30 Nisan 2020 Perşembe

SEKİZ SAAT İŞ, SEKİZ SAAT UYKU, SEKİZ SAAT KEYFİMİZE GÖRE...




SEKİZ SAAT İŞ, SEKİZ SAAT UYKU, SEKİZ SAAT KEYFİMİZE GÖRE... 

Kavgalı haliniz, kavga nedeniniz, uğraşıp didinmeniz virüs gibi küçük bir nedenle de olabilir. Mevcut devlet mekanizması gibi, ilk bakışta baş edilemez gibi görünen devasa, ceberut, esaslı bir nedenle de...

Yer ve zaman, koşullar ve gerekçeler her ne olursa olsun, uluslararası düzeyde tek kutlama, anma, and içme günü 1 Mayıs'ın -her fırsatta geçiştirilmeye, içi boşaltılmaya çalışılmış olan- değişmeyen anlamı ve önemi kavga günü oluşudur.

Bu evrensel karakteristik özellik, yaşlı kürenin hemen her yerinde ve zamanında, fincancı katırlarının sırtındakilerini de, biat edip peşi sıra gidenleri de ürkütmüştür.


*  *  *

Çekiç insanı tutsak eden zincire indiğinde… Yediğimiz, içtiğimiz, kullandığımız her şeyi üreten çarkların şalteri kapandığında, 'ayak takımı' dedikleri insanların nasıl da yaşamı yaratan bir güç olduğu görülür.
İstenilen şey aslında fazla bir şey değildir. 

Bir şeye benzetemedikleri, ‘asla olmaz’, ‘mümkün değil’ dedikleri, ayaklar baş olacak, güneş bir kez de baldırı çıplakların yüzüne gülecektir. Beyfendilerin sinek ısırığı kadar bir yerleri acımayacaktır. Olup bitecek olanın hemen hepsi budur.
Fazla bir şey değil istediğimiz.

Yarattımız değerlerinin karşılığını, sadece hakkımız olanı ve aslında bizim olanı istiyoruz. Çekiç zincire vurduğunda ve ana şalter indiğinde daha başka ne mi olacak?

Beslendikleri savaş ve kaos politikaları son bulacak,  kan ve barut, vahşi sömürü düzeneği ve tüm bunların toplamı demek olan paranın saltanatı hak ettiği yere, sakallı adam Marks’ın sözüyle “çıkrığın ve baltanın yanına”, tarihin çöplüğüne atılacaktır.
Fazla bir şey değil istediğimiz. 

Üreten büyük insanlığın, sınıfsız/komünal toplumdaki serbestliğini ve eşitliğini istiyoruz sadece. Böyle bir dünya olur, olmuştur. Yaşanmaktadır da. ‘Ceketimin kibrit cebi kadar değil’ deyip akıllarınca alaya aldıkları, o küçük ada ülkesi, yer kürenin insanlarına “asker” değil “doktor” göndermektedir.

Gecelerinde aç, açık yatılmayan, gündüzlerinde işsiz olunmayan başka bir dünya olur. 
Fazla bir şey değil. Sekiz saat iş, sekiz saat uyku, sekiz saat keyfimize göre. 
Öyle çok şey değil. Özgürce.


Hasan Oğuz Bilgen, 30/04/2020, Ilıpınar.



23 Nisan 2020 Perşembe

YENİ BİR "24 NİSAN", YENİDEN VEDAT TÜRKALİ...



"Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime,
  Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime..."





Neo-liberalizmin dünyaya bakışın ve olayları ele alışın yöntemi olarak baş tacı yaptığı, dayattığı popüler kültür, işine geldiği konunun ya da olayın içini boşaltarak manipüle etmesi, canını sıkanı, keyfini kaçıranı ise yok sayması, yok etmesi Zati Sungur ustanın kemiklerini sızlatacak cinsten… 

Bırakalım politikayı, genel kültür ölçülerinin çok uzağında olan birisinin dahi anlayabileceği üzere, "Cherokee" örneği ilginçtir. Beyaz adam, ağzının salyalarını akıtarak bakir topraklarda "yeni dünya" nın temellerini attığını söylerken, bunu uygarlık adına yaptığını ima ediyordu. Ne var ki, toplum bilimi, aynı beyaz adamın, zengin ve bereketli topraklarından sürerek canlarına ot tıkadığı, soykırıma uğrattığı, doğaya ve insana ancak bir karınca kadar zararı olan Cherokee yerlisininin varlığını ve de tarihini yok hükmünde kabul ettiğini yazar. 

Yıllar sonra, sömürgeci atalarının izinden ayrılmayan emperyalizmin savunucuları, katlettikleri bir halkın adını -Cherokee adını- güç, özgüven ve dayanıklılık timsali olarak- 4x4 Jeep’lerine vermekten zerre kadar utanmayacaktır. Popülist kültürde, Cherokee adı, "gurur", "yılmazlık", "yenilmezlik" ve "lider-öncü" sözcükleri ile birlikte anılır.

Uzak topraklardaki Kızılderili dostlarımızın hüzünlü öyküsünden, coğrafyamızın uzak ya da yakın tarihinde yaşananlara bakıldığında da bu yakıcı gerçeğin değişmediğini görürüz. 
"Çağ açıp çağ kapatanlar" olarak özellikle öne çıkarılan isimler ya da olaylar, planlı olarak yaratılmış değerler resmi ideolojinin müsamere sahnesinde, altlarında yatan gerçeği asla günışığına çıkarmayan, açıklanmayan durumların yinelenmesi gibi fasit daireler olarak döner dururlar.

Bol parfümlü Lions gecelerinde ağlak yüzlerin yapay gözpınarlarını harekete geçiren ünlü Sarı Gelin türküsünün, asıl adının “Sari Gyaln” olduğu, soyuna sopuna kibrit suyu dökülmüş ve dahi bacaları tütmemecesine ocakları söndürülmüş, kana baruta, hasretlere sürgünlere reva görülmüş bir çilekeş halkın kültüründen geldiği gerçeği bu çözümsüz dairelerin içinde kaynar gider.

Ya “Dersim Dört Dağ İçinde" türküsü!?.. 
Ona ne denebilir?  Azıcık tarih bilgisi olan, vicdanı kurumamış birisi onun hakkında ne yazabilir? Aynı vicdan sahibi insanlar bu ağıt/ türküyü olur olmaz bir mekanda her duyduğunda ne hisseder?
Güçlü olasılıktır; "Magazin Gazetecileri Gecesi" tıkınmalarının, tıksırmalarının birindeki kılıç kalkan, çatal bıçak meraklılarını bile duygulandırıp terennüm ettirebilir! Ne ki, Dersim’in kaç dağ içinde, kaç cendere altında olduğunun, sözlerinin ve ezgisinin tarihin hangi karanlık, soğuk ve vefasız kesitinden damlayıp geldiğinin hiç, ama hiç önemi yoktur!

Toto Karaca eşsiz ve "mühim" bir "tiyatro oyuncusu"dur. 
Nubar Terziyan "meşhur" bir “Türk” sinema sanatçısı… 

Hepsi budur, burada durulmalıdır. Bu sanatçıların, sahne ve sinema emekçilerinin kimliklerinden hiç bir zaman, hiç bir yerde söz edilmemelidir. Zaten edilmez... Bu anımsadıklarımızın adları insan aklına ilk gelenlerdendir; elbette daha başka kimlikleri, aidiyetleri unutturulmak istenenler de vardır.  

İnsanların ait oldukların sosyal doku, geldikleri yerler, geçmişleri ve yaşadıkları her daim bir sır, bir ayıp gibi saklanmaya, perde arkasında tutulmaya çalışılmıştır. Maazallah farklı toplumsal köklerden, kültürlerden, etnik kimliklerden konuşmak insanı vatan hainliğine kadar götürebilir. 

Bir de, bizim el yordamı terazi becerisi çıraklığından gelen, mimarlık yeteneği uzak diyarlara ulaşmış yapı ustamız var ki, anmamak haksızlık olur. 
O ve ekibi emekçiler inşa işlerini yapmışlar,  övünmek Osmanlı’ya kalmıştır. Mimar Sinan'dan söz ediyoruz. Yapı sanatının muhteşem mimarisinin eşsiz baş yapıtlarında yıllarca yaşamasını sağlayan Ermeni mimarından... Diğerlerinde olduğu gibi, Sinan’ın da Kayseri’li bir Ermeni ailenin biricik oğlu olduğunu söylemek, pehlivan tefrikalarıyla büyüyüp, Battal Gazi aksiyonu ve Ulubatlı Hasan heybeti ile yetişmiş bir yurttaşa “affedersiniz” ya da “estağfurullah”
çektirebilir. Çektirir de.

Sonuçta yüzleşme cesareti gösterilemeyen ve halının altında saklanmaya çalışılan bir konuda, siz ne derseniz deyin, söz konusu kişi tarih kitabının okuma bölümünde geçiştirilen “Yüz Türk Büyüğü”nün ötesinde bir anlam ve önem taşımayacaktır.

Denilebilir ki toplumda kabul görmüş, sineye basılmış, evrensel değerlerle kanıtlanmış bir sanatçının etnisitesinden söz etmek neyi değiştirir ya da neyi kanıtlar? Elbette hiçbir şeyi… Ancak insanların ait oldukları, alışkanlıklarını, değerlerini, geleneklerini, dillerini, inançlarını taşıdıkları toplumlar, bizzat mevcut devletin baskın gücü tarafından itilmiş sürülmüş, soyulmuş sövülmüş, topluca ya da bölgesel anlamda yok edilmeye çalışılmış toplumlarsa önemlidir elbette.  

Tarih ve toplum biliminin belgeleri, yazılı kayıtları kanıtlayacaktır ki, Tanzimat döneminde kısmen ya da temsili anlamda elde ettiği eşit ve adil yurttaşlık hakkını,  sonradan İttihat ve Terakki’nin devletçi ve statükocu anlayışının denetim ve kontrolüne teslim edecek olan Ermenilerin, bu topraklardaki kadim varlığı, tarihin epeyce derinliklerinden, yerkürenin M.Ö 6 ’ncı Yüzyıl kesitinden gelmektedir. Köklerini tarihin işte bu kesitinden alarak, sarsıcı bir sarmal içinde Cumhuriyet dönemine getiren usta yazar, Vedat Türkali  -Farklı kimliklerin barış içinde bir arada yaşaması, eşit, adil ve güven dolu bir geleceği kurabilmek adına- iki yüz sayfayı bulmayan bir çalışmayla yıllarca sığ sularda, kirli, paslı söylemlerle körüklenen düşmanlığın ve ayrımcılığın insanlara ne bedeller ödettirdiğini göstermiştir.

Güçlü bir roman kurgusu içinde kısa, öz ve sade anlatımla önümüze dikilen olayların tarihsel verilerle desteklenmesi, kitaba yadsınamayacak türden belge niteliği de kazandırmaktadır.

Vedat Türkali, bir belge niteliğindeki yapıtı “ Bitti, Bitti, Bitmedi ” adlı romanı ile, ancak sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir başka dünyanın mümkün olabileceğine inanan bir sosyalistin, hala tabu olarak kabul edilen bir konuyu gözlerimizin önüne bir gerdanlık gibi saçabileceğini kanıtlıyor. Yani büyüyüp ekmeğini yedikleri Anadolu topraklarına “ana yurdum” demeyi içine sindirebilmiş Ermenilerin hala yüz yüze gelemediğimiz, yazmaktan çekinilen, boğazımıza düğümlenen hüzünlü özgeçmişinden söz ediyor cesurca.

Yapıt, salt  -yalın anlatım tekniği gibi- yazınsal değeriyle değil, ağırlıklı olarak siyasal, toplumsal geçmişimize mercek tutup bizi kendimizle, birbirimizle yüzleşmemize, tekrar tanışmamıza neden olduğu, söylenemeyenleri söylediği, yok sayılanı, unutturulmaya çalışılanı anımsattığı için kayda değer... 

Vedat Türkali ağabey, resmi ideolojinin ve resmi tarihin en süslü hikayesi, en iflah olmaz iki yüzlü teranesi olan “ Farklılıklarımız zenginliğimizdir”  klişe nakaratının içini gerektiği gibi doldurmuş, gözlerimizin önüne çok dilli, çok dinli, çok kimlikli ve çok kültürlü bir eser getirip bırakmıştır.

Hem de “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette, hizmetçi ve köle olma hakkından başka hiçbir haklarının olmadığı.” kelamını buyuran dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’u anımsatarak.  Adını, gururla bir hava limanına verdiğimiz, "Dersim Fatihi" olması ile övündüğümüz, "Türk Kuşu" pilotu Sabiha Gökçen bombardımancısını konuşturup, devlet kayıtlarını boşa düşüren samimi itiraflarına yer vererek.

           Kitapta daha neler yok ki:
  • 1914 yılının haziran ayında Talat, Enver ve Cemal Paşa’lara suikast yapılacağı asılsız ihbarı ile Sosyalist Hınçak Partisi’nin 120 üyesinin tutuklanması, Ermeni katliamının  ilk sinyalleridir. 
  • 15 Haziran 1915’te derdest edilen sosyalistlerden, aralarında Paramaz adlı halk önderinin de bulunduğu 21 yurtsever güzel insan idam edilir. İdamların tek canlı tanığı Kalust Boğosyan’ın yazılarında Paramaz’ın üzerine çıktığı sehpayı tekmelemeden önce “Yaşasın Sosyalizm” diye bağırdığını belgeler.
  • 1915 yılının başlarında bırakalım yazar çizer, aydın, gazeteci, hukukçu tutuklamalarını, milletvekili Krikor Zohrab alıkoyulanlar arasındadır. Onun felaketi, İstiklal Caddesi Cercle d’Orient Kulübü’ndeki akşam yemeği sonrasında, Talat Paşa’nın yanağına kondurduğu ölüm öpücüğü ile birlikte gelir. Zohrab çok şaşırmıştır,  
  • “ Bu ne iltifat ” diye sorar. Paşa “ İçimden geldi ” der. Birkaç gün sonra, Urfa yolu üzerinde Erzurum milletvekili Vartkes beyle birlikte başları ezilmiş, parçalanmış biçimde bulunur… 
  • Ölüm öpücüğünden sonra verilen yargısız infaz talimatını yerine getiren, İttihat tetikçisi Çerkez Ahmet’tir. Bizzat İttihatçı Talat’ın keyfiyetiyle, bir milyona yakın Ermeni insanının kırıldığı Dery-Zor’da Suriye çöllerindeki kıyımdan kurtulan ve yaşadıklarından, gördüklerinden akıl sağlığını yitiren, karşısına çıkan ağaçları üzerine gelen Osmanlı askerleri olarak gören, besteci, müzikolog ve orkestra şefi Rahip Gomidas’tır.
  • 1915’te Anadolu’nun dört bir yanından devlet talimatı ile sürülenlerin ortak yönü Dery-Zor çölleridir. Kimi kafileler eksile eksile de olsa Suriye içlerine varırlar. Ne var ki, kimileri onlar kadar şanslı değillerdir; hastalar, yaşlılar ve çocuklar hiç ulaşamazlar… Golgotha yolunda, Kürtlerden oluşma Hamidiye Alayları’nca öbek öbek öldürülüp, yol boylarınca bırakılırlar. Kimilerini doğa kıyar. Açlıktan, susuzluktan ve hastalıklardan ölürler.   
  •  Abdülhamid’in 1864’de ve 1866’da toplam iki yüz bin Ermeni insanını Urfa’dan kırsal alana çıkarıp, dağlara sürüp kıydırtması... Bölge Kilise kayıtları, kıyıma uğrayan insan sayısının üç yüz bin olduğunu belgeliyor. Adı geçen katliamla ilgili, Abdülhamid’e muhalif olan, ne var ki İttihatçı da olmayan Tevfik Fikret’in, Talat Paşa’nın uzattığı elini  “ Ben bu kanlı elleri sıkmam…”  diyerek geri çevirmesi “Yüz Türk Büyüğü” masalının büyüsünü bozan cesur çıkışlardandır.
  •  Hozat’ın Ergen Köyü  -yeni adı Geçimli- Kayışoğlu Yarması…
  • Orada sıkıştırılan ahaliyi öldürmeye kurşun yetmeyeceği anlaşılınca, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın bellerinden birbirlerine bağlanarak, uçuruma zorlanırlar… Görgü tanığı, aynı köyden Kamer Ağa'dır...  Kamer ağa, o insanın kanını donduran canhıraş hengamede, küçük bir kız çocuğunun annesinden ayrılmamak için eteklerine yapışmasını, onu asla bırakmamasını ve  onun da diğerleri ile birlikte, salkım saçak yardan aşağı uçtuğunu anlatır.
  • “ Musa Dağ’da Kırk Gün” kitabının Türkçe çevirisi yoktur. Belgesel roman Franz Werfel tarafından Fransızca yazılmıştır. Sözcüğün gerçek anlamıyla insan sefaletini, bir halkın yok oluşunu, yok edilişini anlatan bir eserdir. 1933’te yayınlanır, yankısı güçlü olur. Yahudi Gettolarında da okunmaya başlanınca, bunun salt Ermenilerle ilgili olmadığı, savaş tamtamları ile Avrupa’da yaklaşmakta olan Yahudi soykırımının müjdecisi olduğu yayılır. Bu tarihsel öngörü, Goebbels’in yasaklama kararıyla karartılmış olacaktır. Kitabın başına gelenler bile çarpıcı, sarsıcı bir ironi, Yahudi halkının başına geleceklerin habercisi gibidir.
  • " Musa Dağ’da Kırk Gün”den Vedat Türkali’nin aktardığı ilginç ayrıntıda, tüm halkların barış içinde yaşama hakkı olan bu topraklarda yıllarca hamaset nutuklarıyla insanları birbirine düşman eden siyasetçilere Tarih Babanın parmak sallaması gizlidir:  İstanbul hükümetini tehcir kararından döndürmek isteyen, insan dostu Alman Papaz Johannes Lepsius, Enver Paşa'yı ikna etmeye çalışır. Somut tarihsel bir veri olarak tarihe geçen o talihsiz görüşmedeki Enver Paşa'nın sözleri, bu güne kadar yapılan tüm polemiklerin, temcit pilavı misali önümüze sürülen tüm tezlerin pabucunu dama atmaya yeterlidir:
  • "Ekselans” der Papaz Johannes Lepsius, “Kurmak istediğiniz imparatorluğun temelinde Ermeni halkının cesedi olacak… Bu hayır getirir mi? ”  Paşa’nın yanıtı epeyce serttir:  “İnsanla veba mikrobu arasında barış olmaz.”   Johannes de sözünü esirgemez; ancak onun bu medeni cesareti onun da, görüşmenin de sonunu getirecektir:  “ Demek ki siz, harbi, Ermeni milletini tamamen yok etmek için kullanmak istediğinizi kabul ediyorsunuz? ”

.   .   .

Canımızı sıkan, olasılıktır belki tadımızı bile kaçırmış, hatta sokağa çıkmanın yasak olduğu bir günün sıkkın akşamında, yukarıdaki “iç karartan” bunca ayrıntıdan sonra, bir sanat eserinin öyküsünden söz etmek iyi gelebilir.

Uzunca bir aradan sonradır... 
Bestekar, kemani Sarkis Efendi, o nahoş öpücüğün atıldığı İstiklal Caddesi'ndeki Cercle d’Orient Kulübü’nde demlenmektedir. Nezih ve gösterişli salonun pahalı masalarından birinde son kadehini yuvarladıktan sonra, günlerdir beklediği ilham perisi de sazının tellerine konuverir. Vuslat anıdır… Üstat Sarkis Efendi, Vedat Hocanın kitabında anlattığı yaşananlarla ile haşa, uzaktan yakından ilgisi ve bağlantısı olmayan (!) “ Kimseye etmem şikayet; ağlarım ben halime. Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime ” şarkısını besteler.
.   .   .

1915’in, bir halkın dağların kuytuluklarında, yol boylarınca salkım saçak kırılmasının üzerinden yüz beş yıl geçmesine karşın, bizim hala, çoktan kabullenilmesi gereken bir sosyal travmayı kanıtlamaya çalışıyor olmamızı, derin bir hüzün ve çokça şaşkınlık hali içinde izleyen bir bestekar Sarkis Efendiyi gözlerimizin önüne getirebilsek bile, onun, 2020'nin virüs ikliminde nasıl bir beste yapabileceğini düşlemek zor.


Hasan Oğuz Bilgen, 23 Nisan 2020, Hozat-Ergen Köyü.

14 Nisan 2020 Salı

BİR SINIF, BİR ŞANTİYE DOSTU...


BİR SINIF, BİR ŞANTİYE DOSTU...
ZULAYA BİR DERİN ACI DAHA.



Kanıksanan 'nükleer, kanser, kuraklık' gibi, bildik 'iş cinayetleri, kadın kıyımı, işsizlik' gibi, neoliberalizm barbarlığının insanlığın başına musallat ettiği son bela, Çin Seddi'ni aşıp kapıları çalmadan bacalardan daldı. Geldi, baş köşeye oturdu. Güçleri yoksul, savunmasız halklara yeten emperyalistler, işçiye, gazeteciye efelenen petrol-dolar baronları, nereden çıkıp aksırtıp öksürteceği ve hangi muzırlığı yapacağı belli olmayan miroskobik bir canlı karşısında şaşkın...

İktidar borazanı yazılı ve görsel basında, köşe bucak, ekran ekran, hayatın gerçeği, çalışanın dünyası, insanın aklı ile alay eden "mühim" lafızlar, nasihatler...Uslu çocuk ol, ellerini yıka, eve kapan, bu ara bir yolunu bul işe de git. "Hijyen"ini, mesaini ihmal etme. Bozgunculuk, bölücülük yapma üretimi aksatma... Buraya kadar davulun sesi uzaktan kulağa hoş geliyor. Efendilerin keyfini kaçıransa zurnanın zırt dediği yer: 

"Güvenceli iş", "Ücretsiz tedavi", "Ücretli izin" talep edildiğinde ortalık suspus, balta kesmez buz oluyor...
.  .  .

Adına "Tekstil atölye"si denilen bodrum katlarında kaçak göçek, sıkış tepiş onlarca, yüzlerce kadın nasıl çalışır? Bilen bilir. Ya, heybetle inşa edilen bir yapıda, örneğin yirminci katında, kuş bakışı-karınca misali, günü yere çakılmadan bitirmek, yani bitirebilmek nasıl bir duygudur? Bunun da, ne menem bir duygu olduğunu ancak vicdanını henüz yitirmemişler tahmin edebilir. Emek dostları, sınıf dostları ve şantiye tozu yutmuş bir insan da çok iyi bilir.  Sakallı adam "Kapital" de işin mantığını da, artı değerin tıkırdayışını da açıklıyor, biliyoruz. Peki, anamalın müritlerinin iş bu konuda ne dediğini bilen, duyan var mı? 

Sadece tek hecelik tabiat taklidi bir ses: Tıss...

Şimdi bu vahşi kapitalizmin on saatlik, on iki saatlik, olmadı gün doğumu gün batımı engelli koşu temposuna bir de 'Covit-19' olarak kodlanan virüs eklendi. Yani, ekiplere dalaşmadan, virüslere bulaşmadan "gel" pozisyonu... Pardon, çalış !

Geçenlerde, malum minik şeytanla ilgili 'mühim' insanların, 'mühim' açıklamaları ve öğütleri arbedesinde, o "baldırı çıplak", "amele takımı" dedikleri taraftan gelen bıçak gibi sözler kuru gürültüye gitti. Duyan duydu, alan da ne aldıysa aldı. Galataport şantiyesindeki -güvensiz ne kelime- tuzaklarla dolu hiç de tekin olmayan çalışma ortamı ile ilgili, çok doğal topun gelişine vurur gibi, çarpıcı açıklamayı yapan sendikanın temsilcisi Hasan Oğuz adında, henüz on dokuzunda bir gençti. Gencecik yaşamı gibi, kim vurduya giden yakıcı açıklamasında şöyle diyordu:

" Yemekhane ve şantiye girişlerinde, çıkışlarında haliyle yığılmalar oluyor. Bize, sürekli (Maske takın, birbirinizden uzak durun) diyorlar. Oraya buraya yazılar da  astılar. Birlikte bir iş yapılıyor, öyle uzak durarak nasıl olur? Nasıl yapacaksın? Tamam, ekmekler poşetlerde, sular pet şişelerde geliyor da, soyunma odalarında, yemek kuyruklarında yine dip dibeyiz. Virüse yakalanan arkadaşlarımızı önceden duymuştuk. İkaz ettik. Oralı olmadılar, hatta İnkar ettiler!  Siz işinize bakın, dediler. Günler geçti, bir değişiklik olmadı, iş durdurulmadı. Hastayım diyene, ücretsiz izin verildi. İnşaatta ücretsiz izin, hastanede ücretli tedavi !?  
Tek çare birlikte mücadele etmek..."

Hasan Oğuz, bu konuşmayı yaptıktan dört gün sonra, şantiyede, güvencesizliğe, hoyrat çalıştırılmaya, işverenin nobranlığına meydan okurcasına, kemerinin sağ yanında ucuz şerit metresi, inşaat duvarlarına tırmanırken kalp krizi geçirdi. Yoğun bakımda müdahale edilen ve tam bir hafta sonra yaşamını yitiren Hasan Oğuz'un raporunda ölüm nedeninin 'bulaşıcı hastalık' yazdığı söylendi. Bu durum, Hasan Oğuz'un üyesi olduğu Dev Yapı-İş Sendikası tarafından da doğrulandı. 
.  .  .

Helin Bölek için söylenen  "Her konuda konuşanlar, çok bilmişler... Bir an için susun!.." kestirip atması ve ardı sıra gelen  "Bazen konuşma dili gibi yazı dili de yetersiz ve gereksizdir." yumruk sözü, aslında bizim şantiye emektarı Demirci Arif Usta'nın tarzı ve dayatması idi.  Ve de doğruydu.  

Kuşça iki can, Helin de Hasan da olmayası şeyler mi istediler? Azıcık aş onurlu bir baş! Hepsi buydu; iki masum dilekti. Birbirlerini tanımasalar da, yaşamın değişik alanların da sistemle boğuşmak zorunda bırakılmış olsalar da, bıkmadan usanmadan doğru ve güzel olanı talep ettiler. Konserlerimiz yasaklanmasın. Bırakın türkülerimizi söyleyelim. Derneğimizin kapısı her gün, koçbaşı ile yıkılmasın. 

Aç açık yatmadığımız, işsiz kalmadığımız -ziyanı yok- sessiz sakin bir küçük dünyamız olsun.  Bırakın güven içinde, korkusuz, endişesiz çalışalım.  Naylondan yatakhanelerde yanmayalım.

Helin ve Hasan, bir yerlerde sızan iki derin yara. Artları sıra çoktan ağıtlara durmuş, sızlanan ama acındırmayan, iki taze toprak yığınına kapanmış iki ana... Dağdan düzdeki zorbalığı süzen iki kaçakçı suskunluğu. Oynanan trajik oyunu adabı ile, sessizce izleyen iki eşkiya, iki bilge insan.

Helin Bölek için acımız ne denli derin, ahdimiz ve dahi kavlimiz ne denli büyük, ne denli mahremse, Hasan Oğuz için de bir o kadar acıların derinliğinde, kederlerin kuytuluklarında, kan ter içindeyiz.

En güzel, en delifişek on dokuz yaşım... Kendimiz için hiçbir şey, büyük insanlık için yaşanabilir, başka, bambaşka, koskoca bir dünya istediğimiz delikanlı yaşım.  Benim güzel, benim aslan adaşım uğurlar ola... 

Hasan Oğuz Bilgen, 14.04.2020...