30 Ocak 2016 Cumartesi

ÖLÜMLER VE DOĞUMLAR ÜZERİNDEN POLİTİKALAR

ÖLÜMLER VE DOĞUMLAR ÜZERİNDEN POLİTİKALAR

Uğruna nice canlar verilen, yoluna çıkanı silen süpüren, kellesini uçuran, muhalif ve öteki olanı çöllere süren, yakan yıkan, yüzüncü yaşı bahanesi ile üzerinde ince hesaplar yapılan Cumhuriyet’in “dalya” demesine fazla bir zaman kalmadı.  Korunup kollanması, dirliği ve düzeni uğruna ve dahi “bekası” için geçen doksan küsur yıl içinde, ah ile vah ile, zulüm ile biat ile, umut ile düş ile nice ömürler bitti.  Nice kuşça canlar yitti.

Ol Cumhuriyet’in AKP markalı bir torna/planya tezgahında, biçimine içeriğine yeni bir ruh yeni bir suret verme çabası, uluslararası tekelci sermayenin ve yerli işbirlikçilerinin çıkarları yönünde önemli değişiklik ve düzenlemelere gidilmesi -olasılıktır belli bir plan ve program içinde- ısrarla, inatla sürüyor.  Aslında bu ameliyat, öyle pek de kolay olmuyor.

Egemenlerin ve onların akıl hocalarının işini zorlaştıran belki onlarca neden, onlarca etken, bir o kadar da denge var.  Kurulmuş gelen statükocu devlet mekanizmasındaki dişlilere yeni bir ayar,  farklı bir düzen verilmesi zaman alıyor.  Mevcut cihaz içinde hala yerini koruyan kimi kliklerin, onların siyasi arenadaki sözcülerinin yapılmak istenen düzenlemeleri kabulü sorunlu ve sıkıntılı gerçekleşiyor.  Örneğin MHP, devletin demir yumruğunun sayısını ve şiddetinin dozunu arttırması pahasına, sonuçta Kürt halkının daha çok katledilmesinin üzerinde yarattığı ırkçı rehavet ve nekro-hoşnutlukla, İslami restorasyonun yol almasına, işleyişine, işleyiş biçimine, önüne geçeni yutmasına sessiz kalıyor.  
Hatta onay veriyor.

Cumhuriyetin  -henüz ilk beş maddesi dillendirilmese de- İslamcı bir diktatörlüğe(x) giden yolda yeniden inşa edilmesi, bol dinsel motifli, gerici / muhafazakar bir kimlik, uhrevi bir soluk kazandırılması, toplumun omzuna basan üçlü sacayağı üzerinden olanca hoyratlığı, hak hukuk tanımazlığı ile sürüyor.

Kızgın sacayağının ilki, göstere göstere, ne kamuoyundan ne de dış dünyadan gizlenmeye gerek duyulmadan, ama kara propaganda ile de desteklenerek sürdürülen kirli savaştır… Engelli yurttaşından beyaz bayrak sallayanına nokta atışı yapan, savaş literatüründe “gayri nizami” olarak anılan kirli savaş Cizre’de, Sur’da, Silopi’de… Aslında her yerde… En başta, adından ötürü isi karası, öfkesi nefreti mekan sınır tanımıyor.

Hiçbir şey olmamış, olmuyormuşçasına günlük yaşamını sürdüren solcu dostlar da, sağcı mankafalar da başlarını kumdan çıkardıklarında, bu topraklarda başka bir dünyanın da mümkün olduğunu, sınırsız sınıfsız kardeş sofralarının kurulduğunu görecekler. Ne var ki şimdi rengine, diline, cinsine, yaşına bakmaksızın insan boğazlama, cadı kazanlarının ateşini harlatma ve isabetli tank atışlarının zamanı.  “Türk değilsen itaat et ” ağır nefret söylemi ile “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kabusu olurum” zihniyetinin birlikte yaptığı ölüm dansının en şehvetli, en kan kokan ve en karanlık günlerindeyiz.

Günlerdir sokak ortasında cansız bekletilen insanlık da, sözleri, itirazları boğazlarına tıkılan aydın insanlar da cümle alemin gözü önünde duruyor.  Kimi yoksul bedenler yalnızlığın ve sokağın soğuk nöbetini tutuyor kımıltısız.  Diğerleri kalemi, cübbeyi ve onuru bir kez olsun, bir an olsun yere komadan üniversitelerde umut nöbetindeler.  Bu, sokakta cansız yatanın yalnız ve sahipsiz olmadığına vurgu yapan nöbet, karşılıksız, boşuna bir nöbet değil elbet.

Öyle olsaydı, toplum bilimi, hiçbir zamanın ve mekanın, hiçbir koşulunda yalan ve şiddet üzerine kurulan devlet stratejileri,  insanlık tarihinde sürdürülebilir ve rasyonel politikalar olarak denizde bir katre kadar bile iz bırakmamıştır, diye yazmazdı.  Bunun ne menem bir şey olduğunu anlamak için uzak memleketlere, Spartaküs’e, Börklüce Mustafa’ya gitmeye gerek yok. Komşu kapı Suriye’de, Irak’ta patlayan politikalar, alay konusu olan hatalar ve gaflar yeni insanlık trajedileri yaratmaktan başka bir işe yaramıyor.  Şam’da namaz kılmak da, Fırat’ın batısı da masaldı, masal kaldı. 

En güzel, en naif sözler, bir Atilla İlhan şiirinden şarkıların güftelerine sıçramış, sanki oradan bize ironi yapıyor: Ne oyun kurucular, ne van münit’ler, ne kırmızı çizgiler sevdim.  Zaten yoktular.  
.   .   .   

Belanın ikincisi yıkım ve talan rüzgarları olarak, derelerin, ormanların, börtü böceğin, zeytin dalının,  sözcüğün en güzel, en yalın haliyle tabiat ananın üzerinde esmekte.  Daha şimdiden üçüncü köprünün ayaklarının ve bağlantı yollarının bulunduğu ormanlık alanlarda yüzlerce, binlerce ağaç katledildi bile.  IŞİD ruhu ile şahlanmış vahşilik baş da kesiyor, yaş da.  ODTÜ’ nün yeşil ve bakir alanları, oraları betonlaştırmak isteyen beton kafaların yedi gün yirmi dört saat rüyalarını süslüyor.  A.O.Çiftliği için aynı kara örümcek ağlarını hızla örüyor.  Bir gözü Karadeniz’de “Yeşil Yol”da.

Birkaç yıl öncesine kadar, en azından nezaket ve centilmenlik gereği, bir halt yediklerinde ya da bir kabahat işleyeceklerinde, durumu kurtarmak ve açıklık getirmek için “ileri demokrasi”, “çağ atlamak” filan gibi, büyük ama kibar laflar edilirdi. Özellikle Suruç, Diyarbakır, Ankara Tren Gar’ı katliamlarından sonra hayvan gemi azıya almış durumda. Mahkeme kararı, yasa, mevzuat hak getire; çözüm basit: “yeri geldiğinde koyun bir kenara”...  

Valileri, kaymakamları peşimizden, ensemizden hiç eksik olmadı.  Muhtarları üzerimize salacakları günler çok yakın olmalı…  
Toplumun “Yahudileri”, sivrilenleri, sosyalistleri çoktan götürüldü.  Sıra Urla’da zeytinini, Artvin’de deresini bekleyen, rüzgara karşı duran köylüde,  şantiyede aklı ile düşünen, aklı ile konuşup “tehlikeli” laflar eden demirci Arif Usta’da… 
.   .   .

Üçüncü şeytanlık da,  işgücünden başka satacak bir değeri, köleliğinden başka yitirecek başka bir şeyi olmayan çalışan insanların karaçalı misali paçalarına dolanmış durumda.

NATO savaş örgütüne, paranın yanardağı İMF’ye verilen bağımlılık ve itaat sözünün teyit edilmesi, neoliberal politikaların buyruğunda özelleştirme, kemer sıkma, işten atma, özcesi çalışanın başına çorap örme pervasızlığındaki ısrar, sınıfa doğrudan tehdit, şantaj, gözdağı, itiraz edene de basınçlı su ve biber gazı olarak yansımaktadır. 

Bu ısrarın içinde ne var?

“Ulusal İstihdam Projesi” adı altında işçi sınıfına ve emekçilere giydirilmek istenen deli gömleği elbette.  Ve elbette ‘Torba Yasa’ ile emeğin, tırnak ile diş ile kazanılmış haklarını gasp etmek.  Sömürmenin, egemenliği ve tahakkümü sürdürmenin, daha sorunsuz ve de zahmetsiz gerçekleştirilebilmesi için yasal düzenlemeler…

Neydi bu plan?  Anımsayalım:
·         Kazanılmış hak olarak bu güne dek uygulanan kıdem tazminatlarının orta vadede kaldırılması planı.
·         Asgari ücretin daha da düşürülmesinin önünü açacak “Bölgesel Asgari Ücret” uygulaması düşüncesi.
·         Esnek ve kuralsız çalışmanın, güvencesiz bir iş ortamının koşullarının yaratılması.
·         Taşeronlaştırmanın, taşeron sisteminin daha kolay uygulanabilir olmasını sağlayacak yeni hak kayıplarının devreye sokulması.
·         Çalışanın iş seçme iradesini “Özel İstihdam Büroları”nın insafına devredilmesinin yasal zemini hazırlayacak kölelik uygulamalarına geçilmesi.
·         Esnek ve kuralsız çalışmanın, güvencesiz bir iş ortamının koşullarının yaratılması.
İlk bakışta asgari ücret konusunda aksaklığa uğramış gibi bir yanılsama yaratabilecek olan sinsi plan, aslında bir bütünsellik içinde, adım adım -tabi ki yasal düzenlemeleri ile birlikte- hayata geçiriliyor.

İlk gündem maddesi, kıdem tazminatlarının en iyimser tahminle, kimin, nasıl denetleyeceği belli olmayan bir fona devredilmesi olan Üçlü Danışma Kurulu, ilgili bakanlığın bünyesinde “reform” saldırılarını masaya yatırmaya başladı.

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda onaylanan, doğum yapan kadın işçilerle ilgili olarak kısmi günlük çalışmayı meşrulaştıran, kuralsız ve esnek çalışmanın da yolunu açan yasa tasarısı, bizzat Sanayi Bakanı tarafından kutsanıyor.  Şöyle buyurmuş F.Işık: “Hem kadının istihdama katılımını sağlamalı, hem de çocuk yapmasının önündeki engelleri kaldırmalıyız. Bunu kısmi zamanlı çalışmayla başarabiliriz.” 

Kürt sorununda tabutlardan, “şehitlerden” medet uman, ölümler üzerinden kirli ve ırkçı siyaset üreten AKP kafası, çalışma yaşamında da, kadınları ve doğumları kullanarak kötü bir sihirbazlık numarası yapıyor. Yine bunu, tabut siyasetinde olduğu gibi egemen olduğu yazılı ve görsel basını kullanarak, kendisinden başka hiçbir insanın konuşmasına fırsat vermeyerek yapıyor.
Oysa -özellikle ilk etapta kadın işçiye-her alanda çalışan insanlara çok geniş, çağdaş, evrensel haklar getiriyormuş gibi kamuoyuna yansıtılan tasarı tam bir yanıltmaca, aldatmaca.   Bunu, kadın gerçeğini işine geldiği gibi kullanarak ve laf kalabalığına getirerek yapması son derece gayrı ahlakidir. Böyle olunca erkek egemen sisteminin cinsiyetçi, ayrımcı zihniyetinin bir kez daha kendini ele vermesine tanıklık ediyoruz. AKP iktidarı doğum iznini çarpıtarak,  kadın işçinin kadınlığını,  esnek ve güvencesiz çalışma politikalarına dayanak malzemesi, kaldıraç kolu yapıyor.
Tam bir laf ebeliği ile “çok bebek yap, az ama güvenli, yarı zamanlı çalış!” derken, doğum yapan kadınlara, onlar üzerinden de tüm çalışanlara esnek çalışmaya,  doğum yapmayan işçiye de güvencesizliğe zorlamaktadır.  Oysa, tasarıda bir lütufmuş, dört gözle beklenen müjdeli bir habermiş gibi sunulan “doğum izni”, çalışan kadınların en temel ve en insani hakkıdır. 
Sendikaların “ebeveyn izni” biçimindeki istemini dikkate bile almayan AKP kafası, “analık izni” biçiminde feodal ve cinsiyetçi bir ifade ile daralttığı doğum sonrası izinle, çocuğun bakımını yine anneye yüklemekle, kadına olan bakış açısını bir kez daha açığa vurmaktadır. 
Bir başka anlatımla, bebeğin/çocuğun bakımı konusunda, sorumlulukları kadının ve erkeğin eşit biçimde üstleneceği bir anlayış yerine, kadının rolü ‘eş ve annelik’ gibi muhafazakâr bir bakış açısı ile tanımlanıyor.  Böyle olunca, kadın odaklı hazırlandığı iddia edilen tasarı ile kayıt dışı çalışan milyonlarca kadın da görmezden geliniyor.
Ortaya çıkan çarpıcı sonuçlarsa:
·         Kamuoyuna ‘reform’, neredeyse ‘devrim’ olarak sunulan torba yasa tasarısı ile AKP, 2015 yılının ocak ayında hükümetin açıkladığı Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programını yasallaştırmasını amaçlaması.
·          ‘Yarı zamanlı olarak çalışılmaya başlanan günü izleyen ay başından itibaren normal zamanlı çalışılması halinde ödenmesi gereken sigorta primine esas aylık kazanç ya da emekli keseneğine esas aylık tutarının yarısı üzerinden sigorta primi ve emekli keseneği ödenir’ kesin ifadesi ile zaten çok uzun olan emeklilik süresinin daha da uzatılması ve neredeyse kadınlar için emekliliğin hayal olması.
·         Doğum sebebiyle esnek çalışacaklara ödenecek ücret günlük asgari ücretin brüt tutarı kadar olması. Bu tutar çalışanların ücretlerinden yapılan kesintilerin toplandığı İşsizlik Fonu’ndan karşılanarak, işverenin yükünün kamuya yüklenmesi. Tasarının bunun sürekliliğini sağlayacak önlemleri de içermiyor olması.
·         Tasarıda Süt izninin kaldırılmasını öngören esnek çalışma ile patronlar kadınlara yönelik süt izni yerine yarı zamanlı çalışma uygulamasını teşvik edecek olması. Bebeğin emzirilmesi işleminin, işverenin ya da işveren vekilinin keyfiyetine göre yer ve zamanda gerçekleşmesi. (Dikkat mobbing uygulaması!  Kırmızı alarm!)
·         Doğum sonrası aylıksız izin kullanan annelerin kademe ve derece ilerlemesinden yararlanamaması uygulamasını kaldırması nedeniyle olumlu gibi görülen düzenlemenin bundan önceki hak kayıplarını kapsamaması..
·         İzin döneminde ücret ve prim bakımından hak kaybı oluşmayacak gibi görülmekle birlikte uzun dönemde meslekte ilerleme, kıdem alma ve yöneticilik gibi tam zamanlı çalışmayı gerektiren nitelikli işlerde yükselme olanağı kadınlar için ortadan kalkması.
·         Doğum ve annelik nedeniyle yarı zamanlı çalışmayı kadınlar için bir tercih olarak sunan düzenleme, kiralık işçi uygulamasının yolunu açacak olması.

Kamuoyuna neredeyse “devrim” olarak lanse edilen torba yasa tasarı Meclis Genel Kurulu alt komisyonunda da görüşülüyor. İçeriğindeki maddelerin belirsizliğinin yanı sıra yanıltıcı, göz boyayan, olanı yok, olmayanı var göstermeyi başarabilecek kadar ustaca ifadeler var. Anlaşılan hükümet kanadı, işveren temsilcileri derslerini iyi çalışmışlar.
Konfederasyon ve sendika temsilcilerinin oyuna gelip gelmeyecekleri, hınzırca hazırlandığı belli olan tuzağa düşüp düşmeyecekleri önümüzdeki günlerde görülecek. Zira, özellikle sendikal bürokratik anlayışın bu konudaki karnesi, insanın yüzünü kızartan ibretlik notlarla doludur.
Yakın tarihte, emeklilik yaşının belirlenmesi ile ilgili yapılan görüşmelerde, sendikaların o günkü iktidarın ayak oyunlarına gelmesinin bedelini, her zaman olduğu gibi işçi sınıfı ve emekçiler ödemiştir. Yasanın çıkmasından sonra ortalıkta sorumluluk üstlenen, özeleştiri yapan, medeni cesaret sahibi tek bir sendika sorumlusu bulunamamıştır.
.   .   . 
Cizre’de olsun, ODTÜ’de olsun, Şişe-cam’da Urla’da, kıdem tazminatında olsun saldırı tek merkezden, tek kafadan geliyor. Son günlerde şiddetini arttırması da, İslami diktatörlüğün kurumsallaşma sürecindeki temponun hızlanmasındandır.  Yaklaşmakta olan buzdağı tehlikesine,  İslamcı diktanın topyekun saldırısına karşı topyekun mücadele... Bu da ancak tüm ilerici, demokrat muhalefet güçlerinin, yine geniş bir halk cephesi içinde bir araya gelmesi, baskıları birlikte göğüslemeleri ile olası gibi görünüyor.

Hasan Oğuz Bilgen, 30.01.2016, Soğukkuyu.
hasanoguzbilgen@yahoo.com.tr


(x) Bu yolun yolcuları bu sözcüğü cilalayıp yumuşatarak “Başkanlık Sistemi” diyorlar.

17 Ocak 2016 Pazar

ÇİN MALI BÜYÜME Mİ, KORTİZON TEDAVİSİ Mİ?

“ÇİN MALI BÜYÜME" Mİ ?  KORTİZON TEDAVİSİ Mİ ?

Çok zaman çok yerde konunun uzmanları, Birgün’den, Gündem’den, Evrensel’den yazar dostlar, Türkiye toplumunun ne denli okuma gibi bir alışkanlığı olmayan, belleği zayıf, hatta belleksiz geniş bir kitleyi içinde yaşattığı gerçeğinin -haklı olarak- altını çizerler.  Bu gerçeği bilim insanları, akademisyenler kaleme aldıkları makalelerde ve yayınladıkları bildirilerde bilimsel kanıtlarla besleyip destek verirler.

Böylesi acı ve çarpıcı bir sosyolojik olguyu dikkate almak, gözden/akıldan uzak tutmamak ayrı bir şey, bu olgunun ışığı altında bilinen şeyi, gündemdeki konuları günbegün yineleyip durmak ayrı bir şey… İkincisini yapmamak adına, gündemi izleyip, bekleyip, bir konuyu sonra tekrar açmanın, göz önüne sermenin,  unutma özürlü, okuduğunu kaydetmeyen ya da silen belleklere daha kalıcı olarak yerleşmesinde, ya da en azından anımsanmasında yararı olacağına inananlardanım.

AKP, 1980 sonrası Özal’ın ölümü ile yarım kalan emperyalizmin  “yeni-düzen, yeni-insan” mühendisliği, özellikle toplumun ekonomik-politik-sosyal yaşamı üzerine her koşulda gölgesi düşen geleneksel-tabulaşmış askeri vesayetin alıştırılarak, tedrici olarak kaldırılması, sivilleşme adı altında siyasallaşmış orta şekerli İslam projesinin sürdürülebilir son halidir.

AKP, uluslararası tekelci kapitalizmin-emperyalizmin ideologlarının icat ettiği, bayatladıkça yer ve zaman koşullarına göre, geri bıraktırılmış yeni sömürge ülkelerin halklarının önüne ısıtıp ısıtıp sürdükleri temcit pilavından başka bir şey değildir.  Başta DNA yapısı olmak üzere tüm etik dünyası ve dahi kimyası ile oynanmış, insani ve vicdani değerleri tamamen değiştirilmiş bir “HYBRİD”dir.  Yediği haltlara, kabahatlere,  devirdiği çamlara, bilumum uygulamalarının bütününe bakıldığında kötü bir ilüzyon oyunu, ahlaksız bir yanılsamadır. 

Her ne kadar İlüzyonizmin,  izleyenlerinin gözünde var olanı değişik göstermesi, bir yere kadar sağlıklı işleyen belleği kavrama ve algılama bozukluğuna itmesini  insan iradesinin engelleyememesi anlamına gelse de,  hiçbir ilüzyon ustasının buz dağının su altındaki, o görünmeyen bölümü -sanatını, hünerini ne denli iyi icra ederse etsin- ortadan kaldırması, yok etmesi olası değildir.

Böylesi bir detay üzerinden anlatılmak istenen şudur: 
Su üzerindeki görünenin tepe noktasında “İleri Demokrasi”, “Reform” ve “Büyüme” yazan kapitalizmin buz dağına yakından daha dikkatli bakıldığında, devasa ölçüsü ile ürküten bu alt bölümünde olanca yalınlığı ile “cari açık” gerçeğinin, sisteme taze kan pompalayan sıcak para akışının sırıttığı görülecektir.

Buz dağının ayırtına varılamayan su altındaki bu utangaç, kızarık yüzü tekelci kapitalizmin gözlerden, belleklerden uzak tutmaya, gizlemeye çalıştığı tipik bir “kral çıplak” durumudur. Geçtiğimiz ay, oligarşinin borazanı yazılı ve görsel basının yere göğe sığdıramadığı  “ Ülke ekonomisinin % 8.8’lik büyümesi” haberinin perde arkasında bu realite vardı.

İçeriye ve dışarıya üstün başarı olarak lanse edilmeye çalışılarak böbürlenilen söz konusu bu  “ 8.8’lik büyüme ” efsanesi, üretimden gelen ve yaratılan zenginliğin adil bölüşümünden mi, ya da iş ve aş, üretim ve istihdam sunan sanayi yatırımlarından mı kaynaklanmaktaydı?  

 Ya da, yine bu “büyüme tevatürü” sorunlu ekonominin sağır sultanlarca duyulan malum  “cari açığı” ile,  bir avuç haraminin daha da semizlenmesi, aşırı tüketim,  yani insanların henüz kazanmadığı parayı harcaması gerçeği ile mi örtüşmekteydi?

Emperyalizme ve onun IMF reçetelerine bağımlı, geri bıraktırılmış ülke ekonomisine çok uluslu sermayeden gelen sıcak para girdisi sürdükçe, oligarşik dikta yapılanmanın bakanı, başbakanı, sözcüsü, tellalı  “şu kadar büyüdük”, " bu kadar büyüdük" deyip şişinmeye de devam edecek.  Böyle olunca da, basın açıklamalarında, meclis konuşmalarında üfürmeler her zaman “ İthalat patlıyor”, “Dövizin ateşi geçici olarak düşüyor, cari açık ters orantı ile büyüyor” biçiminde olacak.  Bu yanıltıcı kısır döngü, dipsiz kuyu içinde, elbette dışarıya ne kadar ucuz mal satılıyordur, hangi meblağlarda pahalı mal alınıyordur bilinmez. 

İktisat literatüründe de buna “Yoksullaştırıcı Büyüme” denir.  İşbu ahlaksız “büyüme” de, ülkem insanının akıl ve beden sağlığı üzerinde, ağır bir lokal enfeksiyon olarak seyrediyor. Bu tablonun tıp dünyasındaki değişmeyen reçetesi ise, antibiyotik ve kortizon tedavisidir.

Tıp dünyasında geçerli ve doğru olan bu tedavi yöntem, AKP’nin takunyacı akıl hocaları ve ekonomistlerince kurulu sisteme uygulandığında ne olur?  Gözlerimizin önünde işte…  Şu oluyor:  Her fırsatta gıptayla anılan ve de abartılan ülke serbest ekonomisi, içeriğinde yüksek dozda kortizon bileşikleri bulunan bir serumla büyüyor. Hasta yatağından kalkamıyor. Ama sadece doğrulabiliyor. O kadar. Yataktan çıkamıyor, aşağıya inemiyor. Emperyalizmin vahşi kapitalizminin ulaştığı sömürü düzenine uygun, talan,  ucuz iş gücü pazarlarından Malezya,  Güney Kore, Türkiye bu duruma uyan, tipik yatalak hasta örneklerdir.

Yıl 2001… Vizyonda olan, ışıklı neonlarla allanıp pullanan film GEGP… Büyük kurtarıcı
Kemal Derviş beyefendinin peltek ağzıyla  “Güçlü Ekonomiye Geçiş Projesi”…

Yıl 2011… Bu kez izlettirilmeye çalışılan filmin adı  “Ulusal İstihdam Projesi”…  Başrolde Kasımpaşa’lı Recep Tayyip.
.  .  .

Anlık bir saflıkla adına bakıldığında, ufukta iyimser bir gelecek, umut vaat eden bir hava görmemek elde değil. Ne ki, sistemin 2001 yılında yaptığı 2011 yılında yapacağının kanıtı gibi. On yıl önce yoksul halka, emekçilere yaşatılan açlık, yoksulluk ve de işsizlik, bu gün dayatılan,  ilerleyen günlerde artan dozda dayatılacağı çok bariz görülebilecek olan açlık, yokluk ve yoksulluktan ne biçim ne de nitelik olarak farklı olmayacaktır.

Üstüne üstlük son proje, işçi sınıfının, emekçilerin daha güvensiz ve geleceksiz bir çalışma ortamında daha fazla baskı-cendere altına alınması, bir işçiye modern kapitalizmin yürüyen ve giderek hızlanan fabrika bandı mantığının çok ötesinde birden fazla işin verilmesidir.

Ülkemin ve ülkem insanının içini karartan, görünen yüzü ile sermayeden, savaştan yana söylem ve uygulamaların eksik olmadığı ikinci buz dağı da umutsuz sularda gezinmekte. Görünmeyen bölümünde Türkiye işçi sınıfının ve emekçi halkların savaşsız, sömürüsüz bir dünya özlemi, geleceğe dair umutları, elbette haklı beklentileri…

Neyse ki bu kez, bu güne dek “biz yaptık oldu”, “dediğim dedik çaldığım düdük” diyen düzen yanlıları, savaş tacirleri için pabuç hayli pahalı…

Mecliste Türkiye halklarının gözü, kulağı, dili olma görev ve sorumluluğunu üstlenmiş, bağımsız, sosyalist vekiller var. 

Dileriz ve umut ederiz ki, kabak tadı veren ezber bozulsun… Umutlar çoğalsın.
                                 

                                  
                                                                            Hasan Oğuz Bilgen, 04.10.2011, Bornova

                                                                                    hasanoguzbilgen@yahoo.com.tr



FAŞİZMİN ÖLÜMÜNE DE, SITMASINA DA HAYIR.

                                FAŞİZMİN ÖLÜMÜNE DE, HAYIR SITMASINA DA 

Atilla İlhan’a göre “…bir bilmecedir. Bir telefondan diğerine atlar.”  İlki, tarihin hangi sayfasında yer alır bilinmez… Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’in mavi kara derinliklerine gömülmesinde çok çarpıcı ve trajiktir.

Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un burjuva anlamda bile olsa aydınlanma ve toplumsal uyanış hareketinin başlatılmasından çok değil altı yıl sonra, son verilmesinin öğretmenlerin ve öğrencilerin yüzlerine yansıyan gölgeleri hüzünlüdür.

En son anayasa oylamasında “Yetmez ama Evet” tutumu üzerinden özgün bir politik kimliğe bürünmesi, var olan Türkiye solu ve demokrasi mücadelesi içindeki dinamikleri ve dengeleri üzerinde etki gücü olan geleneksel Kemalist anlayışın, bizlere bıyık altından sırıtmasından başka bir şey değildir.

Baskın sınıfın ya da Egemen sistemin yasaları, kuralları, kolluk kuvvetleri kadar, devletçi ideolojisinin Türkiye solu üzerindeki yıkıcı, sindirici ve kafa karıştırıcı etkisi, yepyeni bir “1 Mayıs'a, kuvvetli olasılıktır ki, yeni yeni oluşumlara, yeniden siyasal biçimlenmelere, belki de
kırılmalara gebe 12 Haziran Genel Seçimlerine doğru yürüdüğümüz şu sayılı günlerde de yakamızı bırakmıyor.              

Kemalizm 1970’li yıllara varıncaya kadar, Türkiye Devrimci Hareketinin iflah olmaz alın yazısı, muhalif aydınlarını, sosyalistlerini boğan, soluk aldırmayan, onları tekelci burjuvazinin dalavukçuluk ve kuyrukçuluk siyasetinin oportünist çukurlarına gömen ölü toprağı idi. İşte 1970’lere değin, solu tekelci sermayenin izin verdiği siyasi sınırlar içindeki sığ sularda yüzmeye mahkum eden, onu etkisiz durumda tutan, güdükleştiren, yorucu girdaplara sokan bu geleneksel yazgı hiç ama hiç değişmedi.              

1971 yılı ile birlikte Türkiye solunda yeni soluklar, yeni soluk boruları arayışları görürüz. Bu yeni devrimci politikalarla ekonomik, demokratik, politik mücadeleye canlı ve farklı ivmeler gelmiş devrimci ufuk genişlemiştir. O güne dek oportünist lafızlarla evelenip gevelenen devrim ve sosyalizm in gerçek ve mümkün olduğunu gösteren, savaşçı çizgileri ile Türkiye halklarına gerçek ve nihai kurtuluşlarının olabilirliğini kanıtlayan bu örgütler olmuştur. Politik mücadelenin silahlı aksiyon metodları ile sürdürülmesi demek olan silahlı propagandayı hayata geçiren siyasal hareketler, bu değişmez, “haşa el kalkmaz” gibi görünen statükoya karşı durulabileceğini göstermiştir..  

Bu anlamda 1970 yılı, devrim ve sosyalizm güneşinin nereden, nasıl, hangi sınıf ittifaklarları ile ışıyacağının, hangi devrimci araç ve propaganda yöntemleriyle doğum yapacağının -oligarşinin onca zulmüne karşın-  gözler önüne serilmesi bakımından bir milattır.  Bu dönüm noktasının perspektifleriyle, beklentileriyle örtüşen 1971 Devrimci hareketi de, Kemalist düşünce tarzının oportünist, pasifist ve teslimiyetçi etkilerinin göreceli de olsa kırılmasının mihenk taşı olarak yakın siyasi tarihimize önemli ve can alıcı notlar düşmüştür. 1972 yılının 30 mart’ına ve 6 Mayıs’ına gelindiğinde ise, bu politikleşmiş askeri hesaplaşmanın sonucu bellidir.  Doğru saptaması fiziksel, ama geçici bir askeri yenilgi olarak  yapılabilecek silahlı mücadelenin galibi oligarşik diktadır. 1972 Mayısı’nın son sabahına Nurhak’lara gelindiğinde de oligarşik yapı, emekçi halkın ve onun devrimci öncülerinin karşısında yine tek siyasal mali erk, tek fiziksel güç olduğunu kanıtlamış muzaffer bir komutan edasındadır.    
         
Devrimcilerin imhası ile zafer sarhoşluğunun zirvesine ulaşan bu kanlı ve muzaffer gücün 30 Mart KIZILDERE ile, 6 Mayıs’la, 18 Mayıs Kaypakkaya,  Mayıs’ın son şafağında Nurhak'ta Sinan’larla kana doymayacağı gün gibi aşikardı…         
   
Aynı  “Muzaffer Komutan” 2000’li yıllara akan zaman tüneli içinde, kendisini onlarca kez göstermiştir:  1 Mayıs 1977’de Taksim’de, 1979’da Sivas’ta, Maraş’ta, 1982’de Diyarbakır Cezaevi’nde, 1990’larda kayıplarda ve yargısız infazlarda, yakın tarihte 19 Aralık devrimci insanların yaşamlarını söndürme operasyonlarında… Şimdilerde toplu KCK tutuklamalarına, henüz basılmamış kitapların yasaklanmasına talimat,  onlarca, yüzlerce baskı, gözdağı, şiddet eylemine, kontra operasyonuna fetva veriyor,  üstüne üstlük bizzat bu sinsi, pervasız planların, kanlı-alçak eylemlerin planlayıcısı, uygulayıcısı oluyor.
       
Değişik yer ve zamanlarda belirtildiği ve altı çizildiği üzere egemen sistemin sürdürülmesi adına, işçi sınıfına ve emekçi halka ışık tutan muhalif hareketlerin etkisiz duruma getirilmesi operasyonlarında vaz geçilmeyen klasik yöntem, gerçeklerin istismar edilmesi ve demogojiye boğulması, manipüle edilip çarpıtılması olmuştur. Bilinçsiz, örgütsüz halkın yedeklenmesine, etkisizleştirilip itibarsızlaştırılmasına, halkla oligarşik yapılanma arasında yapay dengeler kurulmasına, var olan kurulu  “suni denge” lerin güçlendirilmesine yönelik anti-demokratik ve hiç de adil olmayan eylemlere onlarca örnek vermek olası…  En son olarak, oligarşinin AKP hükümetinin duyarlı yurtsever halkımıza  “ Kazan çömlek patladı ” dedirtip sokaklara döken “Veto” fiyaskosu, buraya kadar anlatılmaya çalışılan faşist ve militarist politikaların gelenekçi senaryosunun küçük bir parçasından başka  bir şey değildir.
.  / .  .

Bilindiği üzere “ Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu ” adaylarının, meclise girmesini, emekçilerin gözü, kulağı, sesi olmasını engellemeye yönelik olan “veto kararı” başından beri politik, keyfi ve hukuksuz bir karar, egemenlerin her daim uyguladığı, bundan sonra da başvuracağı yüzlerce, binlerce engellemeden, etkisizleştirme girişiminden birisiydi.  Diğer yasaklar, baskı ve demagojiler gibi de içi boş, kof mu kof ve ciddiyetten de hayli uzaktı.     
     
Adil olmadığı için de, halktan gerekli yanıtı  (aslında onların anladığı dilden demek daha doğru olur) aldı ve halkın barış-ekmek ve demokrasi istemlerine doğrultulan silah sahibinin suratına tepti.  Bazen egemenlerin bu tür ciddiyetsizliklerine, sınıfın ciddi bir iletisini gönderebilmek, bunca olumsuzluklar içinde kendimize moral yükleyebilmek için, 1 Mayıs’ta da 12 Haziran’da da “Al sana veto !” diyebilmek, emek, demokrasi ve özgürlük taleplerini daha gür dillendirebilmek, halkımızı AKP - CHP ikilemi ve kısır döngüsünden kurtarabilmek gerekir.  

Elbette bu da yetmez:  Türkiye Devrimci Hareketinde -abartısız  on yıllardır- Lazı, Çerkezi, Kürdü, Türkü ile, onların öncüleri, sosyalistleri, aydınları, sanatçıları ile ilk kez yakalanmıştır.  Ayrılıklarda değil de, aynılıklarda ortaklaşarak, ortak bir dil ve ortak bir akıl kullanılarak gerçekleştirilen  “BLOK”  tavrının,  seçimlerden sonra da  ( Elbette siyasal konjonktürdeki olası değişiklere göre biçimlendirerek )  sürdürülmesi gerekir. İlk bakışta biraz kaba bir üslup gibi gelse de, daha çarpıcı bir dille söylersek:  TEK YOL DEVRİM diyen ve hedefe ulaşmak için farklı yollar, farklı aksiyon metodları deneyen Türkiye Devriminin değişik renkleri, sınıf kavgasına güç ve katkı veren politik yoğunlukları, örgütleri, devrimci öncüleri bu güne dek ne yazık ki başaramadılar...  

Başaramadık !.

Şöyle arkasına, yakın geçmişine bakacak olan her devrimci örgüt, oluşturulan birliklerin, ittifakların v.s. çoğunlukla burjuvazinin yarattığı barajlı engelli, bol yanılsamalı, gözdağı ve şantaj dolu seçim ortamlarında, ama hep seçimler öncesinde oluşturulduğunu, oligarşinin yalan rüzgarları geçip ortalık durulduğunda da, genellikle bu birlikteliklerin, dayanışmaların heyecanını, esprisini yitirdiğini, günlük yaşamın tekdüze ve kısır hayhuyuna yenik düşüp dağıldığını, unutulduğunu anımsayacaktır.     

Özellikle de son tümcenin altını çizmekte yarar var: Devrimci mücadelede yeni ufuklar, kısır döngülerin ve yararsız polemiklerin belirsizliklerinde yeni soluk boruları ve yeni çıkış tünelleri yaratabilmek için, Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu mutlaka ama mutlaka sürdürülmelidir. Bloğun bileşenleri işin bu boyutunda durmalı, düşünmeli, tam da burada yoğunlaşmalıdır. Bu anlamda ileriye dönük, bağlayıcı ilke kararlar almalıdır.

Ne ki, bu yazıda ele alınan konu "Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu"nun sonrasına ve geleceğine dair olmadığından sözü tekrar egemenlerin siyasal partilerinin ve sözcülerinin kısacası mevcut düzenin geleneksel marifetlerine getirmekte yarar var.       

Mevcut devlet aygıtının zengin olanaklarını kullanarak, türlü göz boyama yöntemleriyle, insanların olaylara düz mantığın at gözlükleriyle bakmasını sağlamak, sermayenin ve onun siyasal partilerinin öteden beri başvurdukları klasik bir yöntemdir.  Emekçi halkımız böylesi bir düzenbazlığı  “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek “ gibi özlü bir sözle anlatır. Bu yüzden, belirgin olarak Karaoğlan’lı yıllardan bu yana, sıkça başvurulan o ünlü  “ Laiklik, Cumhuriyet elden gidiyor!  Aman sol oyları bölmeyelim! ” ince yanılsaması ve bellek yanıltması hemen her seçimde belirleyici olmasa da çoğunlukla tutmuştur.    
          
12 Haziran seçimlerinin öncesi oynanan oyun da, yapılan laf ebeliği de yine aynıdır. Siyasi arenada sadece iki  “kurtarıcı melek”,  iki sihirli değnek varmış gibi, yine bu meleklerin süslü lafızları, bilinçli olarak dillere ve akıllara pelesenk ettirdikleri saçma sapan projeleri gözlere, akıllara, duygulara lanse edilip durulmaktadır.  Tıpkı kırk katır mı kırk satır mı özdeyişinde olduğu gibi, ya AKP ya da CHP biçiminde sunulan ikilem, sermaye çevrelerinin Anadolu’da yaşayan emekçilere,  yoksul halklara on yıllardır dayattığı, artık çürümeye ve kokuşmaya, foyası ortaya çıkmaya başlamış ( Ne ki, halk indinde henüz ayırtına varılamayan ) bir seçim klasiğidir.        
       
“Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu”, siz ister Bizans, ister Osmanlı oyunu diye düşünün,
bu madrabazlık, bu utanmazlık, bu adaletsizlik oyununu Türkiye halklarının desteğini alarak
-Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Alevisi, Sünnisi ile- bu kez, bozacak, foyasını ortaya çıkaracak güç ve kararlılıkta görünmektedir.

Türkiye halkları, özellikle de Türkiyeli sosyalistlerin özveri ve katkıları, davayı anlatışı ve de omuzlanışı ile önlerine konulan bozulmuş yemeği ters yüz etme sağduyusunu gösterecektir, göstermelidir. Yoksullar, üretenler, emekçiler, işsizler, “baldırı çıplaklar”  ve gençler tarihinin hiçbir yerinde ve hiçbir döneminde ölüme ya da sıtmaya tutsak değildi; bu kez de olmayacaktır.  Ne ki, bunu anlatmak, açıklamak, ikna etmek, bu gün itibari ile başta ezen ve ezilen ulus sosyalistleri olmak üzere, tüm blok bileşenlerinin, bu omuzlaşan, ortak akıl, ortak tavır üreten örgütlerin öncülerinin, emekçilerinin, neferlerinin, devrimcilerinin ve aydınlarının tarihsel görev ve sorumluluklarındandır. 
        
Uzun sözün kısası şimdi eylem, devrimci çalışma zamanı... Haydi oylar, Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğunun bağımsız, sosyalist adaylarına…
     
Oyum, ironik de olsa KIZILDERE’nin bayrağını mecliste görebilmek, işçilerin, emekçilerin, gençlerin, devrimcilerin sesini meclis kürsüsünden duyabilmek için Ertuğrul KÜRKÇÜ’ye.
      

                               Hasan Oğuz BİLGEN, 01.01.2011, hasanoguzbilgen@yahoo.com.tr.

Haber Tarihi: 5/1/2011
Haber Editörü: Özgür Medya
Haber Kaynağı: Özel

Yazarın diğer yazıları
Özgür medya-Site İçinde-Arşiv
Bu haber 10.12.2011... 1280 kez okundu

Haber Arşivim
Bu haberi arşivime eklemek istiyorum
Bu haberi tavsiye edin
Bu haberi arkadaşlarınıza tavsiye edin
Haberi Yorumlayın
Bu habere yapılmış bir yorum bulunmamaktadır

İlişkili Haberler
İlişkili haber bulunmamaktadır
Yayınlanan Yazılar Telif Haklari Yasası'nca korunur
Yasal sakıncalardan site yönetimi sorumlu değildir 

++Özgür Medya++


Web Rep Overall rating

GÖRÜNEN KÖY KLAVUZ İSTER Mİ?

GÖRÜNEN KÖY KLAVUZ İSTER Mİ?

Yoksulluk kader değildir?
* Kriz (açlık, yoksulluk ve işsizlik de) sömürmeye doymayan kapitalistlerin hırsı, soygun düzeninin sürmesi için karıştırdığı haltlar sonucunda çıkmaktadır. 
* O halde, krizin faturasını neden yoksullar ödesin? 
* Krizin kaynağı bizzat sistemin kendisi, kapitalizm ise; Bunca yalan, dolan, kandırmaca, iki yüzlülük, rol kesme, artistlik niye?   
* Gerçekten şaşmamak elde değil !..
* Krize düşen kapitalist yine sermayesine sarılır...
* Orada fazla kalmayacak; kendisinin kazdığı, asıl kendisinin layık olduğu çukura yoksulları, işsizleri, işçileri ve Kürt Türk ayırmadan tüm emekçi halkı çekecektir. 
* Ve aslında öyle de olmaktadır.

GÖRÜNEN KÖYE DAİR...

2002 yılından günümüze gelen Oligarşik yapının AKP erki, her ne kadar 12 Haziran seçimlerinde, dillere pelesenk olan “başarı yüzdesi” ve Gringo’nun onayı  ile  ( Obama’nın kutlama telefonu ve ardı sıra gelen görüşmeler filan.)  hegemonyasını sağlama almış, işleri yoluna koymuş gibi görünse de, ortalık yerde olup bitene bir göz atmak bile durumun hiçte iç açıcı olmadığını, direksiyon hakimiyeti ile, freni ile hiçte öyle kontrollü giden bir araba içinde olmadığımızı bize gösteriyor.

Yüzyıllardır kavimlere, uygarlıklarına kucak açmış, şu kadim Anadolu topraklarında, ne Bizans, ne Osmanlı oyunu, ne yalan, dolan, baskı, zulüm, ne katliam eksik oldu, ne de çarçur edilen insan emeği, alın teri, gözyaşı ve kardeş kanı… Düzen aynı düzen, oyun aynı oyun, insan yaşamına, doğaya yönelen felaketler ve tehlikeler hep aynı yerden, aynı kaynaktan… Baskın güçten, egemen güçten, egemenden yana olan var olan düzenden…

Planlı, kontrollü olup olmadığının soruşturulması ve kovuşturulması, konunun yetkili uzmanlarının görev ve sorumluluk alanında olan, sonuçlarına yine  ( Etnik kimliği, cinsi, dili, dini ne olursa olsun) yoksul halkın emekçilerinin ve işsizlerinin katlanacağı, katlanmak zorunda bırakılacağı üç büyük tehlike, toplumu önüne katmaya, tavşana kaç tazıya tut demeye hazırlanıyor.   
Yaşamın her alanında, hemen her türden ilişki ve çelişkisini belirleyen, birbirini bir yerlerde yakalayıp tetikleyecek, yine birbirini neden-sonuç ilişkisi içinde alevlendirecek, arıza gösteren üç büyük sorunlu alan, yani tam bir sacayağı belası, ülke gündemine tıpkı cami avlusuna bırakılan bebek gibi bırakılmıştır. En azından böyle bir duygu uyandırmaktadır insanda;  yoksa felaket tellallığı anlamında değil elbette.
  
1-) EKONOMİ: Daha henüz 2001 ve 2008  yıllarında yaşanan finans krizinin çalkantılı ve belirsiz piyasası, beraberinde gelen sınıf mağduriyetleri (Gelen zamlar, pahalılık, işten çıkarmalar, işsizlik…) için “teğet geçti” geçmedi tartışmaları yeni bitmişken, 2012 ya da 2013 yılı için öngörülen uluslararası tekelci kapitalizmin sürekli ve genel bunalımının özünden, doğasından üreyen, bağrında nur topu gibi bir finans krizini taşıyan uzun süreli durgunluğun kıpırtıları mevcut sistemin arka bahçelerine dayandı bile. ( Komşu günlerdir kavruluyor, İspanya ayakta, İtalya, Almanya, Fransa aportta…)

2002 seçimlerinin yengi sarhoşluğu ile, IMF’ye “Sen kim oluyorsun da…” biçiminde sanki karşı duruluyor, itiraz ediliyor havası verilerek, 2011 sonuna ve 2012 yılının tamamına yayılarak ertelenen ve tedbirsizce hiç gelmeyecekmişçesine davranılan kredi dış borcu ödemeleri geldi çattı. Hem de, bir ceza, bir yaptırım gibi, hayli katlanmış biçimde yani çok daha yüksek faiz oranlarıyla.

2002 yılı yaptırımlarına göre, çok daha ağır külfetlerle IMF-Dünya bankası maliyecilerine ödenmesi gereken dış borç yükünün, yine aynı yıldan katlanarak gelen devlet bütçesi açığına ve özelleştirme politikalarının gereği satma-savurma sonucunda oluşan tamtakır kasalara denk gelmesi de, beklenen mali curcunanın tuzu biberi olacaktır.  Bu sıkıntılı doğum sürecinin bir de, üretim sürecinin dışında mayalanan tüketim ilişkileri ve sonuçları ayağı var. ( Bu boyutu mercek altına aldığımızda, hani şu “sorunsuz faiz fırsatları”na aldanarak borçlanan yurttaşı ve artık kanıksamaya başladığımız kredi kartı mağdurlarını görürüz. )

Kapitalistlerin, vampirin taze kan araması gibi, sıcak para araması ve bunun kaynağını yaratabilmek için de her türlü namussuzluğa başvurmayı olağan ve meşru sayması, salt bizim ülkemizde başvurulan sahteci bir davranış biçimi değildir. Bankalar, kapitalist düzenin ezilen ve sömürülen halk kesimiyle, -kazanın- başında da sonunda da, birebir temas halinde olan aracıdır. Tamponudur. Artık çarpışma anına, kart mağduru  hazır olmasa da, halka  “sıkıntısız borçlanma koşulları sunarak, kolay kredi olanağı yaratan” sistem hazırdır.   

Bir başka deyişle, madalyonun  diğer bir yüzü olarak:  “Ne paralar vardı, zaten hiç olmadılar!?” ince esprisinin hakkını veren, o fizikteki zahiri gölge örneği, o mevcudiyetsiz, o sanal, o kalem oyunları ile kağıt üzerinde gösterilen paralarla, ekonominin hatırı sayılır ölçüde çarklarının ( Konunun uzmanlarına göre ekonominin 1/4’ü -dörtte biri-) döndürülmeye çalışılması meselesi yani… Bunca açmaza, aymazlığa karşın, hala “ihracatın ve istikrarın parlayan yıldızı” olarak lanse edilen AKP’nin, çaktırmadan, arka kapıdan buyur etmeye hazırlandığı uluslararası finans krizinin külfetlerini -değişmeyen klasik yöntemle- işçi sınıfının ve emekçi halkın sırtına yüklemek isteyeceği kabak gibi ortadadır:  İşte, çalışma yaşamında sınıfın önüne konulan, henüz başımıza geçiremedikleri  Torba Yasa…

 2-) ÇALIŞMA YAŞAMI:  Bu alan da, tıpkı ekonomi gibi sistemin yarılmaya, patlamaya hazır yumuşak karnı… Siyasal arenada AKP iktidarı olarak kendini gösteren  oligarşik yapılanması, gerek Orta Doğu ve güney komşularımızla gerekse de Yunanistan krizine ilişkin Obama-Hillary takımı ile minyatür sahada tek kale maçla günü kurtarmaya çalışıyor.

Nato’ya, IMF’ye olan bağımlılığı arttırması, neoliberal politikalar eşliğinde özelleştirme, kemer sıkma, işten atma, başa çorap örme  uygulamalarındaki ısrar, sınıfa doğrudan tehdit, şantaj ve gözdağı, sokağa basınçlı su ve biber gazı olarak yansımaktadır.  Bu ısrarın içinde ne var?  Ulusal İstihdam Projesi adı altında yaşama geçirilmek istenen sinsi ve vahşi plan elbette... Ve elbette Torba Yasa ile, bu güne dek kazanılmış hakları gasp etmeye yönelik saldırı tasarıları...
  • Kıdem Tazminatlarının orta vadede, kazanılmış hak olarak uygulanmasının kaldırılması planı.
  • Asgari ücretin daha da düşürülmesinin önünü açacak “Bölgesel asgari ücret” uygulaması düşüncesi.
  • Taşeronlaştırmanın, taşeron sisteminin daha kolay uygulanabilir olmasını sağlayacak yeni hak kayıplarının devreye sokulması.
  • Kişinin iş seçme iradesini  “Özel İstihdam Büroları”na devredilmesini yasal zeminini hazırlayacak kölelik uygulamalarına geçilmesi.
  • Esnek ve kuralsız çalıştırmanın, güvencesiz bir iş ortamının koşullarının yaratılması… 
Sınıfa, emek dünyasına doğru sinsice, ama örgütlüce ve de ağır ağır, bir panter gibi yaklaşan tehlikenin çalışma yaşamı ayağında yatan bunlardır.
Gelelim son sacayağına; aş, iş ve gelecek derdinde olan toplumu yanlış ve tehlikeli bir mecrada kilitleyen, ne düşünmesine ne de sorgulamasına fırsat vermeyen etnik önyargı konusuna…

3-) ETNİK PROVOKASYON:  Devlet tarafından yapılan, olay yeri incelemesinin bittiği, sonuçlarının yakında kamuoyu ile paylaşılacağı söylenen, adamakıllı tanığı olan, ama bol tartışmalı, bizden 20 insanımızı koparıp alan Silvan yangını, bu gün itibari ile her türlü sele ve yıkıma gebe tehlikenin başka bir itirafı olmuştur.

Ne talihsizliktir ki, olaydan sonra ‘Kerim Devlet’ erkanının sağduyu, sükunet ve ortak acıyı adabına uygun bir biçimde yaşamak yerine ortalığı daha da gerici ve de kışkırtıcı (Özellikle de, vatandaşını ayırmadığını her yerde söyleyen başefendinin Kürtleri hedef gösteren) bir dil kullanması, olayın duyarlılığını ve yakıcılığını çok daha farklı bir bıçak sırtına taşımaktadır. 

Gelinen nokta neresidir? 

Gelinen nokta, Batı dünyasının seçkin müzikhollerinde kabul ve takdir gören bir sanatçımızın -her dilden şarkıların söylenip eğlenildiği bir sahnede- Kürtçe türkü söylediği için yuhalanması, taciz edilmesi ve tıpkı Ahmet Kaya gibi linç edilmek istenmesidir.

Gelinen nokta, BDP’nin, PKK’nin yaprak kımıldatmadığı ses soluk çıkarmadığı bir memleket diyarında, sanki “terörü öven” gösteriler yapılıyormuş ve “bölücü sloganlar” atılıyormuş yanılsaması yaratılarak, halkın da bu “tahrik” karşısında haklı olarak doğal tepkisini göstermesi olarak yansıtılan, ama gerçekte bir recm, bir linç atmosferinde Kürt insanına saldırıldığı, yine Kürtlere ait iş yerlerinin yakılıp yıkıldığı Zeytinburnu noktasıdır. İstanbul’un birçok varoşunda olduğu gibi, burada da farklı bölge ve etnik kimlikten gelen ve de yıllardır kardeşçe, dostça yaşayan halklar, emekçi insanlar  “bundan böyle hiç kimse iyi niyet beklemesin” sözünden hayli etkilenmiş olsalar gerek…

Emek, Özgürlük ve Demokrasi Blok’unu oluştururken buluştuğumuz duygu, düşünce ve amaç bütünlüğünde olduğu gibi, yaşadığımız acı günlerde de muradımız, herkesçe bilinen, ne olup ne bittiğine ilişkin gelişmeleri, olayları birbirimize anlatıp durmanın ötesinde, asıl önemli olanın ne yapılması ve nasıl yapılması gerektiğini sesli düşünebilmek, yeni soluk boruları, çıkış yolları önerebilmektir.

Siyaset sahnesinde doğru ve ortak hedeflerle, yere basan ilke ve duruşlarla oluşturulan Bloğun, seçimde elde ettiği başarı kesinlikle bir rastlantı ya da bölgesel detay değildir. Bir kez Blok, halka fiziksel, düşünsel ve ruhsal olarak dokunabilmiştir. Halkın derdine, sorununa, acısına ve ağrıyan yerine dokunulmuştur. Halkımız “İnsanın canı ağrıyan yerindedir” der. İşçinin, emekçinin, memurun canı da, derdi de işinde, aşında, geleceğindedir. Kürt halkınınsa bunlara ek olarak, kültür ve kimlikle ilgili istemleri içeren bir ulusal derdi vardır.

Sorun buradadır.  Şimdi, şimdiye dek yaşamın sınırlı bir mecrada yaşanan, son seçimlerle ilk kez gerçek olan, halka ve sorunlarına düşünsel, ruhsal, duygusal ve fiziksel “dokunma”, yani somut ”temas” olayı, yukarıda kısa başlıklar altında değindiğimiz, arıza sinyali veren bölgelerde de yinelenebilir. Blok mantığı, blok duruşu, blok gücü bu alanlarda da denenebilir, denenmelidir. 

Ekonomide, AKP’nin dokuz yıllık “maşallah, inşallah” politikası ile, her zaman kuvvetli olasılıklar içinde bulunan bir finans krizi ya da uzun sürecek bir durgunluk sürecinde, olaylara soldan bakan, mali gelişmeleri sosyalizmin dünya görüşü ile yorumlayan yazarlar, ekonominin uzmanları, akademisyenler sistemin -deyim yerindeyse- ipliğini pazara çıkarmalı, burada da birlikte bir bakış sergilenmeli, soruna, halka yansıyan krize dokunulmalıdır. Her yerde, her fırsatta ortak açıklamalarla “Marks ölmedi; bakın kapitalizm yine krizde, yine içinden bir türlü çıkamadığı finans krizlerinden birinin içinde debelenip duruyor…” denilebilmelidir.

Keza, ekonomik, demokratik, kitlesel mücadele tarzını içeren sendikal alanda da, geniş tabanlı, işçi sınıfını ve emekçi halkı uyaran, bilinçlendiren ve örgütleyen platformların koşulları zorlanabilir, yaratılabilir.  Böylece AKP’nin gündemindeki “Torba Yasası” içinde bulunan kıdem tazminatlarını hedef alan sinsi planlar, bir tür ortak akıl oluşturularak ve bu doğrultuda tavır alışlarla etkisiz, zararsız duruma getirilip bozulabilir. Sendikal ortamın doğasına, özgün koşullarına ters düşmeyen, aksine onunla örtüşen, uyuşan, bilinç götüren, mücadeleci ve üretken birliktelikler gündemi sınıfın çıkarları çizgisine çekebilir.

Ayrıca, oligarşinin inisiyatifinde hareket eden AKP-Cemaat ve militarist güçlerince tezgahlanan, etnik önyargı-provokasyon oyunu, - gelen tehlikeyi bir iki cılız, biriken havayı boşaltma amaçlı basın açıklamasıyla geçiştirmeye çalışan sendikalar da daha mücadeleci çizgilere zorlanarak -  bozulabilir.

Buradan gelelim mevcut Blok’un konumuna:  AKP erkinin yarattığı, hükmettiği gündeme takılıp kalmak, demokrasi güçlerinin önünü tıkayan, mücadeleyi kısırlaştıran, üzerinde durulması gereken önemli bir açmaz. Özellikle, etnik önyargı-provokasyon eşiğinde, Blok yine halka birlikte, insanlara, soruna dokunmayı, ezber bozmayı sürdürmeli, sadece Sırrı Süreyya Önder’in Zeytinburnu semtini ziyareti ile sınırlı kalmayıp, durum değerlendirmesini, -belki de- rutin toplantılardan birini, gündemin kaçmasına izin vermeden, sıcağı sıcağına gidip İstanbul’un sorun çıkarılan semtinde yapmalıdır. (27 Temmuz akşam haberlerinde çıkan Blok milletvekillerinden dördünün Zeytinburnu’na gittiği haberi, bu yazıdaki önerme ile örtüşen olumlu ve umutlandırıcı bir gelişmedir.

GÖRÜNEN KÖYÜN NEDEN KLAVUZ İSTEDİĞİNE DAİR.

Konfederasyon, oda, birlik gibi geniş tabanlı şemsiye örgütlenmeler içinde, irili ufaklı onlarca, yüzlerce, yapılanın edilenin ayırtında olan, mevcut sistemin sosyal uyanışı ve örgütlülüğü sindirmeye, bitirmeye kilitlenmiş her türden kurumsal, yasal ve siyasal saldırılarına muhalefet edip karşı duran, mücadele eden kişiler, öncü gruplar, aktif-gözü pek sendikacılar, sendikalar var.  Tüm bunlar, belli ilkeler etrafında derlenip toparlanıp birlikte tavır koyabildiklerinde saldırı ve komplolara geri adım attırabilecek güç olabileceklerine inananlar, -ister aynı ister farklı iş kollarında olsunlar- şimdilerde örgütsüz olduklarından, ülkenin sorunlarına müdahale etme, hatta gündemi belirleme noktasında kendilerini güçsüz ve yetersiz görmektedirler.

Tekel işçilerinin Ankara’da, sokak ortasında, devletin zorbalığına, kuru ayazın hışmına karşı durmaları, başta entel polemikleri, aydın ukalalığını, sendikacı akıl hocalarını oldukları yere çivileyerek, bizlere, sözün, laf kalabalığının, manipülasyonun bittiği yerde ne yapılması, nasıl yapılması gerektiğini iş yaparak, iş içinde somut çözüm yolları üreterek göstermiştir. Tekel işçilerinin bu örnek direnişinin ortaya serdiği bir başka ayrıntı da, nicelik anlamda zayıf da olsa, ama kararlı ve örgütlü bir topluluğun, onca olumsuzluklara karşın ülke gündemini yakalayabileceğini, “Biz hep vardık, var olacağız.” gerçeğini egemenlerin gözlerine sokulabileceğini kanıtlanmış olmasıdır. Burada elbette “İşçi sınıfı bitmiş, sınıf mücadelesi tükenmiştir.” diyen, şimdilerde “Yetmedi ama, ne yapalım” utangaçlığını yaşayanlar da paylarına düşeni almışlardır.

Şimdi, bu kararlı ve örgütlü duruşun niceliği arttırılıp tabanı sağlamlaştırılarak, daha nitelikli, daha örgütlü bir birlik, blok tavrına ulaştırılabilmiş olsa, ne IMF reçetelerinin acı ilacının hep halka içirilmesi, ne kıdem tazminatları, ne de etnik önyargı ve provokasyon konusunda, oligarşinin AKP, Cemaat ve kontra güçleri kediler gibi hem üste çıkıp hem de, utanmadan avaz avaz bağırabilirler mi ?!

Aklı işleyen, gözü gören muhalif insanlar, yeteneksiz, güçsüz ve edilgen oldukları konusunda, hep yalnız, bir başlarına, desteksiz bırakıldıkları düşüncesi içinde, kendiliğindenci bir önyargı birliği içindedirler. Bu kendiliğinden oluşan birliktelik, tersi düşünceler, tabi ki ikna yöntemleriyle motive edildiğinde, ortaya nasıl karşı konulmaz bir güç, ne denli enerji çıkabileceğini kestirmek hiçte zor değil.

Tam burada, bir motorun devinime geçip hareketini, üretimini sürdürebilmesi için gerekli olan ilk enerjinin, bir başka enerji üretecinden -marş otomatiğinden- gelmesi gerektiği gerçeğine uygun olarak, devrimci ve sosyalistlerin de tıpkı marş motoru görevi görmesine, ana motora önderlik etmesine gereksinim olduğunu söylemek gerek. Ne ki, sosyalistlerin motivasyonu ve harekete geçiriciliği, başlangıçta ilk kez ama son kez uyarı gönderen mekanik işleyiş gibi, ya da kimyasal reaksiyondaki katalizörün işlevi gibi değil, toplumsal tepkimenin başından sonuna değin içinde olması karakteristiğindedir.  Öyle de olmalıdır.

Uzun sözün kısası, içinde bulunduğumuz toplumsal ve sınıfsal mücadelenin, Marksist bilim insanlarına, sol, devrimci ve sosyalistlere, dünden -her zamankinden- daha fazla, ivedilikle, can alıcı gereksinimi vardır. Altı özellikle çizilen bu kişisel saptamayı, sosyalistlerin de, bunların dışındaki kişi, kurum ve örgütlerin de önüne alıp düşünmesi, üzerinde kafa yorması, yetişmekte zorlandığımız akıp giden ve gündemi oligarşinin siyasal ve savaş yanlısı güçlerince belirlenen sürecin sağlığı için yararlı olabilir.

Ekonomik, toplumsal ve siyasal olaylar arasında, etki- tepki, neden-sonuç ilişkileri kurmak, hiçbir olguyu diğerinden koparmadan, olayları ve gelişmeleri maddi koşulların yeni üretim dinamikleri, devinim yasaları, piyasanın iç çelişkileri / kuralları üzerinden açıklamak ve yorumlamak, her zaman Marksizmin devrimci tarzı ve Marksistlerin de geleneksel yöntemi olmuştur.

Ve anlaşılan o ki:  
Sorunla yakından ilgilenen ve mücadelenin örülmesi gerektiğine inanan insanlara ateşten gömlek giydirilen böylesi günlerde, görünen köy de klavuz ister.

Güncel Not: Marks’ın ölmediğini, neden ölmeyeceğini ülke insanımıza ve bizlere, mücadele yaşamı boyunca ders verir gibi, bıkmadan anlatan, açıklayan sosyalist iktisatçı, bilim insanı Arslan Başer Kafaoğlu hocamızın, ölüm haberin aldığımız bu acı günde, umutlarımızın ve inançlarımızın güçlenmesi dilek ve inancı ile…    

Hasan Oğuz Bilgen, 30 Temmuz 2011  
hasanoguzbilgen@yahoo.com