14 Aralık 2014 Pazar

GÜLE GÜLE MADİBA

                                                                                                      

Bu topraklarda ya da bizden uzak diyarlarda, Spartaküs’ten Bedrettin’den bu yana, kurulu egemen sistemin karşısında/dışında duranların söylediklerinden, yaptıklarından yapacaklarına hep daim önyargılarla ve iflah olmaz kuşkularla bakılmıştır.


Hemen her zaman ve mekanda “Kral Çıplak” anlatımıyla Türkçeleştirilebilecek siyasal özlü sosyal gerçeklikler, ilerleyen yıllarda toplum ve siyaset bilimlerine zengin örnekler, deneyimler sunan oldukça ironik durumlar yaratmış, en iyimser deyimle dudaklarda buruk ama acı tebessümlere neden olmuştur. Tarihsel Dreyfus davası, öncelerin Bruno, yakın zamanların Rosenberg’ler hadisesi, bizde Pir Sultan, Seyit Rıza, Sebahattin Ali, şiirleri zamanında forsaların, prangaların ve dahi idam fermanlarının yolunu açan Nazım Hikmet, insanlık tarihinin insan ruhunda derin hüzünler uyandıran acı, acı olduğu kadar onurlu anılarıdır.


Hal böyle olunca pek de şaşılacak bir durum değildir ki, bu ezber bozan, mevcut statükonun sırça köşklerinin kristal değerlerini, camlarını titreten anıların üzerinden egemenlerin, baskın gücün manipülasyon ve kara propagandaları hiç ama hiç eksik olmamıştır.


Konunun eksenini kaydırabilmek, sağlam kimliklerin, kişiliklerin içlerini boşaltabilmek için tüm yanıp yıkılmaları, yırtınmaları, “Aslında öyle değildi”, “Onu demek istememişti”, “Dürüst insandı, ama solcuydu”, “Servi boyluydu”, “Parkalıydı, yakışıklıydı” türünden laf ebelikleri, salt güneşin balçıkla sıvama telaşından ibaretti.


Bundan 22 yıl öncesidir; 1992 yılıdır: Cümle alemin önünde şapka çıkartmak zorunda kaldığı Afrikalı lider, bir yıl önceki darbeci general eskisi Kenan Evren’e verildiği için “Atatürk Barış Ödülü”nü hem bu nedenle, hem de Kürt halkına reva görülen asimilasyon politikalarını ve ayrımcı/ırkçı uygulamaları kınamak amacıyla geri çevirir. Rengini her koşulda fokurdatılarak hazır/nazır tutulan cadı kazanlarının dibindeki karalıktan alan propagandanın ustaları, medya baronları, iş bu “saygısızlık”(!) karşısında elbette suskun, tepkisiz kalamazdı: Hazımsızlıklarını aynı günlerde “Çirkin Afrikalı”, “PKK’lı Zenci Lider” ve benzeri ayrımcı ve soğuk yakıştırmalarla manşetlerine taşıdılar. 


Üzeri örtülü ince lafızlarla ustaca saldırıp hakaret ettikleri insan, hayatını sömürgeciliğe ve ırkçılığa adamış, ömrünün 27 baharını ezilen ve horlanan mazlum insanlara armağan etmiş Nelson Mandela’dır. (Kabile adıyla Madiba)


1993 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen Madiba, tükettiğimiz günlerde abartısız yüz binlerin katılımıyla doğduğu, büyüdüğü mütevazi kabile köyünde toprağa verildi. Dünyanın jandarma komutanı Obama, törende birlikte olduğu ve çok aşikardı ki birbirleriyle şıklık yarışına girişmiş hatırlı, ağır konukları ile uyum içinde ve de koro halinde tribünlere oynuyordu. Kara derili adamın ve onun öncüsü Madiba’nın silahlı kavgasını ve zaferini örseleyen ve dahi ağır yaralayan tam da bu kareydi… Aynı Obama, törende onurluca yerini alan Raul Kastro ile tokalaşırken olabildiğince küstah, yılışık ve düzeysizdi. Fidel’in kardeşiyse bu saygısızlığın ve pişkinliğin karşısında dimdik duruyordu. Bir o kadar ciddiydi.


Madiba için yapılan törenlerde en ilginç detayın ise, binlerce insanın karnaval havasında, coşku ve heyecanla dans etmesi ve ilk bakışta, oradakilerin insanda gülüp eğlendikleri izlenimi uyandırıyor oluşu idi. 


Olayın esprisi, o an, orada bulunan bir TV programcısının hep birlikte kabile dansı yapan yerli insanlarla canlı yayında yaptığı söyleşi ile açığa çıktı: “Biz buraya yas tutmaya gelmedik” diyordu bir Afrikalı yoksul yurttaş, “Biz, burada Madiba’nın yaşamı boyunca bizim için yaptıklarını, insanlığa kazandırdıklarını kutluyoruz.”

TV kamerasına abartısız ilk günkü heyecanla konuşan emekçi kılıklı insan, belli ki hayli yoksuldu. Muhtemelen Güney Afrika’da hala varlıklarını sürdüren gettolarından birinde yaşıyor ve yine muhtemelen hiçte tekin olmayan, ilkel, köprü altı altın madenlerinden birinde güvencesiz ve korunmasız çalışıyordu. Yakın tarihteki yaşamlarında çektiklerine bakıldığında, “özgürlüğün” zevkini çıkaran Madiba’nın “mutlu yurttaşları”, ne yazık ki sınıfsız ve sömürüsüz bir yaşanası dünyanın kapısını aralayamamışlar; ne acıdır ki, zengin malikanelerin kapılarında asılı duran “Özel mülktür, İzinsiz Girenlere Uyarısız Ateş Açılır.” tabelalarını henüz indirememişlerdi!..

.   .   .

Durumu özetleyen, deyim yerindeyse kestirip atan, yine şantiyedeki çalışma arkadaşlarımdan demirci ustası oldu: “Ya Eşkiyalık, Ya Sosyalizm…” 


Arif usta yine yapacağını yapmış, sakallı ustanın on yıllar önce, tarihe ve toplum biliminin kitaplarına geçen veciz ifadesini kendi kavlince yinelemekten geri durmamıştı.

Uzun sözün kısası: 17 Aralıktan bu yana, yere göğe sığdıramadıkları düzenlerinin yine yeri göğü saran çürük yumurta kokuları ortamında, içimizi açacak ve dahi gönlümüzü ferahlatacak çok az sayıdaki konulardan biri, Nelson Mandela’yı anmak ve onu yazmak olabilirdi.


Hasan Oğuz BİLGEN, 19 Aralık 2013