13 Şubat 2020 Perşembe

"BATI CEPHESİ'NDE YENİ BİR ŞEY YOK"TU, HİÇ OLMADI...


KORE'DEN İDLİB CEPHESİ'NE DE "YENİ BİR ŞEY YOK!"

.  .  .

"Ağaç dallarında ölüler sallanıyor. Çatal bir dalda çıplak bir asker!?  Miğferinden başka hiçbir şeyi yok... Sadace yarısı, gövdenin üst kısmı duruyor ağaçta... 
Burada ne olmuş böyle? diyorum.  
Mayın böyle bir şey, giysiyi soyuyor, hava basıncından oluyor, diyor Tjaden.
.  .  .

"Karşı saldırı. Şiddetli patlamalar... Bir insan bedeni tüm ağırlığı ile çukura düşüp üstümde kalıyor. Düşünmeye, karar vermeye zaman yok. Bıçağı saplarken yabancı bedenin titrediğini duyumsuyorum. Dakikalar geçiyor... Yanımda yatan karaltıda hırıltılar var. Aydınlatma fişeği tepemizde. Yüzünü aydınlatıyor; genç bir adam...
"Ölmüş olması gerekir, ama hayır... Baş doğrulmaya çabalarken hırıltı da artıyor. Korkulu bakıyor. Alnını okşarken gözlerini yumuyor. Dudaklar kupkuru... Siperin dibindeki çamurlu suya daldırdığım mendilimi emdiriyorum.
.  .  .

"Öğleden sonra üçte öldü... Şu anda karısı onu düşünüyordur. Az öteden koşsaydı, şimdi karşıdaki siperde karısına mektup yazacaktı. Şimdi senin de tıpkı benim gibi bir insan olduğunu görüyorum... Sizlerin de tıpkı bizler gibi insanlar olduğunuzu, analarmızın bizler için korku ile titreştiklerini, aynı acıyı paylaştıklarını, hepimizin aynı ölümü tatdığımızı bizlere, önceden neden söylemezler?
.  .  .

"Bağışla beni arkadaş!  Ah şu silahlarla üniformaları fırlatıp atabilseydik; seninle Albert'den, Tjaden'den farksız bir kardeş olabilirdik!  Al benim yirmi yıllık ömrümü de kalk haydi! İstersen daha fazlasını da al! 
 Bu ömrü bundan böyle ne yapacağım, ben de bilmiyorum...
.  .  .

"Savaş kötü bir şaka, sıradan bir rüya gibi sona eriyor... Almanya'ya dönüyoruz. Bizlere, yağmurdan solmuş bir iki pankartın (hoşgeldiniz)i ile yetinmek düşüyor. Oysa dönüşü bambaşka düşünmüştük...
"Yaşlı bir kadın, yanımız sıra yorulmadan koşuyor. Oğlunu soruyor; 'Schmidt !' diyor, 'Schmidt ?'...
.  .  .

Emperyal haydutlararası birinci paylaşım barbarlığının dehşetini, getirdiği her türlü yıkımı ve insanları birbirine nasıl düşmanlaştırdığını anlatan Erich Maria Remargue,  çok değil yirmi yıl sonra yeniden bir pazar hesaplaşmasının büyük insanlığa tekrar yaşatılacağını bilemezdi.
.  .  .

Yerde uzanmış ödev yapan çocuğun önüne bırakılan Suç ve Ceza'nın iki cildi, yeni yetme yaşında ona okutulan ilk kitaplardandı. Köy Enstitülü baba sıksık, başka eserlerle de tanışmasının gerekliliğinden, örneğin "Batı Cephesi"nden haberdar olmasının öneminden dem vuruyordu.

Anlattığına göre, anamalcı vampirlerin fitillediği haksız savaşlar, hiçbir zaman, hiçbir ülkede olumlu/yararlı bir şey getirmemişti. Savaşlar insanların gözlerinin önüne hep aynı vahşeti, aynı acılarla örülü bildik öyküleri koymuş, belleklerine silinmesi zor izler bırakmıştır. Hepsinin de ortak teması açlık ve sefalet, gözyaşı ve ölüm olmuştur. Fikri hoca, her fırsatta bu ve buna benzer konulardan söz ederdi.

Yasalarını, kurallarını kendilerinin koydukları düzende egemenliklerini ilan etmiş, bir avuç mutlu azınlığın dayattıkları, değişik zaman dilimlerinde, ama hep yoksul insanlara, emekçilerin çocuklarına yaşattığı öykülerdir. Yoksulların içine çekildiği ölümcül girdaba ilişkin yazılanlar, anlatılanlar insanlık tarihinin ibretlik özetidir. Derslerde ve ders dışında öğrencilerine, haksız savaşların açlıktan ölümden başka şey getirmediğini, körüklenen her haksız kavganın öncekinin aynısı olduğunu, yeni bir şey olmadığını anlatmaya çabalar: Ona göre "Yoksul insanların yüzü ancak kalıcı bir barışta gülecek, toplum dostluk ve kardeşlik günlerinde huzur bulacaktır."

Geceleri yataklara aç ve işsiz girilmediği, eşit ve adil yaşanılan bir dünya kurulana dek, ne gözyaşı ne kan kan dinecektir. Batı Cephesi'nde Alman Breyer'le Fransız Lucien'i karşı karşıya getiren de, Anadolu'nun yoksulunu Yemen çöllerine süren de aynı barbarlık, aynı savaş politikalarıdır. Kore'ye asker gönderilmesi, savaş örgütü Nato'ya girebilmek için verilmiş bir rüşvettir. Böyle der.

Böyle düşünür, böyle anlatır. Kızılçullu Köy Enstitüsü çıkışlı, biraz ezik, gereğinden fazla alçak gönüllü bir sınıf öğretmenidir. Toplumu, doğayı ve dünyayı anlamada tek objektif yöntemin deneysel bilgi ve eleştirel akıl olduğu olduğu öğretilmiştir bir kez. Bu nedenle, İstanbul'u on altı yaşında tüysüz bir yeni yetmenin teslim aldığını, Battal Gazi'nin "kafirin askerleri"ni nasıl tokuşturduğunu, Zaloğlu Rüstem'in nasıl esip gürlediğini, başı üstünde salladığı gürzü ile nasıl destanlar yazdığını anlatan resmi tarihe bıyık altından güler geçer.

Bu gün yaşasaydı, Remargue'in Batı Cephesi ile bu günün Suriye Cephesi'nin birbirine ters, birbirinden farklı olmadığına ilişkin, -kusursuz bir öngörü yeteneği ve tarih bilgisi ile- bilinçli bir gönderme yaparken, bir zamanlar ülke dışındaki bir camide cuma namazı fantezisi kuran Zaloğlu Rüstem zihniyetinin şimşeklerini üzerine çekmek konusunda duraksar, kararsız kalır mıydı? Arif Usta'ya sorarsanız kalmazdı. Çünkü onlar, bozkırın köy çocukları "topraktan öğrenen kitapsız bilendi."

İşte tam da buradan hareketle:

"BATI CEPHESİ'NDE" DE "YENİ BİR ŞEY YOK"TU. VE HİÇ OLMADI...

Hasan Oğuz Bilgen, 25.02.2020, Çömeç-Burhaniye.





































5 Şubat 2020 Çarşamba

KAPI KOMŞUMUZ FEDERİCO GARCİA LORCA


Demirel'inden Turgut'a, Çiller'inden Erdoğan'a  bildiğim bileli, ceberut devletin başından, emekçi halkın sırtından inmeyenlerin, tabi ki "bayrak, ezan, millet" adına yalanlarını ve dahi talanlarını sürdürebilmeleri için, ustaca -utanmazca okuyabilirsiniz- her daim yaptıkları tek hokkabazlık, devlet olanaklarını da kullanarak sapla samanı, at izi ile it izini birbirine karıştırmak oldu.

Bu manipülasyon gerçeğini en iyi bilenlerden birisi de bizim demirci ustasıdır. Arif adam olduğundan elbette. Bilmekle, anlamakla kalmaz, çay molalarında, yemek aralarında yine bizim, kendilerini limon gibi, tıpkı üzüm gibi sıktırmaya alışmış, asla layık olmadıkları muameleleri, nobranlıkları kanıksamış şantiye işçilerine anlatmaya, açıklamaya çalışır. Sendika toplantılarında ortalık yere atıverdiği bilgece/zekice sorularla, oraya merakla toplanan dertli insanların kafaları açan da, sendikacıyı sırtından terleten de çatlatan da yine o "şom ağızlı" adamdır. Ne ironiktir ki, sendikacı ile işverenin birleşip can ciğer kuzu sarması oldukları bir ortak nokta da, insanları sarsıp silkeleyip, düşündüren bu kişinin "patavatsız, şom ağızlı" biri olduğudur.

Belediyeci olmazdan önce mahallenin bıçkın delikanlısı, komşu kızların "abisi"dir. Gayrı meşru olmasa da Basmane sokaklarına ve Tepecik kuytuluklarına takıldığı olmuştur. Saf insanları ayaküstü çarpan uyanıkların bildik "perdeleme" oyunlarının tanığıdır. Durum böyle olunca, örneğin son günlerin kabak tadı vermiş teranesi "İstanbul'a Kanal" külünü ona yutturamazsınız. Malum gündem, daha doğrusu birilerinin son aptalca perdeleme çıkışı sayesinde, o artık bir "kanal uzmanı" (!)  
Bıraksanız, tabi dayanabilirseniz  -emlakçı bir kafanın ağız salyası olması dışında- ne idüğü belirsiz konunun saçma sapanlığı üzerine iki cilt konuşabilir. 

Geçen akşam, eşi Elif'in tavşankanı çayı ile iyice koyulaşan sohbetimizin bir yerinde aniden sustu ve kaynak işlerinden kan çanağına dönmüş badem gözlerinde bir takım hınzırca pırıltılar uçuştu.  

Ruhunu bilirim onun; ne hinoğluhin olduğunu... Sanırım zurnanın zırt dediği yere geliyoruz, yapacak yine yapacağını filan diye geçirirken içimden... 

Aldı sazı. Kendi dili, kendi meşrebince vurdu tellere. Ege ağzıyla:

"Bizim oğlan... Asgari ücret, elektrik kazığı, kadın boğazlamaları, edepsiz ihaleler güme gitti... Kurdun dumanlı havasında Fetö kanala, kanal depreme karıştı. Ortalık tozduman. Bu karışık mevzularla ortalık iyice bulanmışken, ben de karmakarışık ve dahi anlaşılmaz bir takım garip rüyalar görür oldum."  

"Eee" diyorum; "Döktür bakalım demirin piri, şantiyede gündüzler yetmedi, geceler boyu Ereğli'de hangi demirleri düzeltiyorsun?"

Durdu. Yutkundu... Yüzü güneş yanığı, elleri demir pası, o koca adam bir çocuk gibi gözlerime çekingen, utangaç baktı:

"Vakit sabahın körü... Emektar saat uyandırasıya çaldı çalacak. Yanı başımızdaki komşunun kapısı yumruklarla sarsılıyor. Yumruklanan kapı bizim Federico'nun kapısı. (Şaşkınlıkla dinliyorum)  Yerlere değin kaputlar giyinmiş, amuzları tüfekli bir takım tekinsiz adamlar, kırk yıllık dert ortağımızı, ekmeğimizi bölüştüğümüzü alıp götürüyorlar.
Yıllar var;  sözüm ona komşu olacak ödleklerin alayı, perde aralıklarından izliyorlar olup biteni. Durulacak an mıdır?  İkirciksiz hızla açıyorum pencereyi, ortalık sinsi ve ayaz.  Puslu hava konuşmamanın, görmemenin, duymamanın kahredici hüznü türünden... Perdelerin ardındakiler gözümde "üç maymun"a dönüşüyor aniden. Komşum Federico, sırtları kaputlu, omuzları tüfeklilerin arasında darbelerle sendeliyor.  Avaz avaz bağırıyorum ardı sıra. (Komşum! Komşum benim! Sana gelen bana gelsin...) 

"Omuzu üzerinden dönüp bakıyor usulca; soğukkanlı, durgun, dingin...  Aydınlık gözlerinin belli belirsiz gülümseyişlerinde (Son iki şiiri Deniz'in defterinin arasına bıraktım. Beni unutmayın.) iletisini okuyorum.

"Celladı ile dalgasını geçer gibi,  sağ elini açık, geniş ve onurlu anlı ile birlikte yukarı kaldırıp daha başka bir şeyler daha söylüyor.  Ne var ki anlaşılmıyor. Dipçikle itilip içine çekilmeye çalışıldığı karanlığa, bir devrimciye, bir halk ozanına yaraşır adımlarla kendisi yürüyüp gidiyor. Ensesinden yere bastırılan Federico'nun yüzünde mutlu, huzurlu bir tebessüm...
.  .  .

Nereden çıktı şimdi bu rüya? Kim bu Federico Arif?  
.  .  .

İlkokulu ite kaka, anne terliği ile bitirmiş demirci ustasının sözleri ders verir gibi:
"Hani şimdi biz söylenene inanan cahil cühela, denileni itirazsız yapan ayaktakımıyız ya... Sihirbazlara, hokkabazlara, perdelemelere, karartmalara kanarız ya!? O zaman biz de alışılmadık bir şeyi, yani tersini yapalım. Kitabın orta yerinden bir bakıma... İç açan, kafamızı açan, aydınlatan, cesaretlendiren, umutlandıran şeyler söyleyelim. Ekmek ve gülden yana. Ya da sıkılmış üzümün şarabından; fincancı katırlarını ürküten güzelliklerden söz açalım mesela. 
(Hala ne demek, ne anlatmak istediğini anlamaya çalışıyorum.) 

"Anlaşılmayacak bir şey yok. Gündemse gündem, orta yerinden dedik ya! Kanmış insan madrabaza inanır. Akıllı insan, akıllı güzel insanlara... Benim komşum güzel insandı. Bu kadar şarlatanlığın, bu denli arsızlığın, pisliğin ve kara yalanın içinde, biz de güzel bir insanı anmış, alakasız bir konuyu ortaya atmış, kafamıza göre bir inceden güzelleme yapmışız çok mu? 

"Alt tarafı rüya deyip geçme; düşlerin de okkalısı, hakikatlisi vardır. Onları da bizden alamazlar ya! Kelamı benim, yazısı senin... Haydi bakalım rastgele." deyip kestirip atıyor; ne anladıysan anladın, ne yazarsan yaz mealinden. Rüya yorumcusu olmak zordur.  Zorbalığın, barbarlığın yaşattığı düşlerin karabasan anlarını dillendirmekse daha zor. Sizi bu işten kurtaransa bilinenin uzun uzadıya yinelenmesinin gereksizliği ve yersizliğidir. Çok kısa:

"Bir. 1 Ekim 1936 tarihinde İspanya. Tırmanan militarizmin alacakaranlığı... Franko'nun faşistleri insan avında. Yaşamın hemen her alanında, papazından komünistine herkese karaçalı gibi dolanan şovenizmin azgınlığı karşısında dimdik, onurla duran onlarca, yüzlerce aydın, sanatçı, sosyalist ve savaş karşıtı... Federico Garcia Lorca, duvar diplerinde kurşuna dizilen bu insanlardan sadece biridir.

"İki. Federico'nun arasına iki şiirini bıraktığı hayal edilen defterin sahibi ustamızın kızı... Deniz, yenice çiçek açmış erik dalı gibi, cıvıl cıvıl dünyalar içinde. Lise bir öğrencisi. Gülen gözlerinde mükemmel gelecek pırıltıları, yüreğinde hoşgörü ve insan sevgisi, aklında fikrinde yaşlı yerkürenin ve büyük insanlığın başına daha neler geleceği... Şimdilerde kafalarını akıllı telefon ekranlarından kaldıramayan yaşıtlarının içinde pırıl pırıl bir umut ışığı. Ve defterinin arasında çok özel bir sır gibi sakladığı iki şiir:

DÖVÜLEN ÇİNGENENİN  ŞARKISI                                

Yirmi dört şamar!                                                        
Yirmi beş şamar!

Anacığım sarar beni
gece gümüş kağıtlara

Ah, yol muhafızı,
ah, yol muhafızı,
ne olur bir yudum su!

Balıklardan, kayıklardan,
ne olursun bir yudumcuk!

Ah, muhafız komutanı,
ah, muhafız komutanı,
yan gelmişsin odanda!

Hani ipek mendiller,
kurulayın yüzümü!  
.  .  .

LA SOLEÂ

Kızlar Karalar giyinmiş,
düşünüyor, dünya ne kadar küçük
ve yürek ne kadar geniş.

Karalar giyinmiş.
Düşünüyor, iç çekişler, çığlıklar
nasıl da yitiyor rüzgarda.

Karalar giyinmiş.
Açık kalmış balkonundan
şafak vakti,
gökle dolmuş içeri.

Ay! Ah!
Giyinmiş ya, karalar giyinmiş!   
                                       
                                                   Federico Garcia Lorca.


Anlatan Demirci Arif, 02.02.2020, Ekoköy-Seferihisar.