31 Mart 2023 Cuma

YARAMAZ ÇİVİLER, CAM SÜRAHİ ve KAMUCU DUYARLILIK ( 2 )

 



YARAMAZ ÇİVİLER, CAM SÜRAHİ ve KAMUCU DUYARLILIK ( 2 )

*  *  *

Öğretmen baba enstitüde aldığı eğitim ve görev bilinci gereği üreticiliğini, öğretim yılının sona erdiği yaz tatilinde de sürdürür. Okullardaki eskiyip sallanan sıra, masa gibi ahşap eşyaları onarır; "maarif"ten tek bir kuruş ek ücret istemeden. Elbette çocuk da onu yalnız bırakmaz, ona çıraklık yapar.

Bir yaz günü. Sıcaktır.

Öğle vakti eline okulun demirbaşı cam sürahiyi verip, yayla suyunun aktığı mahalle çeşmesinden soğuk su getirmesi için gönderirler. Dönüş yolunda cam sürahi elinden kayar ve kırılır. Korku içinde koşarak okula gelir.  Sürahinin, aralarında kavga eden çocukların attığı bir taşla kırıldığını söyler.

Okulun hademesi, "Bekçi Murteza"nın tekidir. Alnının terini silmeye çalışan babanın gözüne girme işgüzarlığı ile, "Çocuğun kendisinin cam sürahiyi düşürüp kırdığını" gördüğünü söyleyerek, aklınca çocuğun yalanı ortaya çıkarır.   

Çocuk sarı başını yana yatırır, suspus önüne bakar. Baba bir şey demez, diyemez. Eve gittiklerinde, sarı başın minik kulağını usulca büker:  "Bak" der, "Sen sen ol. Asla yalan söylemeyeceksin. Kamunun değerlerine ve de halkın malına zarar vermeyeceksin. Bunları yaparken Çanakkale’nin Conkbayırı sırtlarında yatan, annenin iki koca dayısını asla aklından çıkarmayacaksın."  

Öğüt alınmıştır bir kez; yetinilmemeli uygulanmalıdır da:  1982 ayazında, Askeri Cezaevi’nde zorla giydirilmeye çalışılan, "kamu malı" tek tip elbiseye zarar verme pahasına, don fanila Şirinyer Ask. Cezaevi Savcısı Yrb. Hacı Mirza'nın huzuruna çıkarıldıklarında da asla yalan söylenmeyecek;

"Yırttık parçaladık işte. Dara da gönderseniz, tek tip tek ölçü biçtiğiniz, bize canımız pahasına dayattığınız faşizmin elbisesi devrimcilere dardır ve kabul edilemez.” denilecektir.

Aynı askeri cezaevinin hasbelkader izin verilmiş, pek nadir yapabildikleri bir açık görüşünde, ağır havayı dağıtmak ve şakaya boğmak için:

Babaya "nasihati" anımsatılır. "Öğretmenim... Verdiğin öğütü tutuyoruz ve asla yalan söylemiyoruz" denilerek, sıkıyönetim mahkemesindeki bu "elbise" olayı anlatıldığında... Boncuklanan ve dolan gözleri saklamak sırası, bu kez "Köy Enstitülü" öğretmen babaya gelecektir.

*  *  *

Nadejda Krupskaya... Rus kadın devrimci. Sosyalist Ekim Devrimi'nin lideri, ayak takımını ve baldırı çıplakları söz/karar sahibi yapan Sovyetler Birliği' nin kurucusu Lenin' in eşi.  SSCB Eğitim Halk Komiseri.  SSCB Bilimler Akademisi onursal üyesi Nadejda... Ana dilimizde iki cilt halinde yayınlanan anılarının bir yerinde:  Maaşını durduk yerde arttıran kararı, ilgili komisyona "tekrar gözden geçirilmesi için" geri gönderen Lenin'in;  ayrıca, kararı kendisine bildiren sorumlu hükümet komiserinin eleştiri içeriğinde ivedi olarak soruşturulması isteminde bulunduğundan söz eder. 

Henüz ortaokul sıralarında, "Beşinci Kol" kara propagandası ile, biz yeni yetmelere öcü gibi korku objesi yapılan Vladimir İlyiç Ulyanov... Yani, o bilinen adıyla Lenin. Ömrü yetseydi de, şimdilerde kamudan 8-10 maaş alma utanmazlığını gösteren, ar damarı çatlamış, bizim arsızları görme talihsizliğine erişebilseydi, eğer?  Bu ceberut, bu nobran anlayışın yüzsüzlüğünü nasıl karşılar, ne derdi?

*  *  *

Uzun sözün ana fikri.  Menderes'ten Demirel'li "Ilımlı İslam"a, oradan Tayip soslu BOP başkanlığına evrilip gelen oligarşinin kurumsallaşmış sürekli/ örtülü diktası, enstitü anlayışından ve kamucu düşünce biçiminden on yıllarca boşuna ürkmedi, boşuna refleks vermedi.

Uzun sözün kısası. Bizim belediye şantiyesinin, sadece tezgahlarda eğilen, sözünü esirgemez ustası demirci Arif'e göre: “İnsan ürkmesi hayvan ürkmesine benzemez.”

Uzun sözün ironisi. Lenin ne mi derdi?  

Bir kez, bir kez olsun kamucu sosyalist terbiyesini bozup,  yedi göbek sülalelerinin kulaklarını çınlatacak -aslında Türkçe'nin kahvehane ağzıyla hak ettikleri- sunturlu bir kalayı, Rusça söyler, hatta tekrarlar geçerdi kesin. 

Hasan Oğuz Bilgen. 30 Mart 2023. Manisa-Horoz Keuı. 

Yıllar önce tarihe düşülmüş küçük bir not: Köy enstitülü öğretmenin ilk maaşı ile bir cam sürahi alıp, diğer öğretmenlerin önünde okul müdürüne verdiğini, utangaç çocuk bir başka cezaevinin yine bir görüş gününde -yine babasının anlatımı ile- öğrenecektir.

30 Mart 2023 Perşembe

YARAMAZ ÇİVİLER, CAM SÜRAHİ ve KAMUCU DUYARLILIK ( 1 )

 


YARAMAZ ÇİVİLER, CAM SÜRAHİ ve KAMUCU DUYARLILIK ( 1 )

Kızıldere, 30 Mart 1972 yılı… O ‘Perşembe Günü’ nün anısına.

*  *  *

Manisa Lisesi. 1971-72 ders yılı.  Kem gözlerden uzak bir duvar dibinde, suspus üç tıfıl öğrenci:

Yıllar sonra, aynı kentte kanser illetine yenik düşecek olan, bir heyecan bir heyecan, güvercin ürkekliğindeki inşaat mühendisi Atilla Evrenosoğlu.

Aynı kentte çok sonraları, yani ilerleyen yıllarda Almanca öğretmenliğinden emekli olacak olan İsmail.

Üçüncü genç, her üzücü bir haber aldığında hala çocukluluğunun o cam sürahisinin hüznünü/ utangaçlığını yaşayan yeni yetme.

*  *  *

Atilla etrafına bakınır… Sonra katlanmış ‘Yeni Asır’ gazetesini ceketinin iç cebinden çıkarır; sekiz sütuna manşet kapkara puntolarla gözlere sokulan o acı haberi gösterir. Yeni yetme yaşlarında, alışık olmadıkları bir toplu kıyımın canlı tanığıdırlar. Hemen oracıkta, bir göz teması süresinde derslere girmeme kararını hiç tartışmadan alırlar. Bu kendilerince bir boykottur.  Kıyıda köşede kararlaştırılmış ‘illegal’(!) bir boykot.

Tamam. Dersler boykot edilecektir de… Üçüncü genç ikirciklidir. Diğerlerinin gözlerine bakmadan acemi ve çocuksu mırıldanır: 

“Mahir ağabey ve arkadaşları, devletçiliği ve kamu düzenini savunmamışlar mıydı? Şimdi. Biz kamu düzenini bozmuş olmuyor muyuz?

İsmail lider pozlarında; heyecanla sözü Atilla’nın ağzından alır.  Her zamanki sert duruşu ve o kalın ergen sesi ile konuşur: 

“Saçmalama. Özlenen devletçilik, bize yutturulmaya çalışılan bu kamu düzeni değil ki!..”

Uzatmaya gerek yoktur; anlatılmış ve anlaşılmıştır. Haydi o zaman öğrenci kantinine…

*  *  *

Utangaçlığından sarı başını hep omuz başına yatıran, aile içinde bir zeytin tanesini iki küçük lokmada yemesiyle şaka konusu olan çocuk, eğrilmiş çiviyi doğrultmaya çalışırken işaret parmağı çekiçten nasibini alır. Dolan gözlerini, sallanan okul masa ve sıralarını onarmaya dalıp gitmiş olan babasından saklamaya çalışır. Çalıştıkları yer, Horoz Köy İlk Okulu'nun şimdi yerinde rant yelleri esen eski taş binasıdır. 

Aldığı ilk öğüttür: İşe yaramaz diye yere atılan her çivi halkın alın teri ve bir kamu değeridir. Eğrilenler düzeltilmeli ve yeniden çakılmalıdır. Çocuğun çektiği acının başından beri ayırdında olan 'Köy Enstitülü' öğretmen Fikri baba yanına gelir, yere çömelir. Tıpkı dersliklerde yaptığı gibi, anlaşılır bir biçimde, ders verircesine tane tane konuşur: 

"Üreten insan acındırmaz, ağlamaz. Yaramaz çivi yoktur, yaramaz usta, ayıplı işçilik, eğri iş vardır. (Düşen çivi yerden alınmaz) tutumu, kibirli marangozun iflah olmaz değer bilmezliğindendir.  

“Küçük adam… Sen sen ol!  Okulun malına, kendi aklına, kitabına, çekicine sahip çık. Okul sıraları gibi, eğitim de üretim içindir.  Her zaman her yerde, her koşulda bıkmadan usanmadan çalışmak, gözden çıkarılmış her bir çivi tanesini yerden alıp düzeltmek bile üretmektir.

Yukarıdaki sözlerin sahibi,  demiryoluna komşu, bu günün paha biçilmez bağı için "Hocam gel sana bu bağı satalım. Dert etme. Maaştan maaşa ödersin" denildiğinde, "Ben bu halkın, bu devletin memuruyum. Sonra hakkımda ne konuşurlar" diyen,  eğitimciliği ile, çocuklarının babası olmakla yetinen ve bundan da mutluluk duyan enstitülü öğretmendir.

*  *  *

Öğüt alınmıştır bir kez; yetinilmemeli uygulanmalıdır da: Belediyede görevini sonlandırıp emekli olduğu şantiye işliklerinde, her molada ve her seminerde, kibirli ustaların yanılgısı konusu açıldığında, enstitülü babanın ders veren deyişlerinden bolca söz edilir: 

“Üretimden gelen gücünü bilen er kişi, ancak sınıfının tezgahlarında eğilir.” 

Ve sadece o düşen çiviyi yerden almak, onu doğrultmak ve üretime katmak için…

. . / .

                       . . / .

                                              . . / .

*  *  *

Hasan Oğuz Bilgen. 30 Mart 1972, Perşembe. Manisa- Horoz Keuı.


3 Mart 2023 Cuma

VAHŞİ DÜZENİN AMED ENKAZINA GÖMDÜĞÜ ZİLAN TİGRİS' E...


ERMENİ DENGBEJ ZİLAN TİGRİS’İN ARDINDAN…

Çok da duyarlıdırlar; ellerine su dökülmez, sözlerine söz yetişmez, bulunmaz hint kumaşı entel dantellerdir.  Bitmek tükenmek bilmeyen sanat projelerinin üstüne yoktur. Ucu ceberut ve zalim devlete dokunan konulardan, itiraz eden aykırı sesleri anmaktan, konuşmaktan özellikle kaçınırlar. O denli bir acıdır ki, yazı dillerinde, en az diğerleri kadar anılmayı hak eden değerli insanlarımızın bir metin değeri bile olmaz. 

Elbette acılarımızı yarıştırmıyoruz. "Üç Maymun"u oynama becerisinde, yazılı ve görsel basının yeteneğini de anmadan geçmek kendilerine haksızlık olur! 

Dirençleri elbette başımızın üstüne; inatla/ısrarla susturulmak istenen muhalif basını bu konuda ayrı tutup,  ‘konuşmasak olmaz’ deyişlerinden esinlenerek, bizim de yazmasak olmaz anlamında bir söylemimiz, bir hakkımız olsa gerek.

Ellerini sımsıkı tutamadığımız, Diyarbakır'ın bir kuytuluğunda, bir zamanlar eylem adımları ile geçtiğimiz Ofis semtinin kayıtlara geçmeyen bir yitik adresin enkazında umarsız bıraktığımız gül kokulu bir dost; 'Ermeni dölü' hakareti ile aşağıladıkları insanlardan bir Zilan vardır. Ermeni dengbej Zilan Tigris. Ve de oyuncu eşi Çağdaş Çankaya.

.  .  .

Eğitim Enstitüsü’ de okuduğumuz, 1975 güzünde kente gelip miting yapmak isteyen kafatasçı başbuğ’a karşı Dağkapı Meydanı’ndan, Ofis ve yoksulun Bağlar semtinin sokaklarından sabaha dek ayrılmayıp sloganlar attığımız Diyarbekir…

Fis Kayası'nın dibinde verilen bir mola anında fısıltıyla yapılan sakıncalı sohbetler. Bağlar semtinin Mavi Köşe durağındaki Şeho’un kıraathanesi. Kaçakçı gediklisi Seyhmus’la yarenlik edip, onun asla gülmeyen sert/esmer yüzünü bıyıkaltı gülümsettiğimiz Diyarbekir. Ertesi gün ne mi oldu?  Belediye hoparlöründen, “Türkoğlu Türk kardeşlerim varken, kuyruklu Kürt’lere mi kardeşim diyeyim” ırkçı söylemi ile ünlü, ‘Başbuğ’ dedikleri o kafatasçının kente gelmeyeceği ve mitingin iptal edildiği duyurulmuştu da, koca kent bayram yerine dönmüştü.

Sonrası; Dört Yol’unda, yatıp kalkıp üç öğün mercimek çorbası içilen “bol kepçe talebe lokantası”.  Kırk yılda bir; memleketten para geldiğinde yani;  Nurettin Gürateş’in şaka ile karışık günün tarihini, okuduğu kitabın bir kenarına kurşun kalemle not ettiği günlerde gidilen ve çiğer/ekmek yenilen o “Cigerci Mekanı”. 

Meraklısını Japon Pazarı’nın normal akışta pek ulaşılmayan kaçakçılarına ulaştıran çarşı esnafından terzi Ramazan. Bizi, Suriçi’nin bilinmeyen yalnız sokakları ile tanıştıran ezik gülüşlü adam…

Ve elbette, bir gece vakti usulca tahta kapısını çalıp, yer yataklı odasını paylaştığımız Berber Yaşar. O yoksul evindeki firari uykularımız. Her sözümüzü, anlattıklarımızı dikkatle dinleyen, her zaman bir Yılmaz Güney suskunluğunda olan, bizim hüzünlü Yaşar abimiz. Şu yaşadığımız kahreden günlerde, her ikisi de, bizim güzel Zilan’ımızla birlikte aynı kederli sonu paylaşmışlar mıdır?

.  .  .    

Sonrası… Sen oyun çağındaydın.  Suriçi’nin taş sokaklarında oynuyor, Tahir Elçi’nin katledildiği dört ayaklı minarenin önünden, küçük başının iki yanında iki tokalı saç babanın elinden tutmuş seke seke geçiyordun. Sesinin daha o çocuk günlerinde çok güzel olduğu söylenir durur.

.  .  .

1976 Haziranı. Lice Depremi. Sol kültürün/dayanışmanın güçlü olduğu, unutulası değildir ki, bir sosyalist yayının hatırı sayılır sayıda sattığı Lice… Kaçakçının Bingöl’e açılan kapısı. Bu gün Maraş’ta, Hatay’da tanık olunan devlet eliyle örgütlenmiş ihmal, işlenen toplu cinayet/ kıyım,  1976 yazında Lice’de de oldu. Daha ilk günden Töp-Der’li hocalarla ve enstitülü arkadaşlarla insanlarını yıkıntılarından kurtardığımız ve enkazlarında çalıştığımız köylerinde… Sen dört yaşındaydın. Annenin, komşu kadınların göğüslerini döverek söylediği Kürtçe ağıtları belleğine yazdın.

.  .  .

Uğurlar ola, mazlumun özgür ve en hüzünlü sesi kızı Zilan. Abartısız elli yıllık dostluklarımızda gücümüz birbirimize yetti de, sana yetemedi. Gül kokulu ellerini tutmaya, seni o göçüklerden alıp çıkarmaya yetmedi.

İnan ki mahçubuz Tigris... İnan ki, seninle birlikte o devlet enkazlarında, o günahkar ruhlarımızın artçılarındayız Zilan.

Kırar döker geçer gideriz havasındaki, birlikte kaçak çaylar içtiğimiz Davut Günay’lı, Nurettin Gürateş’li çatık kaşlı sert bakışlı ağabeylerini bağışla... 

Bil ki, seni ve biricik eşin Çağdaş’ı yitirişimiz kadar zor ve dayanılmazdır;  bu gerçekliği, bu çaresizliği itiraf etmek...

Ekmeğini yediğimiz ve suyunu içtiğimiz kadim Amed'e, devrimcilere evlerini açıp yatacak yer gösteren yoksullarına/dost insanlarına selam olsun. Nasıl olup da bağışlayacaksan ve de her nasıl olacaksa başımız sağ olsun. Ya da olmasın!  Niceleri gibi bu kahırlı ölüm de, birbirimize sahip çıkamama, bir arada duramama gibi iflah olmaz durumlarımıza ders, seni enkazlara gömüp o güzel sesini susturanlara dert olsun.

Hasan Oğuz Bilgen. 03.03.2023. Diyarbekir- Ofis.