19 Temmuz 2022 Salı

2022'nin TEMMUZ'unda, ELBETTE YİNE NURETTİN GÜRATEŞ...



 2022'nin 26 TEMMUZ'unda, ELBETTE YİNE NURETTİN GÜRATEŞ... 

Adı geçen yılın temmuz ayına dek, Nurettin Hoca bir başına soran gözlerle bakardı, tek ekmeği, tek gömleği ve dahi tek Samsun sigarasını bölüştüğü her birimize... 

Bu kez, 2022'nin temmuz ayında, o bakış artık o bir başına bakış değil... Bu kez öyle değil! Bu kez, biricik eşi Nailan Gürateş'le birlikte bakıp soruyorlar:  

A dostlar!  Neler yaparsınız?  Ne işler görürsünüz?

İnsanı sarsıp silkeleyen zor sorular bunlar.

Alışılagelmiş, daha doğrusu şimdilerde kolayımıza gelmiş klişe deyimle, tanıdığımız tanımadığımız her bir insan, geçim/geçinme telaşı, özetle 'iaşe' derdi ile, kendi mecrasında yine kendi tercihi olan yaşam biçimi ile haşır neşir. 

.   .   .                                                                                                                                    

Urla semaları. Çatalkaya... Canım Ege'nin Karaburun açıkları. Açıklar. Onca yıldan sonra, elbet değişen çok durum var. Yine de, ufuklar boz bulanık gibi... Çatalkaya'ya bakmamızı, gözümüzü oradan ayırmamamızı, bize Bahattin amcamız belletmişti. 

Anadol kesiğinden yapılma, canımızı dişimize taktığımız uğraşımıza destek olsun deyi, yumurta/tavuk taşıdığımız kamyonette, bize şoförlüğü öğreten Bahattin Amca... Bizler, siyasal yaşamın dipsiz, bitimsiz, hoyrat girdaplarında boğuşurken ölüp gitmiş  "... Tavukçuluk"un emekli emektarı. Bizleri anlaması, hak vermesi, daha doğrusu kimi akşamlarda Anadol kamyonetin anahtarını bize verebilmesi, "biricik Yıldız"ından ötürüydü. Yıldız kızıymış. Bizim kafadanmış; kaçakmış. Bir kezinde, patrona belli etmeden kulağımıza fısıldamış, yüzünde yasa dışı hınzır bir gülümsemeyle sırrını vermişti. 

Bahattin Amca arif adamdı, bilge sözleri vardı. "Çatalkaya karardı mı, önünüze ardınıza dikkat edin... Nurettin Gürateş'i daha ilk gördüğü, onunla çok çok kısa, ilk konuştuğu gün, "Bakın bu arkadaşınız sıkı çocuk, ona dikkat edin, değerini bilin..." mealinde, kendine özgü bir çift laf etmesi, bizleri birbirimize soran gözlerle baktırtmıştı. Bahattin Amca, o siyah beyaz günlerde bizim görmediğimizi mi görmüş, bilmediğimizi mi bilmişti?!  Arif olmak böyle bir şey miydi?

Nurettin Gürateş, 1978 yılının civcivli temmuzunda... Erimiş Adana asfaltında, yoldaşına "devam edin, işinize bakın" mealinde bir el hareketi ile, tartışma ve ikirciklenme götürmeyen komutunu çakıp yüzükoyun kalakaldığında... 

Ve dahi, yürekleri kanırtan ol haberi Spil dağının eteklerine ulaştığında... Bahattin Amca"mız üç gün ne işe ne evine gitmiş! Ne yaptığını, nerelerde olduğunu, ne kahırlara gömülüp battığını, ne bilinmezlerde gidip geldiğini bilen, duyan, gören olmamış...

İnanmayan inanmasın!... Yakın tarihte ilk kez paylaşılan bu dizelerde anlatılmak istenen, gizemli abartılı bir güzelleme değil, bir tevatür, bir efsane hiç değil. Asla. Asıl olan hayatın gerçeği, bir devrimcinin ilk kez karşılaştığı sıradan bir halkım insanına, bir çay içimi süre içinde, yüreğinde, bilincinde ve gönlünde yatan ideali     -kısa/öz- ne denli anlatabildiğidir.

Nurettin Gürateş, uğruna ölümlere gidip geldiğimiz, naçizane -çok küçük, önemsiz bir şeyler olarak- bedeller ödediğimiz, bu halkın bir öğretmeni değil, öğrencisi de olabilmenin tipik ve çarpıcı bir örneğidir. Nurettin hoca, dersini iyi bellemiş sıkı bir öğrenci, sıkı bir devrimcidir. 

Diyarbakır'da Lice depreminde eşini dostunu, evini barkını yitirmiş, dünyası karamış -hem de Türkçe bilmeyen- köylünün yüreğine dokunabilen bir devrimcidir Nurettin Hoca.  

Bizim canımız ciğerimiz, kahrolası talihsiz bir dikkatsizliğin bizden koparıp aldığı "keko"muz, Davut Günay'ımızın, kaçak çaylarla demlendiğimiz Suriçi gecelerinde gönlünü fetheden tek insandır Nurettin Gürateş...

A dostlar... O Çatalkaya yine kararıyor mu ne?!  

Bir zamanların "beyaz Toros"larının adres adres dolaşıp insanlarımızı bilinmeze götürdüğü günlerde, Tansu hanımın "ölüm meleği" diye bilinenin, şimdilerde "Kurtar bizi Meral abla" diye anıldığı günler yaşıyoruz. 

Biz, yeni yetmelere Anadol'da sürücülüğü öğreten bilge adamın dediği gibi, "Önümüze ardımıza dikkat etmemiz gereken" günler... 

Bildik kapitalizmin bildik neo liberalizminin "altılı masa" illüzyonu ve dahi "güçlendirilmiş sistem" masalı ile tahkim edilmeye çalışıldığı, kararan boz bulanık günlerde, Nurettin Gürateş"imizi, Bahattin Amca"mızı, Davut Günay"ımızı anmak, anımsatmak yüreklerimize soğuk sular serpsin...

Nurettin Gürateş"e, Bahattin Amca"ya, Davut Günay"a selam olsun...


Hasan Oğuz Bilgen, 26.Temmuz 1978, Taşköprü-ADANA.

17 Temmuz 2022 Pazar

VESAYET

ÖZGÜRLÜK KUŞUN KANADINDA.


Hastane Koridoru.

Çalışan klimalara, koşuşturan görevlilere karşın, yine de bekleşen insanları boğan, sıkboğaz eden bir hastane ortamı düşleyin. Ağlaşan, mızmızlanan, sinirli gergin hastalar. Kimilerinde kaygılı, endişeli, üzgün bakışlar. Ya da takıntılı, huzursuz bir beden dili.  Diğerlerinde ise bir endişe, bir sabırsızlık, bir panik, manik-depresif durumları. Duygu durum bozukluğunu beklenmedik sert iniş çıkışlarla yaşayanlar, hemen karşısında oturan, hemde kendisi gibi bir hastaya hırlayıverecek, kalkıp ensesine çökecek gibi; o denli... 

İşte, az ötede sudan sebepten yersiz gereksiz bir ağız dalaşı. Karşıda, uzun kayıt kuyruğunda heyheylenen bir hasta yakını. Üstlerindeki kirli tek tip hastane önlükleriyle, küçük çocukların şaşkın bakışları altında karşılıklı kahkahalarla gülüp, onca insanın arasında köşe kapmaca oynayan iki genç kadın... En kötüsü, ambulanstan yaka paça indirilen yaşlı bir adamın acınası hali. Hemen arkasında ağlak yüzlü bir kadın; belki de kızı. Ardı sıra koşturan biri kız, diğeri oğlan salya sümük iki esmer çocuk. Son görüntü daha sarsıcı... Derdest edilmiş, iki görevli eşliğinde üst kata çıkarılan iri kıyım, kolları döğmeli ve jilet kesiği içinde, ne var ki, az önce acilde yediği iğneden olsa gerek kedi gibi olmuş bir babayiğit.    

Öyle kayda değer uzunlukta olmasa da, yine de sıkıntı veren bir bekleyiş düşünün. Sonra adınızın salondaki ekranda belirmesini ve aynı anda açılan poliklinik kapısından kızgınca bağırılmasını...  
.   .   .


İlgili Poliklinikte.

"Neden burdasınız?!" Daha kaykıldığı masanın karşısındaki sandalyeye oturmanızı söylemeden, alelacele soruyor sorusunu. Biraz azarlar, çokça damarınıza basar gibi. 
"Tamam" diyorsunuz, "İşte, hazırlıklı olmam gerektiği özellikle belirtilen, şaşırtma amaçlı o kışkırtıcı konuşma biçimi. Tuzak soruların hazırda beklediği nasıl da belli!.."

Uzman hekim otuz otuz beş yaşlarında. Sizinle iletişim kurdukça kuruntularınızın boş ve yersiz olduğunu anlıyor, hatta biraz da kendinize kızıyorsunuz. Hangi yılda, hangi mevsimde olduğumuzu, günlerden hangi gün olduğunu, bir binanın neyle yapıldığını soran ve aklınıza ilk gelen kuş adlarını kendisine söylemenizi isteyen, yüzden yedişer yedişer geriye saymanızı rica eden ve yüzünde gülümseme eksik olmayan psikiyatrı sevmeye bile başlıyorsunuz. 

İçinde bulunulan ruhsal duruma, bilinç altına ve olası hezeyana ilişkin önemli ipuçları veren, ilk bakışta basit, ilgisiz hatta saçma gelen sorular, birbiri peşi sıra uzayıp gittikçe diyalog eğlenceli bir hal bile alabiliyor. Aslında akıl sağlığınızın yeterli düzeyde olduğunun göstergesi, belki de kanıtı olan, psikiyatrın hiç beklemediği, hatta hazırlıksız yakalandığı, oradaki konuşmanın akışına, mantığına uygun karşı sorular bile sorabiliyorsunuz. Psikiyatr kimi kez başını hiç kaldırmadan önündeki dosyaya uzun notlar alıyor. Bir saatten fazla bir zaman sonra, son anda ayırtına vardığınız ses kayıt cihazının düğmesine sertçe basıyor. Dışarıya derin bir yorgunluk soluğu verirken gözlerinizin içine bakıp gülümsüyor. Belki de sizin kullanmanız gereken itiraf sözcüğünü o kullanmak zorunda kalıyor: 

"Pes doğrusu!.. 

Hemen yandaki odaya geçip, psikolog arkadaşımın vereceği testleri yanıtlamaya başlayabilirsiniz. Ha, sonrası da var... Bu rutin işlemler biraz zaman -hatta günler- alabilir. Ama tasalanmayın. Yemeklerimiz fena değildir. Konukseverliğimiz de ona keza."  
.   .   . 


Aklından kuşku duyulup ne idiği belirsiz, bitimsiz boşluğa itilmişin düşünceleri: 

Sarsılmak... "Tedavi altına alınıp, vasiliğini isterim" tümcesi ile darmadağın olmak. Orada geçen tek bir sözcükle, "vesayet" sözcüğü ile çarpılmak... Talihsiz bir günün, kötülüğün ilmek ilmek örüldüğü ilerleyen saatlerinde. Damdan düşer gibi aniden:  "Vasilik", "Vesayet" v.s... Alt yapısında özel mülkiyet olan, mevcut sistemin üst yapısında her birinin bir anlamı, bir önemi, bir karşılığı elbette vardır. Lakin, dünya görüşünüz ve siyasal tercihiniz dayatılan düzene itiraz ediyor, "Başka bir dünya mümkün" diyorsa, bir sokak başında sıradan birisinden duysanız aldırmaz, dönüp de bakmazsınız bile. 

Şimdi.

Tut ki günü, yılı, mekanı belirsiz bir zamanını tekinsiz kuytuluklarında yürüyorsunuz. Önceki günün iflah olmaz yorgunusunuz. Belleğinizin bir yerlerinden çıkıp gelen, memur maaşı ile taksit taksit yapılmış o kagir ev. Ve o küçük, şirin evin kendisi gibi dökülen, ahşaptan penceresi. Orada görünüp yiten, hareketli sapsarı bir minik baş. Her iki yanında, iki siyah tel tokayla tutturulmuş iki tutam saç. İki sarı bukle. Tutup sevmeye kalksanız elinizde kalacak. O denli cılız. 

Bir küçük kız çocuğu. Belli belirsiz minik ağzını cama dayamış. Sanırsınız ki küçük dudakları camı öpüyor: "Babaa..."  Olmadı. Hayli uzatıyor: "Baaabaaaa.."  Yüksek, ahşap tavanlı oda çın çın inliyor olmalı.

Cam buğulanıyor. Aslında ses gelmiyor. Sokağa ulaşan öyle bir ses yok. İşe giden babanın ardından bir sesleniş var ama. Orası kesin. Genç adam bunu biliyor. "Babaa"nın ardı sıra gelen, dahası babalık duygularını karmakarışık eden, canevinden vuran sözcükleri de: "Gitme. Dön. Gel.." Cilveleniyor kız çocuğu. Cilve yapıyor kendince. Apaçık.

Adam genç. Bu ince işlerde toy mu toy. Babalığı deneyimsiz. Cesareti yok. Aldanıp dönse, sonrasında ayrılması hayli zor olacak. Eski ahşap ev gibi, o an oracıkta duyumsadıkları da kırılıp dökülüyor. Dönüp bakamıyor bile. Minik ağzın her deviniminde cam tekrar tekrar buğulanıyor. Her buğulanmada kızın yüzü silikleşip yitiyor. Acemi baba, yüzün görünmesini engelleyen yayılan buğuda "Gel. Beni al. Beni sev" yakarışını okuyor. Bu iletinin pekala ayırtında. Sokağın ortalık yerinde saplanıp kalmış, anın her saniyesini iliklerinde yaşıyor. Peşini bırakmayan, içini acıtan bir yerlerinde. Yüreğinde. Yeşil dallar kırılıyor. Dönemiyor. Dönüp bakamıyor bile.

Niye dağılıp uçuşuyor sözcükler? Kız çocuğu. Camın buğusu. Nereden çıktı şimdi bunlar? Sözcükler. Neden yetersizler?  Ya, ahşap ev? Sarı sıcak yuva ne halde?  Yoksul ama içten komşularınca "Yıkıldı yıkılacak! "denilen. Sinsice. Uzaktan uzağa gözlenen. Tuzaklanmış. Emniyetçe günlerce, tekinsiz gölgelerce ve de karanlığın cücelerince "Karakol" kurulan ev.  Sokağının en yumuşak kedi kıpırtısına, hoyratça çarpılan otomobil kapılarından çıkan sese kulak kabartılan uykular. Eşrefpaşa. Eski bir semttir.  Gönüllerde kadimdir. Anıları gizlidir. Yaşanmışlıklarda saklıdır. Şimdilerde dillerde pelesenk ve pek bir "mühim" anlatımlar: "Kentsel dönüşüm"... Doğrusu "Rantsal Virüs"!!!
.   .   .


Gecelerden Birinde.  
Seyrek tavan lambalarının ölgün ışığı ile sonu seçilemeyen, insan horultularına, kesif ter ve osuruk kokularına, histerik sayıklamalara boğulmuş havasız mekanda, altlı üstlü ranzalar. Koridorda ayak sesleri, koşuşturmalar... Bir takım tartışmalar. Muhtemelen ikna çabaları.

Gecelerden Diğerinde.
Bir yerlerde boğuşmalara, it dalaşına varan sataşmalar, taciz... Hiçbir eşyanın olmadığı, ses geçirmeyen yalıtılmış odada, birbirine değmeyen;  değmekten, dokunmaktan sakınan kör, sağır ve sessiz gölgeler. 
.   .   .


Boşa düşmüş insan aklında, belirsiz yarına dair koordinatsız/ pusulasız yol haritaları...

Alışılmışın, bilinenin, yıllarca, geceler boyu göz bebeği gibi korunup kollananın, geleneksel olanın çözülüşü. Ve dahi tabunun, halkalı resmiyetin çöküşü. O eski ev, çatı aralıklarındaki kırlangıç yuvaları ile birlikte daha o zaman yıkılmamış mıydı?

Kem gözlerden kaçılan, demli çay sohbetlerinde soluklanılan o sığınak... Yenice mi? Yeni mi yıkıldı? Yoksa!?  Camlar artık neden buğulanmıyor?  Orada iki minik bukle. İki tutam saç.  Sarı, küçük bir baş. Yapay düşlerde de olsa, niçin bir belirip, bir yitmiyor?  Sözcükler, göz temasları neden yetersiz? Daha düne dek, belleklerimizin cefakar, fedakar, vefalı bekçileri anılar neden belirsiz? Silik? Yitik? 

Urla tarafı. Çatalkaya... Canım Ege'nin Karaburun açıkları. Açıklar... Her yer mi boz bulanık?!  Çatalkaya karardı mı, ne? Ağaçtan yapıp balkona astığım kuş yuvasında umarsız, insanın içini kanırtan cıvıltılar. Yavrular feryat figan! Anaç kuş tedirgin. Bir giriyor. Bir çıkıyor. Erkek kuş. Erkek ya! Ortalıkta değil. Görünmüyor. Varsa yoksa, anne kuş. Bir telaş. Bir telaş. Ah, herkes mi suskun? Ah, herkes mi lal olmuş!  Senin mi; yeni yetmeliğinden bu yana, sevdiğin kızdan sakındığın, uğruna ölümlere gidip geldiğin halkın için atan, yürüdüğün yolda ödünsüz, yakınmasız, canını dişine takıp taşıdığın bu yürek?!  An gelir; niçin sözden anlamaz!
.   .   .


"Heyet" Günü...
 
Eski taş binaya, devasa koğuşlarına yakışmayan, kapısında güvenlik görevlisinin beklediği prefabrik binanın önünde, birbirinden uzak öbekler halinde, fısıldaşan, tartışan, küfürleşen, ayıp laflar eden kadınlı erkekli, için için kaynayan bir insan kalabalığı...Tek takılanlar da yok değil. Başına buyruk volta atanlar, olmayacak yöne, gökyüzüne doğru diklenip sağına soluna, boşa yumruk atanlar. Tek tük koyu gölgeli ağaçların diplerinde, tespih böceği örneği kapanıp ufalmış paranoyaklar, şizofrenler... Zavallıların acınası iç çekişleri, yer yer, zaman zaman sesli çocukça ağlamaları. Benim diyen insanın yüreğini yakan bedduaları, kahreden ilenmeleri...

Üst tarafında "Sağlık Kurulu" yazan, içeriyi göstermeyen siyah camlı kapı düzensiz aralıklarla, aniden açılıp kapanıyor. Dışarıya uzanan belli belirsiz bir baş, bekleşen dağılmış, dökülmüş ve bitik insancıkları adlarını okuyarak çağırıyor. Adları okunanlar, suçlu insanların ürkekliğinde sakınarak kapının ardında kayboluyorlar.

Beklemekten sıcaktan sırılsıklam terlenen civcivli saatlerin sonunda, mesai bitimine doğru, hızla açılıp kapanan kapıdan adınız okunuyor. Diğerlerinin tam tersine, dışarıdakilerin ve de içeridekilerin dikkatlerini çekecek biçimde, oldukça sakin ve kendinizden emin klima soğuğu salona giriyorsunuz:
 
"Hocam, şu sandalyeye oturabilirsiniz..."

Hocam!?  

Sağlık kurulu başkanı, kıdemli ve uzman bir hekim değil de, girdiğiniz kahvehanede size yer gösteren sıradan, mütevazı garson sanki. Geciktirmeksizin kurul üyesi arkadaşlarına dönüyor. Vardığı sonuçtan, verdiği karardan oldukça emin bir konuşma dili ile: 

"Tüm sonuçlar önümüzde.  Derin testler, tıbbi tahliller, ayrıca detaylı laboratuvar deneyleri. Bu hastanede, şu sokaklarda onca aleni, belirgin ve kronik vaka varken, bu mahkemeler bizi ne diye oyalar? Anlamak mümkün değil!  Beyfendinin eşi, hakkındaki şikayet dilekçesini analık içgüdüsü ile, asıl bipolar rahatsızlığı olan kızını korumak amacıyla vermiş. Epikriz ve tanı bundan ibarettir."
 
"Size gelince... Rapor ilgili mahkemeye internet yolu ile gidecek. Siz işinize bakın. Çıkabilirsiniz."

??!!

Kapıyı açıp yol veren görevli memur hınzırca sırıtıp, bir solukta kulağına fısıldıyor: 
 
"Hemşerim, eşin baltayı taşa vurmuş!.. Sen bu akşam, bir kadeh de benim için iç."  
.   .   .


Ek binaları, poliklinikleri, uzun saatler boyunca kurumuş susuz beton zeminine bakıp dalıp gittiği bahçedeki su havuzunu nasıl geçip, hastaneden nasıl çıktığının ayırtında olmadan kendisini caddenin karşı yanındaki otobüs durağında bulur.

"Vesayet" sözcüğünün ağırlığı ve inatçı vıcık yapışkanlığı artık üzerinden kalkmış, bir ihanet fısıltısını çağrıştıran karabasanı beynini terk etmiştir. Oracıkta, göğün maviliğinden süzülüp gelen yalnız bir kar tanesine, ani bir güvercin ürküntüsünden sıyrılmış bir kuş tüyüne dönüşüvermiştir.  Günlerdir kapalı kalmış cep telefonunu açar. Neşeli bir melodi ile açılan cihaza, yine günlerdir kara çalı gibi yakasını, paçasını bırakmayan sözcüğü sorgulatır.  Ekrandaki Tdk. açıklamasında, Haldun Taner'in "Vesayet ve himaye altına giren bir devlet istiklalini yitirir." sözü belirir.  "Devletin istiklali", bireyin özgürlüğü mü ola!?

Bir Livaneli klasiği "Sevgi kuşun kanadında" şarkısını mırıldanarak, belediye otobüsünü beklemeden ve asla arkasına bakmadan yürür gider.

Kaynak: Bir Demirci Arif Usta anlatısı.

Hasan Oğuz Bilgen, 19.07.2022, Saz Mahalle-Manisa.

10 Temmuz 2022 Pazar

 


DEMİRCİ ARİF USTA: “Umutlu hissediyor”


YENİ BİR SICAK TEMMUZDA, ACIMIZI AZALTMAK İÇİN DİRENCİ ve UMUDU ÇOĞALTALIM.

Madımak yangınının otuz üç canımızla birlikte, çilekeş yurdumun milyonlarca vicdan sahibinin de ciğerlerini dağlayıp, yakıp geçtikten bu yana, faşizm her birimizi her gün, her silkinip diklendiğimizde anbean yakmakla, tüketmekle tehdit ediyor.
Bu yakıcı gerçek, insanımızın nasıl sindirilmek, korkutulmak istendiğini anlatmasının yanında, sürekli faşizmin ne denli mekanikleştiğine, bir başka deyişle kurumsallaşmasının getirildiği düzeye de işaret ediyor.
Sınıfı ve halkları tehdit eden, her fırsatta da dediğini yapan ve de uygulayan -asan kesen- kurumsal faşizmin, sermayenin en kanlı, en vahşi ve en kudurmuş biçimi olması böyle bir şey.
Var olan durum bu denli ürkütücü olunca yılgınlığa kapılmamak için umutlu olmak, bizim olanı tümüyle yitirmemek için ayakta kalmak, karşı çıkmak, seslerimizi yükseltmek seçeneği, üzerinde durulması gereken gerekli ve zorunlu olan seçenektir.
Karartılmaya çalışılan yüreklerimize biraz olsun soğuk su serpebilmek için, şantiye ve emek dostu demirci ustasına, bir kez olsun kulak vermenin yararı olabilir.
. . .

DEMİRCİ ARİF USTA: “Umutlu hissediyor”
Yangın, yalan, talan ve acının her türü.
Yetmedi; üzerine bir de yokluk, yoksulluk ve açlık. Olmadık, işitilmedik haksızlıklar, eziyet, zulüm...
Oligarşik diktatörlüğün tüm bu sonuçları, sevgili ülkemde köşe bucak, gemi azıya almış sürerken, saray duvarlarının ötesinde, sırça köşklerde, parfümlü sahillerin mutlu-mesut, pembe dizilerinde ‘steril’ yaşamlar da var elbette.
Kimi kez, kaşık havası eşliğinde gırla giden, üstelik gözümüze sokulan öyle cümbüşler var ki, vicdanını ve adalet duygusunu henüz yitirmemiş bir insan uzaktan da olsun izlediğinde inceden bir burukluk yaşayabilir. Hatta içten içe, kendi payına biraz olsun utanıp kızarabilir de.
. . .
Sefanız olsun hanımlar, beyler!
Tamam; “her şey siyah beyaz değil” !
Ya da, “moral, motivasyon” bahaneleri...
Hadi yedik diyelim.
İyi de. Yaşamın bizzat içinden çıkmış, halkımızın manidar atasözleri de yok değil hani! Anadolu”da yöre yöre, değişik ağızlardan dökülen deyişler örneğin. ‘Herkes ektiğini biçer’, ‘Son gülen iyi güler’ anlamında.
Saraylara, köşklere özgü “vur patlasın çal oynasın” lar sizlerin sefası, ortalık yere saçtığınız acılar, yalanlar ve iki yüzlülük, uğruna ölümlere gidip geldiğimiz bu halkın umut ve bereket tarlası olsun.
. . .
Çok eskidendi.
Köy düğünlerinde sarhoş ama ağırbaşlı delikanlılar, saygıyla diz çöküp kulaklarına zurna çaldırırdı. Diz vurularak oynanan zeybek oyununun “Eğilmez başın gibi dağlar bulutlu efem. Dağlar yoldaşın gibi sana ne mutlu efem” sözleri, şimdilerde “Angara’lı Turgut’un” “Angara’nın eğri büğrü tren yolu”ndan çok ama çok öte bir şeydi.
Çok eskidendi.
Ağız dolusu gülünen düğünlerde sevinç ve mutluluklar, karşılıklı oynayan, halay çeken sade, sütten çıkmışçasına süt beyazı insanların üzerinde teğellenmiş gibi durmazdı.
Gerçi “Erik dalı” o naif, o tertemiz, o mis kokan günlerde de “gevrek”ti. Ne var ki, sözlerin, ilişkilerin ve dahi yaşananların bir derinliği, bir özü, içeriği, her insanı gülümsetebilen iyimser bir yanı vardı.
Gülücükler doğaldı. İnsanlar birbirlerini dişlerinin arasındaki ekmek kırıntısına, gözlerindeki çapağa takılmadan öperdi. Görmezlerdi bile... Sadece görülmesi gerekeni, karşısındaki insanın yüreğini görür ve oradaki gerçek insan sıcaklığını duyumsarlardı.
Çalgılı çengili oyunlarda insanlar hesapsız kitapsızdı, her birinin duygu yüklü yanları vardı. İçtendi. Her ne olursa olsun her ilişki ve çelişkinin bir temeli, bir ruhu, yaşamla örtüşen bir gerçekliği vardı. Hani kavgalar, düşmanlıklar bile açık seçikti; sinsi, sahteci, içten pazarlıklı değildi.
Örnek mi? Arkadan vurulmaz, söz dolanmaz, dolandırılmazdı.
Örnek mi? Evlerde kapılar kilitlenmeden yatılır, gamsız tasasız horhor da uyunurdu.
Örnek mi? Esnaf o günlerde de camiye giderdi. Kapısının önüne sadece tahta sandalyesini koyar; gözü arkada kalmazdı. İnancı da, ibadeti de göstermelik değildi.
Genç kızların, delikanlıların birlikte sohbetleri gökten süzülüp gelen kar taneleri kadar tertemiz ve rahatlatıcı idi. Tıpkı bir papağan gibi, tekdüze “aynen, aynen”, “yok artık” ya da ortasındaki heceleri uzatıp, biraz da üzerlerine basıp “inanmıyorumm...” demezlerdi.
Tüm duygular ve düşünceler içten geldiği ve olduğu gibi, kasılıp kösülmeden, eğilip bükülmeden, yılışmadan ortaya dökülür, duygulara, yüreklere dokunulurdu.
Çok değil! Daha elli yıl önceydi; köyde olun kentte olun, nerede, ne zaman, ne olabileceği, kimden en fazla hangi sözün çıkabileceği az çok da olsa kestirilenilir, öngörülebilirdi. Hele bir de, “hasatta paranı cebinde bil” denilip, söz verildi mi !?...
Çok değil! Daha kırk yıl önceydi; insanlar birbirinin ter kokusundan iğrenmezdi. Ter kokusu işgücünün günlük yaşamla buluşması yani çalışmak demekti. Şimdilerde parfüm gibi pahalı endüstriyel ürünlerle yok edilmeye çalışılan ter, insanın üretmesinin, üretme gücünün doğal, biyolojik bir sonucuydu.
Çok değil! Daha dündü... İnsanlar ciddi paralar saçıp kendi doğası ile uğraşmaz, sağına soluna ne idüğü belirsiz şeyler sıkmazdı. Ne ise oydu. Bir telaş, bir sıkıntı, bir kasılma yoktu. Doğayla olur olmaz oynanmaz, orman, dere kurcalanmaz; ayılar rahatsız edilmez, börtü böceğin yuvasına çomak sokulmazdı.
Kapitalizmin üretim tarzının gibi, olumsuz yaşam biçiminin de değişmez ve evrensel yazgısıdır; kokuşmuşluktan, çürümüşlükten, tükenmişlikten, kendi mezarını kazmaktan kaçamaması...
İlk düğme yanlış iliklenmiştir bir kez; çivisi çıkmış düzenin oluru, olur yanı yoktur. Gömlek artık sıkmakta, dar gelmektedir. Sökmek, yeniden dikmek, elden geçirmek, “güçlendirmek”, “restorasyon”, “güçlendirilmiş sistem” çözüm değildir. Değişecektir, değişmelidir. Dip temel yenilenecektir. Tersinde ısrar; gına gelmiş mevcut çamurda patinaj, olduğun yerde debelenmektir.
Kadim Anadolu”nun kadim sözüdür: Çıkmayan candan umut kesilmez.
Bizim şantiye emektarı ustanın kendisini “umutlu” hissetmesine gelince. Bilge sözlerini bilmeyen yoktur: “Sadece ölüler üretken olamaz. Üreten insan hayata inatla, karaçalı misali yapışır. Çalışıyorsan, gün boyu kan ter içindeysen yapabilecek gücün kuvvetin de vardır, umudun da.”
02/07/2022, llıpınar- BAĞARASI.