9 Mayıs 2023 Salı

İYİMSER, BEYAZ YAZILAR. ( 3 - SON )

 İYİMSER, BEYAZ YAZILAR. ( 3 - SON )

Hoş geldin bebek, yaşama sırası sende… Senin yolunu gözler, skorsky’ler, iş cinayetleri, töre belası… F-16 sortileri filan.
MARAŞ’TAN ROBOSKİ’YE BEBEĞİN GÖZLERİNE BAKABİLMEK.
Bu ülkede sürekli faşizmin örtülü ya da aleni biçimlerini, her daim “demokrasi” ve “ülkenin, milletin bölünmez bütünlüğü” sosu ile servis eden düzen partilerinden hangisinin döneminde olursa olsun, ülkenin içinde bulunduğu koşulları yansıtan genel fotoğrafında ve mağdur edilmiş sefil insan manzaralarında bir farklılık, birbiriyle aykırılık görebilmenizin olanağı yoktur. Hal böyle olunca mevcut düzenin medyasıyla, bilumum şakşakçısı, yalakasıyla cılkı çıkarılan, her şeyin tüketildiği gibi fütursuzca tüketilen, yitirilen her koca 365 günün sonu da başı gibi aynı sıradanlık, aynı kırılganlıkta, çoğunlukla duygusal uzaklaşmalar, sosyal savrulmalar ve altüst oluşlar anlamında tıpkısının aynısı olmaktadır.
Olayın tanığı ve yaşayanı olan insanların yabancısı olmayacağı tatsız filmimizin sezon finalinin değişmeyen menüsü, dillere pelesenk olan ve de hayli bayatlamış temcit pilavı üçlemesidir. Bunlar neler mi? Çok basit…
• Eski Tercüman gazetesinin öldür Allah bitmeyen, o ünlü pehlivan tefrikalarına taş çıkartan TBMM’ndeki “Bütçe” dalaşmaları ve dostlar alış verişte görsün oylaması bir.
• Asgari ücretin hiç sürpriz olmayan talihsiz sonucunun, her göstermelik ve her kara mizah açıklanması iki.
• “İnsan Hakları Haftası” dolayısı ile ciddi beylerin, kibar
hanımefendilerin, steril salonlarda pahalı makyajlarının bozulmamasına dikkat ederek birbirlerini kutlamaları, balonlu ve konfetili törenleri filan üç.
- 2 -
Aralık 1978 Maraş’ım... Dikiş tutmayan yaram…
Elbette dile kolaydır; “otuz dört yıl öncesindeydi” diyebilmek… Böyle soğuk, sisli bir aralık ayını yaşayan Maraş ellerinde, ana rahmindeki bebeklerin, henüz yüzlerini görmedikleri anneleri, babaları ile ve ağabey, abla, hısım akrabalarıyla birlikte koyun koyuna, kapıları önceden işaretlenmiş evlerinde, iş yerlerinde, sokaklarda toplu kıyıma uğradıklarından söz edebilmek.
Dile kolay gelir elbette; hiç duymamışsanız, hiç görmemişseniz, hiç işitmemişseniz. Dünya hallerinin güncelliği, gelgeç heyecanları, insanı tüketen, unutturan koşuşturmacası ve hayhuyu içinde, ister istemez üç maymunu oynamak zorunda kalmışsanız… Dile kolaydır. Ne var ki, yöre halkının anlatımına göre, uykularında boğazlanan, yüklü karınları deşilen anaların, kesilen, yakılan insanlarımızın sayısı beş yüz dolayındadır.
Parmakla gösterilebilecek yüz kızartıcı ünü ile yerküreye hızla yayılacak ve “Maraş Katliamı” olarak tarihe geçecek barbarlığı ile sonlanan 1978 yılının aralık ayında, “Burjuvazinin Ahırı”nda her yıl olduğu gibi yine bütçe taslağı tartışılmaktadır.
Mehter marşıyla ilerleyen, zaman zaman birbirlerinin üzerine yürüyüp celallenen “Büyük Meclis” erbabı sonunda, “Anarşinin önlenmesi” ve “Demokrasinin ve devlet nizamının korunması” uğruna bol ödenekli, ihale tüccarlarını bıyık altı güldüren, rant düşkünlerinin ağızlarını sulandıran savurgan sermaye bütçesini vatan millet aşkı ile onaylar.
Aynı günahkar, acılı günlerin tozu dumanı içinde asgari ücret de belirlenir; emekçiye, emekliye çay kaşığının ucu ile sefalet ücretini dayatanlar, harami düzenlerinin sürmesi ve güvencesi için oluk oluk akıtacakları paraları yasal güvence altına alırlar.
Kabak tadı veren, bilinen ritüelin son perdesi, her zamanki gibi “İnsan Hakları Müsameresi”dir. Yani her biten yılın son ayında yapıldığı gibi, olmayan, hiçbir zaman olmamış “İnsan Hakları” nın “Haftası” kutlanır. Kürsülerden, ekranlardan, kendilerinden öncekilerin beceremediği bir işi kotarmış pozlarda kasılan zevat yazılmış rollerini başarı ile oynarlar. Bu gelenek hiç değişmez.
- 3 -
"Milenyum", "Milenyum" diye diye…
İkinci milenyum yılının ilk 19-22 Aralık günlerinde, yani bundan tam 12 yıl önce, devlet güçlerince, sadece ülke tarihi için değil abartısız yeryüzü ölçeğinin en büyük, en vahşi hapishane kıyımı gerçekleştirilir. Korkunç ve utanmaz bir demagojiyle “Hayata Dönüş” adı verilen devlet operasyonunda, 20 ayrı cezaevinde eşzamanlı olarak planlı, örgütlü, adı sanı dünyaca tescillenmiş katilleri kıskandıracak derecede, iş makineleri, bombalar, ağır silahlar ve kimyasal tuzaklarla -kayıtlara geçebilen- 28 devrimci tutsağın canına kıyılır, yüzlercesi yakılır kavrulur, sakat bırakılır.
Olasılıktır; halkın huzurunda hatırı sayılır bir it dalaşı sergileyen sistem partilerinin sert adamları bütçe görüşmelerinin sonunda sütliman olup, aynı hamamın aynı tası adına, el pençe divan dururlar… Duraktaki insan, şimdinin ‘Kıyamet&Şirince” masalı misali, cami avlusuna (Siz ülke gündemine okuyun) kurnazca bırakılmış milenyum dedikodusunun, olası elektronik kaosu ve getirebileceği sanal yıkımı ile yeterince haşır neşirken, asgari ücret komedyasının geyik ortamında, malum “Beyanmame”nin alışılmış törenleri de, ‘günün anlam ve önemine uygun olarak’ başarı ile icra edilir.
Böylece sermaye, 2000 yılının geleneksel pilav günlerini de “milenyum metaforu” ile kotarmış olur.
Derken yana yıkıla, el yordamı ile 2011’in aralık ayına gelinir. Paragrafımızın yaralı dizeleri bu kez, yaşanan çok farklı boyutta bir devlet şiddetini anlatabilecek sözcükleri bulmaya çalışırken, sonuçta yine anlatılacak olan, tıpkı öncekiler gibi unutulmaya, üzeri devlet gücü, devlet zekası ile örtülmeye yazgılı bir aralık ayı klasiğiden başka bir şey değildir.
- 4 -
Aralık 2011 Roboski’im… 34 Kurşunum…
Her şeye kadir, ceberrut devlet, yılın son günleri, aralık ayında yine yapacağını yapar… Nicelik ve nitelik olarak elinde tuttuğu toplu kıyım rekorunu, her iki anlamda da yine kendisi yeniler.
Cesetleri sonradan kilimlere ve battaniyelere sarılarak katırlara yüklenecek olan 34 yoksul Kürt köylüsü, “Alacağına şahin” ölüm meleğinin, çelik kanatlarında ay yıldızlar balkıyan Türk kuşlarına, Roboski’nin dağ yollarında apansız yakalandığında, silahsız, savunmasız, korunmasız ve dahi iaşe derdindedir.
Çok değil daha on gün önce, ülke insanlarının sahip olduğu, hak, hukuk, bir ileri, bir geri demokrasi teranesi abartılıp, kasıla böbürlene tellala verilmiş olup, devletin dirlik düzenini gözeten bütçe bonservisi ile meclisten geçirilmiştir. Asgari ücretin vergi dışı bırakılması, günün ekonomik koşullarına göre iyileştirilmesi için gereğinin yapılması masalında ise, yine bir arpa boyu yol alınmamış, bir başka deyişle, ezberlediğimiz dağ yine seceresini hatim ettiğimiz şu bildiğimiz fukara fareyi doğurmuştur.
* * *
Aralık 2012... ODTÜ Meydan Muharebesi…
Bu yılın devlet siyaset arenasının sezon finali de, duyarlı her insanı kahırlandıracak, ilgilenmeyene de en azından Malazgirt Savaşı’nı anımsatacak cinstendir. Demokratikleşme, sivilleşme, ekonomik büyüme, darbecilerden hesap sorma yemlemesiyle ortalığa serpiştirilen kapitalizmin yeni-dinci liberal sisteminin gücü ve marifetleri, insanımızın vicdanını, değerlerini, belleğini, algılama yeteneğini öylesine sömürmüş, dumura uğratmıştır ki, ahlak sistemleri ve sinir yapısı çoktan çökmüş durumdadır.
Bu yıl da, bir oligarşik devlet klasiği haline gelen saldırı, kırım ve asimilasyon oyunu değişmedi. Şanlı devletin yılmaz bekçileri, onlarca zırhlı araçla ve Toma’larla, 3600 techizatlı robocop, tonlarca basınçlı su, sayısız gaz bombası ve plastik mermiyle “terör örgütünün uzantısı oldukları” iddia edilen “uslanmaz” öğrencilere (aslında muhalif kesimlere, topluma, v.s.) “haddini” bildirdi(!)
ODTÜ Meydan Muharebesi’nin ve ardı sıra gazasının bir yararı da, yenice kabul edilmiş olan savaş-talan-kriz bütçesi üzerine koparılacak olası gereksiz şamatayı, yani “yasadışı taşkınlıkları” önlemesiydi.
- 5 -
Devletlerin bütçelerinin diğer esprisi de, ülkelerin bu gününe ve yarınlarına dair önemli parametreler içermesi demektir. Uzun ve karmaşık analizlerin, akademik saptamaların ötesinde, konu aslında nerede durduğumuzla, soruna nereden baktığımızla ve neyi görmek istediğimizle doğrudan ilintilidir. Birçok sorunda olduğu gibi, ekonominin bütçe aşamasında da öznesinde neyin ve kimin olduğu, merkezine toplumun hangi sınıfın beklentilerinin, sorunlarının konulduğu önemli bir ayraç olarak önümüzde durmaktadır.
Geçtiğimiz günlerde rakamlara boğularak, türlü cambazlıklarla onaylanan bütçenin, ülkemizin dar gelirli ve işsiz insanından, halktan yana bir bütçe olmadığını söylemek için, konunun uzmanı bir siyaset bilimcisi, ekonomist ya da bir akademisyen filan olmaya gerek yok… Ayrıca 2012 sonunda da, asgari sefalet cephesinde emekçilerin yüzlerini güldürecek farklı bir gelişme, “iyi bir rakam” görünmüyor.
DİSK Araştırma Enstitüsü’nün raporuna göre: Asgari ücrette 1978 yılından günümüze, yani sorunun otuz dört yıllık gelişim sürecinde -neredeyse bir kaplumbağa hızında- % 9’luk gülünç büyümeye karşın, övündükleri, sırtından servetlerine servet kattıkları ülke ekonomisinin sabit fiyatlarla 3,7 kat büyümesi, dünyada iş cinayetlerinde ilk sıralarda yer alabilme başarısının (!) yakalanması, cezaevlerinde en çok gazeteci, sendikacı, yazar çizer tutuklunun olması, kapitalizmin nasıl bir kara delik ve ne menem bir kokmuş bataklık olduğunu açıklamaktadır.
Başefendi ve şürekası hani sayıları, yani rakamları, rakamlarla oynamayı çok sever ya; hani hatipliğine dayalı laf kalabalığını… Hani halkı anlamaz sanıp sırıtır ya?!
Şimdi hoşuna gitmeyecek olsa da, konunun yumuşak karnına dokunmayı, reel rakamlarımızı sıralamayı sürdürelim:
1999 yılına kadar 1978’deki ekonomik değerini yakalayamayan asgari ücret, 1978 ve 1999 düzeyine ancak 2004’de tekrar gelebilmiştir. 2005 yılından günümüze ise içine düştüğü çukurdan çıkamamakta ve alışılmış kaplumbağa gelişimini korumaktadır.
- 6 -
“Oysa asgari ücret, ekonomik büyüme oranına eşdeğer gelişmeyi yakalayabilseydi, bugün net 2251 TL (950 Euro) olacaktı. Her aile bireyinin sofrasında -öğün başına- 0,72 TL’lik bir gıda ürünü bulması, iş gücünden başka satacak bir şeyi olmayan emekçilerin değil ülkenin utancıdır.” (DİSK-AR)
Utanç tabloları her zaman hep ibret verici olmuştur; rakam ve laf kalabalığını sevenlere ithaf olunur:
• Üzerinde konuşmaktan ısrarla ve inatla kaçınılan, resmi açıklaması özellikle yapılmayan ama -5 milyonu- bulan işsizler ordusu…
• Atanamayan 300 bin öğretmen adayı…
• Yaşamını kredi kartı ile sürdüren yaklaşık 50 milyon insan…
• İnşaat Şantiyelerinin tahta barakalarında, çadırlarında, ruhsatsız, köhne madenlerde, güvencesiz tersanelerde, limanlarda düşerek, yanarak, sıkışarak, boğularak var olan düzenin iş cinayetlere kurban giden, 34’ü 18 yaşın altında olan yaklaşık 880 emekçi…
• On yılda bine yakın kuşkulu asker ölümü.(İntiharı)
• Kirli savaşın katlettiği -sadece- 183 çocuk…
• Ve 72’si gazeteci, 253’ü ölümcül hasta olan 130 binin üzerinde tutuklu rehine…
• Patriot rampalarına “Nato toprağı” adı altında terk edilen ülke toprakları…
* * *
Ve elbette bu yıl da, seçilmiş güzide siyasilerimizce başarı ile gerçekleştirilen müsamere faslı… Öyle bir başarı ki, sadece 10 Aralık - 17 Aralık tarihleri arasında 180’in üzerinde gözaltı ve 100’ün üzerinde tutuklama. Bu, bizzat sahibi tarafından egale edilen, son zamanların erişilmez rekorlarından birisidir.
Her ne kadar oyun aynı oyun, zulüm aynı zulüm olsa da, yaşam asla kendini tekrarlamaz. Tersine yeniler; daima değişik, aykırı ama olumlu şeyler de yapar. 2012’nin aralık ayı da böyledir.
- 7 -
Onca toplu kıyımlara, asimilasyon, inkar ve savaş politikalarına, savaş-kriz-yıkım bütçelerine, sefalet ücretlerine inat bir şeyler olmakta; ülkenin Roboski diyarında bebekler büyümektedir.
Tam da burada, ironik bir durum mu denir, yoksa metafor ya da paradoksal türünden iddialı sözler mi edilir?! Söz ustaları ve edebiyat hocaları işin burasını daha iyi bilir. ( İsteyen istediği sözcüğü, istediği yerde kullansın…) Sözün özü, Barış Ercü adı ile büyümeye çalışan bebeğin, Roboski bebeklerinden sadece birisi olduğudur. Babası 33 yol arkadaşı ile birlikte TSK’nın F-16 uçakları tarafından bombalandığında, annesi Semire Encü’nün karnında henüz iki aylık bir cenin olan Barış şimdi beş aylık…
Bombardımanda eşini ve akrabalarını yitiren anne, kafatasçı vampirlerin ırkçı, kin ve nefret söylemlerinin, savaşçı histerik reflekslerinin aksine, insanlara sevgiyi ve hoşgörüyü getirmesi, ülkede barış ve kardeşlik umutlarını çoğaltması için, bebeğine Barış adını verir. Bebeğin adı Barış’tır. Bu, büyük kentlerin ışıklı vitrinlerinin önünden geçerken, kocasının iki adım gerisinden yürüyen, çoğunlukla eliyle ağzını örten utangaç Kürt kadınının, bir kez daha asker analarına, devlete, hepimize uzattığı barış elidir.
Bu kadın, yüreği yanarken yüreğini uzatabilen bu kadın, Roboski katliamından birkaç ay sonra, takla atan askeri aracın altında kalan askerin yardımına koşan, askerlerden birisinin son nefesinde “Anne beni kurtar…” diyerek elini tuttuğu, onun da, tüm yaşananları, acılarını unutarak sevgisini esirgemediği Kürt kadınıdır.
Barış umudun diğer adı; onun ikizi, ikiz kardeşidir.
Umut, sıvasız, fakir evlerinin duvarlarında, Türk kuşlarına yem olan, kimilerince garip gureba, kimilerince ayaktakımı olarak kabul edilenlerin fotoğraflarının asılı olduğu, ıssız sokaklarında hala hüzünlü simsiyah giysilerle dolaşılan Roboski’de, babasız, amcasız ve dayısız büyüyen çocuklardır.
- 8 -
ODTÜ’ye saldıran, hocalarına küfreden, savaş ve felaket tellalı başefendi, insanıyla birlikte gözden çıkarılan Kürt coğrafyasının Roboski’sinde büyüyen Barış bebeğin gözlerinin içine, yüreğini titretmeden, gözkapaklarını kırpmadan bakabilir mi?
Kadın vekilin kullandığı anatomik bir sözcükten yüzü kızaran, Diyarbakır cezaevindeki işkence olayından etkilenip ‘sempati’ yapan (Empatiyi bilmez!) ben de bir yerlere çıkardım falan filan bağlamında kem küm eden, ardından sahibinin sesini duyunca, nedamet getiren, yutkunan, pek bi terbiyeli, mahçup imam, Barış bebeğin yüzüne, bu kez gerçekten yüzü kızarmadan bakabilir mi?
“Memleketteki emekli maaşları fazladır, yüksektir.” mealinde fetvalar veren, devirdiği çamın büyüklüğünün ayırtına varınca da, benim diyen dansözü gıptayla baktıran maliye bakanı için Roboski’li minik Barış’ın çığlıkları, içine ettiğiniz bu memlekette ne kadar yüksektir?
* * *
Tiranlık yolunda, “Durmak yok…” yakıştırmasıyla daha uzun bir zaman yürüyebilecekleri konusunda şimdilik inatçı ve kararlı görülenler, bebek Barış’ın yüzüne bir an için bakma cesaretini gösterebilseler de, yürekleri cız etmeden, gözlerini kaçırmadan uzun süre, o güzelim, o soran gözlerin içine bakamazlar.
Mesele, işten atılanın, ana dilini konuşamayanın, sefalet ücreti mağdurunun, üzerine bomba yağanın, çocuk gelinin, gözü mor kadının, ODTÜ’lünün, bilimin, özcesi sevginin ve hoşgörünün yanında olmak ya da olmamak.
Hepsine, ama hepsine... Hiçbirini ama hiç kimseyi itmeden, kakmadan, ötekileştirmeden... Hepimizin, her birimizin yanağına, duygularına dokunmak ya da dokunmamak bütün mesele bu. Beyler, sizin her fırsatta, adeta bir papağan gibi tekrarladığınız, yani laf aramızda aç karnına günde üç öğün yutturduğunuz, "Milletin bölünmez bütünlüğü", "Birlik ve beraberlik" bu olsa gerek...
* * *
Roboski yoksulları, ölüm meleği Türk kuşlarının bombardımanı sırasında elele tutuşmuşlardı; cansız bedenleri de elele çıkmıştı toprağın altından. Kaçınılmaz sonlarında umarsızdılar, umarsızca ölmüşlerdi. Ancak güçsüz değillerdi; çünkü elele vermişlerdi. Bu, bizlere verilen -bu satırları yazan kişi de dahil olmak üzere- solum, demokratım sosyalistim diyen kimsenin kıvıramayacağı ve sorumluluğundan kaçamayacağı bir iletiydi.
Mecliste, üniversitede, fabrikada, çarşıda, sokakta, hayatın her alanında, halkların demokratik platformunun, Blok tavrının, Blok iradesinin güçlendirilerek sürdürülmesi gerektiğinin altını çizen bir ileti...
Hasan Oğuz Bilgen, 28 Aralık 2012
Not: Bu metin, Özgür Medya'da yayınlanan metnin harf, sözcük ve de yazım hatalarının düzeltilmiş, sayfa düzeninin düzenlenmiş son durumudur.
++ Ozgur Medya ++
OZGURMEDYA.ORG
++ Ozgur Medya ++
Mevsimi İnsanın Tek Tip Düşünce, Çok Çeşit Kıyafet 2012’yi geride bırakırken Felsefi – İdeolojik Bilinç ve İşlevleri Halklar Mozaiği Antakya -2 HDK ve Bileşenleri Dönem güçleri birleştirme dönemidir İnsan olmak Kültür ve Egitimle mümkün! Siyasetnameler Kıssadır Hayat Şiirler :Üç eylül günlüğü-2 Ku...

İYİMSER, BEYAZ YAZILAR (2)

    İYİMSER, BEYAZ YAZILAR (2)

SANAT EVRENSEL, GÖZYAŞLARI KARDEŞ...
Ön Söz Yerine:
68’in Avrupa’sından ülkemize dek ulaşan aşkın ve başkaldırının tüm esintilerini, duruşunda, giyiminde, konuşmalarında, yaşam tarzında gördüğünüz bir ağabeyinizin olduğunu varsaydığınızda, onu, ilk gençlik yıllarınızın erişilmez idolü olarak kabul ettiğinizi düşünürsüz.
Kırk küsur yılın ardından, zulmün çarklarında hiçbir yavaşlama olmamışken, onun duruşunu ve tarzını değiştirmemiş olabileceğine, yine mevcut siyasi erkin mahalle lumpenliğini içine sindirip, demokrasi illüzyonlarına, pespaye manipülasyonlarına “Evet” demeyeceğine, dememesi gerektiğine inanmak istersiniz.
İlkel insanın hep bir arada, komünal yaşam biçiminin basit imece ortamında yaşadığı toplayıcılık (ardından avcılık, tarım, yerleşik yaşam.) çağından bu yana, yaşantılarına değgin akıllarından ve yüreklerinden geçeni, düşünebildiğince açığa vurma, yansıtma ve anlatma derdi ve çabası hep olagelmiştir. Düşünen varlığın bakir yerküre cenneti ve nimetleriyle tanıştığı ilk çağda, yaşam alanları mağaralar değişmeyen mekanlardandır.
Mağara duvarlarında, başlangıçta basit çizgilerle paylaşılanların başında, hiç kuşkusuz günlük yaşama, kullanılan eşyaya, objelere ilişkin küçük detaylar, duygular, beğeniler gelir. Toplumsal bir ortak payda olan kültürel ve sosyal eylemlilik insan evladının kendini ilk anlatım ve tanıtım biçimidir.
Üretim temel araç ve yöntemleriyle birlikte, üretim biçimlerinin de gelişip, daha ileri bir aşamaya ulaşmasının belirleyici etkisiyle, anlatım ve iletişim kanalları da değişmiş, zenginleşmiş ve evrim geçirmiştir. Dünyayı ve olayları değişik biçim ve açılardan ele alıp dillendirmek, yazmak, çizmek, resmetmek, bestelemek, söylemek bu zenginliğin ve derinliğin içinde değerlendirilmelidir.
Çağlar boyunca, bozuk düzenin sultanlarının ve zulüm tacirlerinin içini boşaltmaya, değerlerini sömürmeye çalıştığı, insanlığın ekin ve sanat hazinesine fener tutup, küçük bir gezintiye çıktığınızda, o dinginlikte müziğin büyüsüne, türkülerin, beyaz, sarı ve zenci ezgilerin elektriğine kapılmanız kuvvetli olasılıktır.

Önüne geçemediğiniz duygu sellerinizin denizinde, sizi güçsüz bir ceviz kabuğuna çeviren ‘Lara FABİAN’ ve ‘Gönül Yarası’ konuları uzun süredir notlarınızın arasında, yıllar önce duruşuna, bakışına öykündüğünüz, şimdilerde bir ironiden ibaret olan büyüğünüzün gönlünü ve duygularını, şimdilerde insanlara yaşatılan algı ve akıl tutulmasına çekmek üzere bekler durur.
* * *
Lara Fabian'ın verdiği sayısız konserlerden biridir.
Sevenleri ve müzik dostları alanı oturulacak tek bir yer, tek bir koltuk kalmamacasına doldurmuştur. Şölen başlar. Doğal olarak Lara Fabian'ın muhteşem sesi, sanatçı arkadaşlarıyla olan eşsiz uyumu daha ilk parçalarından başlayarak sevenlerini kendinden geçirmeye yetmiştir.
Konserin ilerleyen dakikalarında beklenen an ( Aslında tahmin edilmeyen, beklenmeyen an) gelir. Fabian, Je t'aime'i söylemek için tekrar sahneye çıkar. Olanca doğallığı, alçak gönüllülüğü ve içtenliğiyle sahnenin ön tarafındaki basamaklara sessiz, sakin ve iddiasız oturur.
Sahne kararmıştır.
Fabian sessizce sevenlerine bakmakta, ortalığı süzmektedir. Salonun loşluğunda yaşadığı an, binlerce seveninin ve izleyicisinin mutluluğunu ve gönül dinginliğini ortaya serdiği andır. Ortalıkta, birlikteliklerinin, müziğin esprisine aykırı hiçbir ses, sanatla bağdaşmayan, insanı rahatsız eden hiçbir bir görüntü yoktur.
Sürpriz manzaraya saniyeler kalmışken, klişeleşmiş deyimle birazdan kopacak, ama insanları dağıtmayıp, birleştirecek, insan ruhunu zenginleştirecek, kalpleri onaracak Je t'aime fırtınasının sessizliği yaşanmaktadır.
Sahne ışıkları piyanoyu ve hemen başında oturan müzik ustası piyanisti içine alır.
Piyanist sanatının ve şarkının tüm ciddiyeti ve ağırlığı ile parçaya giriş yapar. İnce, usta parmaklar tuşlar üzerinde nazik gezintisini sürdürürken, Fabian saygı ve sevecenlikle önüne bakmaktadır.
* * *
İşte bunca uzun sözün kısası, anlatılmak istenen olay, iletilmek ve paylaşılmak istenen şey o anda başlar... İnsanı sarsan ve törensel bir havada, onca insandan ağır ağır, epeyce derinden, müziğinin kalıplarına uygun tatlı bir uğultu yükselir. İzleyiciden gelen toplu ses, oldukça yumuşak, etkileyici ve hatasız bir korodur. Sevenleri Lara Fabian'dan önce Je t'aime'e girmiş, söylemeye başlamıştır. Üstelik doğru tondan ve doğru perdeden.
Bu beklenmedik doğaçlama koronun doğru yerde, doğru tondan parçaya başlaması, ses uyumu ve ahengi karşısında Lara Fabian kelimenin tam anlamı ile şok geçirmektedir. Muhteşem koronun ilk saniyelerden sonra, şaşkınlığını üzerinden atmakta gecikmez.
Duyduğu doğrudur; seyirci tek ses tek yürek olmuş, giderek artan bir tonda Je t'aime'i söylemektedir.
Deneyimli, güzel sanatçı şaşkındır. Elinde değildir, gözleri dolar. Piyanist de ustalıkla koroya uymuş, gönül rahatlığı içinde izleyici korosuna piyanosuyla eşlik etmektedir.

Tüm duyularını ve algılarını izleyicilere yoğunlaştıran Lara yine de temkinlidir. Dikkatle dinlemekte, koronun nerede kesileceğini, nerede sona ereceğini yakalamaya çalışmaktadır. Bunu yaparken, açılmış gözlerinin içindeki pırıltı, tüm sanatçıların yakalamayı, ulaşmayı istediği mutluluk anıdır.
Usta kameraman da, mutluluğun resmini, sanatçının gözlerindeki sevinç pırıltısını elbette kaçırmayacaktır... Lara Fabian’nın şaşkın bakışları kadar, yüzünden yaşlarla birlikte dökülen mutluluk da doğal ve samimidir.
Koronun duraksayacağı yoktur. Şarkıyı ustalıkla sürdürmektedir. Lara Fabian da inceliği ve saygısı gereği, titreyen sesiyle naif bir şekilde, büyünün bozulmasından endişe edercesine eşlik eder. Je t'aime'i baştan sona sevenlerinin söyleyeceği gerçeği az sonra anlaşılacaktır. O ise, muhteşem dakikaların kutsal anını, o doğal koroyla oluşan büyüleyici havayı bozmaktan korkar adeta.
Parçanın sonuna doğru gözyaşlarını tutamaz. Her sanatçıya nasip olmayacak bir sahne, her şarkıcı için anlatılması, yaşanması kolay olmayan bir şölendir o an, orada yaşanan.
* * *
Müzik evrensel bir değer, bir dünya dili, eşiz ve gizemli bir duygu, düşünce iletişimi, ortaklaşması olduğundan, yeni yetmeliğimden bu güne takılıp kalmışımdır notaların, ezgilerin, şarkıların tutsak ediciliğinin peşine. Hep aynı şeyi düşünmüşümdür: Dili, rengi, dini, milliyeti ve inancı ne olursa olsun, yerkürenin suyunu içen, havasını soluyan her dünya insanının duygularının, özlemlerinin bir, gözyaşlarının ve dahi kanının renginin aynı olduğunu.
Dahası, algı, duygu kanalları tıkanmış, akıl tutulmasına uğramış, vicdanları siyasilerce iğdiş edilmiş kimi insanlara anlamsız gelse de, neden güzelim insanlar muhteşem Je t'aime korosundaki gibi, katlandıkları zam zulüm, sömürü düzeni, açlık, işsizlik, savaşlar, iş cinayetleri, tutsaklıklar aynı olduğu halde, bir arada olamazlar, neden hep birlikte barış şarkılarını söylemezler demişimdir...
Hangi coğrafyada hangi uluslararası silah tekelinin mali çıkarı ya da hangi doymaz tekel karı hırsıyla olursa olsun, emperyalist güçler tarafından savaştırılan, birbirine kırdırılan insanların yoksul, acınası bedenlerinden dökülen aynı renkteki kanı ve gözyaşlarını gördükçe, her defasında "Gönül Yarası" filmini anımsamışımdır.
Her kezinde finalinde buğulanan gözlerimin önüne "Gönül Yarası" filminin, yakıcı ve sarsıcı, o malum bar sahnesi gelir. Sahnede halk müziği sanatçısı Aynur Doğan vardır; mikrofonu iki eliyle sıkıca tutmuştur. Ruhunun bilemediğimiz bir yerlerinden ve de sanatının derinliklerinden “dağların kızının” anlatıldığı ünlü halk türküsünü söylemektedir.
Okunan türkü Kürtçedir.
Kuşkusuz ben dahil, o dili bilmeyen hiç kimse, ezik ve hüzünlü dizelerinde neyin, Anadolu topraklarında hangi köylü kızının, hangi bıçkının sevdasının anlatıldığını, hangi yoksul acısının yinelendiğini anlamayacaktır.
Filmin başrol oyuncusu kadın sanatçı da, Kürtçe’yi bilmeyen, Kürt dilinden anlamayan, 1980’li yıllarda “kart kurt” diye yutturulmaya çalışılan o dilin sahiplerinin dertlerinden ve sorunlarından haberi olmayanlardandır.
Ne ki bilmemesi, o an, orada yüzyıllardır horlanmış, itilmiş, kıyama uğratılmış insanların iç dünyalarında kopan fırtınaları duyumsamasına engel değildir.
Belki de filmin senaryosu gereğidir. Ağlar da ağlar...

Rol arkadaşı ünlü oyuncu, onun bu hallerini ilgi ve şaşkınlıkla izlemektedir. Sonunda dayanamaz sorar:
"Sen Kürtçe biliyor musun?!"
"Hayır" der, kadın oyuncu. Yanıt, bu çok kısa ve kesin sözcükle son bulmayacaktır. Ardından gelen sözler çok daha çarpıcı ve manidardır:
" Bu türküye ağlamak için, Kürtçe bilmek mi gerekir? "
Ön yargıların, malum şartlanmışlıkların uzağında kalmış bir insanın tertemiz yüreğinden, ama kendiliğinden dökülen sözler, on yıllardır, yüz yıllardır bu kardeş topraklarda savaş ve hamaset politikasından başka bir şey üretmeyen, şehitler üzerinden siyasi geçimini sağlamayı politika biçimi haline getirmiş, “vatan, millet ve bayrak” tüccarlarına verilmiş bir yanıt gibidir.
İnsana ilk bakışta unutulmayacak, salt duygu yüklü, sıradan bir Yeşilçam filminin repliği gibi gelebilecek, o ironik konuşmayı kafamın içinde birçok kez evirip çevirmişimdir… Ünlü oyuncu Şener Şen’in sorusunun başka yerden, daha değişik bir ifadeyle sorulup sorulamayacağını, yanıtınınsa ( bir an için olsun empati yaparak ) başta türlü, bir başka anlamda alınıp alınamayacağını…
Çok, ama pek çok düşünmüşümdür.
Hatta, bu film senaryosunun, kafatasçı takıntıların, bu güne dek işe yaramamış milliyetçi reflekslerin uzağında gerçekleşmiş saf ve masumane konuşmasını, TBMM mikrofonlarından çok bilmiş vekil efendilere, seçilmiş pek gururlu şahsiyetlere, her şeyi bilen, kurdele kesen, ulaşılmaz devlet elitlerine, ölümü kutsayan yarasa ruhlara, tabut sevicilerine yaptırdığınızda, kaç umut ve kardeşlik çiçeğinin açacağını ve nasıl bir toplumsal iletişimin, demokratik, barışçı, kalıcı bir çözümün çıkacağını.
Hasan Oğuz Bilgen, 20 Ekim 2012, Karşıyaka
Haber Tarihi : 21/10/2012
Haber Editörü : Özgür Medya
Haber Kaynağı : Özel
OZGURMEDYA.ORG
http://www.ozgurmedya.org/newsdetail.asp?CatID=50&NewsID=12780

İYİMSER, BEYAZ YAZILAR (1)

İYİMSER, BEYAZ YAZILAR (1)
"Anayasa yazım alt komisyonunda ele alınan 'İş Güvenliği ve Adil Ücret Hakkı' nın görüşüldüğü oturumda, Barış ve Demokrasi Partisi’nin 'Asgari ücretten vergi alınmaması' önerisi, yaklaşan seçimlerden yani oy kaygısından olsa gerek, beklenmedik bir gelişmeyle diğer partilerden de destek görünce oy birliği ile kabul edildi..." (Gazeteler)
İKİ YANLIŞ
BİR DOĞRUYU
GÖTÜRÜR MÜ ?!
Yaz ayları geldiğinde başta okullu çocuklar ve gençler olmak üzere, bir çoğumuzun aklına tatil gelir… Masmavi denizler, sıcak kumsallar, lüks beldelerde pahalı restoranlar ya da kıyı kasabalarında sıradan balıkçı lokantaları… Olanaklarımızın el verdiği, açıkçası cüzdanlarımızın doluluk oranının, 7 gün / 24 saat “ayağını yorganına göre…” diye işaret parmağını sallayan atasözünü akıldan çıkarmaksızın yaşamaya koşullanmış ürkek ve de sakıngan yüreklerimizi cesaretlendirdiği ölçüde oralara gideriz. Yine ‘ayak-yorgan’ orantısına uygun olarak tüketiriz; tükettikçe de günümüzü gün ettiğimizi, yaşadığımızı düşünür avunuruz
O tatil beldelerinde sözüm ona çevre sevdalısı zengin beylerin ve şık hanımefendilerin çocuklarıyla deniz kıyılarından, mavi koylardan, savundukları ve nemalandıkları sistemlerinin ürünü olan naylon poşet, bira kutusu, pet şişelerini randevulaştıkları gazetecilerin tanıklığında, yine plastik torbalarda toplayarak “doğa koruyuculuğu-çevre temizliği” yapmaları sıkça görülen törensel manzaralar arasındadır.
Yazının ana başlığı, insanda suya sabuna dokunmayan konular içerdiği izlenimi uyandırabilecek türden iyimser, beyaz yazılar olarak seçilmeseydi, ister istemez ülkenin bilinen, kangrene dönüşmüş sorunlarına değinmek zorunda kalacaktık. Konu da, günde on saat, on iki saat, sağlıksız ve güvencesiz koşullarda, kendisini bilmeden, asgari ücretle çalışan insanların, bırakın tatil yapmasını, öylesi pembe düşleri kuracak kadar zamanının olmadığına ilişkin bildik sözlerle sürüp gidecekti.
Yine de, şimdilerde uygulanıp uygulanmadığını bilemediğim “iki yanlışın bir doğruyu sildiği” eski bir sınav yönteminin, gerçek yaşamda ne ölçüde karşılık bulabileceğini, iç karartan onca memleket, insan, doğa manzaraları görmezden gelinerek, bardağın ne kadarının dolu olduğunun düşünülebileceğini merak etmiyor değil insan?
Adlarını dillerinden düşürmedikleri Mevlana’nın, Yunus’un hoşgörüsünden, insan sevgisi, kardeşlik duygularından nasibini almamış kimi düşünce fukarası, güdük insanların Tunceli adı yerine ‘Dersim’ dediğimizde, at gibi huylanarak ve gözlerini belertip insana vebalı muamelesi yaptığı günlerde yaşıyoruz.
Huylanan huylansın, bu benzetmeden hayvanlar aleminin en vefakar, en iş gören, şaşılası yüklerin altından sessiz sitemsiz kalkabilen ve güzel gözlü hayvanına hakaret etme niyetinde olmadığımız açıktır. Biz, bu canım memleketin ve onun yanık türkülerinin, sularının ormanlarının, kuşun karıncanın ve dahi börtü böceğinin sevdalılarıyız. Hal böyle olunca, Dersim ilinde askeri operasyonlar sonucu çıkan, söndürmek için, o her şeye kadir devletin tek bir kılını kıpırdatmadığı - diğer illerde olsa seferberlik ilan ettiği - orman yangınları genişleyerek sürerken elbette içimiz acır. Unutulmasın ki, onca yangınlarla, kavrulan canlılarla, kurşunlanan parçalanan genç bedenlerle yüreklerimiz birer yangın yeridir.
Sahil boylarında pahalı güneş gözlükleriyle çöp toplayan çevre sevicileri, güzelim beldelerin, Muğla’nın, Antalya’nın orman yangınlarından canlı ve dokunaklı yayınlar yapan yazılı ve görsel basın, bu trajik yalanın, bu yanılsamanın neresindedir? Bu bir felsefe sorusu, Albert Camus’un “Yaşam yanılsamalı bir düşse… Ya bizler, birbirimizin düşleri içindeysek?..” dediği ironik boyut mudur? Yanlış yine doğruyu hoyrat bir kalem çiziği ile götürecek, yine vicdan şıkkını silecek midir? Neyse diyelim, oyalanmadan ikinci yanlışa geçelim.
Zonguldak ilinde, 2010 yılının on yedi mayısında otuz maden işçisinin fakir canlarını aldığı bir grizu patlaması yaşanır. Karadon Müessese Müdürlüğü’nün sorumluluğundaki maden ocağının 540 metre altında galeri açmak için iş gücünü satan, taşeron firma Yapı-Tek’e kayıtlı, aralarında iki mühendisin bulunduğu otuz maden işçisi yaşamını yitirir. ODTÜ faciayla ilgili gereğini yapar; tutulan raporda, doğal olarak maden sahibi işveren ve müdürü birinci dereceden kusurludur. Bu rapora göre, sorumlular hakkında 15 yıla kadar hapis istemi ile dava açılır. Bu inanılması güç, alışılmışın ötesinde bir gelişmedir.
Dava sürerken, ilgili mahkemenin istemi üzerine ikinci bir bilirkişi raporu hazırlanır ve skandal bir saptamada bulunulur:
“Asıl kusurlu olanlar, ölen iki mühendis ile ocakta görevli çavuş ve nezaretçi işçilerdir.”
Uzun sözün kısası, alın teri ve ucuz işgücü üzerinden yüklü rant sağlamaktan bir şey düşünmeyen, işçiyi güvencesiz, sağlıksız ve esnek koşullarda çalışmaya mahkum eden taşeron, modern köle sistemi ve onun sorumlusu işverenler değil, salt ekmek ve geçim derdi ile çalışanlar, yani tonlarca toprağın altında kalanlar ve ölenler kusurludur!.. Bu, aşağıdaki doğruyu silmek için yeterli olan ikinci yanlış mıdır?
Biz dillendireceğimiz doğruyu, eski bir suçlama yöntemi ve kapitalist paranoya olan “servet düşmanlığı yapmak” adına sahiplenelim, sahiplenelim ki, doğru olan iki yanlışı birden silip süpürsün… Vicdanlarımızdan tüm düşüncesizliklerimizi, belleklerimizden iflah olmaz unutkanlıklarımızı günbegün kararan, içi boşalan, anlamsızlaşan, silikleşen ruhlarımızdan umutsuzluklarımızı söküp atsın.
Canım ülkemde, işçi sınıfının ve emekçi insanların evrensel ve sınıf çıkarlarından yana olan, emek eksenli, sınıf sendikalarının yıllardır savunduğu “asgari ücretten vergi alınmaması” önerisi ve kararlılığı sonunda yaşama geçecek gibi.
Anayasa yazım alt komisyonunda ele alınan “İş Güvenliği, Adil Ücret Hakkı”nın görüşüldüğü oturumda, Barış ve Demokrasi Partisi’nin “Asgari ücretten vergi alınmaması” önerisi, yaklaşan seçimlerden yani oy kaygısından olsa gerek, beklenmedik bir gelişmeyle diğer partilerden de destek görünce oy birliği ile kabul edildi.
Her ne kadar, kaldırılacağı, uygulanmayacağı söylenen 125 TL’lik vergi tutarının işçiye mi, işverene mi verileceği ya da var olan taraflar arasında paylaştırılıp paylaştırılmayacağı konusu şimdilik çok net olmasa da, yıllardır kavgası verilen ve uğruna bedeller ödenen bu haklı istemin hüküm biçiminde anayasa metnine girmesi, soğuyan ve ıssızlaşan umutların üzerine sarı sıcak gün ışığının düşmesi olarak ifade edilebilir.
Buradan çıkarılacak ve kentlerin duvarlarına büyük harflerle yazılmaya değer son sözler de, eskilerin “kıssadan hisse” deyişinde anlatımını bulan, “İstenirse Olabiliyor!”, “Barış Çok Uzağımızda Değil!.. İstenirse Asker Kanı da, Gerilla Kanı da Durdurulabilir, İş Cinayetlerinin, Kadın Cinayetlerinin, Siyaset ve Bilim İnsanlarının, Sanatçıların, Gazetecilerin, Aydınların Tutuklu Bırakılmalarının Önüne Geçilebilir.” özlü sözleridir.
Hasan Oğuz Bilgen, 25.09.2012