Öyle olmuş, hep öyle olacaktır… Ta ki sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir yeryüzünün şafağına dek. Ta ki, ezeli açlar ordularının sonsuz tokluk, sonsuz adalet koşullarında yaşayacağı, bayram havasındaki dil dil, ırk ırk, renk renk günlere dek. Her koşulda ve her coğrafyada, sınıflı toplumdan bu güne büyük insanlığın ortaklaştığı derin derdidir; acı ve ölüm. Haklı olarak ozan isyan edip soracaktır; “Ölüm hep bize mi düşer usta ?”
“Bir günde bir kadın” değil.. Son
günlerde “Bir günde iki kadın”, hem de evli oldukları (erkekliklerini yer göğe
sığdıramadıkları) adamlar tarafından katledilecektir. Gerçek şaşmaz, hep böyle
olmuştur. Ölüm kanını ve nefretini, hep itaat/ biat etmeyen, hayatı akıl ve
bilimle sorgulayan, aykırı, muhalif ve “öteki” insanın üzerine kusmuştur.
İspanyol paçalı, uzun favorili ağabey ya da
kadife pantolonlu atkuyruklu üniversiteli kız fakülte yolunda… Sadece boş
saatlerini değil, yaşamını devrime vermiş bir devrimci, eylem adımları ile
geçtiği sokağın bir kuytuluğunda, tamamen yasal ve legal bir kurşunla…
Ekmeğinin ve çocuklarının geleceğinin derdinden başka bir derdi olmayan bir
grevci işçi, amansız bir ayaz gününde grev ateşinin başında vurulur.
*
* *
Düşen yıldırımları, kayan yıldızları,
devletin sopasından, kılıcından fırsat buldukça bize duyuran, anımsatan gözü
pek yazılı basındaki “anma” ilanlarıdır. O duyurular ki, genellikle kısa öz ve
siyah beyazdır. Süslü söz etmekten ve güzelleme yapmaktan sakınır gibidirler.
O duyarlı, cesur yürek gazetelerde çıkan
anımsatmaların tamamını okumadan ve de satır aralarında anlatılmak istenen naif
ve derin hikayeyi duyumsamadan geçtiğimiz çok olmuştur. Dahası, okumuş olsak
da, bir ajitasyon konusu ve bir slogan metni gibi kanıksayıp unutmuşuzdur. Ne ki, o siyah beyaz fotoğraftaki gencin otuzlu yaşını yaşayamamış bir çift
hüzünlü gözü, geçmişini henüz unutmamışlarımızın belleğini asla terk etmez. Hala devrimciyim diyenin içine işleyen, o vesikalıklardaki yüzler her daim
bulanık, buğulu ve hüzünbazdırlar.
Kimi kez de, hep suskun ve ezik bakışlı, gömleğimizi parkamızı paylaştığımız Diyarbakır'lı Davut gibi, -resmi bulunamadığından- sadece
bir kırmızı karanfil sembolünden ibarettirler.
*
* *
Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulu
dostluğu nasıl bir bağlılık, nasıl bir sevgidir? Israrla, inatla ve cesurca
verdikleri anma ilanlarına bakılacak olursa, sıradan insanın anlayamayacağı ve dahi kökleri epeyce eskiye giden bir kadim yoldaşlıktır. Tıpkı ODTÜ geleneği, SBF belleği gibi...
Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulu
yoldaşlığı asla unutmamanın, sevgiyi ve belleği sürdürmenin, yani vefanın adıdır.
“Geçmişimiz ve anılarımız belleklerimizin bekçisidir.” diyen ve inatla
unutmamayı, unutturmamayı yeğleyen, hala bir yerlerde yaşayan, hala birileri
var besbelli. O Galatasaray’lılar asla unutmazlar. Ve o acıların, ölümlerin
günleri, o kahırlı günlerin yıl dönümleri geldiğinde gözlerimizin önüne koyar
ısrarla anımsatırlar.
* * *
Kocaman yakalı, sert duruşlu ama hoşsohbet, sabır küpü, ortalıkta az görünen, az konuşan, konuştuğunda gürleyen, kimi arkadaşlarımızın deyimi ile bazıları da “soğuk nevale”dirler. Onlar, eksikleri kusurları, şakaları, takılmaları, mangal yürekleri ile bizim arkadaşlarımızdır. Kendi geleceklerini ve de dev bol sıfırlı banka cüzdanlarını düşünmeden, İbo’nun lal olup susup savunduğu ne varsa, hepsini sahiplenen bizim arkadaşlarımız…
Bazen Mete Atilla Ermutlu”dur. Ermutlu
Kars’lı ve Galatasaray”lıdır. Tıpkı “Sinan Hoca” gibi, o da kendi örgütünün “hoca”sı,
önderidir. Korkulan da o ki, bir İRA bir RAF üyesi gibi tehlikelidir! Ol
nedenle bir Tupac Amaru yerlisi gibi görüldüğü yerde ortadan kaldırılmalıdır.
Mete Atilla Ermutlu, sabahın erken bir vaktinde durdurulan Volkswagen
arabasının içinde taranıp öldürüldüğünde silahsızdır.
Gazetedeki vesikalık fotoğraf bazen Ömer
Ayna’dır.
1974 yılı. Diyarbakır, Balıkçılarbaşı…
Melik Ahmet Mahallesi sakini, amca Ayna’nın çekinip sakındığından, bir harf
değişikliği ile o eskimiş, dökülen otelinin adını Ayan Oteli yaptığı öğrenci
otelindeyiz... Günlerdir sormak için fırsatını kolluyorum. Okul dönüşü bir gün,
otel girişinde amcayı yalnız yakalıyorum. Elbette, yanıtı konusunda
meraklandığım sorum geliyor: “Benim güzel amcam, Ayna ne oldu da Ayan oldu?
Ayna bize bizi yansıtmaz mı? Bizi bize olduğumuz gibi göstermez mi? Ayan ne
ki?”
Geçmişime dönüp baktığımda, pişmanlık
duyduğum birkaç olaydan biridir. Keşke o soruyu sormaz olsaydım! Kehribar tespihli, -çatpat Türkçe- ezik bakışlı,
o babayiğit koskoca adam, nasıl da un ufak/ suspus olmuş, “kürsü” dedikleri
oturduğu tabure üzerinde tespih böceğine dönmüştü... Hemen toparlanmış, gönlünü
almak için elini öpmek istemiştim. Hiç unutmam; vermemişti. Bulutlanan yüzünün
ayırtına varsam da, buğulanan gözlerini kaçırarak, kendinle konuşur gibi
fısıltıyla mırıldanmıştı:
“Bu fakirhanede dilediğince kalasın.
Günün geldiğinde borcunu sormadan, hesabını ödemeden gidesin. Bak, borcun
morcun da yoktur bunu da bilesin.”
* * *
Vesikalıklar bazı yıldönümlerinde Çiğdem
kızı, Nesgis kızı olur. Unuttuğumuz çiçek kokularını, çiçek adlarını, şimdilerin hiçbir yeni
yetmesine, hiçbir gencine nasip olmayan yoldaşlıklarımızı bize duyumsatır, anımsatır. Sözcüğün gerçek anlamı ile burnumuzun
direğini sızlatır.
Gülen gözleri, baldan tatlı sözleriyle küheylan atlılarımız. Giyimlerine kuşandıklarına, üç numara tıraşlarına özendiklerimiz, öykündüklerimiz. İdol bellediğimiz. Ağabeylerimiz, ablalarımız, önderlerimiz, ustalarımız... Bir eylemde sıcak soluğunu hissettiğimiz. Hesapsız kitapsız sırtımızı, sırrımızı verdiğimiz. Yaşanmışlıklarımız. Anılarımız.
Bilinç, bilgiyle kazanılmış derin bir uyanıklılık durumuysa, siyasal inatçılığımız ve ödünsüzlüğümüz de değerlerimizden ve de ideolojik geleneğimizden gelen kararlılığımızdan başka bir şey değildir. Bizim, şakayla karışık "hala elli yıl öncesinde yaşadığımızı" söyleyen, mahallemizin ağır abisi!... Sen Töb-Der'de gösterdiğin kararlılığı, yaşadığın yaşattığın ruhu unuttuğunda, sende, mutfağındaki tuz ruhundan başka hangi ruh kalır?
Öyle lafın gelişinden, fiyakalı laf olsun diye hiç değil!.. Esastan kıssadan hisse: "Aşk olsun" denir, aşk olur. Seven de söven de pekala bilir; andımız olur. Anlayan da elbette anlayacaktır; ahdimiz olur.
Yazı Kurulu'ndan. 30.03.1974.
Balıkçılarbaşı, Ayan Oteli.