21 Mart 2021 Pazar

AMANSIZ AYAZ ZAMANLARI ( 2 )

 

AMANSIZ AYAZ ZAMANLARI  ( 2 )

Mezapotamya'dan bu yana Ortadoğu, Asya, Uzak Asya halklarının ortaklaştığı Yeni Gün kültürü ile örtüşen cemrelerin, günü geldiğinde sırasıyla havaya, suya, toprağa kavuşmak için doğanın kendi içindeki uyumunu bozmadan sabırla beklediği günlerdi.  

İlkyazın erik dallarında yaşama duran. Ve dahi yeniyetme delikanlıların... Gören, işiten ve elbette ki tepedan tırnağa duyumsayan her insanın kanını harekete geçiren.

 



  SAÇ TELLERİ           


 

 

                                              “ Doğum günün kutlu olsun. Mutlu ol senelerce. 

                                                              Boncuktan kuşlar yap. Mutlu ol senelerce..." 

                                                                 
         Yeni Gün’ün kımıltılarını izleyen cemrelerin, günü geldiğinde sırasıyla havaya, suya ve toprağa kavuşmak için, doğanın sürgit ahengini, huzur veren dinginliğini bozmadan sabırla beklediği günlerdi. Çatı kiremitlerinin, duvarların üzerlerinde gezinip, ortalığı kolaçan eden haylaz kedilerin başlarına buyruk zıvanadan çıkıp karşı cinse kilitlenmeleri, gelen ilkyazın patırtılı ancak olağan durumlarındandı. Genellikle vukuatsız, sakin mahallenin köpeklerinin deri tasmalarından boşanalı, düzeni bozuk şu koca dünyada gözlerinin birbirlerinden başka bir canlı görmeyeli hayli zaman olmuştu.

         Soğuk mevsimin kar beyazı örtülerinin erimesini izleyen bin bir tonda yeşilin yanı sıra sarı, turuncu, mor çiçekli ağaçlar da doğada kendine yer açmaz mıydı, kımıldanan günlerde.  Açardı… Dallarında geveze çalı kuşlarının uzadıkça uzayan şamatalı söyleşileriyse, doğrusu ‘ben sevdadan anlarım’ savında olanları bile kıskandıracak cinstendi. Alıcı kuşlar hemen öte yanda, tepelerde, hani şu kavak yellerinin estiği yerlerde… Saçak altlarında sabırlı bir uğraş; adamakıllı, kararlı bir kırlangıç telaşı. Çokça acelecilik, her daim ürkeklik…

          Ve elbette ki ürkek, narin prenseslerimiz.  Zeytinliklerin değişmeyen konukları sığırcık sürülerinin ağaç diplerine yayılmalarına,  çok değil baş hizasından eşlik eden, uzun, kararsız ve titrek alçalıp yükselmeleriyle kırılgan, ufalanmaya, un ufak olmaya hazır kelebekler… Kar beyaz ilkyaz dallarının, nergislerin, mor çiçekli yeniyetme fidanların sevdalıları.  Onlar, o çiçek senin bu çiçek benim sersem sepelek aşk sarhoşluğunun, hafifmeşrep naif sevdaların tadını çıkarmakta, kimliği belirsiz hüzünlü aşkların, yitik hasretlerin üzerinde titremekte…

   

-2-

          Sıcak döşeklerinin tadına varamamış yorgun işçilerin, kendilerini kentin alacakaranlık caddelerine bırakıp uyku sersemi fabrika yollarını arşınladığı epeyce erken bir vakitti.  Gün ışığının, homurtularla sarsılan atölye tezgahlarının ve fabrika bantlarının hareketli parçaları üzerinde yavaşça belirivermesi, yaratan işçi sınıfına mütavazı bir merhabaydı. 

          Tekinsiz bir gecenin içinden gelen yeni günün dinginliğinin, hayatın ilk devinimleri ve sıradan şamataları ile bozulmasına ramak kalmış böylesi tenha bir saatte,  bebeğin ilk çığlığı ışıltılı mart sabahının göz kamaştıran körfez maviliğini yırttı.  Bebekle birlikte gelen güneşin ilk ışıklarının takım tezgahının üzerine bırakılmış çekicin ağaç sapında ve bebek kundağında balkıdığı o gün, dupduru, aydınlık mı aydınlık bir gündü.

          Genç kadın yitip giden sancılı günün son saatlerinden, dayanılmaz yedi bela sancılarla boğuşarak ulaştığı yeni günün ilk saatlerine dek, mahallenin güngörmüş komşu kadınlarının üstelemeleriyle ıkınıp durmaktan yorulmuş, halsiz düşmüştü.

          Bebeğin babası olacak zayıf adam daha kucağına üzerine anne kokusu sinmiş bir bebek almanın, kokusunu içine çekmenin nasıl bir duygu, nasıl bir sevinç olduğunun tadını almaya fırsat bulamadan adımlıyor kaldırımları.  Mozaik kırıntıları ile yapılmış karo taşlı kaldırımlar heyecanlı, çelimsiz ayakların adımları altında hızla tükeniyor.  “Yorulmuş anne kalbi için” can alıcı önemdeki ilacı bulabilmek adına, daha demincek önüne çıkan bıçkın taksi sürücüsünün tarif ettiği nöbetçi eczaneyi bulabilme telaşında; şaşkın.  “Kalp ilacı” bahanesiyle evden gönderilmesinin asıl nedeninin, bebeğin bir türlü gelmemesini, kendisinin o an, orada, evde bulunmasını, "hınzır bebeğin" anne karnından çıkmakta “nazlanmasına” bağlayan boş bir “Girit’li” inanışından başka bir şey olmadığından habersiz…

          *      

          İlk günlerin tatlı telaşı, inişleri çıkışları, keyifli heyecanlı koşuşturmaları sorunları tatlı sıkıntılara, durgun akan ırmağın sessizliği sesli akıntılara dönüşünce, son kocakarı soğukları da aldı başını gitti.  İnsanı, ağacı, börtü böceği ile uzun kış boyunca soğumuş olan ortalığı bir an önce ısıtmak, doğayı tutuşturmak için sabırsızlanan güneşten kaçarcasına.  Arkasına bile bakmaksızın;  filizkıran fırtınasını da takıp peşine. Hoş, her ikisi de yapmıştır ya yapacağını. Gelişmemiş, ta baştan, ilk döllenmeden beri zayıf kalmış meyve çiçekleri dayanamamış, buz kesmiş, dökülmüştür.  Onca genç, yeni, yeşil sürgün kırılmış, telef olmuştur… Özene bezene bezene hazırlanmış bahçe tarhları bozulmuş, yerlerini değişik ürünlerin ve çiçek fidelerinin ekimine bırakmıştır.

          *   *   *  

          Bebek çok derinden kocaman bir soluk alıp verir.

          *   *   *

          Rotatiflerin, bobinlerin aldığı son hızdır. Kimi beylerin hanımağaların ayaktakımından saydıkları işçinin öpülesi elleri sayesinde hiç sıkışmayan, tıkır tıkır işleyen fabrika bantları sabırlı ve doğurgandır. Üretkendir. Sahiplerine bol karlar, çalışanlarına alınteri ve yorgun geceler sağlar. Belediye mezarlıklarının kimsesiz kıyı, kenar köşeleri... Bağrında genç ölülerin yattığı yaşamı çimenin yeşil tonları örter, çiçeklerin renk cümbüşü kaplar kırların dört bir yanını. Mis kokuları, şenlikleri, cümbüşü kente, asfalt boyu fabrika atölyelerine, oradan yoksul varoşlara dolar.


  -3-

          Bebek kımıldanır yattığı yerde. Kocaman, koskocaman soluklanmalarından birini daha yineler.

          Çiçek meyveye, “agu” sesleri dört yanını sevince boğan ‘anne’ sözcüğüne durduğunda bunaltan kundağına hırslı tekmeler atmaya başlamıştır bile.  Bırakın ellerinin kollarının bağlı olmasını, minik bedeninin böyle boydan boya sarılıp  sarmalanması da neyin nesidir?!

          Nasıl da dayanılmaz durumdu!  Berbattı.  Ah, ah!  Bir kez olsun dönebilmiş olsaydı şu mumya giysisinin içinde. Doya, doya gerinebilseydi. Kapana kısılmış kalmış bu halde, şöyle ağız dolusu esnemesinin bile tadı yoktu. Doğrusu, hak vermemek de elde değildi!

          Martın yirmi beşinci gününden o güne değin, derinlerden soluk alıp vermelerin, ciğer dolusu ağlamaların zevkine varamamıştı ya…  Bu yüzden değil miydi, sıkıntılı tepinmeleri, durup durup  iç geçirmeleri?   İnsanoğlunun aynası işti!  Ağlamayan çocuk neye yarar, ne iş görürdü?  O da buna yaraşır davrandı, hakkını verdi.  Bastı yaygarayı bastı tekmeyi; başardı  sonunda. “Tamam, buraya kadar. Yetti artık." diyen,  yerden göğe haklı ve bir o kadar kızgın bir işçinin tutup şalteri indiren eli gibi başardı.

          Gözünü uykudan alamadığı cıvıl cıvıl, kıpır kıpır bir nisan gününde, onu, günlerdir ter döktüğü karabasanın içinden hopbacık çekip aldılar.  Kapatılmışlıktan, kör kuyudan, elinin kolunun, minik bedeninin bağlanmışlığından kurtarıverdiler.  Doğumundan bu yana,  o ılık, tatlı ve yoğun suyun içinden, soğuk kocaman dünyaya ıpılık ve pespembe boşaldıktan sonra ikinci tanışmasıydı adına özgürlük denilen serbestlikleArtık kundak mundak yoktu. Daha o günden anlamıştı özgürlüğün ne denli çekici, ulaşılması çok zor bir şey olduğunu. Ve elbette özgür insan olmanın önemini…

           *   *   *

          Ortalık yerlerdeki bıktıran sürgit kedi hırıltılarının, duvar diplerinde süren kıskançlık hırlaşmalarının evin içine, oradan da bebek odasına ulaştığı,  yokuşun başındaki kedi köpek dalaşının ortalığı tozu dumana kattığı sıcak ilkyaz günlerinden birinde, bıngıldaklı başındaki bir tutam anne saçının epeyce uzadığı fark edildi.

          Annenin genç dudağında bir yiğidin gurbete gitmesi olasılığını konu alan, çok sevdiği o anonim türkü...  Gereğinden fazla dalgın ve dikkatli.  Bebeciğine ve onun geleceğine dair düşlerin puslu, dumanlı ve dalgın havasında zevkle kısalttı anne, kızının tepesindeki uzamış zayıf saç tellerini.  Kendisi de daha çok küçüktü ya. Kundaktan kurtulmanın zevkini çıkaran, neşeli çığlıklar içinde, vitrinlik sevinç ve mutluluk fotoğrafları veren bebeğini, sırtüstü yattığı yerden başının üzerinde evirip çevirirken evcilik oynar gibiydi.  Bu durumda bebeğin soluğu soluğundayken kendi çocukluğu düştü aklına;  zamanı unutup kendinden geçerek oynadığı bebekleri.  Nasıl da mutlu oluyordu oyun tadındaki annelikten.

          Bir tutam saç telinin tıraşlanması işini,  başından beri dilinden düşürmediği türkünün sıla, gurbet ve hasret sözcükleri ile bezenmiş nakaratına vurgu yapa yapa bitirdi.  İçi cız ede ede, kıyamadan kestiği sapsarı telleri tam çöpe atacakken dikeldiği yerde duraksadı birden.

 

-4-

          Mekan aynı mekan, uzayıp giden zamandı. Okunmuş bir gazetenin üzerine biriktirdiği saş tellerini işaret parmağı ile başparmağının ilk boğumları arasında derleyip toparlamaya uğraşır dururken, bu işi ne denli uzattığının ayırtına varamayacak kadar dalıp gitmişti.    Daha demincek patiskadan elde yapılma başlığını düzelttiği, şimdi çok uzak uykuların ılık dünyalarında gezinen bebek de büyüyecek miydi komşu çocukları gibi? Tadını çıkardığı mutluluğu kötü düşlerinin kötü adamlarınca kesilecek miydi? Bebek babasız kalacak olsa?!  Diğerleri gibi alınıp götürülse… Babasız büyümemişti, babasız bir acı hayatı ömrünce hiç tatmamıştı. Babanın olmadığı, hiç olmayacağı bir evde taytay durmak, ilk minik adımları atmak nasıl bir şey olmalıydı?

          İçinde bulundukları yılın eylülü önceki yıllardan farklı olarak, simsiyah bulutları ve insanı irkilten gök gürültüleriyle fettan bir kadın, etekleri paçaları bırakmayan karaçalı gibi girivermişti yaşamlarına. Eylül günleri ve de sonrasında, önceki günleri aratırcasına gelen günler, altüst oluşlarla, savruluş yok oluşlarla, katledilişlerle yaşandı bir bir. Ağırdı, dilsiz ve sağırdı yaşananlar. İç karatıcı ve umutsuzdu her şey. Savunmasızdı, buruktu, hüzünlüydü. Acıtıcı ve kanırtıcıydı.

          Uzayan yollar, caddeler boyunca, çarşı pazar kuytuluklarında peşlerini bırakmayan yalnızlık... Her bir sokağın sonunda, puslu ve uzak kuytuluklarında güvencesiz olma hali.  Her köşe başında boyun eğmemiş firari insanları bekleyen bilinmezlik.

          Hiç yitmeyen, her gün her yerde kendisini duyumsatan, ‘hiçbir yere gitmiyorum, hep seninleyim, ayrılmak yok’ diyen bir güçsüzlük, bir çaresizlik duygusu. Karanlık ve tekinsiz gölgelerde ceberut devletinin soluğu. Ve bu solukla birlikte gelen ölüm. Ama her kavşakta, her dolmuşta, her durakta, her kahvede mutlaka karanlığın cüceleri…  Ayakkabı boyayan, simit gazete satan,  mış gibi, muş gibi yapan, hiç ilgisi yokmuş gibi davranan.  Ne ki sürekli gözleyen, kınında sabırsız hain bir bıçak gibi bıkıp usanmadan bekleyen, hep bekleyen. Her daim hizmetinde olduğu güce bağlılığı gereği, izleyen ve de süzen. Manavda, bakkalda not alan, mahalle kasabından konu komşu ile ilgili ‘ufak tefek’ bilgiler derleyen sadık  uşaklar. Şeker vererek çocuklara sorular soranlar yani... Günün olur olmaz bir saatinde, "çay içmek" gibi bir uyduruk nedenle mahalle muhtarının kapı eşiğine düşen gölgeler.

          Hemen yan sokağında ne olacağı belli olmayan, tuzaklarıyla şeytanlıklarıyla adeta köşe kapmaca oynadıkları, bir uçtan bir uca, afiş, bildiri ve pankartlarıyla, koşarak eylem adımları ile geçtikleri bu kent hiç de tekin değildi.  Karnında bebeği ile genç kadın, onunla birlikte yürüyen hedefteki can yoldaşı, inanılması güç, insanüstü öykülerin bir parçası, hiç de adil olmayan koşullarda direnmenin ve teslim olmamanın ama onurlu bir kavganın canlı birer tanığı, sıra neferi oluverdiler.  

          Kış epeyce zor geçti;  ilkyaza merhaba demek öyle pek kolay olmadı.


          *   *   *

          Bebeği umut ışıklarının pek cılız olduğu, sisli ve ardı sonu belirsiz ortamların güvensiz kollarına, bakır bir sini gibi koskoca bir belirsizliğin ortasına getirip atmaya ne denli hakları vardı?  Çalan her kapı zilinde, yanlarında bir araç apansız durduğunda, kapıları hoyratça açıldığında, bir duvar dibinde, en sıradan her kimlik yoklamasında, her an birilerinin alınıp götürüleceği çok yakın olasılığı karşısında, sabahı belirsiz her ihanet gecesinin kuşkulu, yarı uyanık uykularında, büyüklerinin ortağı olmak zorunda mıydı? 


-5-

          Zoru onlarla birlikte, olup bitenden habersiz, çatışmasız eksilmeden başarma, yaşamı hiçbir şey olmamış, olmuyormuş, olmayacakmış soğukkanlılığı ile sürdürme, yıllar sonra atlatılan tehlike, düşme korkusuyla kıyısından geçilen uçurumlar anlatıldığında onca atlatılan badireyi anlama, hoş görme, onlara hak verme şansı neydi?

          *   *   *

          Kadın iki parmağı arasından mutfak atıklarının tıkıştırıldığı poşete düşmek üzere olan, boş bir kibrit kutusuna konulsa çeyreğini bile doldurmayacak cılız, civciv sarısı saç demetine kilitlenmişken zaman uzadı. Yaşadıkları yer orta yaşı geçmiş apartmanın zemin katıydı. Son günlerde salonunun tavanına yakın pencerelerinden sokaktan geçen insanların kimi zaman yorgun ve sakin, kimi zaman telaşlı ve umutsuz adımları izleniyordu. Boyası dökülmüş eski kamyonetiyle, nakliyecilik işiyle uğraşan komşuları yaşlı amca, bodrum katında yaşayan toy çiftin içlerine kapanık, acemi hallerinden yüz bularak park yeri bellemişti pencere önünü.

          Az da olsa oradan gelen gün ışığının ve yarım yamalak sokak görüntüsünün tamamen kesilmesine karşın, yine de yakınmıyordu hurda kamyonetin kirli karaltısından. İskandinav koltuk takımı ve eski çaput kilimlerle doldurmaya çalıştıkları çıplak salonun yoksulluğunun görünmesini engelleyecek kalın perdeleri, tül perdesi yoktu. Eve taşındıklarının haftasında, kocasının nereden getirdiğini bilmediği tozdan sertleşmiş, kir ve sigara dumanından yapış yapış sentetik büro perdelerini çocukça sevinçle asmıştı. Geldikleri yerde bunlar da yoktu ki.  

          Ortamına ve komşularına alışmaya çalıştıkları, hep tetikte ve kuşku içinde oldukları bu kente, insanlarının birbirini tanıdığı, tanımasalar da karşılaştıklarında birbirlerine selam verdikleri, öyle her an tedirgin ruh halinde olmadıkları, aranma durumlarından dolayı uzun süre kalmak zorunda oldukları, kasaba görünümlü bir Anadolu kentinden gelmişlerdi. Mücadeleleri ile birlikte yaşamlarını da birleştirdikleri ev, tipik bir bekar eviydi. Sokağa bakan tek odanın eskimiş tül perdesine sigara ateşi ile 'Ali Gel' yazılmıştı. O evde ve o evin dışındaki taşramsı dünyada insan ve duygu merkezli soluk soluğa yaşanan trajikomik öyküler, yokluğa, soğuğa ve karanlığa karşın yaşamın ve ölüm duygusunun paylaşılması, birliktelikler, omuzlaşmalar görülesi idi.

          Kamyonet birden kesik kesik öksürdü; çamurlukları, tamponu düşecekmiş gibi sallandı. Zorlukla, güç bela çalışmasıyla birlikte, ilk marş hareketinde olduğu gibi tekrar homurdanarak sarsıldı. Sonra yaşlı gövdesine ve eskimiş modeline aldırmaksızın, çaptan düşmüş yaşlı bir aslan gibi de olsa, tüm heybetiyle kükreyerek sokağın amansız yokuşuna meydan okudu. Evin kaldırımla bitişik pencerelerin camlarının titremesi bebeğin pembe yanağını yalayınca, derinden bir iç geçirip anne kucağının güvenli sıcaklığına iyice yerleşti.

          Sokakta yaşanan hareketliliğin gölgeleri kamyonetin yokluğu ile salonun ortasına düşünce, kadının gözleri kamaştı ışıktan. Oracıkta kucağında bebek kalakalmış durumda gözkapaklarını kırpıştırırken, kamyonetin ulaştığı caddeden yükselen ısrarlı, inatçı siren sesleri yüzüne yansıdı. Daha demincek, geldikleri taşra kentinin insanlarının sıcaklığını anımsadığında aydınlanan çehresine tekrar kurşuni bir sis perdesi inmiş gibiydi. Sokağın caddede bittiği yerde yanardöner tepe lambasının tekdüzeliği, telsiz anonslarının belli belirsiz, kesik cızırtıları zaten bulutlanmış düşüncelerini iyiden iyiye bulandırmış, içinden çıkılmaz, karmakarışık etmişti.


-6-

          Ellerinde titizlenerek tuttuğu bir tutam saçın bulunduğu gazete parçası ile dikilmeyi sürdürürken siren sesleri kentin uzak semtlerinden birine doğru aktı gitti.

          Oracıkta kalakalmışlığı, devinimsizliği, kararsızlığı, sokağı ifadesiz ve boş bir yüzle dinlemesiyle gülünecek bir halde olmalıydı. Anında ne sirenlerin ve mekanik anonsların rahatsız eden sesi, ne tepe lambasının tekdüze, dairesel hareketlerle beyninin kıvrımlarında yankılanmasının yakıcılığı işitilmez, duyumsanmaz olmuştu. Bebeğin keyifli mırıldanmaları, tavanda dönen oyuncak kuşun ve kelebeklerin gölgelerini görmüş gibi heyecanlı çırpınışları, beni boğumlarımdan öp, ısır diyen el kol hareketleri içini az da olsun rahatlatıyordu. Onun eski yer minderinden bozma yatağında sağlıklı görüntüler vermesi, kendi halinde “agu”lar çıkararak oyalanması, tavanda uçuşan kuşları, kelebekleri yakalama gayreti mutlu, umutlu, sıcak esintiler yaratıyordu evin içinde. 

          Böylesi rahat, telaşsız anlar kendisini dinlediği, dışarının onca güvensizliğine, uğursuz uğultularına, iç karartıcılığına karşın, ileriye dönük basit, sıradan, umutlu düşler, düşünceler üretebildiği nadir anlardı.

          Dakikalardır elinde tuttuğu gazeteyi katlayıp mutfaktaki içleri eşya dolu kolilerden birine sokuşturmadan önce içindekileri parmağı ile toparladı, tek bir saç telini diğerinden ayrı bırakmadan demet yaptı. Günlük alış verişlerinin çetelesini tuttuğu bloknotun günü geçmiş yapraklarından birine özenle sardı. Sonra küçük kağıt ruloyu boş kibrit kutusuna yerleştirdi. Döndü; mutfak olarak kullandıkları evin küçük bölmesine yöneldi. Kap kacak ters çevrilmiş mukavva kolilerinin üzerine dizilmiş, altlarına da gazete kağıtları serilmişti. Bulaşık yıkama işi, taş karo zeminde yine gazeteler üzerinde, pembe plastik tasın değerli katkıları sayesinde hallediliyordu. Tüm eşyalar burada yerlerde, kutular, koliler üzerinde filan bulunduğundan avucundaki kibrit kutusuna o dağınıklıkta uygun bir yer bulamadı.

          Bu sıkışık mekanda tencere, tabak, çaydanlık, piknik tüpü ve üzerinde duran bebek bezlerinin kaynatıldığı bakır çamaşır kazanın dışında her şey rahatlıkla çöpe gidebilirdi. Dolapsız, rafsız, bankosuz odanın ortasında çaresiz bakınıp dururken, ortak akılla ‘dikiş kutusu’ görünümü verdikleri ayakkabı kutusunu anımsadı.

          En değerli özel eşyaları o kutudaydı; evlenme ve nüfus cüzdanları, birkaç basit yüzük, kolye, en önemlisi, üzerinde hiç konuşulmayan dolaylı yöntemlerle, tanımadığı dost eller yardımıyla kendisine ulaştırılan annesinin hediyesi olan tek bileziği. Kutunun asıl varlık nedeni bazı önemli belgeler de, bu detaylar arasında gizlenmeye, gözlerden ırak tutulmaya çalışılmıştı.

          Hani, bir gece ansızın evi terk edecek olsalar, ‘dikiş kutusunu’ da yanlarında götürmeleri, kesinlikle evde bırakmamaları gerektiği, önemsiz bir konuymuş gibi, yakın dostlar tarafından söz aralarında dillendirilmişti.  En uygun yer, ‘yangında ilk kurtarılacak eşya’ olduğu ima edilen bu karton kutu olmalıydı. Saç tellerinin bulunduğu kibrit kutusunu kutsal emanetlere uygun bir tören havasında yerine bıraktıktan sonra, çiçekli parlak kumaşla kaplanıp süslendirilmiş kapağını, dışarının sokaklarından, caddelerinden yükselen kent uğultusunda, uzak yerlerde neler olup bittiğinin merakı içinde usulca yerine yerleştirdi.


-7-

          Şu an günlük koşuşturmaların, kanıksanmaya yüz tutmuş çatışmaların, gerginliklerin tam bu saatinde, bilmediği bir yerlerde onu tutmuş götürüyor olabilirler miydi?  İnsanların tıkılıp balık istifi tutulduğu, dikkatlerden hayli uzak, masumane bir binanın kusmuk kokan, pis bir köşesinde hışımla çökmüşlerse üzerine, soluksuz bırakmışlarsa hoyratça. Kurşun gibi ağır, sıkıntılı, bunaltan bir günün akşamında, bir kez daha olsun güvenli evine, bebeğine dönebilme umudunu beklemediği bir zamanda, kalabalık bir belediye otobüsünden inerken aniden kesmişlerse yolunu bıçak gibi.  Olur da, apansız doğru çıkarsa?!  Konusu geçtiğinde dostlar tarafından gereksiz ve saçma olduğu yinelenen, gülünen tüm bu hayaller…

          Her fırsatta esprili ve tatlı alaylara alınan "yanlış, yersiz", "kadınca kuruntu"ları. Ya düş ya da kuruntu değilse hiçbiri?!..

          *   *   *

          Bebek sessiz sakin, derin uykularda. Aşağıda, sokağın caddeye ulaştığı köşe başında, kapıları açık bırakılmış askeri bir araç, hemen arkasında, perde aralığından sayılarını, kılık kıyafetini tam olarak seçemediği tekin olmayan, kuşkulu gölgeler, gergin bir kalabalık… Gözleri arada bir iç geçiren bebekte.  Perde önünden usulca çekilip, girişe doğru yöneldi. Yüklenilse açılıverecek, eğreti ahşap kapıyı kontrol etti.

          Sabahın uykulu erken saatlerinde,  gecenin ilerleyen, ayak patırtıları ile hareketli, koşuşturmalı anlarında, gidenin ardından, hep birilerince uyarılmış meraklı komşularının işitebileceği endişesi ile usulca çevirdiği kilidi yokladı. Gidenlerin ardından dayayıp kulağını dakikalarca, yoruluncaya dek sokağın sessizliğini içine çekişini anımsadı. En küçük kedi tıkırtısını, bekçinin düdüğünü, sonra da ıssızlığın ortasında kendi ürkek soluğunun ayırtına varışını… Kurtarınca kendini gecenin dinginliğinden, kendi yürek sesinden irkilirdi bu kez. Çıplak, taze ayaklarının parmak uçları üzerinde dönerdi bebeğine. Kollarına alır, sarılırdı; ısınmaya çalışırdı.  Savrulup döküldüğü, darmadağın olduğu, yorulduğu benzer günlerin benzer gecelerinde bebeğin, aynı anda kusursuz ve güçlü babası olmaya hazırladı kendini.

          Yana kaymış pamuklu bezden başlığın kenarından görülen, ince tellerin diplerinde pudra kalıntıları belirgin minik başının bıngıldaklı kokusunu soludu, içine çekti uzunca süre. Uykusunu bölmekten çekine çekine, kulak kesildiği sessizliğin ağlamasıyla bölünmesini hiç ama hiç istemeden. Aklına düştü yine bir tutam saç… Ayakkabı kutusundaki saç tellerini saklayan kibrit kutusu gözüne her iliştiğinde, ona, yokuş sokağın bodrum katındaki mutfaksız evi anımsatacak, yüreğini daraltacak olursa?!  Ne yapacaktı?  

           Yaşam bir yanılsamadan, bir şakadan ibaret olsa belki daha yaşanılır, daha katlanılır olurdu her şey. Ne ki, yaşam gerçekti. Gerçek olduğu kadar yalın bir oyundu. Yazılışıyla, oynanışıyla, oyuncularıyla, yolcusuyla, yoldaşıyla… 

           Yaşam, tüm yaşananlarıyla, çekilenleriyle, bir daha konuşulmamacasına, bir daha hiç anılmamacasına üzeri örtülen, gizlenen olaylarıyla, gerektiğinde öncelikle korunması gereken bir “Dikiş Kutusu”nun ta kendisi idi. Asıl olan, onun yaşamın olası yangın anlarında çok özel eşyalardan önce alınıp kurtarılabilmesinde, içinde saklı olan değerlerin korunup kollanıp, hakkının verilmesinde, insanlığın yararına üretken alanlarda kullanılabilmesindeydi. Ve can kuşu buruşmuş bedende yaşlandığında geçmişe dair güzel ve onurlu şeyler bulunabiliyorsa, her şey daha renkli, daha anlamlı, anmaya ve anılmaya değer olacaktı.


-8-         

          Dupduru bir mart sabahında, Ege insanının gözlerini kamaştıran Ege maviliklerini boydan boya yırtan bebek ağlamasının ve ardı sıra gelen ağır eylül günlerinin üzerinden dolu dolu yaşanmış otuz beş uzun yıl geçmiştir. Çetelesi tutulmuş, tek tek sayılmış, notu tarihe düşülmüş, eksiksiz, abartısız, zaman zaman fırtınalı kavgalı, ama yalansız dolansız yaşanmış otuz beş kara kış. Kocakarı soğukları Çatalkaya’lı kente otuz beş kez gelip otuz  beş kez gitmiştir. Ve her defasında hoyrat filizkıran fırtınasının insafına terk edip vişne, kiraz, erik ve çağla bahçelerinin savunmasızlığını.

          *   *   *

          Dikkat çeken renkli mektup zarfının içinden, arkası anneye yazılmış siyah beyaz bir Yılmaz Güney kartpostalı çıkmıştı.  “Yarına uzanmış bir dal gibi uzuyoruz” diye başlayan ve “…bitip tükenmeyen, yok edilemez umudumuz.” diye biten.  Bir de babaya yazılmış bir kısa mektup... Bir şişe suyu başına diker gibi heyacanlanarak okudu kendisine yazılanları.  Mor renkli zarf şeffaf bantla kapatılmıştı.  Yırtılmasından korkarak ve dahi o denli titizlikle zarfı açarken baba, yakın gözlüğünün yardımıyla bantla birlikte zarfa yapışmış uzun, sarı bir saç telini gördü. Durdu.  Daha yakından, daha yakından baktı. İnceledi.

           Sonra... “Bak”dedi, bilgisayarından başını kaldıramayan, işin doğrusu kendisi gibi küçük ve basit ayrıntılarla uğraşacak pek zamanı olmayan eşine: “Kızım bana saç telini de göndermiş!.. "

         “Hadi oradan”dedi, göz ucuyla kadın. Dayanamayıp, bakmak için isteksizce zarfı eline alırken: "Aptal kızın, dalgınlığından ve beceriksizliğinden olsa gerek, saçlarını da telef etmiş bilmeden. ”

         “Hayır”dedi baba, “Öyle değildir, öyle olmamalı. Burada, satır arasına ustaca gizlenmiş bir ileti, çok ince bir ayrıntı olmalı. Bu öykü böylesine basit, bu denli duygusuz ve de sıradan bitmemeli.”


                                                 Hasan Oğuz Bilgen, 25 Mart 1980, Yapıcıoğlu-EŞREFPAŞA.


https://alibabadanmasallar.blogspot.com/2020/03/amansiz-ayaz-zamanlari.html?fbclid=IwAR0I-KuLepU4JDL0-DQFt6EwOLJnLso6jHJQzN9o5KjkTnUwYLWIN3LpOwo

 


14 Mart 2021 Pazar

BU GÜN SAĞLIKÇILARA DA, MATEMATİKÇİLERE DE HELAL HOŞ OLSUN.

 

BU GÜN SAĞLIKÇILARA DA, MATEMATİKÇİLERE DE HELAL HOŞ OLSUN.


Matematiğe aklı ermezdi, tıp bilimine hele hiç...

Ol nedenledir ki, diğer Anadolu yoksul çocuklarına karşın, hasbelkader okuduğu yıllarda -özellikle de matematiği- ilk gençlik günahları kadar hiç sevmediği, hatta ondan öcü gibi korktuğu da olmuştur. Bu samimi itiraf, sokağa çıkma yasağının hınzırca delindiği günün erken bir vakti, serin bir bahçe sohbetinde edildi.

Hep bu yüzden değil miydi, "şu gözü çıkacısa" para sözünün her geçtiğinde, dahası talihsiz para hesaplarının yapıldığı anlarda dilinin dolandığı, kıt aklının karıştığı?  Ezberlerini unuturdu... Namı diğer çarpım tablosu muydu neydi? Kuşça aklı arapsaçına dönerdi. İtirafında bile kan ter içindeydi:  Noktası virgülüne "İnan olsun, şu an matematikten tahtaya kalkmış gibiyim." 

.  .  .

Bu gün 14 Mart'mış, takvime göre... Devlet erkanının abartısız "ne haliniz varsa görün, ne ki şu salgın belasını önleyin'" dediği, günah keçisi durumuna düşürülen sağlıkçıların "Tıp Bayramı".  

Öyle sözü dolandırıp uzun uzadıya değil;  son bir yıl içinde yaklaşık dokuz yüz sağlık emekçisinin, muktedirlerin (erken aşılarla, her gün yaptırdıkları testlerle v.b.) fellik fellik korunduğu şu can pazarı günlerinde ziyan edildiği, yitirildiği bir pişkinlikten, bir edepsizlikten söz ediyoruz. Şimdilerde Arapçası dilimize yerleştirilmeye çalışılan tıklım tıklım bir kepazelikten.

.  .  .

14 Mart, aynı anda Dünya Pi Günü... Bir anlamda da matematik ya da matematikçiler günü anlaşılan.

Kaçamak bahçe itirafında ter döken içten dostumun öldür Allah anlayamadığı konu.

Emekli Rıfkı amca bir sonraki maaşının yolunu asker yolu gözler gibi gözler, kara kara düşünürken... Daha geçenlerde günlerini kutlarken "günlerini gösterdiğimiz" kadınlarımız, tekinsiz kuytuluklarda kuşça canlarını canhıraş kurtarmaya çalışırken... Atama bekleyen kardeşim, bedenine dayanacak sağlam İngiliz ipi denk getirme çılgınlığındayken. Bunca işsizlik, yoksulluk... Pi sayısını anladık; 3,14 de...  Dillere pelesenk olmuş deyişle "zor dönemeçlerden geçtiğimiz şu günler"de, ne idüğü belirsiz hesaplarla kim vurduya giden enflasyon neden hala tek haneli, sözlü sınavında sıska dizlerin titrediği matematik öğretmeni?  

Kabul et ya da etme; "çok naz aşık usandırır"sa, ya sözün uzunu ?!  

Kitabın orta yerinden:  Egemenler hiç birimizi sevmiyor... Ne, canı pahasına kendini ateşe atan sağlık çalışanını, ne de hesabı doğru yapan ve dahi doğru hesaptan şaşmayan matematikçiyi...

Bu gün 14 Mart"sa... Sağlıkçılara da, matematikçilere de helal hoş olsun.


Hasan Oğuz Bilgen, 14.03.2021. Boğaziçi-Cerrahpaşa.