanı kaynayan sallananlar sarhoş taklidi yapmacık naralar atmaktadır.  Sallananı izleyen aşağıdaki gençlerse gülümseyen gözlerle, salıncak sırasının kendilerine gelmesini bekleşirken sabırsız.

İçlerinden bıyıkları yenice terlemiş yeniyetme günlerinde olanları ise…  Kendilerini izleyen, dipdiri gül yanakları al mı al, birbirlerini dürtüp kıkırdaşıp kendi aralarında dalgalanan köy kızlarına caka satma yarışında.

Renkli bir cümbüş havası içinde kaynaşan genç kalabalık içinde,  allı güllü entarileri ile yerlerini almış taze gelinlerse, ele avuca sığmaz delişmenlere bakıldığında, kayda değer ölçüde daha ağırbaşlı, daha ölçülü, kendilerince özgün ve yaşlarına uygun bir sakınganlıktadır. 

*   *   *

Nasıl da içine kapanık, kederini, yalnızlığını bizimle paylaşmakta nasıl da ketumdu. Başlarımızın üzerinde alçalıp yükselerek bir garip kuş dönüp duruyor. Sonra usulca süzülüp, gidip karaağacın en uçta, en korunaklı dallarından birine konuyor.  Kıyıda kenarda, öyle ıssız olunca kendini güvende mi sanıyor?  Kararan bulutlardan olmalı huzursuzluğu;  telaşlı devinimlerle hızla bir araya gelen, mavi kara tonlarda tekinsiz bulutlardan.  Hızla kuşatılıyorduk, bir yandan

Yorulmak, yakınmak ne kelime; pes etmek, yılmak nedir bilmeyen o köy öğretmenini çok iyi tanıyordum. An geldi;  sıkıntı sona erdi. Kükreyen duran ve ne zaman nereye çökeceği, kime sataşacağı belirsiz kabadayı hava durulmuş, kara bulutlar dağılmıştı.

“İlkyazdı, güneş açtı.  Onunla birlikte, badem ağaçlarının, erik ağaçlarının çiçekleri, gelinlikler giymiş papatyalar, sarışın kızlar kadar narin, kırılgan kır çiçekleri, ortalığı yangın yerine çeviren kırmızı laleler, alev alazı gelincikler. Karabaşlar, aslanağızları. Sarının, morun, eflatunun bin bir tonuna bürünmüş çiçekler... Bir bayram havasında, hıdırellez coşkusunda çığlık çığlığa, pür neşe dört bir yanımızı sarıvermişti.

“Pırıl pırıl bir on yedi nisan günüydü. İlkyazdı.  Bizler Enstitü'de ne öğrendiysek, nasıl öğrendiysek yaparak öğrendik, -öğrenmek elbette yetmezdi- öğrendiklerimizi hayatın kendisi ile sınadık.” diyerek sürdürüyordu konuşmasını.

“İlk görev yerim Manisa’nın Horozköy’ünde ve sene 1943 idi.  Lojmanın arkasında uzayıp giden Sultaniye üzümü bağları… Serin suları tulumbadan çekerdik tertemiz.  Keçilerimiz vardı. Tavuklarımız. Yumurtalar kırmızı içliydi. Kızarmış domateslerin, taze yeşil biberlerin, taze soğanın ne kadar yıkasak ellerimizden çıkmayan kokusu.

“Derslerde bilginin, sorup araştırmanın çalışkanlığın, üretken olmanın yüceliğinden, evrensel değerlerden, insana yakışan insanlığın erdemlerinden söz ederdim. Her an,  her yerde insan aklının ve bilimin en önce gelmesi gerektiğinden.  Sadece ABC’yi, okumayı yazmayı, matematiği değil!  İtiraz etmeyi, karşı çıkmayı, çekinmeden soru sormayı, körü körüne boyun eğmemeyi de öğrettim. Biliyordum. Yürüdüğümüz akıl, bilim yolunu karartmaya çalışanlar, paçalarımıza dolanan karaçalılar, tabanlarımıza batacak pıtraklar, önümüze çıkan çakırdikenleri olacaktı.  Ne ki, yılmayacak, içimizi karartmayacaktır. Anaları ile, babaları ile kul, tebaa değil, yurttaş olmaları, yurttaşlık bilinci ile davranmaları, asla biat etmemeleri gerekti.”

“Bunun için de çabaladım. Sindirme, yıldırma amaçlı müfettiş denetlemeleri, soruşturmalar aydın olmanın, yaşadığım çağdan, suyunu içtiğim, ekmeğini yediğim topraklardan her koşulda sorumlu olmamın, ama bir türlü benimsenemeyen yeni olandan, demokrasiden, hak ve hukuktan da söz etmemin bedeliydi. Ödedim.

Kısa bir soluklanmadan sonra, bıkmadan arkasında durduğu sözlerinin yerinde ve doğru oluşundan kesinlikle emin,  tek bir satırından,  sözcüğünden ödün vermeye pek niyetli görünmeyen iddialı bir tavırla sonlandırdı konuşmasını:                                   

“Ben evlatlarımı da, böyle yetiştirmeye çalıştım.”

*   *   *

Kendine de başkalarına da son derece saygılı bir insandı. Saçı sakalı uzamış, traşsız, bakımsız halini görebilmiş tek bir şanslı insan dahi yoktur. Yaşamı boyunca babaca tuttuğu ellerimizi bırakmazdan birkaç ay önce üniversitesi hastanesinde yatıyordu. Sabahları daha doktorlar koğuşları dolaşmadan sakal tıraşını yetiştirdiğimde, insana taşınması zulüm gelen ağır bir yükü omuzlarından atmış gibi ne kadar rahatladığını, çocuklar gibi mutlu olduğunu anımsarım.  Sevincini, koğuş arkadaşlarına takılarak, onlarla şakalaşarak belli etmeye çalışmasını, benden yana memnuniyetini de yine onlara göz kırparak göstermesini unutamam: “Beni yakışıklı yapan, bu oğlumdur.”  

Sağlıklı günlerinde, traştan sonra, özel kağıt korumaları içinde bulundurmaya, oraya kurulamadan koymamaya özen gösterdiği  ‘jilet bıçakları’ benim için değer biçilmesi olanaksız olan birer hatıradır.  Savurgan, açgözlü tüketim ekonomisinin,  para ve kar hırsından, değer bilmezliğinden dolayı, şimdilerde kullanıp atmanın, çarçur etmenin revaçta olduğu, iki ucu açık, plansız programsız modern zamanlarda,  uzun ömürlü bu “jilet”lerin üretilmelerine gerek yoktur!?  Özenle saklarım.

Plan defterlerindeki konu başlıklarını siyah mürekkebe batırarak özenle kullandığı kesik divit uçla belirginleştirir.  Ders planlarının konularını da, dolmakaleminden dökülen el yazısı ile sürdürür.  Defterlerinin sayfalarını süsleyen el yazılarının her tümcesinin her sözcüğünde dikkatli bir hat ustasının titizliği ve dahi inceliği vardır.  

Hiçbir sayfanın hiçbir dizesinde tek bir harfin hatalı yazılmasına, sıradan ve olağan gelebilecek en küçük düzeltmeye,  silinti ve kazıntıya denk gelmeniz olası değildir.

Uzun sözün kısası güzel insandı.  Güzel yazı yazardı. Yaşadığı anı gözler, zamanı kavrar, önünü görür, geleceği tasarlardı. Olayı değerlendirir, yorum yapar, sorgular ve sorgulatırdı. Onlara haklarını bilen birer yurttaş olmanın bilinci ve sorumluluğu, bilgi, emek ve deneyimlerle birlikte sevgiyi, yokluğu, varlığı da paylaştıkları Köy Enstitülerinde fazlasıyla verilmişti. 

Geceler boyu kullandığı dolma kalemi ne büyük, ne değerli mirastır.  Saklarım.

Ömrü boyunca iş yapmak, üretmek için düşünen; elbette çalışırken, tezgah başında, karatahta başında yorulan terleyen insanlardan olmanın huzuru ile yaşadı.     

El yazısı gibi, kimi defter sayfalarının boş yerlerinde, kimi ders planlarının başında sonunda, özene bezene yazdığı sözler de güzeldir: “Ancak ölüler üretici değildir! ”

İçindeki bilginin ve edindiği deneyimlerin ışığını, içinde hapsetmediğini, çevresine de yansıttığını bilirim.  Çağdaş, aydın, bilinçli bir yurttaş olarak izlenmesi ve inatla yürünmesi gereken yolu kendine özgü yöntemlerle, günümüzde artık uğraşılmayan, uğraşılmaya, emek verilmeye değer görülmeyen, belki de hiç bilinmeyen, tümüyle el yapımı ders araç ve gereçleri üreterek, cilt işleri yaparak, okul sıralarını ve masaları onararak gösterdi.  

O, en doğal, en insan haliyle, her zaman ve her koşulda çalışan, üreten, iş gören, iz gösteren, basit bir devrimci ve de gerçek bir eğitimci olarak bu dünyayı bıraktı gitti. 

Ağaç saplı tornavidası, kerpeteni, lehimle yapılmış teneke kutusu içinde su terazisi takım çantamda durur. Onları yitirmek babamı, Fikri Hoca’yı yitirmek, değerlerimi yitirmektir. Yitirmek tüketmektir ve tükenmektir.  Yolun sonuna gelmek, yoksun kalmak yoksullaşmaktır ve dahi başıma gelebilecek en büyük, en son felakettir.

Pek uzun olmasa da, yine de yetmiş dört yıllık yaşamı boyunca, motosiklet dışında hiç motorlu araç kullanmamıştı.  Şimdilerde herkesin elde edebildiği, ceplerinde, çantalarında kimlik olarak taşıdığı bir sürücü belgesine sahip olmamış,  böylesi bir olanaktan yararlanmamıştı. Bizler gibi bir sürücü değildi;  ama tozlu, bol hendekli, bozuk bağ yollarında “balon” tekerlekli, direksiyonunda yuvarlak, mekanik zili, naylon şerit süslerle renklendirilmiş eski bisikletini kullanmakta hayli iddialıydı.

Yaşamımızı kolaylaştıran, üretime katkısı olan sıradan, basit bir aletin uzun süre iş görmesi, insana yararlı olması için,  o eşyaya,  o araca gerece sahip çıkılması, onun onarılması, yani yaşatılması gerektiğini bilenlerdendi. Bu konuda da çoğumuzdan, benim diyenlerden ayrılırdı. Söz konusu işin inceliğini, çok insanın es geçebileceği, önemseyemeyeceği detayını bana da öğrettiğini;  bıyık altından gülüp, muzipçe kulağıma fısıldadığını anımsarım:  

Dağılan bir kitabın, bir ansiklopedinin hangi yöntemle derlenip toparlanacağını,  nasıl bir tahta düzenek üzerinde sabitleyip ve nasıl dikileceğini, patlayan bisiklet lastiğinin hangi aletle çıkarılıp hangi yöntemle yamanacağını… Ya da zincirinin nasıl söküleceğini, yağlanacağını, takılacağını…

Mezun olabilmek için, ikinci meslek olarak marangozluğu seçmişti. Son sınavlarda,   - kimilerinin kırlangıç geçme dediği- kurtağzı denilen yöntemle, hiç çivi çakmadan yaptığı tahta bavulla tam not aldığını, övünerek her fırsatta anlatmıştır.

“Benim bir adım önümde ol, zoru başar, olmaz deme, yapılmayanları yap, bizlerin yaşayamadıklarını yaşa, yararlanamadıkları olanaklardan yararlan.  Arabana bin.

Sen, sen ol, üç kuruşluk benzinine acıma.  İhtiyacı olan ve ola ki yardım bekleyen insanların yararına kullanmayı unutmadan.

Fikri Öğretmen yıllar geçip yaşlandıkça yaşamdan daha fazla bir şey beklemeyen, yani sıradan insanların özlemini çektiği sakin bir yaşamın huzurlu köşesine çekilip çiçek soğan çapalayıp ‘emekliliğinin tadını çıkarmak’ yerine, üretken, gücü kuvveti, olanağı yettiğince paylaşımcı, katılımcı olan yaşam biçimini seçti.   En çalışkan, en eğitmen, en hoş görülü haliyle göçtü gitti.

Değerli bir insanı anmak ve anısını yaşatmak, onun sözlerini, yaptıklarını tekdüze yinelemek yerine;  sıcaklığı, sevgisi, ayrıcalığı ile durulabilmek, dinginleşebilmek, “Şu dünyada aldığımız ve verdiğimiz her soluk sizlerin eseridir.  İyi ki vardınız ve bizlere örnek oldunuz ve bizlerle birlikte aynı yaşamı paylaştınız” diyebilmektir.

*   *   *

17 Nisan 1940 yılında,  din, dil, ırk, cinsiyet, inanç ve bölge ayırımı gözetilmeksizin bozkıra, köylüklere ekilen aydınlanma çekirdeğini bağrında taşıyan Köy Enstitüleri aynı yıl Anadolu topraklarının yirmi bir diyarda birden sürgün verdi.

Yıl 1940… Ülke, kız erkek öğrencilerin aynı derslikte, aynı sırada oturduğu karma eğitimle çağdaşlığın ve uygarlığın yüzünü gördü. Geleceğin genç beyinleri Dünya Klasikleri ile tanıştı. Uygarlığa deneysel bilgi, eleştirel akıl, bilimle ulaşılabileceği, kalkınmanınsa, bağımsız ve kardeşçe yaşanan topraklar üzerinde, başkalarına bel bağlamadan, kendi özgücüne ve öz kaynaklarına güvenerek,  üreterek olabileceği kanıtlandı.

Yıl 1940… Öğrenciler bir anfi-tiyatro yapar. Orada saz, keman, piyano konserleri verilir. Cehov'un, Moliere'nin, Gogol'un oyunlarını sergilenir. Hafta sonları okul alanında müdüründen aşçısına dek herkesin katıldığı değerlendirme toplantıları yapılır. Bu demokratik toplantılarda eleştiriler, tartışmalar özgürce yapılır.

Yıl 2011… Diyanete ayrılan dev ödeneklerle tarikat eksenli örümceklenme genç beyinlere yerleşiyor. Aydınlığa, bilgiye susuz kız öğrencilerinin cetvelle etekleri ölçülüyor.   Öğrenciler ticarethanelere dönüştürülen okullarda, yarış atları gibi birbirleriyle yarıştırılıyor. Malum ÖSYM skandalının rezil şifreleri ile umutları, gelecekleri çalınıyor.

Yıl 2011… Ülkem insanı üretmeye, kafa yormaya, bilime, sanata yabancılaştırılıyor, tüketime koşullandırılıyor. İş isteyenler azarlanıyor, barış isteyenler ötekileştiriliyor. İncilik üssünü kullanan uçakların yükünü, devletin zirvesi dahil kimse bilmiyor.

Yıl 2011... Yıllar önce barışın ve çalışkanlığın çiçeklerini yeşerten kadim topraklar, bu gün,  ölüm tarlalarına, asit kuyularına dönüşmüş, kemik ve yanmış insan giysilerini kusuyor


Hasan Oğuz BİLGEN, Arallık 2007.  Son düzenleme; 17 Nisan 2011

  


Haber Tarihi: 06/12/1996

http://www.evrensel.net/news.php?id=4327

http://www.ozgurmedya.org/newsdetail.asp?CatID=25&NewsID=5298

http://alibabadanmasallar.blogspot.com/

  

Haber Tarihi: 06/12/1996, Haber Editörü: Özgür Medya, Haber Kaynağı: Özel,

++ Ozgur Medya ++ info@ozgurmedya.org,                                                                  

Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar. Yazı içeriklerinden site yönetimi yasal sorumlu değildir. Tüm yazılar Telif Hakları Yasası Gereğince korunur.