DEMİRCİ USTASI’NIN CEZASI
Karşısından gelen insan umurunda değilmişçesine,
nereye yağacağı, kime boşalacağı belirsiz kapkara, dolu bir bulut gibi sokağın
başında sersem sepelek geliyor. Onu çok iyi tanıdığımı herkes gibi, o da iyi
bilir. İnce ruhuna dokunan bir söz
işittiğinde, hiç hak etmediği talihsiz bir olay yaşadığında hep böyledir.
Yenice çiçeğe durmuş, ne ki hoyratça kırılmış yeşil bir dal gibidir.
Hayrola ustam? Henüz öğle bile olmamışken, daha bu
saatte ne oldu da, serçe örneği ikircikli ve ürkeksin. Böyle dalgın. Nereden böyle?
“Gününü geçirmeden, devlete olan cezamın bedelini
ödemekten.”
( ? ? ! ! )
Duruyorum, adeta çakılıp kalıyorum. Hiç
beklemediğim bir yanıt bu. Şaka gibi.
Hadi oradan!
Yedi mahalle bilir ki, borçla, ceza ile işin olmaz. Sen, son borcunu ocak
ayında, senin külüstür emektarın taşıt vergisinde ödemedin mi?
Soluklanmasını duymasam da, az uzağımda olmasına karşın, sırtından
terlediğinin, daralıp bunaldığının ayırtına varıyorum. İç sesim, “Adamcağızın apansız karşısında bitip,
zorlayıp sıkıştırmasan olmaz” diyor.
Ne diyeceğini düşündüğü, gırtlağındaki ademelmasının
inip çıkmasından belli. İçten gelen itirafta üzerine yoktur.
“Nasıl desem? Bizim uslanmaz haytanın trafik cezası !?”
Bir an duruyor; ardından sular seller gibi dökülüyor:
“Gecenin geç bir vakti, yine kandili nerede söndürdüğü belirsiz, zilzurna
biçimde geldi. Saatler var, bitimsiz
uykulara sarılmış yatıyor. Ne yaparsın, borcun taksitini gidip yatırmak yine
başa düştü. Be, akılsız! Cezayı -haksız yere- yedin anladık. Elin
trafik memuru ile dalaşmak niye? Devlet
burnundan kıl aldırmaz, alacağında da şahindir. Bilmez misin?”
Şu demirci, arif adam olduğu gibi kıskanılacak
denli kıvrak bir zekaya da sahip. Lafı anında çeviriyor; öldürseniz ne
ailesine, ne atabildiği ne satabildiği biricik oğluna laf söyletmez. Söyleyenle
kavga eder. Öyle olunca, konuyu şakaya
vurma becerisiyle, sözü ustaca, -aklınca- çaktırmadan değiştiriyor:
“Şimdilerde devlet işlerinin, daha doğrusu devlet
memurlarının durumu içler acısı… Alt tarafı bir para yatacak!.. O ona o ona
gönderiyor. Anlayacağın, adliye
binasında alt kat senin, üst kat benim. Koşuştur dur. Bozuk düzende sağlam çark
olmaz; bunu söyleyen devletin gözünde her daim asidir! Memurunda bir bıkkınlık, bir gerginlik!
Sadece merdivenleri silen temizlikçi kadın işinin ehli. Arı gibi. Gerçekçi. Ama dalgın da... Daha ötesi düşünceli de. Bilirim; aklında ödenecek faturalar ve fakirhanenin kirası… Ben kan ter içinde inip çıktıkça, yan gözle bakıyor. Kolay gelsin deyince de gözlerinin içi gülüyor. Canhıraş çalışana 'kolay gelsin' dediğinizde, insana çok sıradan gibi gelen bu kilit sözü tak diye söylediğinizde, bu basit sözün çalışan bir insanda ne menem duygular yaratacağını, çalıştığım şantiyelerden bilirim. O temizlikçi kadın da, böyle enteresan adamlar gördüğünde ve ağızlarından duymaya alışık olmadığı sözler işittiğinde dertlerini unutuyor besbelli.
Git gel; çok şükür sona geldik derken, veznedeki hanım
kızıma elli kuruş borcum kalıyor.
Kızın, “Canın sağ olsun Sinan amca! Senin
ayaklarına sağlık” demesini duymazdan gelip, soluğu en alt kattaki çay ocağında
alıyorum. Rica ile son beş liramı bozdurup doğru en üst kata. Kız şaşkın;
bakakalıyor. “Ya, Sinan amca sen nasıl
bir insansın?” Sakince: Bak güzel kızım,
biz vatandaş Arif’iz… Demem o ki?? Onu
şimdi boş ver. Ben, Sinan Demir değilim. O evraktaki şahıs, benim kıymetlimdir. Anlayacağın oğlumdur.
Veznedar kız, yaptığı gafın üzerini örtme
telaşıyla çekinerek: “Size
söylediklerimi duysa ne çok sevinir, nasıl da gönenirdi.”
* * *
Bizim demirci ustası, kazık kadar haylaz-aylak
biri de olsa tek oğlunu üzemeyecek denli ince düşünceli ve ola ki
eksiklenmesine yüreği dayanamayacak denli bir baba.
Oldum olası nasıl becerdiğini anlayamadığım, ama bir o kadar da hayranı olduğum aynı kıvrak aklı ile sözü bana getiriyor: Hadi bakalım bizim oğlan, 'Hep aynı konular, hep aynı gündem, yazan yüz elli, okuyan belli' der dururdun. Al sana basit bir hikaye! Yaz, yakıştır.
Arif bir adam kadar usta, güngörmüş biri değilim. Onun belli etmediğini ben belli ediyorum. Başım dumanlı, gözlerim buğulu, sözcükler boğazımda düğüm düğüm:
Ancak, senin bu “basit hikaye” dediğini ben yazı diline dökecek olursam, sözümü esirgemez; o çok beğendiğin deyişimle ‘kitabın orta
yerinden’ anlatmakla kalmam, sonuç bölümüne de,
o çok sevdiğin, o toz kondurmadığın, o kazık kadar herifin de canlı
yaşamın içinden kendine bir ders çıkarması gerektiğini de, hani senin şu yaşlı,
uğraşıp didinen emekli halini de bir nebze olsun umursayıp kendine bir an önce
bir çekidüzen vermesi gerektiğini de oturtuveririm. Bilesin…
Fazlaca üzerine gittiğimin ayırtında, usulca
gözlerini içine bakıp, duyumsamalarını, tepkilerini anlamaya çalışıyorum.
Masmavi muhacir gözleri şibil, şibil… O hali, cam kırmış da, topunu komşu teyzenin bahçesinden almaktan
vazgeçmek zorunda kalmış yaramaz bir çocuğun utangaç ve telaşlı tutumundan farksız. Bunun nedeni benim şom ağzım. İçim acıyor. Ezikliği
içimi kanırtıyor. Yine de, yaşamın
gerçekliğini, acımasızlığını anlaması adına ısrarla sürdürüyorum: Peki, senin şu “basit hikaye”nin sonuç
bölümünde dillendireceğim dersi, az sonra gireceğin evinde, muhtemelen hala
uyuyan ve bilmem hangi mendebur saatte uyanacak olan kıyamadığın, o ‘biricik’, asla ve asla
laf söyletmediğin hayırsız oğulcuğuna anlatabilecek misin?
Isırdığı, yaban ahlatından oldurma, susuz, yoz bir armut dilimini yutmaya çalışırcasına, boğulur gibi yutkunuyor. O maviş, bıcır bıcır muhacir gözlerini gözlerimden kaçırarak:
"Hayır" diyor. "Anlatamam ve dahi kesseler söyleyemem. Kıyamam."
* * *
Anlatan: Demirci Arif.
17
Nisan 1940. Kızılçullu-ŞİRİNYER.