31 Temmuz 2020 Cuma

BAYRAMIN KUTLU OLSUN EFEM...

BAYRAMIN KUTLU OLSUN EFEM...

1940...
Menemen-Değirmendere'nin Eski Köyü. Şimdinin Kır Mahallesi. Köyün kahvesi, dibinde soğuk bir kuyusu olan koca çınarın koyu gölgesindedir. Bu kahvede bağ, bahçe işlerinin olduğu günlerde pek insan göremezsiniz. Gediklileri yaşlılardır.

Bir bayram günü. Siyah devlet plakası hemen göze çarpan döküntü eski bir cip. Sürücüsü sıradan bir kırlı, beraberinde getirdiği iki zat körüklü çizmelidir. Ulu çınarın yamacına sığınan resmi cipten inenlerin düzgün, temiz giyimli, kravatlı oluşları ilgi çeker. Zevat suskun, olup biteni izleyen köylü pür dikkattir. Selam verilip alınır, bayramlaşılır. Köylü ayaktadır. Körüklü çizmelilere yer açar.

Odun ateşinde pişen çaylar gelir gelmez, köylünün alışık olmadığı resmi dilde sorular başlar: Şumlu'dan gelme muhacir İsmail kimdir? Nerededir?  Tez haber uçar. Alıp getirirler. Huzura gelen çapar gözlü, saygılı, suskun, orta yaşlı bir köylü. Kırarmış şapkasını iki elinin arasında utangaç sıkılgan evirip çevirir. Saygıdan olsa gerek, uzun gövdesi biraz öne eğiktir.

O yıl köyün okulunu bitirmiş çocuklardan konuşulur. Kıravatlı adamlardan uzun boylu, kara kuru olanı kentin Buca'sında ve daha başka illerde kurulmuş olan "Köy Enstitüsü"lerinden söz eder uzun uzun. Bu okullarda köy öğretmeni yetiştirilmek üzere köy çocuklarının devlet tarafından okutulacağından ve dahi yakın gelecekte, ülkenin en ücre köyüne dek okuma yazma bilmeyen yurttaşın kalmayacağından...

Köylerinden de sadece bir çocuk alınabilecektir. "Koca Muhacır"ın okula, okumaya olan merakı, daha okumayı söktüğü gün büyük oğluna, ilçeden getirttiği gazeteyi en uzaktaki köylünün duyması için bağırta bağırta okuttuğu, bundan da pek keyif alıp övündüğü zaten bilinmektedir. Oradakilerin anlatılan enstitü konusundan pek bir şey anlamadığı soran bakışlardan bellidir. Ama oğluyla, 'Cumhuriyet'le gururlanan babanın, anlatılan eğitim seferberliğinden nasıl heyecanlanıp merakla dinlediği kara kuru adamın gözünden kaçmaz.
.  .  .

Ana elbette üzülür kuzusundan ayrılışına. Avuntusu, diğer oğlunun dizinin dibinde kalışı, bahçede, hayvan damında kendisine yardım edecek oluşudur.

Küçük kız kardeşi ise, kimseler avutamaz. Enstitü'nün ilk tatili bir bayram gününe denk gelir. Kız kardeş salya sümük, başını 'hayatının tek efesi' ağabeyinin özlemle inip kalkan göğsüne gömer.
.  .  .

Diğer küçük kızı da, kimseler avutamaz. Düş bu ya, ilk " açık görüş" bir bayram gününe denk gelir. 

Bu kız çocuğu içinde kopan fırtınayı dindirebilmek için başını özlemle inip kalkan bir göğüse gömen kız kardeş kadar şanslı değildir. Düş bu ya... Adına "görüş" de deseler, nedeni açıklanmayan "yasak" bahanesi ile kimse kimse ile görüşemez. Hiç bir baş, özlemle yanıp kavrulan bir göğüse gömülemez. Kopan fırtına dinmez. Dinemez. Kötü bir düş bu ya. Yıllar var, bu böyle sürüp gider.
.  .  .
 
Her bayram "Efemm" diyerek, içindeki sevginin doruğunda "efe" sinin yamacına sığınan kız çocuğu, benim halamdır.  Halam kadar şanslı olmayan kız çocuğu ise benim kızım...

BAYRAMIN KUTLU OLSUN EFEM.

Hasan Oğuz Bilgen, 31/07/2020, Değirmendere-Kır Mahalle Köyü.

https://www.youtube.com/watch?v=kujBCCEwIZw&list=RDMM&start_radio=1&rv=m1spyDwMHi8

27 Temmuz 2020 Pazartesi

MONCADA KIŞLASI, KORE DAĞLARI ve NURETTİN GÜRATEŞ



MONCADA KIŞLASI, KORE DAĞLARI ve NURETTİN GÜRATEŞ

26 Temmuz 1953...
27 Temmuz 1953...
28 Temmuz 1978...

Tarih içinde olaylar, olaylar içinde anılar şimdilerde körelmeye yüz tutmuş belleğimizin, deyim yerindeyse 'vermeye' ve 'karşılıksız sevmeye' hazır vefalı bekçileridir.

Salt bekçilik değildir görevleri...
Harekete geçirmeye, sizi ve düşüncelerinizi tazelemeye, yeşertmeye her daim hazır, oralarda bir yerlerde sabırla beklerler. Suskun halleriyle "olaylar burada, insanlığın tarihinde yazılı duruyor. Siz neredesiniz?" der gibidirler.

26 Temmuz 1953. Bu tarih, abartısız tüm Karayipler semalarını aydınlatan, Küba Devrimi'nin işaret fişeğidir. O tarihte, Fidel ve Raul Castro, Camilo Cienfuegos'un da aralarında bulunduğu Küba'ya aşık sosyalistler, kendilerini ateşe atarlar. Fulgencio Batista'nın başında olduğu diktatörlüğü ile yüzleşmek için Santiago de Cuba ilindeki Moncada Kışlası'na baskın düzenlerler. Gerilla baskını başarısızlığa uğrasa da, sonradan Küba'nın yoksul halkını sosyalizm gibi bir adil sistemle buluşturacak olan devrimin miladı olarak benimsenir. Küba emekçisinin hakkı olan bu zaferi gerçekleştirenlerin adı, bu nedenledir ki "26 Temmuz Hareketi"dir.

27 Temmuz 1953. Sırf, tapındıkları emperyalist efendilerinin gözlerine daha iyi girebilmek ve savaş örgütü NATO'da kabul görmek için, TBMM saf dışı bırakılarak, koşa koşa girilen Kore Haksız Savaşı'nın sona erdiği tarihtir. İçlerinde Menemen-Emiralem köyünden Mehmet onbaşı'nın da bulunduğu Anadolu gençlerinin, Kore'ye gönderilmesi teklifi, Amerikan Emperyalizminin Menderes hükümetine yaptığı 'ahlaksız bir teklif'tir. Ahlaksızca da kabul görmüş, onbinlerce kilometre uzaklıkta yüzlerce Anadolu kuzusunun kanına girilmiştir. Anılan tarih, haksız ve dahi ahlaksız, emperyalist işgal savaşının bittiği tarihtir.

28 Temmuz 1978. Resmi tarihin ezberlettiği, dikte ettirdiği olayların gerçeğini ve iç yüzünü dillendirmek cesaret ister. Bırakın Küba'yı, Kore'yi... Kimin "bebek katili" olup olmadığını yazmak, söylemek, anlatmak için vicdanınızla cüzdanınızın arasına sıkışmamanız gerekir. Bunu da geçtik... Öncesi de var; kırk iki yıldır harından hiçbir şey yitirmeden, yüreklerimizde yanan bir ateşi, bir Nurettin Gürateş'i anlatmak her babayiğidin harcı değildir.

Öylesi bir devrimciyi anlatabilmek için, çokça da onu tarihteki hak ettiği yere oturtup onurlandırmak adına, Moncada'ya, Kore'ye filan sığınıyorsunuz. Dedik ya, kimi insanlar vardır, anlatmak zordur. Son gününe dek beraber olduğunuz, benim diyen insanın ümüğüne bir yumruk gelir oturur. İnan olsun, "Fidel'i yaz, onu anlat" dediklerinde bile, o yumruk ümüğünüzde yoktur.

Onun için "Çok kitap okurdu" anlamında laflar etmek klişe laflardandır. Okuduğunu yutar, sindirir, yetmez oda arkadaşına, sıra arkadaşına, yol arkadaşına anlatırdı. Çoğumuz, Gine'de Devrim-Amilcar Cabral'ı, Carlos Marighella'yı, bizim Guevara'yı ondan öğrenmiştir. Bu nedenle, adının sonuna haklı olarak "hoca" sözcüğü eklenmiştir.

Burada anlatım biraz daha kolaylaşıyor... Bu yazı bir abartı, bir güzelleme yazısı olmadığından daha da rahatlıyoruz. Öncelikle "Hoca", her fırsatta İ. Gonçarov'un Oblomov'unu anarak, sere serpe yattığı yerden kitap okurdu. Bir ara durur, külü uzamış sigarasından derin bir nefes çekip tekrar kitabına dalardı. Bir vakit, çat diye kitabı kapatıp, en sevdiği şarkıyı, "Gurbet o kadar acı. Ki ne varsa içimde. Hepsi bana yabancı. Hepsi başka biçimde" dizelerini de mırıldandığı olmuştur.

Onu tanımayan, bilmeyen biri, onun bu kitap okuma ve 'eğitim çalışması' tarzına bakıp, en amiyane tabirle dalga/dümen geçtiğini sanabilirdi.

Fidel'in, Camilo'nun, Granma'nın, Moncada'nun sözü açıldığında -konuşulmayan, anılmayan, Maltepe sigarasının dumanına boğulmadığımız hiçbir gece yoktu ki- ondan başka hiçbir erkeğe yakıştıramadığımız gül yanakları kızarır, o gün için hiç birimizde olmayan gür bıyıklarını yolardı. "Hoca bırak, güzelim bıyıklarına yazık" denildiğinde de, "Bırrrak ya..."deyip, konuyu şakaya vuruşu, onunla aynı hayatı paylaşanlarca çok iyi bilinir.

Konunun başındaki ikinci tarihle ilgili tepkisi oldukça manidar ve de paylaşılmaya değerdir. "Kore dağlarında tabakam kaldı. Mapus damlarında özgürlüğüm" türküsü o yıllarda ünlenmiş olsaydı, inanın "Gurbet"ten sonra, dilinden düşürmediği türkü bu türkü olacaktı.

Surkent'in sisli/puslu bir akşamı...Yoksulun Bağlar semtinde bir öğrenci evi... Sırt üstü uzanmış kitabını okuyan, sigarasının külü yatağına düşmeye ramak kalmış yoluk bıyıklı, gül yanaklı dolgun göbekli bir genç adam... Karşı yatakta, ev arkadaşı, tıfıl/sıska bir genç çocuk. Muzırlık bu ya... Alakasız konularla "Hoca"yı kaşıyıp duruyor!  "Biliyor musun? Benim büyük dayım hiç dönememiş, Kore dağlarında kalmış!" Hoca'nın hep o gamsız, tasasız, umursamaz tavırlarıyla adı bir kez çıkmış ya!  Bu kez öyle olmuyor. Yatağından doğruluyor, kitap kapanıyor, neredeyse saygı duruşuşuna geçti geçecek... "Annenin dayısı ile övünmelisin. Ona acıma. Unutma. Sen doğru yerdesin" diyor. Tıfıl/sıska çocuk, 'Hoca'nın normalde hep gülen, sevecen gözlerinin nasıl dolup derinlere çok derinlere gittiğinin, o an ayırtına varıyor.

28 Temmuz 1978. Sarı sıcak Adana cehennemi... Nurettin Hoca, soluğunun ve de gücünün tükendiği, kuvvetli olasılıktır ki eylem adımları ile koştuğu onurlu yolun sonunu gördüğü, dermansız yüzü koyun uzandığı asfalttan, onu derdest etmek için üzerine gelen, ama ona yanaşmaya da cesaret edemeyen Adana'nın muhafazakar, gerici esnafına -aslında uğruna savaştığı insanlara- son bir kez bakar.

Yoldaşı onu omuzlamak için omuz başındadır.

Duyulan, bilinen ve dahi akıllara kazınan son sözü "Benden bu kadar. Beni bırakın. İşinize bakın." olacaktır.

Nurettin Gürateş  hiçbir yol arkadaşını yarı yolda bırakmadı, hiçbir yoldaşı da onu ortalık yerde...

Dosta da düşmana da, sevene de sövene de selam olsun. Ne var ki, ne demişti şair "Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun."

Hasan Oğuz Bilgen, 28 Temmuz 1978, Menemen-Emiralem.

25 Temmuz 2020 Cumartesi

CUMARTESİ ANNELERİNİN 800.HAFTASINDA DİDAR ŞENSOY'U ANMAK...


"BENİM ANNEM CUMARTESİ" OLSUN.

Dün, 'hayırlara vesile olma' inancına göre hayırlı gündü. Yüzyıllar boyunca hiçbir ayrım yapmaksızın insanları kucaklamış İstanbul sokaklarından, kılıç kalkan seslerine karışan şer-i hilafet naraları geldi. Öyle ya, günlerden cuma idi. Yer, müslümanlığın miladından iki yüzyıl önce kilise olarak inşa edilmiş, inançların kültür mirası Ayasofya. Ülke sınırları içinde olan bir yer, nasıl olmuşsa tekrar fethedilmiş ve zaptedilmişti!  Ol nedenledir ki, elbette "hayırlara vesile"ydi.

Asıl konu bu günün ertesinde. Cumadan sonra gelen günde. Cumartesinde...

Bu gün cumartesi... Sıradan, sıcak bir temmuz günü gibi; ama değil!  Bu sabah, sevgili ülkemin kimi insanları erkenden, biraz tedirgin, biraz sinirli uyandı. Her birinin ruh hali, acıyla hüznün dirençle harmanlanıp umuda dönüştüğü bir ruh haliydi. Cumartesiydi. Üstelik sekiz yüzüncü cumartesiydi...

Bir günün sekiz yüzüncüsü olur mu? Nobranlığın, hoyratlığın yeni bir insan tipine dönüştüğü absürt bir ülkede yaşıyorsanız olur. Oluyor!  Toplum biliminin alanına giren klinik durumun açıklamasını uzmanına bırakıp, mizah üzerinden açıklamaya çalışalım:
Onca copa karşın "İstanbul Sözleşmesi Yaşatır" pankartını yere düşürmeyen kadınlar, polisin Battal Gazi'yi aratmayan üstün performansı karşısında helak olmuştur. Coplar havada ve hep bir ağızdırlar. Karikatür bu ya. Muhtemelen bir kadını katletmekten içeri girmiş biri, parmaklıklar ardından, olup biteni, yerlerde sürümeleri zevkle izlemektedir. Yetmez, "Geliim mi amirim!? Karnına vur karnına!" diye bağırması karikatürize edilmiştir.

Sanatçısına yukarıdaki karikatürü çizdirten, çizdirtebilen ülke, tek sözcükle absürt bir ülkedir. Absürt ülkenin klişeleşmiş/absürt sözü: "Sözün bittiği yer"dir!.. Söz bitsin, soru sorulmasın. Sorun sürdükçe söz niye bitsin?  Cumartesi Anneleri tam 800 haftadır, egemen güçlerin devlet olanaklarını fütursuzca kullanıp baskı ve şiddeti arttımasına karşın, gözaltında kaybedilen evlatlarını arıyor. Takvim dilinde, sekiz yüzüncü cumartesi sekiz yüz haftaya denk düşer. Ve ilk güne, 27 Mayıs 1995'e gidilir. Gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini öğrenmek için bir araya gelen ailelerin ilk buluşmasına.

Ne var ki, aslolan acının kökleri 1980'in baskı/şiddet günlerine gider. Siyasi tutuklu haklarının dille getirilmesi ve cezaevi koşullarının iyileştirilmesi mücadelesinin başlatıldığı zorlu yıllara. O yalnız, savunmasız günlerde, cezaevi kapılarında, Meclis kapılarında Didar ablayı, Didar Şensoyu görürüz. O beyaz giysileri içinde, diyabetli haliyle, birilerinin düğme iliklediği muktedirlerin kapılarını çalan, soru soran, imza toplayan, toplu dilekçe veren İHD kurucusu Didar Şensoy'dur.

Bu ülkede, birlikte görünmekten çekinen tutuklu yakınlarını bir araya getirip, en temel insan hakları için harekete geçiren Didar abla ve yol arkadaşları/tutuklu yakınlarıdır. İnsan hakları aktivisti ve İHD kurucusu Didar Şensoy, cezaevlerindeki baskılara dikkat çekmek amacıyla 1 Eylül 1987'de İstanbul'dan Ankara'ya yapılan yürüyüşte polis müdahalesi sonucu şeker komasına girerek yaşamını yitirir.

Yüreklerindeki yakan kavuran fırtınaları bir nebze olsun dindirebilmek için, yıllardır kapanıp ağlayabilecekleri isimsiz bir mezar taşı arayan kayıp yakınları... Onların yılmak bilmeyen onurlu mücadelesini, Didar ablanın dimdik duruşundan, ödün vermeyen kavgasından ayrı düşünmek tarihimizin belleğini eksik okumak, yakın tarihimize eksik bakmaktır. Birlikte yürürken tartışmanın, tartışırken yürümenin olmazsa olmazlarından, kırmızı çizgilerinden biri de budur.

Cumartesi Anneleri'nin, yakınlarının akıbetini açığa çıkarma kavgasının sekiz yüzüncü haftasında Elmas Eren'lere, Anik Can'lara, Berfo Ana'lara ve de Didar Abla'ya selam olsun... Aşk olsun...

Hasan Oğuz Bilgen, 25/07/2020, Ulamış-Ekoköy

18 Temmuz 2020 Cumartesi

UZANMIŞIM SAHİLDE... TATİLDEYİM...

Aslında yazının başlığı,
"AYASOFYA'NIN GÖLGESİNDE KIDEM TAZMİNATI DERKEN..." olacaktı.
Şantiyeden demirci ustası Arif'in "Ulan oğlum, zaten okuyan yok. Hesaba katmıyor, sözünü etmeye değer bulmuyorlar; şöyle yaz havasına uygun bir başlık at. Bir de ona bakalım, nasıl olacak?!" son andaki uyarısı üzerine olan oldu.
.  .  .

Malum sıcak yaz günlerindeyiz...
Madımak anmaları geride kaldı; bir dahaki "2 Temmuz"da coşup gürlemek üzere serinleme derdinde cümle alem. Az ötedeki parkta, elinde yelpazesi ile güzel ablam, duraktaki emekli, önceki yazıda bıraktığım yerde duruyorlar. Yakınmaları hep aynı: "Piştik. Yanıyoruz."
Anladık. Dünyanın güneşin etrafında dönmesiyle oluşan, bildik atmosfer olayında yanan biziz de... Asıl yakan, yakanlar kim?  Kolay yoldan güneş sistemi mi diyelim, riskli yoldan kapitalizmin neo liberal piyasacı sistemi mi?

Sıcak, çok sıcak günlerdeyiz... Daha ne menem sıcakların geleceği ve başımıza daha ne çorapların örüleceği Plan ve Bütçe Komisyonu'nda onay gören "Mini İstihdam Paketi"nden belli. O umursanmayan paket ki, torba yasa ile perdelenip, an itibari ile ben yaptım olduya getirilmiştir. Devletimize, sarayımıza hayırlar ola!

Dillere pelesenk olmuş, siyah beyaz bir Yeşilçam repliği vardır. Bilen bilir; "kader ağlarını örüyor" mealinde. Vicdanı ile cüzdanı arasına sıkışmamış, en sıradan, en insani değerlerini yitirmemiş bir insan bile, toz pembe gösterilmeye çalışılan fotoğrafın bütününe baktığında görüyor göreceğini.
.  .  .

Korona felan hak getire. Dünya finans kapitalinin krizi teğet geçti de, şu kıytırık virüse mi pabuç bırakacağız. Muktedir "okunmuş toplumuz" dedi ya, sorun yok.
Ol nedenle hızla normalleşip, olağanlaşıyoruz.     

"Uzanmışım, kumsaldayım" boyutlarında, bilinen tatil atmosferi yani... Yaz gezmeleri, dost ziyaretleri, melankolik/nostaljik rutin yarenlikler... Yaşamın gerçeklerinden uzak, entel/dantel soslu ve de bol polemikli paylaşımlar, dostlar alışverişte görsün muhabbetleri gırla gidiyor son günlerde.
.  .  .

Gelinen yer, "Olacak O Kadar"da Levent abinin, "Tam yerine denk geldi, manzara koyduk" dediği yerdir. Çok bilmiş, "aklıevvel" AKP kafasının "İşgücü ve finans piyasasında normalleşmeyi arttıracağı" savıyla, komisyondan geçirdiği "paket"ten sonra ne mi olacak?

Bir. Aklı evvel muktedirin kararıyla yüzbinlerce işçinin 30 Haziran 2021'e kadar rızaları olmaksızın ücretsiz izne çıkarılabilmesi mümkün olacak. Buna göre, kısa çalışma ödeneğine ve de ücretsiz izne dayatılan işçilerin normal çalışmaya dönmelerinde, işverenin ödemesi gereken SGK primleri üç ay süreyle İşsizlik Sigortası Fonu'ndan karşılanacak.

İki. Elli -50- işçiden az çalışanı olan "az tehlikeli işyerleri" ile kamusal kurumlarda işçi sağlığı ve iş güvenliği uzmanı ile işyeri hekiminden hizmet alma zorunluluğu, işverenlerin ısrarlı istemi üzerine ertelenmiş olacak.

Üç. Komisyonda onaylanan öneri yasalaşırsa, "Belirli süreli iş/hizmet sözleşmelerinde sürenin sona ermesi, işyerinin kapanması ya da her hangi bir nedenle işin sona ermesi" durumlarında, patronlar kölesi bellediği işçiyi kıyım kıyım kıyabilecek!.. Zurnanın zırt dediği bu yerde, en çok inşaat patronları ellerini ovuşturup ağızlarını salyalarını akıtıyor.

Vahşi sistemin AKP kafası, Kıdem Tazminatı Fonu'nu şimdilik beceremedi.
Biz, "Kıdem" gaspı Ayasoya'nın gölgesinde gürültüye gidecek derken, gürültüye giden "Mini İstihdam Paketi" oldu. Kaçışı yok, yaşanacak olan ve dahi laf kalabalığı gibi gelen yukarıdaki üç maddenin ne anlama geldiği yaşamın canlı pratiği içinde görülecek.

Ana sütü kadar tertemiz hakkıyla... Haklı olarak serinlemeye, dinlenmeye çalışan mavi yakalı, beyaz yakalı, iş önlüğü yağlı kara güzel kardeşlerim kazasız belasız günleriniz olsun.  Meydanlarda buluşmak ve görüşmek dileği ile.

Hasan Oğuz Bilgen, 18/07/2020, Ulamış-Ekoköy

12 Temmuz 2020 Pazar

AYASOFYA'NIN GÖLGESİNDE KIDEM TAZMİNATI

AYASOFYA'NIN GÖLGESİNDE KIDEM TAZMİNATI

Öğretmen sadece ders verir. Daha ortaokul sıralarında, "Çocuklar, tarih bir ileri-geri kavgasıdır" derken, her daim geçerli bir evrensel ders, fukara halinden başka da verebileceği bir şeyciği olmadığını kanıtlar gibidir.
Geçenlerde Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), işgücü-işsizlik-istihdam üçgeninde ortak veri tabanının, gelinen/yaşanılan koşullarda yeniden değerlendirilip 'revize' edilmesi gerektiğini rapor etti. Rapora göre, gerçek iş ve işgücü yitimindeki ölçüt, kişi (-nicelik) değil, işbaşında, yani bizzat şantiyede tezgah başında geçirilen süre olmalıydı. TÜİK, bu ciddi yönergeyi duydu duymasına da, bu uyarının havai fişek patlamalarına karışıp güme gitmesi, onun da işine geldi.  (Ah Sakarya! Temmuzda yine yandık. Yetmedi. Göyüzüne saçıldık. Paramparça.)

DİSK-AR, "Ayasofya önü kutlamalarında dua edip tekbir getiren insan sayısı"nı değil, yüzde 40'lara gerileme eğilimindeki  istihdam verilerini ölçü alıp, ILO'nun önerdiği güncellemeyi yaptı Ortalık yere saçılan yüzyılın işsizlik rekoruydu! Geciktirmeksizin gelen, DİSK-AR açıklaması çok açık ve netti: "TÜİK yönetiminin kafası ile, iş / işgücü yitiminin gerçek boyutlarını anlamak olası değil. TÜİK'in işsizlik saptama tekniği, Covid-19 gibi bir salgın döneminin etkilerini yansıtmaktan uzaktır."
.  .  .

Öğretmenin ders verdiği tarihi konuda saflar çok ama çok net. Yakınmalarını, artık mırıldanmaktan öteye, sokağa, alanlara taşıyan, taşırmakta da kararlı kalabalıklar. İşsizlikteki, iş ve kadın cinayetlerindeki rekor artışı, çoklu baroyu, savunmanın neden yürüdüğünü, ekonomideki yere çakılışı, derdest edilen vekilleri, hapisteki gazetecileri ve de hiç edilmeye çalışılan işçinin kıdem tazminatını konuşalım diyen kalabalıklar... Öte yanda, siz lobilerden yana mısınız, milletten yana mı? diye soran, "Ayasofya'yı namaza açtık daha ne istiyorsunuz?" diyen egemenler...
.  .  .

Kıdem Tazminatı, Türkiye işçi sınıfının tarihsel bilincinden, yüreğinden, dilinden düşürmediği, hep birlikte yıllardır söylediği sınıf türküsüdür. Kıdem tazminatı, tesisatçı Davut'un, demirci Özgür'ün, inşaatçı Mustafa'nın sazının bam telidir. Çok uzun bir süredir, sermaye çevrelerinden gelen 'umumi istek' üzerine bu emektar sazın akordu ahlaksızca bozulmaya çalışılmakta.

Hak-İş'in dışındaki, sendika konfederasyonlarının sermayenin bu son topyekun saldırısının karşısında "kırmızı çizgimizdir" ortak paydasında buluşması elbette kayda değerdir. Düne dek, fon konusunun ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilmesi, işçinin nabzının tutulması, sendikaların tansiyonunun izlenmesi anlamında idi. Haliyle işçi hemen dikiliyordu: "Alanları ısıtırız!"

Son 18 yıl, böyle nabız yoklamalarla geçti denebilir. An itibari ile, durum artık öyle değil. Beştepe'den gelen son "Fon yasasının sosyal taraflarda artık mutabakat koşulu aranmaksızın çıkarılacağı" buyurması, pek sevdikleri işverenlerin kulağına kar suyu kaçırırken, işçi sınıfının yüzüne okunan bir ölüm fermanı, açıktan bir tehdit, bir meydan okuma anlamına geliyor.

Durum böyle olunca, emeğin var olan haklarını korumada, "meşruiyet" sınırları içine hapsolmuş, sadece "elde olanı koruma gayreti" gibi geleneksel sendikal mücadele hattı yeterli olmuyor. Son günlerde, emek ve emek dostu örgütlerinin sanayi havzalarını, şantiye alanlarını, meydanları ısıtıp, kıdem hakkı gaspına itiraz etmeleri çok önemli. Dahası, bu mücadelenin çoğaltılarak/ sıklaştırılarak sürdürülmesi gereklilikten öte bir zorunluluk...

Özellikle sendika şube yönetimleri günlük yaşamın canlı alanlarında, çarşıda, pazarda, insan hakkının önemini, emeğin değerini anlatan, yaratıcı, öğretici, zekice, dikkat çeken eylemler, etkinlikler düzenleyebilmeli. Kısa ve açıklayıcı bildiriler dağıtabilmeli... Salt sanal paylaşımlar ya da görsel açıklamalar ile yetinmemeli. 1991'deki "Madenci Yürüyüşü"nün, maden işçisinin derdini evlerimizin sofralarına dek nasıl getirip oturttuğu belleklerde tazeliğini korumaktadır.

İşçi sınıfının kendi sınıfından ve topyekun emekçi dünyasından başka dostu yoktur. Tarih, kendi gücünden başka bir güce bel bağlayanların hüzünlü yenilgileri ve acılı düş kırıklıkları ile doludur. Üç maymunların fütursuzca Ayasofya'yı körükleyerek, haklı çığlıkların değersiz kılınmaya, hatta ötekileştirilmeye çalışıldığı şimdilerde, işçiler, işçi önderleri daha da uyanık olmalı. Yıllardır, kendisine dikte edilenin tersini okumalı, tersini düşünmeli. Alışılmışın ötesini denemeli. Belki de ezberini bozmalı. İşçisiyle, sendikacısıyla ezberleri zorlamalı...

Yıllar var, dost bilinen, bel bağlanan düzen politikacıları, muhalafetçileri var. İşçi sınıfının bu gönülsüz, bu iştahsız, tercihini bir türlü yapamayan bu heyecansız destekçilerini, Ayasofya'da kılınacak ilk cuma namazında, iktidarla aynı safta görebileceğimiz şu yanılsamalı, vefasız günlerde, daha da dikkatli olunmalı. Sözün özü, Demirci Özgür Usta misali, ola ki eylem gömleğini herkes ters giymeli... Gömleği ters giyenlerin çoğalıp alanları daha da ısıtması, klasik sendikacılık anlayışına da ironik ama manidar bir ileti olmalı.

Büyük insanlığın, "ayaktakımı"nın, baldırı çıplakların kendilerinden başka, gündüzleri işsiz gezenlerden, geceleri aç yatanlardan başka dostu yoktur.

Ve dahi olmayacaktır.

Hasan Oğuz Bilgen, 12/07/2020, Ulamış-Ekoköy

2 Temmuz 2020 Perşembe

TEMMUZ AYINDA İNSAN YANAR MI?

TEMMUZ AYINDA İNSAN YANAR MI?

Parkta orta yaşlı iki insan... Gölgedeki banka oturmuşlar. Kadının elinde yelpaze. Yanındakine "Çok sıcak" diyor. "Dayanılacak gibi değil." Adam ter içinde. Konuşmaya hali yok. Başını sallıyor sadece. Marketin önünde insanlar. Yaşları farklı olsa da, yakınmaları aynı: "Çok sıcak, çok. Yanıyoruz..." Durakta geciken otobüse sinirlenenler... Sorsanız, hepsi "Yanıyor"dur. Dokunsanız bir, "o başına taş düşecise şöfer; kim bilir hangi cehennemde çay-sigara içiyor"dur! 

Temmuz ayında insan yanar mı? Üstün bir güç, bir sihirli değnek olsa. Parktaki ablaya anlatabilse. "Madımak yangınını?!  Din adına vahşetin çağrısını yapanları... Şer çağrıya uyularak yakılan oteli. Otuz üç aydın, sanatçı, güzel insanı... Sıcaktan bunalmış ablam. Yelpazesini gizlemeye çalışır mıydı ?
.  .  .

Yıl 1966. Temmuz. Yine sıcak bir gün. Çocuk henüz on yaşında. Köy Enstitülü babasının okuduğu  gazetenin sayfalarında gezinir. Bir karikatür. Anlamaya çalışır. Gün ışığını ve gecenin rengini ifade eden siyah ve beyaz bölümleri ortalarından kalın bir çizgiyle ayırmış iki kare.

İlk kare: Temiz giyimli kravatlı adam. Şalvarlı, sakallı birini, elinden tutmuş aydınlığa çıkarmaya çalışmakta.

İkinci kare: Sakallı adam ellerini, temiz giyimlinin ellerinden kurtarmış !.. Kurtarmakla kalmamış, kravatından kavramış, geldikleri yöne, karanlığa sürüklemekte.

Çocuk bir şey anlayamamıştır. Ne var ki, kafası da epeyce karışmıştır.
Akşam olur... Sofrada babasına sorar. Baba yine dersini verir: Tarih, aslında bir ileri-geri kavgasıdır. Gün ışığına koşanlar. Gecenin karanlığında uyuşmuş uyuyanlar... Işığa yürüyenler, el verip gönül tutmak ister. Sakallıların gözleri koşanların ayaklarındadır. İlk fırsatta çelme takmak isterler.

Yaşamının onuncu yılındadır. Dünyanın olayları, olup bitenler oyun gibidir. Ancak, insana-dünyaya bakışı da o karikatürle şekillenecektir.
.  .  .

Yine bir temmuz. Madımak yangını ve katliamından on yıl önce. 1983 yılının yazı. Genç yaşına karşın, o güne dek binlerce kez işittiği hatta kullandığı "yangın yeri", "zindan gibi" sözcüklerinin ne anlama geldiğini, tıkıştırıldıkları dar koğuşta anlar. Temmuzdur... Otuz kişilik koğuşta altmış kişidirler. Dayatılan "Tek Tip Elbise" baskısına karşı başlatılan direniş eylemi nedeni ile, koğuşun havalandırma avlusuna bakan pencereleri tuğla ile örülür. Onca insan, onca sıcağa ve havasızlığa karşın, yirmi dört saat boyunca kırk watlık ampullere mahkum edilmiştir. Dokuz aydır görüş, mektup, banyo dahil her şey yasaktır. Sıkış tepiş, şort atlettirler.

Mazoşist olduklarından elbette değil. Hiçbirinin aklına "Çok sıcak, çok...Yanıyoruz" demek gelmez. Havalandırmaya da çıkarılmadıklarından, on metrelik yemekhane bölümünde sırayla volta atarlar. Temmuz ayıdır... Bunaltıcı sıcaktan birbirlerine değmemeye özen gösterdikleri koğuşun suları "güvenlik" gerekçesi ile, gecenin bir vakti yarım saat kadar, o da sıçankuyruğu gibi akar.

Ol nedenle şimdilerde, temmuz ayı geldiğinde ve malum yakınmalar başladığında, "16.Koğuş"daki devrimci tutsakların yataklarında yatamadığını, gece yarıları sınırlı dakikalarda, hiç acele etmeden ve asla birbirinin sırasına saygısızlık etmeden, paylarına düşen iki tas su ile, sadece koltuk altlarını ve de apış aralarını yıkadıklarını anımsar.
.  .  .

2020, mevsim yaz. Aylardan yine aynı o ay. 1993 Temmuzunda Sivas' Madımak Oteli'nde katledilen otuz üç canın içindeki Behçet Aysan'ın dizeleriyle: "Değişen bir şey yok. Ölüm hariç. Aynı gökyüzünün altında, aynı kederle." yaşayıp gidiyoruz işte.

Sıcak aynı sıcak, karikatür aynı karikatür, ölüm aynı ölüm...

Hasan Oğuz Bilgen, 03.07.2020, Koğuş 16, Şirinyer-İZMİR