25 Mart 2016 Cuma

İNCECİK SIZIDIR İÇİMDE HASRETİ

YİNE "İNCECİK SIZIDIR İÇİMDE HASRETİ" ( * )

                                                                        
                                                              " Doğum günün kutlu olsun, mutlu ol senelerce,
                                                                Sana boncuktan kuş yaptım konacak pencerene."
                                                                                                                
Benim “A grubu”ndan kanımın bir örneğiydi; içinde taşıdığı “RH” ve “Pozitif” biyolojik karakterlerle aynı genetik yazgıyı paylaştığımız.  Açıklanmak istenip de açıklanamayan, bizzat yaşanan bir konuyu gözler önüne sermenin her zaman kolaycı ve kaçamak bir yolu vardır. Birinci dereceden bir yakınınızla olan biyolojik bağınızı, günü geldiğinde anlatma gereği duyduğunuzda ilk önce bilimin terminolojisini, tıp dilini anımsamanız gibi mesela. Ne var ki yaşamın kendisi, onun canlı pratiği içinde yaşananların, ilişkilerin, yakınlıkların, bağlılıkların ya da duygusal kopuşların ayırtına varmak, insanı çoğu kez gerçeğin kendisi  ile yüzleştirir.

İnsanı kendine getirir. Uykuya dalmamızı, düşlere, reklamlara, yaşamın pembe renklerine kanmamızı önler, ayakta durmamızı sağlar. O her türküde geçen, hep sitem edilen, asla söz geçmeyen o “zalim felek” nasıl da yakıcıdır. Anlatılmak istenen yıllar boyu ayrı kalmamız, yıllar sonra aykırı düşmemiz, yine de her koşulda hasretini, derdini çekmemiz gibi, işin bir hayli ince ve kırılgan olan yanlarıdır.

Kızım, kıymetlim, biriciğimdi.  İradem dışında örülmüş sağır dilsiz duvarların, dağlarının dağlarının ardında, engeller, güçlükler arasında yaşayan tek hücremdi. Tarihin birinde, bir dost sofrasında sıradan söyleşirken çocuk dilince öyle söyleyivermişti. Topluca ağız dolusu gülünmüş, o an, orada öyle de kabul edilmiş, uzun saatler boyu yarenlik ettiğimiz o sıcak, o bir daha yaşanmayan birliktelikten sonraki ilerleyen günlerde, "üç kişilik aile"nin diline bir çocuksu espri olarak yerleşmişti:  “Ben babamın hücresiyim”

*   *   *
Kaç bayram, kaç anneler, kaç babalar gününde ama mutlaka kapalı, kör bir kapının ardında beklettiğim, hasretini her daim boynumda sabırla taşınan hoyrat bir bıçak gibi taşıdığım… Çaresiz, edilgen, imansız, halden anlamaz Şirinyer, Buca ve de Diyarbakır gecelerince içimde ılık ılık kanayan deli bir bıçak yarası derinliğinde yaşattığımdı. Bıktıran upuzun zamanlarda ardım sıra bıraktığım boşluklarda babalığımı, varlığımı, sesimi, soluğumu, kokumu özleyen, benim diyen şairi şairliğinden utandıracak denli yokluğumu duyumsayan, asla sezdirmeyen, hani kesseniz belli etmeyen benim kızımdı. Yabancı bellediğine kesinlikle; dostunum diyene,  dostluk gösterisinde bulunana belki… Ama her koşulda sır vermeyen, ağzını bıçak açmayan, paylaşmayan, anlatmayandır. 

Başının iki yanında, iki bukle cılız saç demetiyle benim sarıca kızımdır. Ne zor altında, ne de güllük gülistanlıkta yadsımadığım, inkar ettiremedikleri, aksinin altına imza attıramadıkları değerlerimden, her şeye karşın yaşama, insana tutunma nedenlerimdendi.  Kaç bayram, kaç anneler gününde, kaç babalar gününde…  İki yaşında ayrı düşüp çocuk kalbini burduğum. Elimde olmadan örselediğim. Adresleri bende saklı kuytuluklarda, uzak, yalnız diyarlarda göğsümde, ruhumda taşıdığım. Bitimsiz cezalara yatırılmış forsalarca, zincir zincir, pranga pranga zorlaştırdığım, koğuş koğuş, tecrit tecrit, hücre hücre üşüdüğüm, üşüttüğüm.

Görüş görüş, mektup mektup düşündüğüm, masal masal düşlediğimdi. Yollara, kapılara, kapı eşiklerinden merdiven boşluklarına baktırdığım daha demincek taytay durmayı, çok değil henüz birkaç adım atmayı becerebilmiş çocuktu.  Parklarda çocuğun elinden tutmuş genç adamların ardı sıra boynunu uzatıp bakakalan da…  Büyümesine, koşmasına, çocuk kalbine, teneffüs aralarına, okul paydoslarına yetişemedim. Sevgisine yetişemediğim..

Hayın, kör ve sağır mekanların hayırsız günlerinde, narin bir söğüt dalını büker kıvırır gibi örselediğim. Yetmedi.  Yedi tepeli kentin yollarına, soğuğuna, çamuruna, yokuşlarına, puşt kuytuluklarına sürdüğüm; göz alıcı, pahalı vitrinlerine yakından,  sarı sıcak restoranlarına, buğulu lokantalarına uzaktan baktırdığım. 

O benim kızım, yıllar öncesinden gelen, ardım sıra kaçak adımlarımı izleyen, yasa dışı eylül günlerindeki sırdaşım.  Şu anda bu acemi dizelerle - hani nasıl der şair? Kitabın tam da orta yerinden- Alibaba’ca duyumsadıklarımı paylaşmaya çalıştığım.  Bir İlkay Akkaya türküsü düşünün ki, bir yerinde “Zordur paylaşmak.  Gel gör ki, paylaştıkça insan oldum.” diye bir söz geçsin. Duyarlı insan anmadan, sarsılmadan ve dahi iliklerinde duymadan yapamaz. 

Her sancılı süreç, bunaltarak, kahrederek geride kalan, her tükenen biten gün, daha yeni bir aydınlığın, yepyeni bir doğumun öngünü.  Her fırtına, soluğu göğüse tıkıp göz açtırmayan sapla samanın birbirine karıştığı her toz duman oluş, alazından kaçılmaz, içinden çıkılmaz gelen her yangın yeri, her kopuş, darmadağın oluş… Ardınca gelecek ışıklı, cıvıltılı günlere, ağız dolusu gülmelere, uzun soluklu rahatlamalara gebe.  İnsanı onurlandıracak, yoluna ışık tutacak, gıptayla baktırıp göz kamaştıracak bir ileti, üretimden hemen önceki, sözün emeğin taşıp gelmesinden, çağlayıp dökülmesinden önceki dinginlik bu. Jose Marti’nin  ‘Şimdi akkor zamanıdır, yakında sadece ışık görülecektir.” dediği de, tam da bu, yaşamın ta kendisi, haklı ve onurlu bir kavganın gerçekliği, zıtların diyalektiği değil midir?

Tepesinde başlarına buyruk, telaşlı yaban güvercinlerinin savrulduğu, dikenli tellerle örülü duvarlardan kimi dizeleri istihbarat subayınca karalanmış dizelerin yardımıyla kurtulup, köy okulunun öğretmen lojmanına ulaşmayı beceren, sonrasında soğuk kentin öğrenci evine güç veren Ali baba’nın masalları, şimdilerde duvarları neme doymuş bir köy evinde yaşanan ıstırabın derdi tasası içinde.  Kuru ayaza dönmüş gecenin bir vaktinde, evin yalnız yaşayan sakini şöyle inceden kulak kesiliverse, başına çektiği battaniyenin altında soluğunu tutabilse, dinlese, ucuz tütünün öksürüklü dumanında, evin sıvaları henüz kurumamış duvarlarında ve bahçeden belli belirsiz gelen ceviz ağacının dallarının hışırtısında Ali Baba’nın soluğunu ve endişelerini bulacak.

‘İlle de dostun attığı gül yaralar beni’ üzerinden kederlendirse de, hüzünlendirse de sözleri, suskun tutuk uzak telefon konuşmaları, onca aykırılığı, sıra dışılığı, çekilmez yaşam biçimi, yaralayan, örseleyen alışkanlıkları… Savrulmaları, bölük pörçük darmadağın olmuşluğu ve dağılmışlığı umarsız bıraksa da sizi. Geçtiği yerleri, yürek yakan alev topuna döndürse de… Ardı sıra, garip bıraktıklarını bıçak değmiş bahar dallarına çevirse de.
                               
(*) Aynı adlı öyküden
                                           
Hasan Oğuz Bilgen, 25 Mart 2012, Karşıyaka - Soğukkuyu

7 Mart 2016 Pazartesi

KADIN KIYIMLARININ GÖLGESİNDE 8 MART

KADIN KIYIMLARININ GÖLGESİNDE 8 MART

Egemenlerin kendi kafalarına göre, içini doldurup boşaltmaya bayıldıkları resmi tarihin sayfaları aralandığında hep pembe tonlarda metinler, yine ona yakın renklerde gülümseyen mutlu resimler ve kenar süslemeleri göze çarpar. Spartaküs’den, Bedrettin’den günümüze bozuk düzenlerin ağır aksak dönen çarklarına çomak sokmaya kafa yoran bizler, burada da aykırılık yapıyor ve yutturulmaya çalışılan tarihi tersten okuyoruz.

Aslında sınıf mücadelelerin tarihinden başka bir şey olmayan tarihin 1800’lü sayfalarında ABD"nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi daha iyi çalışma koşulları istemi ile bir tekstil fabrikasında greve başlar.
                                                               
O güne dek, gün doğumundan gün batımına tezgahlara zincirlenen işçi sınıfının, bir kez olsun üreten/yaratan kimliğine uygun kalkışarak prangalarını yerlere çalması muhteşem bir roman gibidir. İlerleyen sayfalarda siyah beyaz fotoğraflarla da belgelidir ki, polis işçilere saldırır, fabrikalara kilitlenirler. Çıkarılan yangınlarda, binalardan çıkamayınca çoğunluğu kadın olan yüzün üzerinde işçi boğularak ve ezilerek can verir. İşçilerin cenaze törenlerinde binlerce insan, yine daha iyi çalışma koşulları istemi ve öfkeli çığlıklarla yollara, caddelere dökülür.

26-27 Ağustos 1910 tarihinde, Danimarka’nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda emekçi kadınlar, bir kez daha kendileri için dimdik ayakta, tam karşıya, oradan çok uzaklara bakmaktadırlar.

Kürsüde Alman Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin… 

8 Mart 1857 tarihinde tekstil fabrikaları yangınlarında ölen kadın emekçiler anısına, 8 Mart tarihinin Dünya Emekçi Kadınlar Günü (Internationaler Frauentag, International Women’s Day) olarak anılmasını önerir.  Öneri, coşkun alkışlar ve haykırışlarla oybirliği ile kabul edilir.

Sınıf mücadelelerinin tarihinin ilerleyen sayfalarında, paylaşma, dayanışma, mücadele ruhu ile güçlenmiş işçilerin üzerlerine kan damlamış yüzlerce, binlerce kömür karası fotoğrafı… Sınıf mücadelesini sürdürme sözü verdiğimiz sayısız yüz. Dikkatli ve suskun, oralardan dikkatle bakıyorlar. Tüm dikkatleri 2000’li sayfalarda yer olan bizlerin üzerinde…

Bizler, ne yazık ki 2016 yılında, kökleri insan emeğinin, insan haklarının gasp edilmesinden gelen, sistemli, düzenli, politik kadın cinayetlerini engelleyemiyoruz. Yeni bir 8 Mart’a, 2015 yılında üç yüzün üzerinde, fabrika ya da ev işçisi, emekli, genç, öğrenci kadın cenazelerini toprak ananın kucağına emanet etmiş olarak giriyoruz.

Kadın cinayetleri üzerinden insanı kıskandıracak ve saygı duydurtacak kadın güzellemeleri üretmek, çok hoş, biraz da insanın kendi kendini avuttuğu tatlı bir ironidir:

Kadın öylesine güzel, naif, akıllı ve üretken bir yaratıktır ki, sadece sevdiği erkeğinin değil, etrafını saran akıllı akılsız, erdemli erdemsiz, sistemin kışkırttığı, azdırdığı erkek ormanının mutlak güç sahiplerinin de başını döndürür. Kadının el emeği, işgücü ile, sanatçılığı, öğretmenliği, bilim insanlığı ile, zekası ile ürettikleri ve yaşama kazandırdıkları karşısında, kendisini özgüvensiz, yeteneksiz, beceriksiz, güdük hisseden erkek egemen toplum, an gelir akıl sağlığını yitirir.  Artık söylenen her şarkı, ağız dolusu her kahkaha, yapılan her cesur beste, verilen her kürsü dersi ve söylevi, kazanılan her başarı ve ödül, parkta her oturuş biçimi ve dahi “gereğinden fazla uzayan” her telefon konuşması ağır “tahrik” unsurudur…

Sınıflı sömürü sisteminin “ Öldür ya kulum, mahkemede kravat tak kurtul!...” zihniyetinden beslenip cesaret alarak, kadın bedenine, kadın zekasına, kadın başarısına yönelen her cinayet hortlaması politiktir. Ve kökleri erkek egemen düzenin maddi temellerine uzanır.

Ol nedenle, üretken ve medeni cesaret sahibi kadının bedeni üzerinden, mutfaktaki karşılığı olmayan emeğe, tuvale, piyanoya, roman sayfalarına, anfide kürsüye ve laboratuar deneyine sıkılan her kurşun, her bıçak darbesi, yeni ve aykırı olan, soran, sorgulayan, düşünen, akıl yürüten karşısında çaresizliğin, bağnazlığın, işe yaramazlığın, yetersizliğin, güdüklüğün bir ifadesidir.

Baskın erkek devletinin himayesinde pervasız kadın katillerinin adeta ortalıkta kol gezdiği yaşadığımız günlerde, “Güzel kadınları severim. İşçi kadınları da severim. Güzel işçi kadınları,  Daha çok severim.” diyen Orhan Veli’yi anmadan geçmek olur muydu?


Hasan Oğuz Bilgen, 08.03.2016, Sıcakdere

Günlükten: 
Nazım Hikmet bir dostun kötü haberini aldığında, "Bir kara haber verdi radyo..." diye yazardı şiirinde... 03.03.2016 tarihinde kara haber sanal alemin sanal sayfalarına düştü ilk kez. Honduras'ta bir kadın "evine giren hırsızlar tarafından" öldürülmüştü! Oysa Berta Caceres, 2010-2014 yılları arasında, doğa katilleri tarafından katledilen yüzün üzerinde çevreci aktivistten birisiydi. Aynı zamanda kararlı bir feminist olan Berta Caceres, tekelci toprak işgalcilerinin yerli halkların yaşam haklarını -barajlarla, GDO'lu endüstriyel tarımla- yok etme girişimlerine karşı yıllardır, örgütlü bir biçimde mücadele eden bir savaşçıydı. Berta Caceres'ın eylemci ve önder kimliği, yılmaz bir kadın hakları savunucusu olması ile tamamlanıyordu.    

Honduras kadınlarının ve yerli halklarının, tüm dünya kadınlarının ve çevrecilerinin başı sağ olsun...