2 Nisan 2017 Pazar

AKŞAMDI… DELİ YAĞMUR VARDI.

                                    AKŞAMDI… DELİ YAĞMUR VARDI.

Yaşamın ancak çok özel koşullarında, bilinmez belki şeytanın ayrıntılara karışması durumlarında gerçek olabilecek bir hızla… Adeta doludizgin… Böylesi çok gerilere, bebekliğe gidişi mi yaşıyordu son günlerde?  Bu muydu; böyle bir şey miydi belli bir yaşa gelenlerin dillerine doladıkları yaşlanmak denilen şey?

Hani insanın düşlerine sığdıramayacağı, hatta yakıştıramayacağı ölçüde kabuslarla, vıcık vıcık terli yapış yapış, sıkboğaz karabasanların ağır çekiminde geçen gecenin sabahında tüm saçın beyazlaması, insanın pamuk dede oluşu vardır.  Üstesinden gelinesi pek olanaklı görünmeyen sonuçlara, altüst oluşlara yol açabilecek olası bir yaşamsal kararın öngününde bocalarken daralan insanın hemen oracıkta, gözlerimin önünde erimesi, yığılması kalması, umutlarının ortalığa dökülmesi.  Saçılan istekler, beklentiler… Bunlardan geriye kalan ruhunun devasa boşluğunda upuzun ama ağır salınımlarla gidip gidip gelmesi…

Onun insanı düşündüren, kuşkulandıran şüpheli halleri neydi?  Benim Karadeniz’de batan gemiler mealinde takılmalarıma kendine özgü ciddi bir refleksle katarın son vagonundan yakalıyor.  Kendine, soyadının Mavioğlu olduğu kadar inanan duruşu ile gözlerini gözlerime dikip gür kaşlarının altından gülümsüyor. Akşamın bir vakti, derin göller örneği durgunluğunu, öyle dipsiz dalgınlığını bir an kontrolü yitirip ele vermemişçesine yüzündeki bulutlanmayı dağıtmaya çalışırken önüne bakıyor. Yüzünün kimi yaşlı çizgilerinde belli belirsiz uçuşan çocukça ve muzip gölgeler… Günbegün incelmesi, kırılgan bir bahar dalına dönüşüvermesi, beden sağlığındaki kara gölgelerle inadım inat didişmesinden, ahir ömründe kendi kavlince bir çıkış aramasından mı?

Çok değil, daha birkaç yıl önce dimdikti.  Konuşması, oturuşu kalkışı, ağız dolusu gülüşü, özcesi yaşama bir bebeğe sarılırcasına sarılışı, kendisine ve başkalarına sahip çıkışı nasıl da kanlı canlı, nasıl da olması gerektiği gibiydi?  Sahiplendiği ve ciddiye aldığı yaşama, o an bulunduğu koşullar ve mekan ne olursa olsun her daim bilimin ve bilginin penceresinden bakmış, bu tutumundan asla ödün vermemişti. Değişime açık devingen, gözleriyle yüreğiyle ışıltılı, kıpır kıpırdı.  Anımsıyorum da…  Bir önceki görüşmemizi düşünüyorum;  henüz altı ay bile geçmedi üzerinden!?

*  *  *
Diyelim ki hiç tanımıyorsunuz onu… Hakkında;  yani onca yaşadıkları ve yaşamak zorunda bırakıldığı olmaması gerekenlerle ile ilgili hemen hiçbir şey bilmiyorsunuz.


  - 2 -

Daha demincek tanışmışsınız. Bunca yaşınızda ilk kez ayırtındasınız insan yüzünün ancak bu denli bulutlu, gönül dünyasınınsa bu denli sırılsıklam yalnızlıklar içinde olabileceğinin.  Hareketlerindeki ağırlığının, iletişimdeki iştahsızlığının, çevresine karşı kopukluğunun, kesikliğinin, uzaklığının ve de erişilmez uçurumlarının yaşı ile ilintili olabileceğinin düşünüyorsunuz haklı olarak. Sisli ve mavi nazar edişleri, uzun süreler kımıltısızlığı, üzgün gözlerinin hüzünlü kırpışları sizin de içinize dert olacak biliyorum. Kestiremediğiniz, kestirebilmeniz pek de olası görünmeyen bilinmeyen derdine ortak olabilmeyi, insan oluşunuzun derinliğinden gelen telaşlı bir arzu ile istediğinizi duyumsayacaksınız benim gibi.

Elbette ortak duygularımız birbiri ile aynı olmasa da, ben de benzer duygu selleri içindeyim son günlerde.  Az ötemde, ahşap sandalyeye eğreti oturmuş, dakikalardır sessiz sakin duran yaşlı bilmeceyi ne yapsam çözemeyeceğimi bilişimin tatlı telaşını yaşıyorum.  Bu yüzden, biraz korku biraz da endişe ile sokuluyorum ona iyice. Karşılıklı oturduğumuz sandalyelerden dizlerimiz birbirine değdi değecek…  

*  *  *
Yılların eskitemediği bir kol duvarı heybeti ile böyle sağır dilsiz, böyle gereğinden fazla gururlu, alıngan duruşu giderek yaşlanmasından değil.  Bilerek böyle yapıyor, inceldiği yerden kopsun tarzında bir diretiş sanki.  Son günlerde, hiç hak etmediği insan ilişkileri ile karşı karşıya bırakılarak ruhunun ve umutlarının nasıl insafsızca karartıldığının pekala ayırtındayım…  Kırılgan, ince dünyasının koyaklarındaki düşlere, akıllara sığmaz depremlerin.

Son birkaç ay içinde yeşil bir dal gibi kırılmaları, kim bilir kaç parçaya bölünmeleri yaşamışlığının, daralmalarının, gerçek anlamda kendisini kahretmiş oluşunun sessiz, uzak tanığıyım.  Görev yaptığı otuz yıl boyunca, memlekete onlarca, yüzlerce, her biri diğerinden değerli, iş güç sahibi insan yetiştirmiş bir eğitim emekçisidir o… Sicilinde en küçük bir olumsuzluk bulunmamasındandır;  vergi memuru öz oğlunun zimmet olayından, yine özbeöz kızının mal melal derdine düşmesinden etkilenmesi.

Onu çok iyi tanıdığımı sanıyorum; bu nedenle konuşmuyor, dipsiz kuyulardan ses gelmiyor.  Yanıtsız bırakıyor sorularımı kaçamak yaparcasına. Öncelerinde olduğu gibi, şimdilerde de kaçak güreşiyor ustaca.  Kısadan kestirip attığı tümcelerinin ardından sadece gülüyor.  Utangaç.  Ara ara, gözlerimin içine içine bakıyor, tepkimi önemsediğinden anlamaya çalışıyor besbelli…    


  - 3 -

Dalgalarla, çığlık çığlığa kar beyazı martılarıyla coşan masmavi denizlere, deli mavi camgöbeği denizlerin uzaklardan, tepelerin tepelerin ardından bakılıverildiğinde sıra sıra dizilen, uzayıp giden düzensiz dalgalarının köpük köpük, derlenip toplanmış pamuk yığınlarına dönüşmesine ve aynı dalgaların tepe noktalarından uçuşup göğe ağan, serin su zerreciklerinin ufukta gökkuşağı oluşturmasına benziyor gözlerinin parlaması.  Sonra tekrar kara bulutların ağırlığı çöküyor üzerine.  Sanki tükenmekte olan bir güç kaynağı, son bir umutsuz devinimle, son bir gayret, ancak olağanüstü ve hiç beklenmedik bir biçimde, sanki son kez aydınlatıyor yüzünü…  Her ne oluyorsa olsun, neye benziyorsa benzesin;  yıllanmışlığına yorulmuşluğu karışmış bir insanın yüzü duruyor tam karşımda.

Çok tuhaf…

Garip, hatta şüpheli bir hali var. 

Ne yapacağını, ne yapmak istediğini, gözkapaklarını bir daha açmamacasına kimin yanında kapatmak niyetinde olduğunu kestirebilmek güç.  Ne onun sabır taşını çatlatan yontu sessizliği, ne öldür Allah sorularımı yanıtsız bırakışı, ne gözlerini hiç beklemediğiniz bir anda size dikmesi, ne de, kimi kez gözbebeklerinden belli belirsiz mutlu ve muzip bir pırıltının uçuşması içinde boğuştuğu duygu seli ile ilgili en küçük bir ipucu veriyor!..

Pes etmeye niyetli olmadığı yüreğinin fırtınaları, -geçmişi bıraktık- geleceğe dönük hesaplarındaki altüst oluşlar sürüyor mu, hala savurup atıyor mu dört bir yana?  
Yoksa dinmeye, durulmaya yüz mü tutmuş, yoksa iyiden iyiye bitirmiş mi yaşlı dünyasının işini?  

Ya da, son kez kasıp kavurması, kaldırıp yere çalması göz açıp kapamak denli yakın mı?  
Bu uzayan sessizlik, “o” sessizlik mi, hani fırtınadan, hani yıkımdan önceki dedikleri.  Çözemeyişim, üzmekten öte korkutuyor, telaşlandırıyor, içimi yakıyor.  Hemen karşısında böyle, yine siyah önlüklü öğrencisiymişim gibi otururken açıkta kalmış sinir uçlarına dönüşüm bu yüzden. Gereğinden fazla hassas, işini bilen iki yetenekli cerrah parmağının arasında balkıyan neşterin, neredeyse kendi ağırlığı ile usul usul, keyifli keyifli çizmesi nasıldır? Sürgit ipincecik, dümdüz, ılık ılık… Uzanıp kalmış, bırakın kendisini savunmayı olduğu yerde yekinmekten aciz bedeni kanatması nasıl gelir insana?

Sonra derinleşse kesik;  yaydığı sızı daha duyumsanır, kesi boyu boncuklanan kanın rengi daha görülür olsa!  Kırmızı sıcak iz uzadıkça acısı nasıl da daha yakıcı, anbean nasıl da dayanılmaz gelir insana!


  - 4 -

Hemen yanı başınızındaki, size sevmekten öte yakın insan yok oluverse aniden… Kararsız, belirsiz bir duman gibi silinip gitse hayalinizden gülen yüzü.  Simsiyah dehlizlerin, dipsiz uçurumlarında ağır ağır körelen bir ışık gibi sönse.  Tekneye çekme telaşı ile kavradığınız bileği, kollarınıza söz geçiremediğiniz, tükendiğiniz yerde son anda avuçlarınızdan kurtulsa. Suda kırılan ışıkların görme yeteneğinizi bozan, türlü prizmatik oyunlar oynadığı, hiç tanımadığınız bir denizin ortalık yerinde sizi yanılta yanılta, gözlerinizin önünde mavikara dibe doğru süzülse…

Bu acıya, yokluğuna dayanamam.

Bunca olup bitenler, yaşananlar düş olsa, ya da sadece bir yanılsamadan ibaret olsa düpedüz.  Kendi iç sesimden kendim ürperiyorum;  bir yandan da kendimi upuzun dik mi dik bir merdivenden sırt üstü kayarken düşlemekten alıkoyamıyorum. Böyle bir mekanı düşlüyorum;  korkularımla son hızla düşüyorum, ona beslediğim, aslında ondan gelen sevgiye, son bir tutam umut ışığına tutunmaya çabalayarak.

*  *  *
Aylar sonra onu bulmuş, “bir gece olsun kemiklerini ısıtması” ve de birlikte iki tek atabilmek için konuğum olması konusunda ikna edebilmişken… Ona, kafasından geçenlere, kızgınlığına, öfkelerine dokunabilmeye bu denli yakınlaşabilmişken, tüm bu nedenlerin birleşiminde nokta koymamacasına konuşmam gerekirken tek sevgi sözcüğünü esirgiyorum ondan.

Alabildiğine, kınanabilecek ölçüde bencilim. Rüzgarlarımı dışa vurasım, paylaşasım yok.  Yaptığım onunkinden farklı değil;  ne ki onun haklı ve geçerli nedenleri olmalı. Adamakıllı gerekçeleri… Alanı belirsiz etkileşimlerinden çıkarabildiğim tek sonuç, kararlılığı, kafasına koyduğu bir şeyi yüreği titremeden yapacak kadar yeterli cesareti olduğu. Hastane odasında, doktorunun olmazsa olmaz dediği yeni serumları yedeğine almışken, o pirinç uçlu emektar dolmakalemiyle son noktayı koyuverirse?  Çalıştığı yıllardaki alışkanlıkla, bir gün olsun bıkkınlık getirmediği günlük planlarını bitirircesine, son günlerdeki kızgınlığıyla yaşam planını da sonlarsa. Ardı sıra içimde bırakacağı boşluğun sızısı neler yapar?  Yüreğimi burkan şey böyle soruyor;  ısrarla yineliyor:

Katlanabilir misin? 

Ölümü, insanın sonunun gelip dayandığı o anı anlarım, ne çare ki hangi araçlarla, nasıl dayanılabileceğine akıl erdiremem.  


  - 5 -

Söz geçirmeye çalışıyorum kendime;  yaşamın en doğal yasasını, doğar-yaşar-ölür gerçeğini kabullenmenin bedeli ne olabilir?  Hiçbir şey… Giden gittiğinle kalıyor, bu hep böyle oldu. Geride kalanın yaşamı adına ölüm denen boşluğun loşluğundan ve soğukluğundan habersiz sürüyor. Gidenin gittiği ile kaldığı tekerlemesinin pek hoşa gitmeyen, itiraf edilmesi zor olan açıklaması böyle bir şey… 

Neşterin kaskatı gömülüp kaldığı yerde kan köpük köpük.  Ölümcül yara!  Alınan son nefes, irili ufaklı kabarıp sönen onlarca baloncuklar halinde bu kesikten mi boşalacak?

Kasmışım kendimi oturduğum yerde; içim dünyam gerilmiş, elimden bir şey gelmemesine takılmış kalmışım. Ya giderse... Basıp gitmekle kalmaz, gittiği yerde ölür kalırsa?!  Hani inadım inat, göstere göstere olursa tüm bunlar.  Uzun zamanlar dağ köylerinde bir başına nice fidana can suyu vermenin, pırıl pırıl genç beyinlerin yüzlercesini biçimlendirmenin, yetkinleştirmenin gönül rahatlığı, ahırdan bozma dersliklerde eğitim sorununun üstesinden gelmenin, bilgiyi yaşamla sınamanın ve de yaşama geçirmenin gönül rahatlığı ile vazgeçse canından…

“O kadar işte, o kadar.”deyip, yüzüstü bıraksa onca dünya nimetini, sıska bir söğüt dalı gibi kalmış sağlığını bile hatta. Beni de aramaz sormaz, inanırım. Gönlüm yıkılır, eşini benzerini görmediğim, göremeyeceğim felaketlerimi yaşarım.

*  *  *
Onu içten yıkanlara… İnandığı insanlık değerlerinden, yüreğinden, vicdanından yaralayanlara duyduğu kızgınlık nasıl da sitemsiz. Duruşu, kaş altı bakışı, beden dili, şikayetsiz konuşmaları, sonra derin sulara dalıp gitmeleri, bir inceden kırıklığı, hepsi de birbiri ile benzersiz uyumlar içinde: Tatlı sert. Günün son yorgun saatlerinden zor bir vakitte bana ulaşabilmek için evdeki telesekretere konuşmak, oraya not bırakmak zorunda kalışından bu mekanik yöntem dışında, kendisi için daha kolay kestirme bir yol bulunmamasından oldukça rahatsız.

Öncekilerde olduğu gibi, bu kez de bununla ilgili rahatsızlığını yine üstü kapalı, sıra ve yatakhane arkadaşının oğlunu kırmamak için hayli dikkatli, ama yine de kendine özgü kısa ve özlü sözcüklerle ifade edecek büyük olasılıkla.  Akşamın geç saatinde telesekretere bırakılan not, çok kısa ve yeterince net:   “Olmadı”, “Plazma yokmuş… Lokaldeyim… O kadar.”

Bu “o kadar”ın içine, “şu an bulunduğum yerin neresi olduğunu bal gibi biliyorsun, dilersen gelip alırsın. Ya da çeker giderim, canın ceheneme…” anlatımlarının ustaca


  - 6 -

sıkıştırıldığının elbette ayırtında idim.  Başkasının ağzından çıksa ortalığın kırılıp dökülmesine neden olabilecek bu sözcükler “o kadar”ın içine öylesine incecik, hesapsız kitapsız, öylesine ustaca ama bir o kadar da planlanmaksızın, tek bir sözcüğe bu denli sessiz sitemsiz anlamlar yüklendiğinin ayrımına varılmaksızın gizlenmişti ki.

*  *  *
Telefon ahizesini kulağımla yukarı kaldırdığım omzumun arasına sıkıştırmış ve de işaret parmağımı telesekreterin ‘tekrar’ tuşundan ayırmaksızın, alelacele bırakılan sabırsız notu cihaza yinelettirerek, bir kez daha, bir kez daha dinliyorum. O mekanik iletideki ‘o kadar’ın ağırlığını, gücünü, tuhaf sertliğini yüreğimin en ücra köşelerinde kendi halinde, sersefil gezinirken yakalıyorum. Aynı anda, o çok kısa ve yinelenen dinletinin içimi ne  menem acıttığının, bir yerlerimi hoyratça kanırttığının yakıcılığı ile irkiliyorum. Beni paylayan, kendinden emin o tok sesin kendisine özgü vurgusu, söylemindeki asalet, aynı anda bir o kadar yalınlığı anlamlandıramadığım ve adını koyamadığım çok tuhaf ve dahi garip bir biçimde hoşuma gidiyor.

“O kadar işte, eşek herif.” demek isterken umursamaz görünmek istiyor.  “İster gel, ister gelme.” demek isterken biraz sitemli.

Olasılıktır ki “çok umurumdaydı?!” serzenişinde olduğu gibi bir yanı ile kırılgan, bir yanı ile naif…

“Ben bu dinini imanını terk etmiş havanın vicdansız yağmurunda, hele de şeytanın karı boşadığı bu saatte kalkıp evine felan gelemem.  Rakının hasını, bilmem nerenin ev yapımı boğmasını da açsan nafile.” üzeri örtülü gözdağındaysa tavırlı ve küs.
Diğerlerine göre çok daha fazla etkilendiğim, yüzümde güller açmasına neden olan sözcüğü, bıkıp usanmaksızın sayısını bilemediğim çoklukta yinelettiriyorum cihaza:  O kadar işte. O kadar! O kadar!...  Harika!  Harika!  Harikasın hocam!... Öğretmenim benim, Süreyya Mavioğlu öğretmenim.

Göğsüme basılı yumruk aynı sertlikte yukarıya doğru çıkıyor ağır ağır, sonra geliyor amansız bir vicdan yüzleşmesi gibi yutağıma yerleşiyor aman vermeyen bir ecel gibi. Çıkış bulunmayan boğuntularda soluksuz kalakalıyorum;  gözpınarlarımda sabır kalmamış, taştı taşacak… Önümde telefonun durduğu sehpa ile gözpınarlarımın arasına bir tuzlu su perdesi giriyor, telefon cihazı öte yanımda kalıyor, adeta gözden yitiriyorum.


  - 7 -

Cihazın metalik sesine kulak kesilmişken, hani neredeyse üstüme başıma çekidüzen vereceğim.  Ezberini unutmuş, karatahta başında çakılı kalmış ilkokul çocuğu kadar gülünç ve öpülesi bir durumda olabilirim. Köy Enstitüleri ile ilgili edindiğim bilgiler ışığında düşleyebilirim ki, onun karşısında her çocuk bu ya da buna benzer kendini düzeltmelere, toparlanmalara girişmiştir. Beni, en önemlisi onu tanımayan bir insan bu anıma, bu durumuma tanık olmamalı.

İlginç denilebilecek derecede, ne tuhaf! 

Müthiş keyifleniyorum. 

Kerpiç duvarları yine kerpiç çamuru ile sıvanmış okul lojmanını gaz lambası ile aydınlatılan tek göz odasında düşlüyorum onu.  Ciddiliği hiçte aşırı değil, batmıyor insana, sizi itmiyor. Ama dayanılmaz sevecen… Yakası, kol ağızları ters yüz edilip yenilenmiş gömleği, yatak örtüsü ile ütülenmeye çalışılmış, asıl rengi çoktan güneşin muhteşem gücüne yenik düşmüş pantolonu ile çocukların gözlerindeki pırıltılarda, sözcük dağarcıklarında geziniyor aydınlık adımlarla.  Aklı, araştırmayı, sorgulamayı öne koyuyor, sonra inanıyor, ‘tamam’ diyor. Geçtiği yerlere, yiten zamanın belleğine çalışkanlığın, üretkenliğin güvenli izlerini, kanıtlarını bırakırken sıcaklığını da minik yüreklere yayıyor içinden taşan seviyle. 
Kendinden emin, kararlı, gidip geliyor aşağı yukarı;  anlatıyor… Gün aydınlanmıştı. Meşale, batar dedikleri, Samsun’a ulaşmaz dedikleri geminin sarsılan motorlarının ilk çalışmasıyla yakılmıştı.  Sonra bir 17 Nisan günü 3803 yasayla tutuştu meşaleler. Bize düşen onu dağın ardındaki her unutulmuş köye, uzak bozkırların yalnızlığına ve ıssızlığına taşımaktı.  Bu topraklarda memleketin hiç hak etmediği kadar bilgisiz, cahil insan var; marifet, bilgili, ışıltılı, hayatın içinde pişen, çalışırken ve yaparken sınayan, öğrenen, üretken yeni insan yüzleri yetiştirebilmekte. Yeni bir insan tipi ki, asla ezberlemeyen, kafa sallamayan, sorgulamadan benimsemeyen, gözlemlemeden yapmayan.  Kendi kafasının içi çoktan ışımış, bir an önce etrafını da ışıtmak için can atan…

*  *  *
Olduğum yerde dikilmekten yorulmuşum, hemen önümde duran boş elimle tutunduğum sandalyeye çöküveriyorum.

*  *  *
  - 8 -

Küçük bir oyuncağa çevirdiğim telefon makinesi sayesinde kendimden geçmişken,zili aniden çalmaya başlıyor.  O an, arkamdan usulca yaklaşan birisi tarafından bir belirsiz boşluğa itilivermiş gibi oluyorum.  Tekdüze ses tonu ile bırakılan kısa not beni nasıl daalmış götürmüş!.. Başka bir sese, farklı bir uyarıya nasıl da hazırlıksız mışım.

Evet, bu ses o ses… Nasıl konuştuğuna, hangi sözcüğü neden seçtiğine takıldığım yok. Pekala bildiğim, özlediğim, beklediğim sesi duymaktan hoşnutum.  İşte aynı vurgular, konuşup dururken küt diye duraksamalar…  Aynı buyurganlık,  ölçülü sertlik, bildik darılmalar. Hemen karşımda, yerinde duramıyor, hop oturuyor hop kalkıyor. İşlenmek, iş görmek istiyor, anı yaşamak… Yitirmeye, boşa geçirmeye, boşluğa, boş kalmaya hiddetleniyor. Kaş çatışından, ‘adam sende’ burun kıvırışına belleğimde öylesine capcanlı.  Tam karşımda gönül koymuş, gücenik… Uz iletişim tekniği ile süzülüp gelen, mekanik bir aletten kulağınıza çınlayan sözcükler, ancak bu kadar pürüzsüz ve gerçek olabilir.  Canlı yayındayım;  ne ki haksız bir program, tek mikrofon var, o da onda!  Sımsıkı yapışmış, bana fırsat veresi yok.  Benimse kır çiçeklerim açmış dört bir yanımda, bilmiyor. Yüreğimi pırpır ettiren sevgi yumağı içinde yitmişim, konuşuyor.  Duygularımın doruklarındayım. Tek bir sözcüğünü, durup en küçük bir soluklanmasını kaçırmamacasına dikkatliyim.

İki saat önce bıraktığı notun, az önce kızıma söylediklerinin tıpkısının aynısını sayıp döküyor.  “Lokaldeyim.” Emekli Öğretmenler Lokali demek istiyor.  “Bekliyorum.” Yedim, içtim, sıkılmaya başladım, demeye getiriyor.  “İmansız yağmur, durmuyor.” Tepem atmaya başladı;  çok değil yarım saat sonra beni buralarda ara da bul… Sonu malum!.. Üç noktayı koyar koymaz dalıyorum söze:

“Aman hocam acelen ne? Yarım saate kalmaz, seni gelir alırım. Keyfini sür. Eve yeni girmiş, mesajını dinlemekteydim.  Sakın ola oradan ayrılayım falan demeyesin.      Yol yorgunluğu, hastane gerginliği… Bize gelmeyeceksin de nereye…” diyecek oluyorum.  Bu kez, her zaman olduğundan daha fazla hazırlıklı.  Sözümün gerisini “Tabi ki Basmane’ye, Oteller Sokağı’na… Yarından tezi yok kaldığım köye, o kadar.” kestirip atmasıyla tıkıyor boğazıma. 

Sesinin düş gücüme nüfuz eden tınısı, beni o an oradan çekip alıyor.  Kızışık bir haziran akşamının paydos saatine bırakıveriyor.

*  *  *

  - 9 -

Dünde kalmış donmuş bir fotoğraf karesi içindeyim. Hızla çözülüyorum bir yandan. Yer aynı yer.  Her tükenen günün akşamı dönüp dolaşıp geldiğimiz, oflaya puflaya ayakkabı bağlarını çözdüğümüz, üzerimizdeki giysilerimizi çıkardığımız kapı eşiği. Sırılsıklamım üstelik.  İzmir sıcağı gömleğimin yakasından enseme, oradan belimin çukuruna damlarken varlığını yeterince duyumsatıyor.  Ayak tırnaklarımın ucuna dek şantiye yorgunuyum.  Abartı değil, ter gözlerime dolmuş, yüzüm görünmez aklımdan geçen okunmaz.

Yaşamın akışkanlığı içinde haziran ayının sıcak mı sıcak sıradan akşamlarından biri. Daire kapısının önünde leylek duruşu ayakkabılarımın bağını çözüşüm daha yenice dün olmuş gibi.  Ekmeği, sütü, gazete ile birlikte usulca yolluğun üzerine bırakışım. Kızımın çalışma masasından başını kaldırıp oturduğu yerden doğruluşu. Olduğum yere doğru gelişi gülerek.  O saatte tükenmiş işçi halime başını kendine özgü geriye çekip sevecen bakışı.

Uzun, düz, sarı saçlarıyla başını her zamanki güzel alışkanlığı ile yatırıp yana, muzipçe, hinoğluhince, kızımca, Cihanca gülüşü…

Ulaşılmaz derinlikte gururlu, öykünmeci, değer bilir.  Ne babacı gülümseyiş o öyle...
Dünde kalmış eski bir fotoğraf karesi içindeyim.  Daha demincek sanki, yaşanan an gibi, şimdi gibi… Ve ayakta alımlı, sevilesi, “sen benim her şeyimsin, birbirimize ne de çok şey borçluyuz.” duruşu ile karşımda dikilişi.  Telaşla yutkunuşu, gözlerime gözlerime bakışı.
“Biraz önce ne oldu bilemezsin!.. Telefonda birisi tarafından nasıl haşlandım, nasıl haşlandım. Hiç sorma.” 

Bir an duraksamadan, araya girmeme, soru sormama olanak vermeden heyecanla sürdürüyor.

“Durumu anlamaya, bir yardanda kafamı toplamaya çalışıyorum. Ahizeyi yerinden kaldırdığım anki boş bulunmuşluğumdan yakamı bir kurtarabilsem çok mantıklı, anlaşılır, seni savunan, arka çıkan açıklamalar yapabileceğim. Ne mümkün?!  Adam küplere binmiş, o irtifadan gürlüyor.  Bir o kadar da düzeyli, anlatılamaz. Hani kırıp dökmeden, incitmeden.  Canı burnuna gelmiş kızgın insan tane tane konuşamaz.  Öyle derler, öyle olur yani. İpin ucu bir kez kaçmaya görsün, esip yağar, yakıp yıkar. İçindeki yangının harını etrafına, insanlara yaydığının, kaçını nasıl kavurduğunun ayırtında bile değildir.  Çok ilginç burada öyle değil.  Kullanılan her sözcük özenle seçilmiş, kusursuz ve net.  Alt tarafı telefon konuşması demiyor;  nasıl yapıyorsa yazı dilindeki düzeni ve sürekliliği konuşma dilinde uygulamayı başarıyor.” 


      - 10 -

Kızım çok yetenekli;  duruşu, geriye kaykılışı, yüz çizgilerini denetlemesi, berrak konuşmasındaki öykünme, ses tonundaki özgün tını tıpkı hoca. Taklidini yaptığı telefondaki adamı şıp diye tanıyorum.  Canlandırma ve de benzetiş olağanüstü. Süreyya Mavioğlu öğretmenim tam karşımda. 

Kırlaşırken uzamış kaşlarını bakışlarının tam üzerine düşürmüş, bana bu dağınık kaşlarının arasından cam gibi gözlerle her zaman olduğu gibi yine sorarak bakıyor. Ne olursa olsun insana sevimli gelen, kendine özgü biraz gergin, çokça naif, haliyle biraz yorgun bir yüz ifadesi var. İnandığı değerlerden, duruşundan, sivri dilinin ucunda her an ortalığa saçılıverecekmişçesine eğreti duran sözcüklerden emin.  Kesinlikle kasılma anlamına gelmeyen belirsiz ve iddiasız hafifçe geriye doğru kaykılması ona ait.  Bir farkla.  Kızımın mimikleri ve ses tonu gereğinden fazla abartılı.  Belli ki keyif alıyor;  benim kadar tanımasa da en az benim kadar sevdiği hocayı canlandırmaktan.  Onun işi bu. Yakaladığı, hoşuna giden bir konuyu, insan profilini zenginleştirmekten, buradan yeni ve hoş ayrıntılar yaratmaktan hoşlanıyor. Sevdiği, benimsediği insanı dillendirmek, onu -sevdikleri ile paylaşmak adına- beden dili ile etrafına yansıtmak belli başlı tutkularından.  Satır aralarından gizini çözdüğü, anlamını okuduğu olayları anında görsel şölenlere dönüştürüveriyor.

*  *  *
Eşik üzerinde ayakkabımın sol tekini çözerken sendeliyorum.  Dengemi sağlamaya çalışırken takılmaktan da geri duruyorum:  “Konu mankeni” diyorum ona,  “Konu mankenine benziyorsun.”

Takılmamla rolünü anında unutup dağılıyor… Teslim olmuş anlamında, haksızlığa uğramış gibi iki yana açtığı kollarını serbest bırakırken :  “Pes doğrusu, pes!  Burada emek veriyoruz.” diyor. 

Çok da bağışlayıcıdır;  bakmışsınız unutuvermiş.   Olanı biteni, söyleneni unutmuş gibi gülüyor.  Dişleri inci dizisi, dünyalar güzeli gülen gözleri. Unutkan, bağışlayıcı ve dahi umutlu.  O an, oracıkta babasını bile şaşırtacak, hayretlere düşürecek denli mutlu. Kafamın içinde gri bulutlar, irili ufaklı binlerce soru baloncukları:  Hocadan sonra sevgilisi olacak deyyus mu aradı!? 

Yine o kendini beğenmiş, ukala dümbeleği, pespaye çocuk muydu görüştüğü!?
Eskiden olduğu gibi hiddetlenip kitabın orta yerinden konuşsam, sorsam açık açık, bu mutluluk oyunu nedir diye… Üzülür, gücenir, daralır kalır. Narin mi narin yeşil


      - 11 -

Bir dal gibi kırılır hemen. Olmaz, dayanamam, soramam, o kadar.  Düşüncelerime,  beynime yerleşmeye çalışan kuşkunun önyargı itini bir güzel taşlamam, egosu ağır basan bu yakışıksız kuruntuları kafamdan uzaklaştırmak gerek.

Kapı eşiğinde kollarımı birbirine kavuşturup gösterisinin bitmesini beklerken, o ana kadar gelişimden önce ne olup bittiğini, sevgilisi geçinen ukala, kasıntı dümbeleğini düşünmemeye,  onu az önce telefonda paylayan kişinin Süreyya hocam olduğunu anlamamış görünmeye çalışıyorum.  Yaşadığı, tanığı olduğu akşamın şu dakikaları, her gün yaşayabileceğimiz basit ve sıradan olayları içinde barındırabileceğine karşın yine de becerisine ve duyarlılığına uygun davranıyor. Bu kez, hocamı bırakıp kızımı izlemeye başlıyorum.  Genç çizgiler taşıyan anneannesinin dudakları ile tıpatıp benzeşen büzüyor.  Sanki önemli açıklamalarda bulunacak… Anlatılmaya çalışılan bilge bir insanın fotoğrafıdır; o insan ki birikimli, az konuşan ama düşünceli de… Ders vermeye de, dersini vermeye de hazır. Biraz önceki ses tonundaki abartılı sertlik, kaşlarındaki çatıklık da artık yok.  Onların yerini anlatımı, vurguları daha belirgin ve çok daha etkili konuşma dili almış:  “Sen Hasan’ın kızı mısın? Hımm… Söyle o baban olacak adama, beni arayacaksa arasın… Tamam… İşte o kadar…”

Kendimi daha fazla tutabilmem olası değil; gülüyorum.  Oyunun sonu bu, kızım hakkını fazlası ile veriyor. “Baba, o ne tanrısal sesti?!  O ne tatlı sert, bilgece çıkışma?  O ne kestirip atmaydı öyle ya.”

*  *  *
Köy Enstitülü hocam bu benim, Süreyya Mavioğlu öğretmenim.  Bu kez sıra bende Yüzümde, gözlerimde mutluluk kırılmaları. Kızım ilgiyle, gıptayla, kafasında soru baloncukları ile beni süzüyor.  Aynı anda, kapı eşiğinde sarılıyoruz birbirimize.

*  *  *
Ahize elimde kalakalmışım. İlahi ses dediği onun sesi. Gerçektir özlemişim; güvenin, kararlılığın, yılmazlığın elektriğini veren konuşmasını.  Özlemin susuzluğu sınırlı sınırlı sözcükleri hızla emiyor, içinde kaybediyor.  Boğazımda büklüm büklüm, soluksuz bırakan düğümlenmeler, sesimin titremesi, bakışlarımın buğulanması… Hemen önümde duran çalışma masasının bulanık, puslu bir mekandaymış gibi görünmesi bundan.  Çok değil birkaç dakika önce, elimde yapışmış kalan telefon cihazı un ufak olup dökülüşümü, paramparça oluşumu anlayacak diye ödüm kopuyor.  Sevmez öyle şeyleri. 


- 12 -

Sevdiğini, çok sevmenin insan yüreğine ne deli sızı ve dahi umutlar verdiğini, buna benzer duygular, çağırışımlar uyandıran sözcükleri cesaretle, ikirciklenmeden söyleyemez.  İnanolsun ağzından hiç duymadım. Ona göre bir gaflette bulunup sen söylemiş olsan da yanıtlamaz, kaskatı karşılıksız bırakır, ortaya döktüğün duyguları tamamlamaz, doğrulamaz. Yalandan bir ufak gülücük de olsa nafile, gülümsemez bile hatta. Kabulümdür, anlaşılmıştır, sağ olasın anlamına gelebilecek usulcacık bir baş hareketi hak getire.  

Alabildiğine sıkılır. Başını eğer hüzünle, sessizliği derinleşir. Seni kahrederken yalnızlığında temelli ıssızlaşır. Onu ıssızlığından, kolu kanadı kırık hallerinden tutup şimdiki zamana geri getirmek için ne yapmanız, ne söylemeniz gerektiğiniz kararını kolayca veremezsiniz.  Ondan katbekat daha daralırsınız, içten içe hayıflanırsınız. 
“Ayrılma olduğun yerden hocam, bekle.  Akşamın bu saatinde, bu şeytan azapta gerek havasında Basmane sokaklarında aratma beni. Yarım saat sonra oradayım. ” 
Ahizeyi yerine bırakırken, kızım çalışma masasına gömülmüş üzerinde çalıştığı son senaryonun zor ve yorucu repliklerine çoktan gömülmüş…      

*  *  *
Hayli zaman oldu saymadım, beklemiyor da değilim hani, “Yine hastaneye yatmaya, taze kandan plazma almaya geldim. Beni otogardan alıver” ya da “Taburcuyum, gel çıkar beni.” demesini.  “Eve gidelim, iki tek atalım, babanı, enstitülü arkadaşlarımızı analım.  Yad edelim.”

Demiyor işte, ne yapalım?  Eskiden olsa kolaydı.  Buna benzer sözlerini duyardım.
Bu çok sertmiş gibi görünen yaşlı insan, Fikri hoca’nın Kızılçullu Köy Enstitüsü’nden arkadaşı. Aynı sınıflarda, diğer köy çocukları ile birlikte okumuşlar.  Enstitünün uygulama bahçelerinde birlikte çapa, tırmık sallamışlar, dersliklerinde işliklerinde birlikte kafa yormuş, birlikte üretmiş, çabalamışlar.  Aynı yatakhanenin aynı çift katlı tahta ranzasında altlı üstlü yatmışlar.  Soğuk kış gecelerinde -askeriyeden hibe- eski idare battaniyelerinin altında, saatler boyu büzülmüş, aynı şiddette üşümüşler. Birisi Menemenin, diğeri Muğla’nın köylüklerinden okula geldikleri gün, savaş ve yokluk yıllarının simgesi bit başlarında kaynıyormuş.

Fikri hoca’nın ölümünden sonra ak saçlı eğitim emekçilerinin ortak değer yargıları ve özgeçmişleri bizi birbirimize daha da yaklaştırdı. Birbirimizi düzenli arar ve sorar olduk. Hakkını vermek gerek, o beni hiç bırakmadı.  Kızdı, sitem etti, yağdı gürledi, 


 - 13 -

Ama hiç kopmadı. İlerleyen zamanlarda beni en az Fikri hoca kadar sahiplendiğini, sevdiğini, benimsediğini duyumsadım. Ona soracak olursanız “lüzumsuz teferruat-lar”dı tüm bunlar, üzerinde durmaya, yok yere zaman geçirmeye değmeyecek kadar. Görülen o ki, bundan böyle de söz konusu ettirmeyecek. 

Dost buluşmalarında enstitülü arkadaşlarına “Bu genç adam yeni arkadaşımız, yeni aramıza katıldı. Bizi anlıyor ve bırakmıyor.” deyişi ne içten, ne kadar sıcaktı.
Oysa, ıssız dağ köylerinde yokluğu, yoksulluğu mu paylaşmıştık?  Kerpiçten okul duvarları mı örmüştük birlikte?  Dökülen lojmanlarda “İzmir’in Kavakları”ndan mı dem vurmuştuk? 

*  *  *
Evlat denilen yakıcı gerçeği genetik bilimi, biyoloji dersleri sonuna dek, bir babanın içinde tutuşturduğu yangınları açıklayamıyor. Evlat, ‘çocuk’tan çok ötede, ondan çok çok daha derinlerde… Sevgisiyse, canından hücrelerinden oluşturduğu canlı parçayı yaşamın içine usulca ama güvenle salan kişinin yaşamının satır aralarında gizli.  Ona nasıl kol kanat gerişinde, onun esenliği için kaç üç aylığından vazgeçişinde… Neredeyse emekliliği gelmiş oğlunu, görev yaptığı Orman Dairesi’ndeki karıştığı zimmet suçundan, bir kenarda tuttuğu kefen parasıyla nasıl kurtardığında… En son kızının çalıştırdığı emlak komisyoncusu dükkanına alınması sırasında kefil olduğu su sebilinin, ödenmeyen bir çek yüzünden yediemine devredilirken ruhunda kopan fırtınaları kendinden ve benden başkası bilemez. 
İşte son iki ayda iyiden iyiye kederlenişi, içten içe hiddetlenişi, kimselere diyemeyişi, kendine bile küsüşü, soğuması gül gibi koklanası yaşamdan, sığındığı sahil köyünde izini, izlerini, yaşanmışlıkları silmeye çalışması tanıklığımda saklı. 

*  *  *
“En fazla yarım saat” demiştim, “bekle beni”…  Bu dürtüyle on dakikadır, yaklaşık saatte yüz kilometre hızla ardım sıra bıraktığım sevdiklerimi gözden çıkarırken, kendimi göz gözü görmeyen sağanağın insafına, bağışlayıcılığına bırakmışım. Otoyolda, zaman zaman artan yağmur serpintilerinin etkisiyle hız kesip boğuşurken, griye çalan kirli beyaz ıslak karanlıkla çepeçevre kuşatılmışız.  Hanidir yakamızı bırakmayan inatçı yağmuru, onun bir o kadar iflah olmaz sisini, bir kan davasını bitirmeye çalışır gibi, inatla yarmaya çalışıyoruz. Yaşamın loşluğu bu; kimi zaman böyle girdaplara düşer, bulutların duman duman belirsizliğinde buluruz kendimizi.


  - 14 -

Bocalar durur, git gelleri, dur kalkları yine hep birlikte yaşarız. Ara veririz didinmelerimize, soluklanırız.  Önümüzü daha net görmek, daha sağlam adımlar atabilmek için uzun uzun, derin derin… Onun derdi benim derdim, uzun zamandır böyleyiz biz, başımıza gelebilecekler tekinsiz, sağanaklı yoluz belirsiz.

Hemen arkamızda uzayıp giden araba farları, önümüz sıra parıldayan balkıyan bir dizi gerdanlık. Yer yer sağanakla birlikte yola inen su perdesi ile birlikte sis, ışıl ışıl gerdanlığı ölgün sokak lambalarına dönüştürüveriyor.  Sis belasıysa yakamızı bırakmıyor, olanca öfkesiyle, hıncıyla haydutça otoyol dönemeçlerinde yolumuzu kesiyor.  Arabanın ön tamponunun hemen önünde yavaşladıkça, durdukça yanıp sönen onlarca kırmızı stop lambası alev alev. Yağmur seli içinde ateşlere, yangınlara  sürüyorum. Ensemde hain bir sızı, yüzüm ateş içinde, gözlerim yangın yeri…

Buğulanmasını engelleyemediğim ön camdan, dağlarda yanan ateşler, tutuşturulmuş meşaleler gözüme ilişiyor. Yan yana, arka arkaya dizilmiş, benimle birlikte durup kalktıkça harlayıp alevlenen, sonra aniden sönen, yok oluveren sayısını tahmin edemediğim irili ufaklı kor parçaları. Neler oluyor? Yolun öte yanında, sonunda ne var?  Su perdesinin içinde ilerleyen alev katarı nereye uzanıyor?  Tampon tampona akan yoğunluk otoyolu tutsak almış. Direksiyon başındaki gün ve yol yorgunlarını da.  Yine de son bir gayret akşam telaşındalar, aceleci, sabırsız;  araçları bir o kadar sakin ve battal, kısıtlanmış asfalt mekanlarda devinimsiz, kızışmış motorları çalışır durumda… Silgeç süpürgeleri ne beceriksiz, onca metronom ritimli didinmesine karşın görevini yapamamakta. Sis bulutundan süzülerek çıkmaz hemen önümdeki araçları çoktan yutmuş su zerreciklerinden oluşan yeni bir su kütlesinin içinde buluyorum kendimi.  Tam ortasından iki eşit parçaya bölüyorum, iki yanıma kükreyerek taşıyorlar. Tehditkar. Yeni yeni serpintiler perde perde, öbek öbek gelip geçiyor. Abartısız göz gözü görmüyor. Silgeç kollarının yerlerinden çıkarak sularda yitip gitmesi içimi ürpertiyor.  İçten buğulanan camı kısa süreli duruşlarda elimle siliyorum. Hiç tanımadığım, belki hiçbir zaman öğrenemeyeceğim bir güç dışarıdan ve içeriden bana muhalefet edip benimle inatlaşırken, sırtımda biriken terin düzensiz aralıklarla belimin çukuruna boncuk boncuk süzülüşü günün en gerçek olayı.

*  *  *
Daha şimdi önümde ilerleyen kirli beyaz Kartal nereye gitti?  El yordamı ilerlediğim yol, az önce o arabanın peşi sıra onunla birlikte savrulduğum yol mu?  Öyle değilse bu bir düş mü?Hoyrat yağmur, homurdanan otomobiller hep bu kötü kurgulanmış düşün içindeki yanılsamalar mı?


  - 15 -

*  *  *
Lokale ulaştığımda onu girişe  -belki de kaçışa-  en yakın masanın sandalyelerinden birinin ucuna ilişmiş, karşıdan anlaşılabilir derecede tedirgin, kollar gergin, iki avucu ile iki dizini kavramış, sabırsızlanırken buluyorum. Yaşlılıkla dalgınlık ikiz kardeştir. Zamanı gelip de buluştuklarında başınızın derdidir, refleksleriniz ağır işler, sistem nazlıdır.  Böyle ağırlaşma ve nazlanma günlerinizin tuzu biberi de  “el öptürmeme” takıntısı olarak nüksediyorsa her daim uyanık olmak zorundasınız…  Bu uyanıklığı gösteremiyor!  Keyifle gülüyorum, ağzım kulaklarımda.  Bir yandan da, daha fazla gerilir, ulaşılmaz olursa diye içim cız ediyor.  

Neyse ki, hiçbiri olmuyor. 

Anında çözülüyor, bir iki dakika önceki gerginliğinden eser kalmıyor. Kırışmış göz kapaklarının altındaki bir çift yuvarlakta sevinç pırıltıları… Yaramaz bir çocuk gibi fırlıyor eğreti oturduğu yerinden, benden önce kapı eşiğinde. Kendimizi, dur durak bilmeyen inatçı yağmurun içinden karşı kaldırımın kenarında duran arabanın içine atıyoruz. Lokalin beyaz örtülü masalarını ak saçlı öğretmenlerin eskiye dair üretken ve sıcak söyleşileriyle baş başa bırakarak.

*  *  *
Yol boyunca, son hastane serüvenini çok kısa özetlemesinin dışında sağır ve dilsiz. Her taburcu oluşunda böyledir.  Ne neler olup bittiğini, ne de olumlu anlamda bir gelişme göstermeyen sağlığının son durumundan söz eder.  Kendisine uygulanan tedavinin seyri de sonu da bellidir.  Genellikle işlemeyen, bir türlü işletilemeyen kurallara, sağlık yöntemlerine, doğal olarak da kötü ve beceriksiz uygulayıcılarına önce bir dizi sitemlerini sıralar.  Giderek öfke baldan tatlıdır sözünü kanıtlarcasına hiddetlenir. Asla değişmeyen özgün deyimiyle “berbat” sonuçların tek sorumlusu olan kurulu sistemlere, var olan düzenin  “berbat” ve “işe yaramaz” yöneticilerine verir veriştirir.  Çok sürmez kestirip atması, sonuç değişmez:  “Berbat!.. O kadar!”   

Celallenip küplere binişini önemsediğimi ve onayladığımı kaş göz hareketleriyle belli ederken, onu incitmemeye de özen gösteriyorum.  Dahası beden sağlığının geldiği nokta ilgilendiriyor beni.  Biten sevk zincirli, yazışmalı, in çık’lı,  git gel’li günün akşamında sonuçlanan sağlık kontrolü, ikimiz için de tam bir düş kırıklığı. Önceki hastane, üniversite hastanesiydi;  her işlemi nasıl da disiplin içinde, güler yüzlü ve özenle yapardı?  Aksatılmaksızın günü gününe tahliller, çekilen röntgen filmlerinin gecikmeyen sonuçları, bekletmeksizin -aynı gün- taze plazma nakli… Kentin diğer ucundaki hastaneye sevki üzücü olduğu kadar da düşündürücü.


    - 16 -

Olmayan ya da yetersiz olan teknik donanım mı söz konusu?  Hiç değişmeyen bir gerçek var ki, yarın onun için daha zor olacak.  Aynı gereksiz bürokrasi, kahreden kuyruklar, sıkıcı tekdüze işlemlerle daha fazla yorulacak. Yeni bir günün akşamında yine bitip tükenecek, hücre hücre eriyerek sonuna biraz daha yaklaşacak. 

Sular seller içinde yüzüyoruz.

Öndeki aracın plakasını okuyamıyorum, günün hastane öyküsü çoktan bitmiş, söz tükenmiş.  Yan yana oturduğumuz dar ve kasvetli mekanda, sadece cama sürtünen silgeç lastiklerinin çıkardığı düzenli sesler var.  Buğulu camlardan dışarıdaki tufanı izlemeye çalışırken düşüncenin derinliklerine iyice dalmış olmalı ki,  on dakikadır sesi soluğu çıkmıyor. Şeytana bile azap verecek böyle havada, kendisini emin ellere teslim etmiş olmanın rahatlığı içinde suspus olmuş yanı başımda oturuyor.  Uyukluyor belki de. Yüzünü bu karanlıkta, üstelik arabanın burnunun ucunda olup biten en küçük bir hareketliliğe dikkat kesilmişken seçemem.  Zihnim karışık, biraz da kendime kadar sinirliyim.  O susma hakkını kararlılıkla kullanmakta.

*  *  *
Evin önüne park ederken sessizliği bozan yine benim:  “Hocam, biliyorsun asansör yok, sen ağır ağır çıkabilirsin.  Ha, marketten bir istediğin? “

*  *  *
Sofrada kızımdan  “çay bardağı ile öğretmenime ilacını vermesini” istiyorum.  Beni şaşkına çeviren inanılmaz bir çeviklikle kolundan yakalıyor, çekiyor oturtuyor kızı. “Lokalde seni beklerken, ben o işi gördüm.” diyor, “İstemez!”

Bu eve gelişlerinin içinde, belki ilk kez gözle görülebilecek kadar durgun ve keyifsiz. Evdekiler de bunun ayırtında.  “İşlerin arzulandığınca bitmemesinden, sonraki güne sarkmasından” diyerek, dikkatlerini dağıtıyor, yanlış düşüncelere yönlendiriyorum. Kızımsa bu sevimli yaşlı adamı, eve her gelişinde yaptığı gibi konuşturma derdinde. Bu heyecanla yanıp tutuştuğu her halinden belli.  Başarıyor da.

“Sen davudi sesli Ruhi’yi tanır mısın evlat?  Sesiyle, sazıyla yüreklerimizi hoplatan, bize türkülerimizi, Anadolu’muzu, bu toprakların çileli insanlarını sevdiren adamı? Enstitüde müzik hocamızdı.”

Kızım yanıtlayıp yanıtlayamama noktasında ikircikli; sanatçıyı “SU” olarak tanıyor.  

*  *  *

    - 17 -

Süreyya öğretmenim ise sorusunun yanıtını beklemeksizin,  çatalını tam bir tören havası içinde tabağının kenarına bırakıp mükemmel ses benzerliği ile ustayı taklit ederek başlıyor ünlü türküsünü söylemeye. Titrek, duraksayan ama pürüzsüz ses tonu ile sofranın tam ortasında sevgi bombasını patlatıveriyor. 

“Hasan Dağıııı… Hasan Dağı.”  

Oradakilerin yüzünde mutlu gülücükler…  İki saattir birlikteyiz;  yenice kaygısız tasasız, neşeli, cana yakın oturuyor karşımda.  Akşamın dar saatinde yüzünde taşıdığı umutsuzluk çizgilerinden, kederli kırışıklıklardan eser yok.

İnanmak isterim ki, özenerek hazırladığımız yatağının içinde rahat t mı rahat, mutlu/mesut, erişilmez ve dahi mütebessim uykulardadır.  

Biliyorum.  Sabahın, ezan vakti gibi çok erken bir saatinde, yine benden önce kalkacak, çay suyunu ocağa koyacak… Bense tembelce, ağır aksak kalktığımda, üzerinde buğusu ve mis kokusu ile siyah çayı çoktan demlenmiş bulacağım. 

Biliyorum.  Yine benden önce ayakkabılarının bağını özenle bağlayacak ve yaşına hiç de uygun olmayan, gecikmiş, geç kalmış saplantısına kapılmış adımlarla merdivenleri inip, arabanın başında sabırsız ve bir inceden kızgın bir yüz ifadesi ile beni bekleyecek... Ondan hani sonra gelecek, kapısını ellerimle açacak ve yerime geçip emektar Lada'nın kontak anahtarını çevireceğim. O, yine anahtarı çevirip bırakan elime hem dikkatle, hem de benden yana, benim adıma övünürcesina bakacak. Dalıp gidecek.

Onu yine, bildik İzmir yollarından alıp götüreceğim. Karşıyaka-Bornova arasında Altın Yol'da, Ankara asfaltında öldür Allah ağzını bıçak açamayacak, dipsiz kuyuların hayın karanlıklarına dalacak...  

Üniversite hastanesinin avlusunda, koşarak kapısını açtığım arabadan usulca, telaşsız, iddiasız adımlarla inecek.  Derse girmeye hazırlanan bir öğretmenin titizliği, titizlenmesi ile kravatını düzelterek üzerine çekidüzen verecek. Son derece kendinden emin, kararlı ve de mağrur geriye kaykılıp, “Yatıracaklarını sanmam, tahliller bittiğinde sana haber ederim, daha önce gelmene gerek yok… Mesainden kalma!..” diyerek, beni yine kahredecek. 

Sonra… Arkasına bakmaksızın hastane koridorlarında, bir kez daha yitip gidecek. 

Hasan Oğuz Bilgen,  Temmuz 2007.