30 Haziran 2020 Salı

BİRLİKTE YÜRÜMENİN GEREKLİLİĞİ ÜZERİNE (3) (SON)

YA DA HİÇBİR ŞEY YAŞANMAMIŞ GİBİ ("MIŞ"gibi) YAPMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ.

Önceki yazıdan ( 2'den ) devamla:  1976 Lice Depreminin sonrasında yapılan çok uzun miting/yürüyüşte yolun çetin ve dahi sonucun 'muhteşem' olduğu yazıldıysa da...

Diyarbakır'ın Dağkapı alanına girdiklerinde 'esmer-sert' gençlerle, ülkenin batısından gelmiş 'narin-kibar' devrimcilerin adeta etle tırnağa benzedikleri, Dağkapı'nın birlikte başarmanın tadının çıkarıldığı bir bayram yerine döndüğü ve sonuçta finalin görkemli olduğu filan söylense de...
.  .  .

Lice-Surkent yolunda yaşananlar, yürürken tartışmanın zorluklarının yanı sıra, olması gerektiğini de, bir arada olmanın aciliyetini de kanıtlar gibidir. Surkentin Seyrantepe girişinde coşku dorukta, adımlar tabanların şişmişliğine inat daha bir kuvvetlidir.

O anda olan olmuş, "Bağımsız Türkiye" sloganı atılmıştır.  Ortalık bir anda buz keser. Söz de yerini bulmuştur. Esmer gençler onay vermez, daha da sertleşir. Öyle ya, içinde bulunulan bölge mevcut "Misak-ı Milli" sınırları içinde bir "sömürge"dir.

Böyle olunca slogan da yanlıştır! Yeri değildir! Ancak aklın yolu da birdir. Yazgı birliği yapmanın, omuz vermenin töresi, siyasi terbiyenin gereğindendir. Aslolan hedefe, Dağkapı'ya varmaktır. Başarırlar da. Alandaki heyecanlı kucaklaşmanın bir yerinde, o güne dek, o topraklarda hiç duyulmamış "Mahir, Hüseyin, Ulaş" belgisi ortalık yere bir ses bombası gibi düşer. İlginçtir. Tarihseldir. Tanıkları yaşıyordur. Ve ne enternasyonel bir durumdur. Gür sesin sahibi Siverek'li Davut, namı-diğer Şirin adında cesur mu cesur, tabusunu yıkmış lakin esmer bir gençtir.

Bölgede alışılmadık şiar, öncekinden daha soğuk rüzgarları estireceği yerde kabul görür. Böylece bir şey daha başarılmıştır'Ayrı'yı bahane etmeden, aynı yanları öne çıkararak, aynı yolu adımlamanın zorunluluğu.
.  .  .

1976'nın Lice'sinde, kesseniz kendi doğrularından ödün vermeyen, her daim sert esmer gençlerle başarılanın, 2020 yılında başarılamaması manidardır. Şaka değil, aradan kırk beş yıl gibi yabana atılamayacak, hatırı sayılır bir zaman geçmiş. Sözü edilen destanımsı bir güzelleme, ağlak bir sol melankoli değil. Değişime, dönüşüme karşı duyulan korku sonucu geçmişe sığınma duygusu. Geçmiş seviciliği. Eskiyi kutsama. Ya da gündedün (romantikler nostalji diyor) hiç değil.

Şimdilerde, karaçalı misali paçamıza yapışmış ve yakamızı bırakmayan handikapın epeyce derinlere, kılcallarına giden köklerinde, aynı hoşgörünün, olayları, sorunları birbirinden ayırma ve adil yargılama gücünün, doğru ve akla uygun yargılara varma yeteneğinin olmayışı var.

Ha, bir de.  En sıradan ve en basit bir aile şirketinin bile her mali yılın sonunda yaptığı muhasebenin zerresinin dahi yapılamamış olması... Neredeyse inatla, yaşana yaşana, bile bile yapılmamış olduğu gerçeği var ki... Zehir zemberek... "Kibar-narin" delikanlılar bunu hiç ama hiç yapamadı.  İşin kötüsü, bitmek tükenmek bilmeyen ve çözümsüz sanal polemiklerini daha uzun süre sürdürmekte kararlı görünüyorlar.

Durum böyle olunca, hiçbir şey yaşanmamış gibi, hiçbir şey olmamış gibi, "mış" gibi yapmak, üstüne üstlük 'işler' oluyor rahatlığı, kervan yürüyor ruh hali içinde olmak dayanılmaz, kabul edilemez bir hafiflik; biraz da pişkinlik oluyor.

Böyle olunca, bırakalım ortak paydayı önemseyip ayrılıkları ötelemeyi... Şu güzelim ülkenin endüstriyel tarlalarında, kimyasallara maruz kalmış en iddiasız bir arpanın sürdüğü, önemsiz ve çok küçük boyu kadar bile bir yol alamamak, kendini yineleyip durmak... Gündeme uygun düşecek benzetmeyleHalkın oyları, iradesi ile 'Meclise' gelmiş vekillerin enselerinden bastırılıp rehin alınması kaçınılmaz oluyor.

'Zaman aşımı' statükonun, TCK'nın ayıbıdır. Savunup geldiğimiz. Çözemediğimiz, çözmediğimiz sürece de sürgit ayaklarımıza dolaşacak olan eleştiri-özeleştiri-ikna sorununda zaman aşımından söz edilemez. Kendimizi tekrarlayıp durmak, eski bir ilk gençlik hastalığımız. Ne diyordu, Bedrettin'in hocası İbn Haldun "İnsan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şey atmazsanız, kendi kendini öğütür."

Resmi tarihin pek sözünü etmediği Haldun öğretmen, sözü dolandırmadan, daha iyi anlamak ve anlatabilmek için, kitabın orta yerinden konuşuyor. Değirmene zamana uygun yeni şeyler atmak gerek. Uzaklara filan gitmeye gerek yok. Oturduğumuz binada, iş akti yönetici tarafından gerekçesiz, tam bir keyfiyetle feshedilen güvenlik görevlisinin ya da bahçıvanın yanında olalım yeter. Sorun, elbette bunu yaparken, gelir-gider hesabımızı denkleyip, muhasebemizi de tutturabilmekte.

Sorun, yeri geldiğinde Siverek'li esmer genç Şirin gibi cesaretli ve dahi kucaklayıcı, "Hemen gidelim... Yolda tartışırız" diyen, "Batı'dan gelmiş" narin ve tıfıl delikanlı gibi sağduyulu ve çözüm ortağı olabilmekte.

Hasan Oğuz Bilgen, 01.07.2020, Y. B 4, Buca Bölge C.evi.

17 Haziran 2020 Çarşamba

BİRLİKTE YÜRÜMENİN GEREKLİLİĞİ ÜZERİNE (2)

BİRLİKTE YÜRÜMENİN GEREKLİLİĞİ ÜZERİNE  (2)

                                                                                       "Anılar Belleğimizin Bekçileridir."
                                                                                         Tayfur Cinemre.
                                                                                         Yakın Tarih. Ayrıntı yay.


İnsan aklının kıvrak zekasının ürünü özlü sözler, uygulandığında yaşamın canlı pratiği ve yaşamın gerçekleri ile örtüştüğü görülür. Nedeni, hemen tümünün yaşamın içinden geliyor olmasındandır.
Bu sözler, çoğu kez güzel bir deyiş olur dillere yerleşir, kimi kez yaşam ilkemiz olur yol gösterir. Kimi kez de, bir güzel kitabın kapağından bize göz kırpar. Kulağımıza küpe olur. Sadık bir dost gibi anılarımızı bekler.

Yıl 1974... Liseyi atıla-kovula, ancak ilçe okulunda bitirebildiği aynı yıl, Diyarbakır Eğitim'i kazanır. Duyulur duyulmaz sorular başlar: Gerçekten Diyarbakır'a gidecek misin? Ardından, günlerce sürecek hararetli bir tartışma: Diyarbakır'a gidilmeli midir? Yoksaa?..
Bunlar olurken tıfıl delikanlı bavulunu çoktan hazırlamıştır bile.
.  .  .

Gerçekleşmesi mümkün olan aynı dünyaya inandıklarından, bu değişik, hırçın diyarın ışıklı gençleri ile tanışıp kaynaşması hiç de zor olmaz. Günler akıp gider. "Batı"dan gelmiş, kuşku ile bakılan "kibar ve narin" gençlere, yıllardır ötelenmiş, ezik insanın zamanla kanı kaynar.
.  .  .

1976 Lice Depremi...
Civcivli haziran sıcağı. Tarihi Surların dibinde, kaçak çayla serinlemeye çalıştıkları tek yer Töb-Der... Konuşurlarken yer sallanır. Abartısız surların üzerlerine gelmesi endişesinden kalkışırlar. On dakika geçmez, Töb-Der'in telefonu çalar. Haber acıdır. Görüşmenin daha başında hat kesilir. Lice'de şiddetli bir deprem olmuştur. Onca ahali enkaz altındadır.

Tartışırlar. Akşam üzeridir. Sabaha mı gitsek? Neler alalım? Nasıl gidelim? Narin/tıfıl delikanlı atılır:
Hemen gidelim. Dara düşen, zordaki insan bizi beklemez. Orada tartışalım. Ya da yolda. Yürürken...

Vardıklarında karanlıktır. Devletin kurtarma ekibinden, sağlıkçısından önce askeri gelmiş, yıkımın en ağır olduğu bölgeyi çevirmiştir. Ne ilk yardım, ne kurtarma... Lice kaçakçı kentidir. Ablukadan amaç sandıkların kaçırılmasını engellemektir. Gençler bir yolunu bulur, bölgeye sızar. Gece boyu, ceset ve yaralı çıkarırlar. İlk yardım sabah gelir! "Talebe"lerin emek-yoğun çalışmaları, aralıklarla-nöbetleşe bir ay sürer. Günbe gün daha örgütlü çalışırlar. Evlerinde yemeği olmayan yoksul insanlar, köylüler, onlara yatak verir. Karınlarını doyurur.

Lice Depremi'ni yaşayanlar anımsayacaktır. Hem ülke hem de insanlık adına, onlarca utanç verici, küçük düşürücü olaylar olur. Erzak kamyonları kaybolur, yardım tırları bölgeye ulaşmaz. Yetkili erk, skandalların "Talebe"ler aracılığı ile yankı uyandırmasından çekinir. Tehdit eder, gözaltı yapar. "Talebe"ler kavga dövüş, haftalarca halkı yalnız bırakmaz.

Aylar sonra, yaşananları protesto etmek ve halkın sorunlarını duyurmak amacıyla, Lice'den başlayıp Surkent'te bitirilmek üzere bir yürüyüş/miting düşünülür, uzunca tartışılır. Aynı uyarı orada da yapılır, "yürürken tartışalım, tartışırken yürüyelim" mealinde... Öneri kabul görür. Yol çetin, yürüyüş muhteşemdir. Esmer/sert gençlerle, önceleri kuşku ile bakılan kibar/tıfıl devrimciler Diyarbakır'ın Dağkapı meydanına girdiklerinde etle tırnak gibidirler. Final görkemlidir. Dağkapı, birlikte başarmanın tadını çıkardıkları bayram yeridir.
.  .  .

Önceki konu başlığındaki 'Maslahatı alem' diye başlayan dörtlüğün kaynağı, cennetin yeryüzünde kurulabileceğine inanıp, dünyanın toprağı ve toprağın tüm ürünleri insanların ortak malıdır diyerek yola çıkan Bedrettin'in ders aldığı İbn Haldun'dur. Resmi tarihin, sözünü etmekten sakındığı aynı kaynağın felsefesine göre, "devleti yönetenlerin israfı, refah ve bolluğa alışması arttıkça ihtiyaç ve masraflar da derece derece artar. Halka yüklenen vergiler de günbegün ağırlaşır."

Yanı sıra, insanlığın büyük ve onurlu yürüyüşü de başlar. Tam da burada, yine bir Bedrettin'e el veren İbn Haldun deyişi, "İnsan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şey atmazsanız, kendi kendini öğütür."

Umutlanmamak elde değil. Sonunda yine, adamakıllı bir sopa faslı da olsa.

Hasan Oğuz Bilgen, 17/06/2020,  K-Tipi, Yeni Bölüm- Karşıyaka.


Naçizane Not:
Başımın belası Demirci Arif Usta hop oturup hop kalkıyor, verip veriştiriyor: Bizim oğlan, iki konuda havanda su dövüp hata yapıyorsun. Bir. Önceki yazıyı bir kişinin okuduğunu bana kanıtla; evde, bir başına kalakalmışlığından gelip seni kurtarayım. İki. Önceki yazıyı kimse okumadı, bunun da akıbeti aynı. Ol nedenle, -Tayfur abinin kitabının tanıtılmasına tamam da- satılma şansı sıfır...



15 Haziran 2020 Pazartesi

BİRLİKTE YÜRÜMENİN GEREKLİLİĞİ ÜZERİNE (1)

BİRLİKTE YÜRÜMENİN GEREKLİLİĞİ ÜZERİNE  (1)

                                                                                          Maslahat-ı alem,
                                                                                          Dört şeye olmuş bina,
                                                                                          Ben yiyeyim sen yeme
                                                                                          Ben iyiyim sen fena.



İnsanlığa "medeniyet" diye yutturulmaya çalışılan, -mevcut- vahşi düzenin geçtik adaletsizliğini, ne iflah olmaz bir barbarlık olduğunu, 'Kapital' ile yeryüzü insanının gözünün önüne seren, çok insanın ünlü sakallı fotoğrafından tanıdığı K.Marks'tan söz açıp konuya girmenin tam da zamanı aslında.
Biz yine de, 'yerli ve milli' sınırların içinde kalalım. Hem, belki kendi gerçeğimizle, kendi değerlerimiz ve kendi geçmişimizle konuyu daha iyi anlatabilir, anlayabiliriz.

Bu topraklarda 'aykırı' ve 'ileri' gidenlerin payına düşen yasak-sopa-komplo menüsü, -anlaşılabilir olacağı üzere- 1923 tarihi kadar eskidir. Öyle "1951 Tevkifatı"na kadar gitmeye hiç gerek yok. 1970'lerde "yabancı ideoloji"ye kanıp "vatan haini" olduk, 1980'lerde anarşiye karışıp "bölücü"... 90'larda acımızı daha da büyüttüler. Kurşun bir o kadar derine gitti ki; çıkarabilmiş değiliz. Gecenin bir vakti alınıp götürülenler bir daha geri gelmedi. Analarımız kapanıp acılarını yaşayacakları mezar aradılar. Yerlerde, saçlarından süründürülmeleri pahasına, inatla kapı kapı sormayı, dişle tırnakla yok edilmiş evlatlarını, evlatlarının adası/paftası olmayan mezarlarını aramayı sürdürüyorlar hala.

Auschwitz'den filan söz etmiyoruz. Makarası tekrar tekrar başa sarılıp, zorbalıkla izlettirilen kederli film, bir İkinci Dünya Savaşı belgeseli değil.

"Şanlı tarihimiz"de, mesela bir de asit kuyularımız var bizim. Baskıya dayanamayıp dağa giden canından kanından olma evladını koruyor diye, insanlarımızın kemiklerinin dahi eriyip, sadece yanmış giysilerinin çıktığı kuyular... "Camide içilen birayı" gören/duyuran boyalı basının haber niteliğinde bile görmediği ve üzerleri muktedirlerce kara propaganda ile örtülen kuyulardan söz ediyoruz.

Seyahat klasiğidir: Yurtdışına gidildiğinde bir ritüele uyulur.. Şimdilerde, haklı olarak müze haline getirilmiş 'gaz odaları', devasa 'fırınlar' gezilir. Fotoğraflar filan çekilir, altlarına içli/dokunaklı ciddi sözler yazılır: İçlerine girdiğimde, kendimi yananların yerine koydum... İnanmayacaksınız üşüdüm. Kanım dondu!

Ülkeye gelince fabrika ayarlarına geri dönüyorlar, bir rehavet basıyor. Resim çekme, belgeleme merakı sönüyor. Üşüyen ruh, donan kan, coşan hissiyatlar sahillerde havuzlarda, soğuk bira marifetiyle yatıştırılmaya çalışılıyor.

Bu durum, 1991'de milletin meclisinden, yine milletin oyları ile seçilmiş vekillerin enselerinden bastırılıp çıkarılmalarından, içeri tıkılmalarından bu yana, kanıksanmış, artık 'normal' kabul edilen bir gerçek. 

Şakaysa şaka. İroniyse ironi; ne derseniz deyin alıştık artık:  Hesapsız kitapsız, bahanesiz, eğriliğini doğruluğunu, yersizliğini ve zamansızlığını asla tartışmadan, 'Adalet Yürüyüşü'nü karşılamak için Kartal'daydık. Tipik bir İstanbul sıcağı idi. Ortalık hayli ısınmıştı. Çok güzeldik; sarılıp kucaklaşıyor, adeta bayramlaşıyorduk. Tıpkı 'Gezi'de, o unutulmayan fotoğraf karesindeki gibi el ele tutuşmuştuk. Altına sürekli odun atılıp fokurdatılan cadı kazanından birlikte kurtulmaktı muradımız.

'Amaa, onlar da öyle dedi', 'Şurada bizi yalnız bıraktılar' mealinde 'Amaa...' ile başlayan arızalı cümleler kurmuyorduk. Olduk olası, 'Aklın yolu birdir' sözüne inanmışlığımızdan olacak, o haklı yürüyüşün orada bitmeyeceğini, Edirne'ye kadar devam edeceğini sanıyorduk. Ne ki, "Bitti. Buraya kadar. Oyuna gelmeyelim." denildiğinde, orada -ve ondan sonra- yaşadığımız tam bir düş kırıklığı idi.
O gün, bu gün... Daha ilkokul sıralarında, sayıların alt alta yazılıp toplanması sonucundan büyük rakamların, hatırı sayılır bir gücün çıkacağını öğrenenler, her şeye karşın, "Ama" ile başlayan arızalı cümleler kurmamaya özen gösterdiler.

Her şeyi tüketmeye, ille de bir günah keçisi aramaya alışmışız bir kez. Yıllar aktı gitti. 2000 yılının ilk yirmi yılını çoktan çarçur ettik bile. Gün geldi, dayandı. Yelpazenin olanca genişliği içinde, muhalefet cephesinin gündemine, birlikte kurtulmayı, birlikte nefes almayı oturtamaması nedeni ile manzara aynı manzara... Bir farkla. Ensesine basılıp derdest edilen vekiller arasında, "oyuna" gelmemeye çalışan farklı siyasal kimlikli bir muhalif vekil de var.

Darılan darılsın, sevene de sövene de selam olsun... Bu fokurdayan, imansız Gayya kuyusundan, HDP'lisi ile CHP'lisi ile, yazarı-çizeri, okuru-cahili, Beşiktaş'lısı Çarşı'lısı ile kurtulmamıza katkı sunacaksa, etmediğinizi, söylemediğinizi komayın... Hatta, yararı olacaksa "HDP'nin ne olup ne olmadığını yüzyılın sonuna kadar tartışın." (Çarpıcı, özlü sözleri üreten kıvrak zekadır. Bkz.M.Ender Öndeş)
Lakin siz siz olun, yarın yanı başınızdakinin, belki de sizin ensenize çöküldüğünde asla şikayet etmeyin.

Gün, bu gün... "Bitti, buraya kadar" demiyenler, Edirne'den Hakkari'den -hoş, an itibari ile anında enselerine basıldı ya- yürüme, yola devam etme kararındalar. İşin güzelliği, şimdi "yürürken tartışma, tartışırken yürüme" önerisi gibi, toplumsal gereksinimlerle buluşabilecek yerinde ve doğru düşünceler de var.  Ne demişti K.Marks: "Bin kere düşüneceğinize, bir kere yapın..."

Yakın tarihte, 15-16 Haziran'da, işçi sınıfı da böylesi bir mücadele azmiyle yürümüş, bin kere düşünmektense bir kere yapmıştı.

Umutlanmamak elde değil... Bu işin sonunda yine sopa olsa da...

Hasan Oğuz Bilgen, 16/06/2020, Ahmetli-Tatarocağı.

14 Haziran 2020 Pazar

EĞİLMEZ BAŞIN GİBİ, DAĞLAR BULUTLU EFEM...

EĞİLMEZ BAŞIN GİBİ, DAĞLAR BULUTLU EFEM.


İlk işittiğimde daha çocuktum. Hep olduğu gibi altın sarısı başım yana düşük... Kanaviçe işlemeli yastıkların dizildiği tahta divanda, sessizdim. Utanıyorum da. Babamın yamacına sığınmışım. Babamın ellerine sarılıp öpen kadının başında, kenarları iğne oyası beyaz bir tülbent. 

Yüzünde güller açmıştı. Babamla duvarları kireç kaplı, alçak tavanlı odaya girer girmezdi. Yekinip bir koşusu, bir "Efemm..." deyişi vardı!  Kardeşiymiş babamın. Halammış. 

İlerleyen günler. Günbegün yeni şeyler gözlüyorum. Öğreniyorum da. Çocukum. Başı hep yana düşük bir çocuk. Öyle derler, gülerlermiş halime.  Ne ki, görür, izler, anlarmışım... Tülbentli kadının şasılası heyecanını. El öpüşündeki tutuşmuş hasreti. Efemm deyişini. Şimşek çakışında başlayıp biten içli bir memleket türküsüydü çocuk aklıma yazdıklarım. Efesine sevgisini. İçinden kopup geleni. Coşmuş nehirlerce taşırmasını.  Belli etmekten. Oradakilere göstermekten öte... Belki de bundan gurur duyduğunu. Çocuk gözlerimin o türkünün tınısını işittiğini. Sadece bakmadığımı, gördüğümü de. Yaşanan anın. Siyah beyaz her fotoğraf karesinin tanığı olduğumu. Kimseler, oradakiler bilmedi. Yatık başıma gülenler. İşittiğimi. Nasıl da duyumsadığımı. Belleğime söylenen her sözü, her anı ne denli kazıdığımı. O günlerde ve sonrasında, asla bilemeyeceklerdi.
.  .  .

Adının 'Sevim' olduğunu öğrenecektim. Coşkusundan, sarılışından çok adını sevmiştim. Sevim... Besbelliydi.. Sevim'di. Hani nasıl denir?  Rol kesmiyordu. Kitabın orta yerinden konuşuyordu. Darılan darılsın. Benim diyenden. Daha çok. Çok, daha çok...  Seviyordu. Efesiydi işte! 

Benimse. Daha çok "Efem" diye atılmasına. Kendinden geçişine idi takılıp kalmışlığım... 
.  .  .

Yıl yıl büyüdüm. 

Odası kireç, o kerpiç ev. Her bayram günü. Dağılmış tülbenti. Toplamayı unutmuş. Ama umursamayan. Koşup atılan o kadın. Ve ruhumu sarıp sarmalayan.  Son harfi uzatılarak, üzerine basılarak, yanık bir türkü gibi söylenen. O sözcük. O saygı seslenişi. 

İlk işittiğimdeydi şaşırmışlığım. Büyümüştüm. Anlam verebiliyordum. Duygu başka bir şeydi. Aklımın erdiği yıllardı. Dahası sarsılıyordum. Her tanık oluşumda.
.  .  .


Sarsılmak... Tek bir sözcükle dağılmak. Şimdilerde dillerki sözcüklerin içi boşaltılmış gibi.  Apansız... Bir sokak başında duysam. Dönüp bakmam bile. 

Günü, yılı, mekanı belirsiz bir zamanda yürüyorsunuz. Önceki günün yorgunusunuz. Aklınızın bir yerinde. Tıpkı anısı, anımsattığı gibi, eski bir pencere. Sapsarı bir baş. İki yanında. Siyah tel tokayla tutturulmuş, iki tutam saç. Tutsanız. Elinizde kalacak. İki sarı bukle. Bir küçük kız çocuğu. Belli belirsiz, minik ağzı. Cama dayamış.  Sanırsınız ki. Küçük dudakları camı öpüyor: "Babaa..."  Olmadı. Hayli uzatıyor: "Baaabaaaa.."  Cam buğulanıyor. Aslında ses gelmiyor. Sokağa ulaşan öyle bir ses yok. Ardından bir sesleniş var ama. Genç adam bunu biliyor. Ardı sıra gelen sözcükleri de: "Gitme. Dön. Gel.." Cilveleniyor kız çocuğu. Cilve yapıyor apaçık.

Adam genç. Cesareti yok. Aldanıp dönse, sonrasında ayrılması hayli zor olacak. Eski ev ahşap. Dönüp bakamıyor bile. Camın her buğulanışında. Kızın yüzü kayboluyor. Ama, bu kez aynı camın buğusunda "Gel. Beni al. Beni sev." yakarışı beliriyor. Genç adam bunun pekala ayırtında. Anın her saniyesini yaşıyor. Bir yerlerinde. Yüreğinde. Yeşil dallar kırılıyor. Dönemiyor. Dönüp bakamıyor bile.
.  .  .

Niye dağılıp uçuşuyor sözcükler? Kız çocuğu. Camın buğusu. Nereden çıktı şimdi bunlar? Sözcükler. Neden yetersizler?  Ya, ahşap ev?  "Yıkıldı yıkılacak! "denilen. Sinsice. Uzaktan uzağa gözlenen. Tuzaklanmış. Karakol kurulmuş ev.  Eşrefpaşa. Eski bir semttir.  Gönüllerde kadimdir.  Anıları gizlidir.  Şimdilerde dillerde pelesenk ve pek bir "mühim" anlatımlar: "Kentsel dönüşüm." Ve "Küresel virüs".  Alışılmışın. Bilinenin. Geleneksel olanın çözülüşü. Ve dahi tabunun çöküşü.

O yuva... Kem gözlerden kaçılan, o sığınak... Yenice mi? Yeni mi yıkıldı? Yoksa!? Camlar artık neden buğulanmıyor?  Orada iki minik bukle. İki tutam saç.  Sarı, küçük bir baş.  Niçin bir belirip, bir yitmiyor?

Urla tarafı. Ege açıkları. Açıklar... Bozbulanık!  Çatalkaya karardı mı, ne?  Yapıp balkona astığım yuvada bir telaş. Yavrular feryat figan! Anaç kuş tedirgin. Bir giriyor. Bir çıkıyor. Erkek kuş. Erkek ya! Ortalıkta değil. Görünmüyor. Varsa yoksa, anne kuş. Bir telaş. Bir telaş.
.  .  .

Çocuktum. Çocukmuşum. Saçları altın sarısı. Gözleri çakmak çakmak. Ve boynu bükük. Dahası. Başı, hep yana düşük. Düşse. Tökezlese. Söylemez, kesseniz bir yerini. Ağlamaz. Şikayet etmez. Her zeytin tanesine iki ısırık. Bir zeytin. İki minik lokma. "Çocuk, yapma öyle! Atıver ağzına." diye söylenirlermiş. O da öylece. Yatırır başını yana. Bakarmış.

Neden dağılıp uçuşuyor sözcükler? Niçin yetersizler? 

Yeniyetmeydim... Bir gün. Elleri başımda. Gözlerimin içine bakarak. Ağlamaklı: "Büyüğümdü, efemdi. Ağladım ardından. Üzülme dediler. Efen muallim mektebinde. Kızılçullu'da... Muallim olacak. Daha da gururlandım. Efemle. Yaa..."
.  .  .

Halam. Belli eden. Seven. Sevim. İlerlemiş yaşım. Yaşlanmış halam. Hayatta tek kalan. Eli öpülesi. Büyüğüm. Efesinden geriye kalan. Bir emanet gibi. Her daim ararım. 'Bıktırırsın!' deseler. İnanırım ki, saçmalıyorlar. O, her telefonumda ağlamaklı. Bilirim ki, güzel gözleri dolu dolu... Yağmur taneleri gibi. Boşaldı. Boşalacak. Çatalkaya kapkara...

Arayıp bulduğumda. Gittiğimde. "Acep, düş müdür? Gördüğüm!"  Efesine yekinircesine. Boynuma sarılışı. Dakikalarca bırakamayışı. Birisini ararcasına kolları. Yitirdiğini bulmuşçasına. Hemen yanaklarımı öpüşü. Hiç çekinmeden. Şap diye. "Kuzum" deyişi. "Kuzummm" diye. Son harfi uzata uzata.  Bağrına basa basa.  Bir ritüel gibi.  Sürdürüyor ayinini:  "Efemin kuzusu." 

Olsun. Kuzu olmak da güzel. Efesi olacak değildik ya. Efe olmak!  Her önüne gelenin. Her kişinin harcı mı ola? Efe er kişi. Özü bilinen. Sözü dinlenen. Yerini dolduran. Ağırlıklı. En azından. Baba olmak gerek mesela. Şeytan azapta gerek. İçimde şeytanın sesi. Öyle diyor: "Saçmalama... Bırak efe olmayı. Efenin kuzusu ol yeter. Adam olana çok bile.  Sen sen ol. Unutma.  Sen baba bile değilsin!"
.  .  .

Sevim'in ağabeyi. Köy Enstitülü babam. Bir eğitim efesi... Öğrencileri kızanları. Yıllar var. Enstütülü efe yok. Kardeşi yaşıyor. İçli hatıralarıyla. Dilinde her daim.  Zeybeğin türküsü: "Dağlar yoldaşın gibi. Sana ne mutlu efem."

Efe gitti. Bir bir. Çekip çekip gittiler. Gidiyorlar. Er kişiye. Efelere selam olsun. Ve dağlara. Okullara. Üniversitelere. Tarlalara, bağlara. Atölyelere. Şantiyelere. Hiçbirini ayırmadan... Oraların erlerine, er kişilerine, efelerine... Gönüllere doğsunlar. Bayramları olsun.  Kutlu olsunlar. Oynasınlar. Diz vursunlar. Yansın cepkenleri. Günleri mutlu olsun.  

Babalar Günü, Efeler Günü Kutlu Olsun.

Hasan Oğuz Bilgen, 14.06.2020, Kula-Merkez-Dörteylül 

https://www.youtube.com/watch?v=kujBCCEwIZw&list=RDMM&start_radio=1&rv=m1spyDwMHi8


Gerekli bir not: Bizim demirci ustası Arif de, son günlerde, balkonumdaki serçeler gibi feryat figan... "Sesin soluğun çıkmaz oldu, bizim oğlan..." mealinde sürdürüyor sitemini. "Bizim oğlan!" diyor, "Dost var düşman var. Ara sıra da olsa, yaz yakıştır. Döktür meramını. Lafını esirgeme... Mazallah, (evde kalmış, ruhsal sorunları felan mı var) derler.  Soluk almadan hemen ekliyor.  Çok da inanırlar ya?!"  
Telefondaki kahkahası içimi açıyor, yüreğimi ferahlatıyor. 
İyi ki varsın ustam, ustalarım..  Yaşamın içindekiler. Hayatı gerçeğinde yaşayanlar. 
Emek dostları. İyi ki varsınız. Omuz başımda. Bir soluk ötemde. 
İyi ki yanımdasınız.