ÖLÜMLER
VE DOĞUMLAR ÜZERİNDEN POLİTİKALAR
Uğruna
nice canlar verilen, yoluna çıkanı silen süpüren, kellesini uçuran, muhalif ve
öteki olanı çöllere süren, yakan yıkan, yüzüncü yaşı bahanesi ile üzerinde ince
hesaplar yapılan Cumhuriyet’in “dalya” demesine fazla bir zaman kalmadı. Korunup kollanması, dirliği ve düzeni uğruna
ve dahi “bekası” için geçen doksan küsur yıl içinde, ah ile vah ile, zulüm ile
biat ile, umut ile düş ile nice ömürler bitti.
Nice kuşça canlar yitti.
Ol
Cumhuriyet’in AKP markalı bir torna/planya tezgahında, biçimine içeriğine yeni
bir ruh yeni bir suret verme çabası, uluslararası tekelci sermayenin ve yerli
işbirlikçilerinin çıkarları yönünde önemli değişiklik ve düzenlemelere
gidilmesi -olasılıktır belli bir plan ve program içinde- ısrarla, inatla
sürüyor. Aslında bu ameliyat, öyle pek
de kolay olmuyor.
Egemenlerin
ve onların akıl hocalarının işini zorlaştıran belki onlarca neden, onlarca
etken, bir o kadar da denge var.
Kurulmuş gelen statükocu devlet mekanizmasındaki dişlilere yeni bir
ayar, farklı bir düzen verilmesi zaman
alıyor. Mevcut cihaz içinde hala yerini
koruyan kimi kliklerin, onların siyasi arenadaki sözcülerinin yapılmak istenen
düzenlemeleri kabulü sorunlu ve sıkıntılı gerçekleşiyor. Örneğin MHP, devletin demir yumruğunun
sayısını ve şiddetinin dozunu arttırması pahasına, sonuçta Kürt halkının daha
çok katledilmesinin üzerinde yarattığı ırkçı rehavet ve nekro-hoşnutlukla,
İslami restorasyonun yol almasına, işleyişine, işleyiş biçimine, önüne geçeni
yutmasına sessiz kalıyor.
Hatta onay veriyor.
Hatta onay veriyor.
Cumhuriyetin -henüz ilk beş maddesi dillendirilmese de-
İslamcı bir diktatörlüğe(x) giden yolda yeniden inşa edilmesi, bol dinsel
motifli, gerici / muhafazakar bir kimlik, uhrevi bir soluk kazandırılması,
toplumun omzuna basan üçlü sacayağı üzerinden olanca hoyratlığı, hak hukuk
tanımazlığı ile sürüyor.
Kızgın
sacayağının ilki, göstere göstere, ne kamuoyundan ne de dış dünyadan gizlenmeye
gerek duyulmadan, ama kara propaganda ile de desteklenerek sürdürülen kirli
savaştır… Engelli yurttaşından beyaz bayrak sallayanına nokta atışı yapan,
savaş literatüründe “gayri nizami” olarak anılan kirli savaş Cizre’de, Sur’da,
Silopi’de… Aslında her yerde… En başta, adından ötürü isi karası, öfkesi
nefreti mekan sınır tanımıyor.
Hiçbir
şey olmamış, olmuyormuşçasına günlük yaşamını sürdüren solcu dostlar da, sağcı
mankafalar da başlarını kumdan çıkardıklarında, bu topraklarda başka bir
dünyanın da mümkün olduğunu, sınırsız sınıfsız kardeş sofralarının kurulduğunu
görecekler. Ne var ki şimdi rengine, diline, cinsine, yaşına bakmaksızın insan
boğazlama, cadı kazanlarının ateşini harlatma ve isabetli tank atışlarının
zamanı. “Türk değilsen itaat et ” ağır
nefret söylemi ile “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kabusu olurum”
zihniyetinin birlikte yaptığı ölüm dansının en şehvetli, en kan kokan ve en
karanlık günlerindeyiz.
Günlerdir
sokak ortasında cansız bekletilen insanlık da, sözleri, itirazları boğazlarına
tıkılan aydın insanlar da cümle alemin gözü önünde duruyor. Kimi yoksul bedenler yalnızlığın ve sokağın
soğuk nöbetini tutuyor kımıltısız.
Diğerleri kalemi, cübbeyi ve onuru bir kez olsun, bir an olsun yere
komadan üniversitelerde umut nöbetindeler.
Bu, sokakta cansız yatanın yalnız ve sahipsiz olmadığına vurgu yapan
nöbet, karşılıksız, boşuna bir nöbet değil elbet.
Öyle olsaydı, toplum bilimi, hiçbir zamanın ve
mekanın, hiçbir koşulunda yalan ve şiddet üzerine kurulan devlet stratejileri, insanlık tarihinde sürdürülebilir ve rasyonel
politikalar olarak denizde bir katre kadar bile iz bırakmamıştır, diye
yazmazdı. Bunun ne menem bir şey
olduğunu anlamak için uzak memleketlere, Spartaküs’e, Börklüce Mustafa’ya
gitmeye gerek yok. Komşu kapı Suriye’de, Irak’ta patlayan politikalar, alay
konusu olan hatalar ve gaflar yeni insanlık trajedileri yaratmaktan başka bir
işe yaramıyor. Şam’da namaz kılmak da,
Fırat’ın batısı da masaldı, masal kaldı.
En
güzel, en naif sözler, bir Atilla İlhan şiirinden şarkıların güftelerine
sıçramış, sanki oradan bize ironi yapıyor: Ne oyun kurucular, ne van münit’ler,
ne kırmızı çizgiler sevdim. Zaten
yoktular.
. .
.
Belanın
ikincisi yıkım ve talan rüzgarları olarak, derelerin, ormanların, börtü
böceğin, zeytin dalının, sözcüğün en
güzel, en yalın haliyle tabiat ananın üzerinde esmekte. Daha şimdiden üçüncü köprünün ayaklarının ve
bağlantı yollarının bulunduğu ormanlık alanlarda yüzlerce, binlerce ağaç
katledildi bile. IŞİD ruhu ile şahlanmış
vahşilik baş da kesiyor, yaş da. ODTÜ’
nün yeşil ve bakir alanları, oraları betonlaştırmak isteyen beton kafaların
yedi gün yirmi dört saat rüyalarını süslüyor.
A.O.Çiftliği için aynı kara örümcek ağlarını hızla örüyor. Bir gözü Karadeniz’de “Yeşil Yol”da.
Birkaç
yıl öncesine kadar, en azından nezaket ve centilmenlik gereği, bir halt
yediklerinde ya da bir kabahat işleyeceklerinde, durumu kurtarmak ve açıklık
getirmek için “ileri demokrasi”, “çağ atlamak” filan gibi, büyük ama kibar
laflar edilirdi. Özellikle Suruç, Diyarbakır, Ankara Tren Gar’ı katliamlarından
sonra hayvan gemi azıya almış durumda. Mahkeme kararı, yasa, mevzuat hak
getire; çözüm basit: “yeri geldiğinde koyun bir kenara”...
Valileri,
kaymakamları peşimizden, ensemizden hiç eksik olmadı. Muhtarları üzerimize salacakları günler çok
yakın olmalı…
Toplumun
“Yahudileri”, sivrilenleri, sosyalistleri çoktan götürüldü. Sıra Urla’da zeytinini, Artvin’de deresini
bekleyen, rüzgara karşı duran köylüde,
şantiyede aklı ile düşünen, aklı ile konuşup “tehlikeli” laflar eden
demirci Arif Usta’da…
. . .
Üçüncü
şeytanlık da, işgücünden başka satacak
bir değeri, köleliğinden başka yitirecek başka bir şeyi olmayan çalışan
insanların karaçalı misali paçalarına dolanmış durumda.
NATO
savaş örgütüne, paranın yanardağı İMF’ye verilen bağımlılık ve itaat sözünün
teyit edilmesi, neoliberal politikaların buyruğunda özelleştirme, kemer sıkma,
işten atma, özcesi çalışanın başına çorap örme pervasızlığındaki ısrar, sınıfa
doğrudan tehdit, şantaj, gözdağı, itiraz edene de basınçlı su ve biber gazı
olarak yansımaktadır.
Bu
ısrarın içinde ne var?
“Ulusal
İstihdam Projesi” adı altında işçi sınıfına ve emekçilere giydirilmek istenen
deli gömleği elbette. Ve elbette ‘Torba
Yasa’ ile emeğin, tırnak ile diş ile kazanılmış haklarını gasp etmek. Sömürmenin, egemenliği ve tahakkümü
sürdürmenin, daha sorunsuz ve de zahmetsiz gerçekleştirilebilmesi için yasal
düzenlemeler…
Neydi
bu plan? Anımsayalım:
·
Kazanılmış
hak olarak bu güne dek uygulanan kıdem tazminatlarının orta vadede kaldırılması
planı.
·
Asgari
ücretin daha da düşürülmesinin önünü açacak “Bölgesel Asgari Ücret” uygulaması
düşüncesi.
·
Esnek
ve kuralsız çalışmanın, güvencesiz bir iş ortamının koşullarının yaratılması.
·
Taşeronlaştırmanın,
taşeron sisteminin daha kolay uygulanabilir olmasını sağlayacak yeni hak
kayıplarının devreye sokulması.
·
Çalışanın
iş seçme iradesini “Özel İstihdam Büroları”nın insafına devredilmesinin yasal
zemini hazırlayacak kölelik uygulamalarına geçilmesi.
·
Esnek
ve kuralsız çalışmanın, güvencesiz bir iş ortamının koşullarının yaratılması.
İlk
bakışta asgari ücret konusunda aksaklığa uğramış gibi bir yanılsama
yaratabilecek olan sinsi plan, aslında bir bütünsellik içinde, adım adım -tabi
ki yasal düzenlemeleri ile birlikte- hayata geçiriliyor.
İlk
gündem maddesi, kıdem tazminatlarının en iyimser tahminle, kimin, nasıl denetleyeceği
belli olmayan bir fona devredilmesi olan Üçlü Danışma Kurulu, ilgili bakanlığın
bünyesinde “reform” saldırılarını masaya yatırmaya başladı.
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda
onaylanan, doğum yapan kadın işçilerle ilgili olarak kısmi günlük çalışmayı
meşrulaştıran, kuralsız ve esnek çalışmanın da yolunu açan yasa tasarısı,
bizzat Sanayi Bakanı tarafından kutsanıyor.
Şöyle buyurmuş F.Işık: “Hem kadının istihdama katılımını sağlamalı, hem
de çocuk yapmasının önündeki engelleri kaldırmalıyız. Bunu kısmi zamanlı
çalışmayla başarabiliriz.”
Kürt sorununda tabutlardan, “şehitlerden” medet uman, ölümler üzerinden
kirli ve ırkçı siyaset üreten AKP kafası, çalışma yaşamında da, kadınları ve
doğumları kullanarak kötü bir sihirbazlık numarası yapıyor. Yine bunu, tabut
siyasetinde olduğu gibi egemen olduğu yazılı ve görsel basını kullanarak,
kendisinden başka hiçbir insanın konuşmasına fırsat vermeyerek yapıyor.
Oysa -özellikle ilk etapta kadın işçiye-her alanda çalışan insanlara çok
geniş, çağdaş, evrensel haklar getiriyormuş gibi kamuoyuna yansıtılan tasarı
tam bir yanıltmaca, aldatmaca. Bunu,
kadın gerçeğini işine geldiği gibi kullanarak ve laf kalabalığına getirerek
yapması son derece gayrı ahlakidir. Böyle olunca erkek egemen sisteminin
cinsiyetçi, ayrımcı zihniyetinin bir kez daha kendini ele vermesine tanıklık
ediyoruz. AKP iktidarı doğum iznini çarpıtarak,
kadın işçinin kadınlığını, esnek
ve güvencesiz çalışma politikalarına dayanak malzemesi, kaldıraç kolu yapıyor.
Tam bir laf ebeliği ile “çok bebek yap, az ama güvenli, yarı zamanlı
çalış!” derken, doğum yapan kadınlara, onlar üzerinden de tüm çalışanlara esnek
çalışmaya, doğum yapmayan işçiye de
güvencesizliğe zorlamaktadır. Oysa,
tasarıda bir lütufmuş, dört gözle beklenen müjdeli bir habermiş gibi sunulan
“doğum izni”, çalışan kadınların en temel ve en insani hakkıdır.
Sendikaların “ebeveyn izni” biçimindeki istemini dikkate bile almayan AKP
kafası, “analık izni” biçiminde feodal ve cinsiyetçi bir ifade ile daralttığı
doğum sonrası izinle, çocuğun bakımını yine anneye yüklemekle, kadına olan
bakış açısını bir kez daha açığa vurmaktadır.
Bir başka anlatımla, bebeğin/çocuğun bakımı konusunda, sorumlulukları
kadının ve erkeğin eşit biçimde üstleneceği bir anlayış yerine, kadının rolü ‘eş ve annelik’ gibi muhafazakâr bir
bakış açısı ile tanımlanıyor. Böyle
olunca, kadın odaklı hazırlandığı iddia edilen tasarı ile kayıt dışı çalışan
milyonlarca kadın da görmezden geliniyor.
Ortaya çıkan
çarpıcı sonuçlarsa:
·
Kamuoyuna ‘reform’, neredeyse
‘devrim’ olarak sunulan torba yasa tasarısı ile AKP, 2015 yılının ocak ayında
hükümetin açıkladığı Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programını
yasallaştırmasını amaçlaması.
·
‘Yarı zamanlı olarak çalışılmaya başlanan günü
izleyen ay başından itibaren normal zamanlı çalışılması halinde ödenmesi
gereken sigorta primine esas aylık kazanç ya da emekli keseneğine esas aylık
tutarının yarısı üzerinden sigorta primi ve emekli keseneği ödenir’ kesin
ifadesi ile zaten çok uzun olan emeklilik süresinin daha da uzatılması ve
neredeyse kadınlar için emekliliğin hayal olması.
·
Doğum sebebiyle esnek çalışacaklara
ödenecek ücret günlük asgari ücretin brüt tutarı kadar olması. Bu tutar çalışanların
ücretlerinden yapılan kesintilerin toplandığı İşsizlik Fonu’ndan karşılanarak,
işverenin yükünün kamuya yüklenmesi. Tasarının bunun sürekliliğini sağlayacak
önlemleri de içermiyor olması.
·
Tasarıda
Süt izninin kaldırılmasını öngören esnek çalışma ile patronlar kadınlara
yönelik süt izni yerine yarı zamanlı çalışma uygulamasını teşvik edecek olması.
Bebeğin emzirilmesi işleminin, işverenin ya da işveren vekilinin keyfiyetine
göre yer ve zamanda gerçekleşmesi. (Dikkat mobbing uygulaması! Kırmızı alarm!)
·
Doğum sonrası aylıksız izin kullanan
annelerin kademe ve derece ilerlemesinden yararlanamaması uygulamasını
kaldırması nedeniyle olumlu gibi görülen düzenlemenin bundan önceki hak
kayıplarını kapsamaması..
·
İzin döneminde ücret ve prim
bakımından hak kaybı oluşmayacak gibi görülmekle birlikte uzun dönemde meslekte
ilerleme, kıdem alma ve yöneticilik gibi tam zamanlı çalışmayı gerektiren
nitelikli işlerde yükselme olanağı kadınlar için ortadan kalkması.
·
Doğum ve annelik nedeniyle yarı
zamanlı çalışmayı kadınlar için bir tercih olarak sunan düzenleme, kiralık işçi
uygulamasının yolunu açacak olması.
Kamuoyuna neredeyse “devrim” olarak lanse edilen torba yasa tasarı Meclis
Genel Kurulu alt komisyonunda da görüşülüyor. İçeriğindeki maddelerin
belirsizliğinin yanı sıra yanıltıcı, göz boyayan, olanı yok, olmayanı var
göstermeyi başarabilecek kadar ustaca ifadeler var. Anlaşılan hükümet kanadı,
işveren temsilcileri derslerini iyi çalışmışlar.
Konfederasyon ve sendika temsilcilerinin oyuna gelip gelmeyecekleri, hınzırca
hazırlandığı belli olan tuzağa düşüp düşmeyecekleri önümüzdeki günlerde
görülecek. Zira, özellikle sendikal bürokratik anlayışın bu konudaki karnesi,
insanın yüzünü kızartan ibretlik notlarla doludur.
Yakın tarihte, emeklilik yaşının belirlenmesi ile ilgili yapılan
görüşmelerde, sendikaların o günkü iktidarın ayak oyunlarına gelmesinin
bedelini, her zaman olduğu gibi işçi sınıfı ve emekçiler ödemiştir. Yasanın
çıkmasından sonra ortalıkta sorumluluk üstlenen, özeleştiri yapan, medeni
cesaret sahibi tek bir sendika sorumlusu bulunamamıştır.
. . .
Cizre’de
olsun, ODTÜ’de olsun, Şişe-cam’da Urla’da, kıdem tazminatında olsun saldırı tek
merkezden, tek kafadan geliyor. Son günlerde şiddetini arttırması da, İslami
diktatörlüğün kurumsallaşma sürecindeki temponun hızlanmasındandır. Yaklaşmakta olan buzdağı tehlikesine, İslamcı diktanın topyekun saldırısına karşı
topyekun mücadele... Bu da ancak tüm ilerici, demokrat muhalefet güçlerinin,
yine geniş bir halk cephesi içinde bir araya gelmesi, baskıları birlikte
göğüslemeleri ile olası gibi görünüyor.
Hasan Oğuz
Bilgen, 30.01.2016, Soğukkuyu.
hasanoguzbilgen@yahoo.com.tr