18 Mart 2024 Pazartesi

ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜNDE ERKAN’IN BAHÇESİNİ DE GÖRMEK ( 3 - SON )

ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜNDE ERKAN’IN BAHÇESİNİ DE GÖRMEK ( 3 - SON )

*  *  *

ÜÇ KİTAP ÜÇ DÖNEM…

SOSYALİZMİN ABECE’Sİ (Leo HUBERMAN),  KAPİTALSİZ KAPİTALİSTLER (Harun KARADENİZ),  YAŞAMAK İÇİN SOSYALİZM  (Erkan BAŞ)  

*  *  *

Ortaokul yıllarında ‘Sosyalizmin Abecesi’ kitabı, Avrupa’yı kasıp kavuran aykırı ve muhalif rüzgarın ülkemize ulaşan işaret fişeğidir. Ondan da ötesi. Bir süre sallanıp ve üzerinde asılı kaldığı bölgeyi gündüze çeviren bir aydınlatma fişeği. Huberman’ın kitabı tam da bunu yaptı. Bitirme sınavlarına çalışan yeni yetme çocuğun sarı başının üzerinde asılı kaldı. L. Huberman, o güne dek hiçbir yerde duymadığı artı değer sömürüsünün nasıl, hangi yöntem ve araçlarla yapıldığını açıklıyordu.

Bununla da yetinmiyor. Sınıfsız, sömürüsüz, adil, eşit bir dünyanın mümkün olduğunu, yani sosyalizmi anlatıyordu. Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedrettin yoldaşı Börklüce Mustafa'nın deyişiyle:  “Açlar ordusuna kadermiş gibi belletilmeye çalışılan ezeli açlık düzeninin, bir gün, nasıl ebedi tokluk günlerine dönüşmeye mahkum olduğunu…”

 Aslında fişeği ateşleyen, saçı üç numara tıraşlı ("Deniz Gezmiş saçı" derdi) ODTÜ' lü gizemli devrimciydi. O günlerde adı pek dillendirilmediğinden şimdilerde adı sanı unutulan ağabey. Aydınlanmanın finalinde, yani o ince kitap pürdikkat okunup bittiğinde, idol bellenen Deniz Gezmiş traşlı abi kitaptan ona bazı sorular sordu. Neyse ki sorular çalıştığı yerden gelmişti. Yaşadığı heyecan ve de o heyecanın sonundaki sevinç, o günlerde hiçbir akranına nasip olmayan, olamayacak bir durumdu. Arkadaşlarından farkı buydu işte; okulu iki diploma ile bitirecekti… Kendisi ile "ne kadar övünse azdı". 

*  *  *

“Olaylı Yıllar ve Gençlik” yazarı ve önderlerinden Harun Abi'nin 'Kapitalsiz Kapitalistler' el yazması, 68 fırtınasının yeni yetmede yarattığı artçı şoklarında görev üstlenir. Basılması, tam da olması gereken zamandır. Kitaplaşmış halini, bu kez KTÜ Mimarlık’tan Mustafa ağabey getirip verecektir, taşra ilindeki heyecanlı liselilere.

Harun Karadeniz, bu halkı ve bu ülkeyi çok sevdi.  Ardı sıra yürümeye başlamış olan bizlere de çok sevdirdi. Sermayenin ve iktidarının esas gücünün üretim araçlarına sahip olmasından geldiğini bize anlattı: İşçi sınıfının ve emekçi halkın nasıl sömürüldüğünü, kapitalizmin nasıl vahşi ve adaletsiz olduğunu…Kısacası, L. Huberman' ın “A.B.C.” sini Türkiye gerçeğinde, çok kısa, öz ve çarpıcı bir yazı dili ile anlattı. Anladık da… (Bk.https://alibabadanmasallar.blogspot.com/2022/08/harun-karadenizin-kapitalsiz.html)

*  *  *

Ve, demokrasi/ insan hakları çıtasının daha da çok aşağılara düşemeyeceği, laiklik ilkesinin bundan daha fazla yerlerde sürünemeyeceği yıllar... 2020’ler. Onca soytarılığın, onca nobranlığın, onca çürümüş ve kokuşmuşluğun tam da ortalık yerinde adaletsiz ve güvencesiz bir gemide kürek çeker gibiyiz. 

Eski tüfekler, eski dostlar darılmasın. On yıllar var; kendimizden başka her şeyi, hemen herkesi eleştirdik: "Evim evim güzel evim; varsa yoksa kendi bahçemiz." 

Ne var ki, umut verici, güzel şeyler de olmuyor değil. Marks’ın "Burjuvazinin ahırı" dediği parlamentoda omurgalı duruşları, ödünsüz tutumları ile, kitabın orta yerinden, ezber bozan cesur sesler de yükselebiliyor. O kadarcık hakkımız olsun; hadi bir ironi yapalım:  Yetmez ama Evet!

"Dolar", "İhale" ve "Üç yerden, beş yerden maaş" deyince ağızlarının salyalarını tutamayan, yüzsüz, arsız ve gözü doymazlardan söz etmiyoruz burada. Erkan’ı, Sera’yı, Ahmet’i ve Can’ı konuşuyoruz. Seçilmiş olan ama siyasi rehin tutulan bir vekilden, komisyonlarındaki çakalları hop oturtup hop kaldırtan, bizim kız Sera’dan, Destici densizinin 'Alman Ajanı', 'Tito Artığı' diyebilme edepsizliğinde bulunduğu Erkan’dan… Onlar, an itibari müteahhitlere iki ayda 24 milyar lira ödenen, çiftçisinin ve emeklisinin ise avuçlarını yalamaya zorlandığı bir ülkede, meclis ahırının kürsüsünü hakkıyla değerlendiriyorlar. Her ne olursa olsun, asla kısmayı düşünmedikleri onurlu sesleriyle “Yağma yok! Umut var, Sosyalizm var.” diyorlar.

Dahası, Hatay’dan bir yürüyüş de başlattılar. “Yeri zamanıydı.”(!), “…değildi.” (!)  

Uzun ve çileli yürüyüşler, alçak gönüllü bir küçük adımla başlamıyor muydu? "Birlikte yürüyelim. Yürürken de konuşup tartışabiliriz ” demiyor muyduk?  Cesur yüreklerin bu gün, o “ahır” da olsun sokakta olsun yaptığı, bir yerden başlama ya da bir kavganın -yeni deyişle- güncellenmesi olarak da okunabilir.

Bir başka güncelleme de, ülkem insanının her kesimindeki, sevgili ülkemin her alanındaki yaşanan/ yaşatılan kırılmaların, yarılmaların ve de çelişkilerin sekiz sütuna manşet patlayan bir manifesto gibi, “Yaşamak İçin Sosyalizm” gözüyle, tıpkı Harun Karadeniz'in yaptığı gibi, herkesin anlayabileceği bir dille, kısa/ öz anlatılması idi:

Kitabın daha ilk sayfalarında, -işlevsel olarak- bir elli yıl önceki aydınlatma fişeğinin yine başınızın üzerinde asılı kaldığının,  bulunduğunuz yere ışık saçıp durduğunun ayırdına varıyorsunuz.

“Kapitalizmin normali köleliktir, fazlası değil. İşçilerin hak gaspı yaşamadığı...”, “Savaşların olmadığı, insanların ölmediği tek bir gün yok. Hiç unutmayalım ki, doğasında/ özünde iyi olan bir kapitalizm yok.”sf.27.  (SBF’den Mahir, sistemin bu iyi haline, özünde sürekli faşizmi ifade eden, ‘parlamenter faşizm’ demişti.)  “Bize ait olan her şeyi, patronlar bize satıyor.”sf.150  

Ülke gerçeğinin tüm detaylarını harmanlayıp  'Nato’ya, yabancı sermayenin hegemonyasına ve de özelleştirme karşıtı bir programa sahip olan, kamucu bir yönetimden, kamulaştırmadan söz eden bir tek düzen partisi var mı?' anlamına gelen bir sonuca varıyor Erkan, “Yaşamak İçin Sosyalizm” kitabında.

Sonrası mı? 

Sonrası, yazarın ve dahi okurun biraz da gelişmelerden umutlanmasına, enseyi karartmamasına, iyimserliğine ve komşunun bahçesini de görmesine, çokça da ayrı yönleri değil aynı yönleri önemseyen düş dünyasının gücüne kalmış:

Az ötede, asfalt yol üzerinde, yüzü kız yüzü ve çiçeği burnunda bir moto kurye yatıyor. Henüz on sekizinde bir genç. Ağzının kenarında baloncuklanan pembe, kanlı bir köpük. Gerçekleşmeyen düşlerine bakılırsa, çakır gözleri açık gidecek. Üç maymun yine, aynı söz aynı besteyle (aşırı hız/ hatalı sollama) diyecek... Sermaye düzeninin, patronların dinmeyen aşırı kar hırsına, kazanmayı en başa en öne koyan insan yaşamını öteleyen kayıtsızlığına yine teğet geçilecek.

Az ötede. Yol ortasında. Boylu boyunca. Öylece apaçık… İnşaat yeri, maden yeri ve kadın cinayetlerindeki gibi aleni.

Toplanan kalabalık kararlı adımlarla yaklaşan Erkan’a yol açıyor. Erkan geliyor, baş ucuna çömeliyor usulca. Henüz telaşı sona ermemiş, istem dışı devinimleri süren ve teri soğumamış delikanlı elleri avuçlarının içine alıyor. Sıcacık tutuyor. Eğilip tertemiz alnını öpüyor. Kısa bir süre susuyor. Sonra. Öyle kıyısından köşesinden, "Her şey güzel olacak" gibi yalandan, ucu açık değil. Oradakilerin tümünün duyabileceği bir ses tonu ile ve her birinin gözlerinin içine baka baka, kısa ve öz konuşuyor:

 “Arkadaşlar! Bu dünyada ” diyor, “Ezeli açların ebedi tokluğu yaşayacağı bir dünya mümkün. Geçmişin ve şimdinin eşitsizliğinden ve de adaletsizliğinden, sonsuz eşitliğe ve sürgit adalete birlikte yürüyeceğiz. Bizler, yoksul halkın öncüleri, emeğin dostları hep haklıydık, bu gün de haklıyız. Ve elbette biz kazanacağız. Yağma yok sosyalizm var.”  

Açık Mektup Editörü'nden, 18.03.2024, Ulamış-EKOKÖY


8 Mart 2024 Cuma


SEVGİLİ DOSTUM DANİELA KLETTE…

BERLİN ZİNDANINDA “8 MART GÜNÜN” KUTLU OLSUN.

Kapitalizmin parlamenter biçimlerinden, açık-askeri uygulama biçimlerine dek tüm diktatörlüklerinin "Özgürlük"; sadık bekçilerinin, çanak yalayıcılarının ve işbirlikçilerinin ise, "demokrasi havarisi" olarak ilan edildiği her vahşi ve zalim sistemde, yeryüzünde bedel ödeyen hemen her devrimci kendisini asla "mağdur" olarak değil, onur duyarak bizzat taraf olarak, muhatap olarak görmüştür.

Alman komünist Daniela Klette de, yoldaşı Ulrike Meinhof gibi işçi sınıfı tarafında yer alan vicdanlı birisi olduğundan, her koşulda faturayı halka kesen ve yoksullara vicdan sömürüsü yapan vicdansızlara karşı savaşmayı, isyan etmeyi, yetmedi "öfkeli olmayı" uygun bulmuştu.

Evet, Ulrike oldukça kızgındı. Bilimsel sosyo-ekonomik çözümlemeler, sonuçta bilimsel sosyalizmin öğretisi üzerinde yükselen sınıf kininden, son nefesine dek hiçbir şey yitirmedi.

Çünkü kapitalizmin kendisi de, devleti de vicdanlı değil, öfkeliydi. Hem de çok öfkeli… Hem de yeryüzünün her coğrafyasında, üstelik dünyayı sırtında taşıyan, çarklarını döndüren yoksullarına ve de onların emeğine karşı. Ulrike Meinhof'un kızgınlığıysa, anlaşılacağı üzere emek eksenli, yani sınıfsal temelli bir durum, bir gerçeklikti. Ne ki, elbette “öfke duymak” yetmeyecekti. Devrim için, halk için savaşmayana sosyalist denmezdi. Evrensel ilke bu değil miydi?

Ve… 1990’ lı yıllar. Almanya.

 “Önce siz ateş edin mösyö burjuvazi” diyen, Karl Marks’ın evrensel yöntem ve yaklaşımına uygunluk ve ayniyetle oluşturulan Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) ın politikleşmiş devrimci savaşının, piramitin tepesindeki sermayedarların uykularını kaçıran, sistemin kirli ve hoyrat yüzünü açığa çıkaran, kapitalizmin devlet cihazını hırçınlaştıran yangın günleri…

*  *  *

Elbette paranın saltanatı kanlı sermaye, bizim RAF’a, “Hoş geldin, buyur şöyle” demeyecekti. Mahir Çayan,“Bizim eylemlerimiz, oligarşinin kanlı yüzünü açığa çıkaracaktır ve faşizmin erken doğum yapmasını sağlayacaktır.” dememiş miydi?! Ülkemizde de öyle olmuştu, doğal olarak öyle olacaktı…

Baader-Meinhof Grubu olarak bilinen, 1970 de Andras Baader, Gudrum Ensslin, Horst Mahler ve Ulrike Meinhof tarafından kurulan, 70’li  90’lı yıllarda çok sayıda doğru devrimci eyleme imzasını atan RAF, 1998’ de kendini fesheder. 1972’de tutuklanan Andres Baader, 18 Eylül 1977’ de Stuttgart-Stammheim Cezaevi’ndeki tel kişilik hücresinde ensesinden vurularak katledilir. Yoldaşı Ulrike Meinhof ise, 9 Mayıs 1976’ da tecrit hücresinde intihar süsü verilerek öldürülür.

Örgütün diğer “üçüncü kuşak” çilekeş emekçileri olan Gabriela Klette, Staub ve Garweg on yıllardır yakalanamamıştı.

*  *  *

2024. Ege’nin bir kıyı kasabası. 90 yaşına ramak kalmış bir bilge adam. Rıdvan Gafuroğlu…

Hani şu, bir yazımızda uzunca sözünü ettiğimiz, Aşık İhsani’nin “Yat borusuna çevrilen radyo ve gazeteler” dediği basını kast ederek, “Be mankafalar!  Bir kez olsun, Bir Gün de şu Evrensel’e, Yeni Ülke’ye, TELE1'e bir dönüp bakın, gerçeği görün…” deyip, mahalle kahvehanesinin -celladına aşık olmuş- müdavimlerini paylayan, balıkçı eskisi yaşlı adam…

“Rıdvan Amca…” diyorum, “Otuz yıldır, devletin aradığı arkadaşımız Almanya’da yakalanmış!...”

“Otuz yıldır neredeymiş?” diyor, o hüzünlü, muhacir, boncuk mavisi gülümseyen gözleriyle… “Gelseydi Foça’ya… Sen tanıyorsun ya mesele yoktu.”

“Rıdvan Amcam, bu öyle böyle bir durum değil… Daniela, bir RAF’çıydı.”  İster istemez Nazım Usta’nın, 'Akrep gibisin kardeşim' dediği şiirini anımsıyorsunuz. İhbar edip yakalatan da o, sahip çıkan saklayan da o, anlamında... Yine ustanın “Topraktan öğrenen, kitapsız bilen” dediği insanlarından yaşlı adam sürdürüyor olanca saflığını:

“Ne rafı?  Senin marangoz atölyendeki...?” diyecek oluyor. 

Yiğidi öldür hakkını yeme, zeki adam Rıdvan amcam!  Bir koca çamı devirmek üzere olduğunun ayırtına varıyor ayak üzeri... Susuyor hemen.

*  *  *

Şairin “Ne zaman bir köy türküsü duysam, şairliğimden utanırım.” dediği yerde, bir bakıma da ortalık yerde kalakalmış gibisiniz o an. Ulrike, Daniela ve diğerleri adına yakalamaya çalışıyorum ellerini… Kaçırıyor. Öptürmüyor.

“Ah bir gelseydi fakirhaneme. Paylaşırdık aşı, ekmeği... Oralarda ne yer, ne içer? Nerede yatar?!” diyor, başka bir şey demiyor. Dalıp gidiyor. Berlin'e, Daniela'nın hücresine gitmediği kesin. 

Aklı fikri dağda. Yıllardır birlikte emek verdiğimiz, o iki koca kayanın arasından kaynayan pınarın başında saatler boyu yarenlik ettiğimiz o izbe, o kem gözlerden uzak zeytinliğinde.  


Açık Mektup. 08 Mart 2024. Ekşisu Dağı-Yeni Foça