25 Temmuz 2021 Pazar

 


POTEMKİN ZIRHLISI, GİNE'DE DEVRİM ve NURETTİN GÜRATEŞ.

1905 Rus Devrimi'nin en önemli/belirleyici dinamiklerinden biri olan, donanmanın Potemkin Zırhlısı'ndaki -başlangıçta yedirilmeye çalışılan kokmuş ete karşı başlatılan- plansız kalkışma, özünde Çarlık yönetiminin zulmeden ve baskıcı uygulamalarına karşı yapılan Çarlık Ordusu'ndaki ilk devrimci ayaklanmaydı. 

Ne ki o günlerde, Rusya'nın birçok kentinde etkin eylemlerin öncüsü Bolşeviklerin, onların Karadeniz Filosu örgütü Tsentralka'nın Potemkin'e çekilen kızıl bayraktan haberi yoktur. Zırhlının rotası genel grevin etkili yerlerinden biri olan Odessa'dır. İsyancılar coşku ile karşılanır. Ahali ve genel greve destek verip köprüleri yakmış grevci işçiler de limana akın ederler. Kendilerine desteğe gelen denizcileri yalnız bırakmazlar. Dahası, Çar güçlerinin gemiye yapabileceği bir kıyım operasyonu olasılığına karşı ateşler yakıp nöbet tutarlar. 

Karşılıklı etkileşim ve kıvılcımlanmanın öznesi olarak öne çıkan Potemkin Zırhlısı'ndaki ayaklanma, Rus Bolşevik Devrimi'nin işaret fişeği de olmuştur.

Sovyet sanatçı Segey Ayzenştayn, olayı 1925 yılında sessiz film olarak çekecek ve Potemkin'i siyaset ve devrim tarihinde olduğu gibi sinema alanında da ölümsüzleştirecektir. Filmde kullanılan simgesellik, gerçekliği/gerçekçi anlatımı destekler. Sergey'in sinema dili, devrimci içeriğine ve zenginliğine karşın, hemen herkesin anlayabileceği yalınlıktaydı. Onun derdi düşüncelerini en etkili, en kestirme, ama en önemlisi de basit, sade biçimde anlatabilmekti.      

Nurettin Gürateş, bu bilgilere bizden önce ulaşmıştı. Dünyayı ve sosyal olayları kavrayış yeteneğinde ve becerisinde olduğu gibi bu konuyu da araştırmış ve anlamıştı. Bu yetmezdi; arkadaşlarının da öğrenmesi gerekti:  

" Sinematek'te bu hafta Potemkin Zırhlısı var. Mutlaka birlikte izlemeliyiz! "  

Sinematek de neydi?! 

Entellektüel, devrimci birikimi ile "Eğitim"den ev ve yol arkadaşlarını asla kibirli olmayan bir ifade ile yönlendirmesi, ısrarcılığındaki kibarlık, karşısındakini -sözü edilen konuda bilgisinin olmadığını hissettiğinde- incitmeme hali, bizler için her daim kutup yıldızı olmuştur. Zırhlı'daki itiraz etmenin, kalkışmanın grevciler için anlamı ne ise, hoca'nın da o akşam bizi o sessiz filme götürmesi odur. Benzetme bir abartı değildir.  Hissiyat da yaşanan gerçeklikte budur. Ne eksik ne fazla. Öyledir.     

1975 kışı... Yer Diyarbakır. Döşemeleri ve sıraları gıcırdayan eski Dilan Sineması. 

Dört genç film sonrası düşünceli, Bağlar semti'ndeki öğrenci evine yürüyor. Kuru soğuk. Tek odalı evde Rus Devrimi üzerine uzun konuşmalar. Demli çaylarla ısıtılan sohbet havasının devamında, Nurettin Hoca'dan cankulağı ile bıkmadan dinlenen, ülkemiz üzerine olan siyasal düşünceleri... 

.  .  .  

Aynı yıl...  Sur kentinin "emniyet"çe gözaltında tutulan tek kitapçısına en çok uğrayanımız, yeni çıkan kitaplardan alanımız yine Nurettin Gürateş.   

Gür bıyığının bir solunu bir sağını çekiştirerek -ciddi konulara odaklandığında hep öyle yapar- yattığı yerden Amilcar Cabral'ın Gine'de Devrim'ini okuyor. Maltepe sigarasının külü, yer yer yanıkların göze çarptığı kilimin üzerine düştü düşecek.

Sinematek örneğinde ve daha onlarca konuda olduğu gibi, yaşadığımız topraklarla benzerlikler yakalayabilmek için Gine Bissau canlı deneyimini anlamaya çalışan hepimizden önce elbette yine o.  Nurettin'i tanımayan, onun böylesi bir "uzun oturuş" ile okuma biçimine ilk baktığında, tembellik hakkını kullandığını sanır.  O ise, kafasındaki sorulara yanıtlar bulma çabasındadır. Uzun, oradakilere dinleten -ders anlatırcasına- konuşmalarını kitabı bitirdikten sonra yapacaktır.  Ancak o ana dek, kendi deyişi ile "Şekil B"de (Yatar vaziyette kitap okuma) kalacaktır, "Lütfen bölmeyiniz, dürtmeyiniz! Çayları kendiniz doldurunuz." 

Öncelikle Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ideolojik koşullarını ören revizyonizmin, Latin coğrafyasındaki başarılara karşın, Asya-Afrika'daki devrimci düşüncelerde oluşan eksen kaymalarının, böyle olunca geri bıraktırılmış yeni sömürge ülkelerde yeni devrimci durumlar yaratmanın olabilirliğinin ayırtındadır.  (Onun en büyük kaynak eksikliği, Mahir'in elle çoğaltılmış "Kesintisiz Devrim" broşürünün yaşanılan günlerde henüz elimize geçmemiş oluşudur. Bunu çok değil bir yıl -1976'da- sonra kendi ağzından, çok içten bir itiraf biçiminde duyacaktık: "Arkadaş! Neden geçen yıl bize ulaşmadı?  Gine'yi de, ülkeyi de bir yıl önce çözecektik. Mahir, bizim bu gün öğrendiğimiz tespitleri, devletin soluğu ensesindeyken, Oligarşi enselerinde boza pişirirken yapmış... Oturmuş bir de yazmış be arkadaş! "  ) 

Ayrıca, emperyalizmin 1945'lerden sonra yaşadığı yeni-sömürgecilik dönemi gerçekliği ile örtüşen devrim teorilerine gereksinimimizin olduğunun... Tam da bu yüzden, bunun için: Siyasal görüşleri dünyanın her türlü durum ve koşulunun ortaya çıkardığı sonuçla uygunluk sunan Amilcar Cabral'ın okunması gerektiğinin... Cabral'ın, Asya ve Afrika'da ulusal kurtuluş hareketlerinin ve elbette ki devrimlerin çıkış yolu için önerdiği küçük burjuva önderliklerinin devrimin kalıcılığı için üstesinden gelmeleri gereken "sınıf intiharı" seçeneği üzerinde tartışılmasının zorunluluğunun... Ayırtındadır. 

.  .  .

Resmi tarihin kahramanları sırça köşklerde yaşar, sütten çıkmış ak kaşıktırlar. Asla toz tutmazlar, gerçeküstüdürler. Bizim kahramanlarımızın yaşadıkları, yaşattıkları olağanüstü öyküler değildir. Hiçbirinin ne abartmalara, ne de güzellemelere gereksinimi yoktur. 

.  .  .

Çarpıcı kareler.  Unutulmaz anlar.  Sarsıcı nağmeler.

Nurettin en keyifli anlarında, yüreklerimizin bam teline dokunan, acemi ama dokunaklı sesiyle en güzel gurbet türküsünü nazlanarak söyler: Gurbet o kadar acı ki, ne varsa içimde. Hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde...  Sesinin tınısı, doğallığı içimize işler. Ezginin sözleri öğrenci evinin kireç sürülmüş duvarlarında asılı kalır.

Makarnayı çorapla süzen arkadaşına, diğerleri mutfaktaki şaka gibi olaya şaşırmış anlam yüklemeye çalışırken, o kahkahalarla güler.  "Bırrak be!" der, "Ulen be Yumurtacı..." 

Sur'a yakın, Çocuk Trafik Bahçesi"nin karşısındaki iki katlı evin kapısında, günün olur olmaz saatinde eve girip çıkan abartılı makyajlı kadınların kesik atan bakışları, manidar gülüşleri ile karşılaştığında, merdivenleri alelacele çıkıp tombul yanakları gül gibi kızarmış biçimde soluğu evde alan Nurettin'dir.  "Hoca!  Hadi bakalım, gene şanslı günündesin!" mealinden takılmalarımızı, her kezinde "Bırrak be!" kestirip atmasıyla ustaca geçiştirir.

* Biricik eşi ve yoldaşı Nailan Gürateş, bizleri acı acı güldüren en güzel asker türküsünü o gür ve pürüzsüz sesiyle söyler:  Kışlalar doldu bu gün. Doldu boşaldı bu gün... Türkünün sürüp giden sözlerine koğuşlar, malta, havalandırma bahçesi tanıktır. Tanığın diğer adı, Metris'dir. 

Onca insanın içinde, örneğin bir taziye evinde, onu hiç tanımayan birinin rahatlıkla sert tepki verebileceği biçimde, sizi "parmak çatlatarak" çağırabilir. Yanlış anlamak, kızmak ne kelime!  Siz de onun bulunduğu yere, gönül rahatlığı içinde gülerek yönelebilirsiniz. 

* Nailan'ın sevgili kardeşi Bedrettin Şınnak, onu hiç tanımayan birine "asparagas" gelebilecek bir yakıcı anın baş kişisidir: Sorguda moralini bozmak için karşısına getirilen küçük çocuğunu yüreklendirmek, var olan karabasanı dağıtmak için, "Esmerim biçim biçim. Ölürüm esmer için..." türküsünü söyleyebilen, kimi beyefendilerin, çıtkırıldım hanımefendilerin 'ayaktakımı', 'baldırı çıplak' deme talihsizliğinde bulunduğu, alaydan yetişme, halkın su katılmamış bireyi Bedrettin Şınnak'tır. Her ne kadar artık ablası Nalan aramızda olmasa da, diğer tanıklar henüz ölmediler. Yaşıyorlar. 

Kendisine doktorca yenice verildiğinden "şişe dipli" (Benzetme Bedo'ya aittir) gözlüğüne henüz alışamamış miyop adamın yolda sakınarak, oldukça komik ve de sersem sepelek yürümesinin taklidini  -kendine özgü hareketlerle- yaparak, alacakaranlık günlerin kaçak evinde hepimizi yerlere yatırarak güldüren neşeli, iyimser ve dahi hiç birimizin beceremediği denli hoşgörülü insanın adı Bedrettin Şınnak'tır.  

.  .  .

Yazıya konu olan, şimdilerde bulunması, sohbet edilmesi, birlikte ağız dolusu gülünmesi oldukça güç olan insanlarımızın, kahramanlarımızın bilgeliği, erdemi, niteliği bu denli ağır, taşınması ve anlatılması bu denli güç olunca, haliyle yazı dilimiz de bir o kadar uzun, kimi insanlarımızca da "sıkıcı" olabiliyor. Ola ki, okumaktan sıkıldınız.  Ancak emin olunuz ki, burada yazılanlar, o eşsiz insanlar için anlatılmak istenenlerin -aslında bellek oluşumu için özellikle anlatılması, yazılması gerekenlerin-  yüzde biri bile değildir.

.  .  .

Bu "27 Temmuz" da, eğer Nailan Gürateş yaşıyor olsaydı... 

Nurettin Gürateş büyük olasılıkla "yazısız" olarak, sadece siyah beyaz tek bir fotoğraf karesi ile anılacak, onu yazan, yazmak zorunluluğunu hisseden kişi için, sorumluluğu, ağırlığı ve de vebali hayli fazla olan ciddi laflar etme, dikkatli cümleler kurma güçlüğü yaşanmayacaktı.

Ne var ki, ellerimizi bırakmazdan bir yıl önce, Nalan son noktayı koymuş, akan suları durdurmuştu bir kez.  Amansız hastalığına karşın, ağırbaşlı, oturaklı konuları cesaretle, hiçbir önyargısız konuşabildiğimiz, yapılamayan ve yapamadığımız muhasebemize girebildiğimiz günlerdi. Eski bir "anlatılmıştır, anlaşılmıştır" tekerlemesine gönderme yaparak, "Yazılacaktır, anlaşılacaktır" demişti, bir buluşmamızda...  Ona göre Nurettin'in çok erken kaybı, ortak bir dilimizin olmayışında ve yazılı belgelerimizi saklayan bir belleğimizin oluşturulamayışında en önemli -olumsuz- etkendi. 

Nurettin ve Nurettin gibi düşünce ve yorum yeteneğine sahip birkaç birikimli insanımızla bir yazı/yayın kurulu oluşturulabilir, bu araçla ortak bir yazılı tarih yaratılabilir... Bu arşiv sayesinde yıllardır içine düşülmüş, buradan da yanlış mecralara gidilmiş olan -amiyane tabirle- "kasabalılık" sığlığından ve kolaycılığından, sınıf çözümlemelerinden uzağında feodal "Battal Gazi" güzellemelerinden kurtulunabilirdi.  Nalan'a göre, yakın tarihte yaşananları doğru yer ve zamanda, sözü dolandırmadan, hemen kestirmeden yalın bir biçimde yazmak gerekti.  Mutlaka yazmak... "Kore Dağları, Moncada Kışlası, yerinde ve de zamanında yazılmış, açık seçik."  bir metindi.  Onun, görüşlerini cesurca belirteni, kendisini ve var oluş nedeni olarak kabullendiği ailesini eleştireni, yazanı destekleyen, isteklendiren özendiren -bir çoğumuzda olmayan- bir yanı vardı.  "Söz uçar, yazı kalır" sözünü her fırsatta, her kezinde onaylamıştır. Der ki, "Bu söz, ait olduğumuz hareketimiz için, kulağa küpe mealinde anonim bir dille söylenmiştir."  Ve kendi sözünü kendi tamamlamıştır:  " Kol kırılsa da... Yeter ki, yen içinde kalmasın." 

 .  .  .

Düş gücünüz yeterliyse, bir insan düşünün: 

Hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşanmamış ve de  hiçbir şey yapmamış gibi renksiz, kokusuz yaşayan. Tüm yaşanmışlıkları, yaşadıkları ile ilgili "mış gibi", "muş gibi" yapan... Onurlu geçmişinin ve hafızasının tek kadim bekçisi olabilecek anılarının belgelenmediği, onca olup bitenin, tüm neden-sonuç durumlarının ve ilişkilerinin eleştirileri ile birlikte anlatıldığı yazılı bir yakın tarihinin olmadığı... (Bir bakıma burada bir yanılsamadan söz ediliyor.) Korkunç bir yalnızlık içinde zavallı ve hiç de hak edilmeyen bir durum. Bir karabasan...  Ne ki geçmişi aralayıp, unutturulanları anımsadığımızda muhteşem bir buzdağının tamamı, olabildiğince tüm görkemiyle gün ışığına çıkıyor. Ya da çıkacak. 

Burada, evinin arka balkonun daki, Kısa kısa, basa basa, sert el hareketleriyle söylediği sözler, tekrar vücut buluyor: " Çıkmalı. Çıkar. Yapılabilir. Örnekleri var, başarılabilir."

 .  .  .

Nailan Gürateş doğru bellediğini, doğrusu yaşamın doğal akışını, olağan ilişkilerini yaşadı. Savrulup dağılmadı. Eğilip bükülmedi.  "Hadi lenn!" edasıyla söyleyeceğini söyledi, kendi deyişiyle "meramını" anlattı gitti. "Sevene de sövene de" anlamına gelebilecek "kendine has sert selamlar çakıp", hepimize parmak çatlatıp çekip gitti. 

Son bir anı... Ölünceye bende saklı kalacaktı. Yapamadım. Günlük yaşamımda, naçizane siyasal mücadele sürecimde, kesinlikle "birinci tekil şahıs" dilinden konuşmadım, başka deyişle "ben" diliyle yazmadım, "ben" duygusuyla hareket etmedim. Her ne olursa olsun "biz" vardık, "biz" olmalıydık.  Nalan'la da paylaştığım bu ilkeli duruşumu, onunla yaşadığımız son ayrılık dakikasını doğru ve eksiksiz anlatabilmek adına ilk ve son kez bozmak zorundayım.

Başını yastıktan kaldıramadığı, başında saatler geçirdiğimiz son günlerinden birinde, ona nasıl bir moral busesi ve 'yanındayız mesajı' verebilirim diye çokça düşünmüş durmuştum. Onu daha fazla yormamak için kalkmak zorunda olduğumuz bir andı. Oradakiler, hepimiz ayaktaydık. Doğaçlama bir hareketim oldu.  Onun görebileceği bir yakınlıkta, "hazır ol" duruşuna geçerek bir asker selamı verdim. 

Nalan da selamıma, elini alnına götürerek aynen karşılık verdi. Kızlarının ve arkadaşlarımın çok şaşırdıklarını, "sen onun askeri misin?" diye gülümseyip şakaya vuruşlarını, benim de "Ne olmuş!?  Onur duyarım" deyişimi unutamam.  O, bizim "Nalan"ımızdı!..  Hiç birimiz adındaki (İ) harfini söylemezdik.  Nalan tepeden tırnağa sadece ve sadece kendine özgüdür. Canı tez, hiçbirimizin olamayacağı kadar içtendir. Kanı her daim deli dolu akar. Sözcüğün gerçek anlamı ile delikanlıdır.  

Bizim arkadaşlarımız hatalarıyla sevaplarıyla gül yüzlü, özü sözü bir insanlardı. Her birinin yeri değeri aynı idi. "Mal canın yongası" ezberini bozup, akçeli bir yaşamı tarihin çöplüğüne bırakıp, canları pahasına sistemin bozuk çarkına çomak soktular. Biz aynı özden aynı sözden geldiğimiz için bir aradaydık. Canın yongasını, dayatılan düzenin sınırları içinde görenler ayrı yerlerdeydiler. Ama hep ayrı yerde... Tıpkı Mahir'in dediği gibi;  "Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde"ydi... Ayrılar, rüzgara karşı yürüyen bizlerin tam karşısında, hep karşı kaldırımda oldular. Küçümsediler, aşağıladılar, karaladılar, yetmedi ele verdiler, ihbar ettiler. 

Karşılığını da aldılar. Tarihin onlara biçtiği, en büyük cezayı hak ettiler... Cüzdanları ve vicdanları arasında sıkışıp, öylece kıvrılıp "Araf"ta kalakaldılar.

Bizler ise, birbirimizi taşımaktan, günahlarıyla sevaplarıyla birbirimize omuz vermekten, rütbesiz er ve birer sıra neferi olmaktan onur duyduk. Emekçi halkımıza, işçi sınıfımıza olan görev ve sorumluluklarımızla gönendik, gururlandık. Asla umutsuz, asla karamsar olmadık. Acılarımızla çoğaldık, güçlendik.  İçini karartanın, unutanın, umutsuz olanın vicdanı, belleği kurusun.

Nurettin, Nalan, Bedo...  Ah...  Daha ne de güzel adlarınız vardı;  Mine, Bedir Ali, Sabahat, Davut, Halil, Doğan, Mete Atilla, Hatice, Ercan, Saner gibi... Ah... Daha ne güzel lakaplarınız vardı. Hoca, İnekçi, Dayı, Palu'lu, Patron, Alman, İşçi, Kıbrıs'lı, Boyacı, Eleman ve dahi Kuri gibi...  

Bir sıralayabilsem hepsini!  Bunu başarabilmiş, becerebilmiş olmaktan insan, o insanlar adına ancak onur duyar.  Gözler arkada kalmaz, açık gitmez. . .

Ellerimizi bırakmış, bırakmamış onlarca, yüzlerce gül yüzlü, gül kokulu arkadaşlarımıza, yoldaşlarımıza selam olsun... 

Hasan Oğuz Bilgen, 27 Temmuz 2021, Bağlar-Diyarbakır.