YİNE
"İNCECİK SIZIDIR İÇİMDE HASRETİ" ( * )
" Doğum günün kutlu olsun, mutlu ol senelerce,
Sana
boncuktan kuş yaptım konacak pencerene."
Benim “A
grubu”ndan kanımın bir örneğiydi; içinde taşıdığı “RH” ve “Pozitif” biyolojik
karakterlerle aynı genetik yazgıyı paylaştığımız. Açıklanmak istenip de açıklanamayan, bizzat
yaşanan bir konuyu gözler önüne sermenin her zaman kolaycı ve kaçamak bir yolu
vardır. Birinci dereceden bir yakınınızla olan biyolojik bağınızı, günü
geldiğinde anlatma gereği duyduğunuzda ilk önce bilimin terminolojisini, tıp
dilini anımsamanız gibi mesela. Ne var ki
yaşamın kendisi, onun canlı pratiği içinde yaşananların, ilişkilerin,
yakınlıkların, bağlılıkların ya da duygusal kopuşların ayırtına varmak, insanı
çoğu kez gerçeğin kendisi ile
yüzleştirir.
İnsanı
kendine getirir. Uykuya dalmamızı, düşlere, reklamlara, yaşamın pembe
renklerine kanmamızı önler, ayakta durmamızı sağlar. O her türküde geçen, hep
sitem edilen, asla söz geçmeyen o “zalim felek” nasıl da yakıcıdır. Anlatılmak
istenen yıllar boyu ayrı kalmamız, yıllar sonra aykırı düşmemiz, yine de her
koşulda hasretini, derdini çekmemiz gibi, işin bir hayli ince ve kırılgan olan
yanlarıdır.
Kızım, kıymetlim, biriciğimdi. İradem
dışında örülmüş sağır dilsiz duvarların, dağlarının dağlarının ardında,
engeller, güçlükler arasında yaşayan tek hücremdi. Tarihin birinde, bir dost
sofrasında sıradan söyleşirken çocuk dilince öyle söyleyivermişti. Topluca ağız
dolusu gülünmüş, o an, orada öyle de kabul edilmiş, uzun saatler boyu yarenlik
ettiğimiz o sıcak, o bir daha yaşanmayan birliktelikten sonraki ilerleyen
günlerde, "üç kişilik aile"nin diline bir çocuksu espri olarak
yerleşmişti: “Ben babamın hücresiyim”
* * *
Kaç
bayram, kaç anneler, kaç babalar gününde ama mutlaka kapalı, kör bir kapının
ardında beklettiğim, hasretini her daim boynumda sabırla taşınan hoyrat bir
bıçak gibi taşıdığım… Çaresiz, edilgen, imansız, halden anlamaz Şirinyer, Buca
ve de Diyarbakır gecelerince içimde ılık ılık kanayan deli bir bıçak yarası
derinliğinde yaşattığımdı. Bıktıran upuzun zamanlarda ardım sıra bıraktığım
boşluklarda babalığımı, varlığımı, sesimi, soluğumu, kokumu özleyen, benim diyen
şairi şairliğinden utandıracak denli yokluğumu duyumsayan, asla sezdirmeyen,
hani kesseniz belli etmeyen benim kızımdı. Yabancı bellediğine kesinlikle; dostunum
diyene, dostluk gösterisinde bulunana
belki… Ama her koşulda sır vermeyen, ağzını bıçak açmayan, paylaşmayan,
anlatmayandır.
Başının
iki yanında, iki bukle cılız saç demetiyle benim sarıca kızımdır. Ne zor
altında, ne de güllük gülistanlıkta yadsımadığım, inkar ettiremedikleri, aksinin
altına imza attıramadıkları değerlerimden, her şeye karşın yaşama, insana
tutunma nedenlerimdendi. Kaç bayram, kaç
anneler gününde, kaç babalar gününde… İki
yaşında ayrı düşüp çocuk kalbini burduğum. Elimde olmadan örselediğim.
Adresleri bende saklı kuytuluklarda, uzak, yalnız diyarlarda göğsümde, ruhumda
taşıdığım. Bitimsiz cezalara yatırılmış forsalarca, zincir zincir, pranga
pranga zorlaştırdığım, koğuş koğuş, tecrit tecrit, hücre hücre üşüdüğüm,
üşüttüğüm.
Görüş
görüş, mektup mektup düşündüğüm, masal masal düşlediğimdi. Yollara, kapılara,
kapı eşiklerinden merdiven boşluklarına baktırdığım daha demincek taytay
durmayı, çok değil henüz birkaç adım atmayı becerebilmiş çocuktu. Parklarda çocuğun elinden tutmuş genç
adamların ardı sıra boynunu uzatıp bakakalan da… Büyümesine, koşmasına, çocuk kalbine,
teneffüs aralarına, okul paydoslarına yetişemedim. Sevgisine yetişemediğim..
Hayın,
kör ve sağır mekanların hayırsız günlerinde, narin bir söğüt dalını büker
kıvırır gibi örselediğim. Yetmedi. Yedi
tepeli kentin yollarına, soğuğuna, çamuruna, yokuşlarına, puşt kuytuluklarına
sürdüğüm; göz alıcı, pahalı vitrinlerine yakından, sarı sıcak restoranlarına, buğulu
lokantalarına uzaktan baktırdığım.
O benim
kızım, yıllar öncesinden gelen, ardım sıra kaçak adımlarımı izleyen, yasa dışı
eylül günlerindeki sırdaşım. Şu anda bu
acemi dizelerle - hani nasıl der şair? Kitabın tam da orta yerinden- Alibaba’ca
duyumsadıklarımı paylaşmaya çalıştığım. Bir
İlkay Akkaya türküsü düşünün ki, bir yerinde “Zordur paylaşmak. Gel gör ki, paylaştıkça insan oldum.” diye bir
söz geçsin. Duyarlı insan anmadan, sarsılmadan ve dahi iliklerinde duymadan
yapamaz.
Her
sancılı süreç, bunaltarak, kahrederek geride kalan, her tükenen biten gün, daha
yeni bir aydınlığın, yepyeni bir doğumun öngünü. Her fırtına, soluğu göğüse tıkıp göz açtırmayan sapla
samanın birbirine karıştığı her toz duman oluş, alazından kaçılmaz, içinden
çıkılmaz gelen her yangın yeri, her kopuş, darmadağın oluş… Ardınca gelecek
ışıklı, cıvıltılı günlere, ağız dolusu gülmelere, uzun soluklu rahatlamalara
gebe. İnsanı onurlandıracak, yoluna ışık tutacak, gıptayla baktırıp göz
kamaştıracak bir ileti, üretimden hemen önceki, sözün emeğin taşıp gelmesinden,
çağlayıp dökülmesinden önceki dinginlik bu. Jose Marti’nin ‘Şimdi akkor
zamanıdır, yakında sadece ışık görülecektir.” dediği de, tam da bu, yaşamın ta
kendisi, haklı ve onurlu bir kavganın gerçekliği, zıtların diyalektiği değil
midir?
Tepesinde
başlarına buyruk, telaşlı yaban güvercinlerinin savrulduğu, dikenli tellerle
örülü duvarlardan kimi dizeleri istihbarat subayınca karalanmış dizelerin
yardımıyla kurtulup, köy okulunun öğretmen lojmanına ulaşmayı beceren,
sonrasında soğuk kentin öğrenci evine güç veren Ali baba’nın masalları,
şimdilerde duvarları neme doymuş bir köy evinde yaşanan ıstırabın derdi tasası
içinde. Kuru ayaza dönmüş gecenin bir
vaktinde, evin yalnız yaşayan sakini şöyle inceden kulak kesiliverse, başına
çektiği battaniyenin altında soluğunu tutabilse, dinlese, ucuz tütünün
öksürüklü dumanında, evin sıvaları henüz kurumamış duvarlarında ve bahçeden
belli belirsiz gelen ceviz ağacının dallarının hışırtısında Ali Baba’nın
soluğunu ve endişelerini bulacak.
‘İlle de
dostun attığı gül yaralar beni’ üzerinden kederlendirse de, hüzünlendirse de
sözleri, suskun tutuk uzak telefon konuşmaları, onca aykırılığı, sıra dışılığı,
çekilmez yaşam biçimi, yaralayan, örseleyen alışkanlıkları… Savrulmaları, bölük
pörçük darmadağın olmuşluğu ve dağılmışlığı umarsız bıraksa da sizi. Geçtiği
yerleri, yürek yakan alev topuna döndürse de… Ardı sıra, garip bıraktıklarını
bıçak değmiş bahar dallarına çevirse de.
(*) Aynı
adlı öyküden
Hasan Oğuz Bilgen, 25 Mart 2012, Karşıyaka - Soğukkuyu