31 Mayıs 2015 Pazar

ENGELLERİ AŞTA GEL, BARAJLARI YIKTA GEL... GEL GÖZÜM GEL.

 ENGELLERİ AŞTA GEL, BARAJLARI YIKTA GEL… GEL GÖZÜM GEL.

Doğada hiçbir şeyin yoktan var olmadığını, var olanın da yok olamayacağını, her şeyin birbirine bağlı olduğunu, sosyal olayların olmazsa olmazı etki-tepki kuralının çarpıcılığını ve kaçınılmazlığını, liseli yıllarımızın okul çıkışlarında okuma sırası gelene el altından verdiğimiz o kitaptan öğrenmiştik.

Kalınca bir kitaptı. O günlerde, yeniyetmeliğimizle ayniyet ve uygunluk içinde olan dikkatimizi toplama ve bir konuya yoğunlaşma kapasitemizin, o tuğla kitabı anlama konusunda yeterli olup olmadığından pek emin değilim. Bilimi ve onun toplumsal yasalarını, kıpır kıpır bir hayatın yine canlı pratiğinin bize göstermesi, kanıtlaması ne güzel… Ne de inandırıcı. Birbirimize anlamış ve kavramış numarası yaptığımız o yasak kitabın konu başlıkları da, elbette aradan geçen kırk küsur yıl içinde, ya bizzat yaşadığımız, ya uzaktan izlediğimiz ya da okuduğumuz kim bilir kaç sosyal olayda filizlenip hayat bulmuştur?

Galileo’dan Şeyh Bedrettin’e, Spartaküs’ten bizim Gezi Direnmesi’ne... Toplum biliminin ve yaşamın diyalektiğinin doğada ve toplumlarda, olayların nicel birikimi, oluşma ve patlama (nitel dönüşüm) konularında nasıl ipuçları verdiğini, inanç ve itaat toplumlarındaki egemenliğin temeli olan yalan ve korku payandalarını nasıl salladığını görürüz. Tarihin sadece Ulubatlı Hasan’ın azmi, Battal Gazi'nin cesareti, çocuk yaştaki bir sultanın gemilerle kaydırak oynaması ile, döktürdüğü devasa toplarla açıklanamayacağına tanıklık ederiz.

Söz hazır gemiden, toptan açılmışken ( yine sözü uzatmamak ve dağıtmamak adına) son zamanların en önemli kırılma noktası Gezi’de ateşlenen direnme ve dayanışma toplarının, şimdilerde Bursa’da, Kocaeli’de, giderek Eskişehir, Aliağa-Petkim’de, 12 Eylül mirası sendikal örgütlenmenin önüne konulan barajların duvarlarını dövmesi ne muhteşem.

Onca olup bitenin sadece George Politzer’in altını çizdiği diyalektik materyalizmin yasalarının, hala yaşam içinde mayalandığının ve yaşamın pratiği ile örtüştüğünün kanıtlanması olmadığını, insanların yaşam tarzlarına tahkim edilmeye çalışılan suni dengeleri, yıllardır içlerine çöreklenmiş korku duvarlarını yıkmaya başlaması ve de yıkması ile ilgili olduğunu söylemek gerek. 

Netekim geçenlerde, savundukları sistemin çöplüğünden tarihin ebedi çöplüğüne göçen bitkisel generalin ömrü, 12 Eylül’ün sendikal barajlarının, patron ve sendika haydutlarının diktiği engellerin bir bir yıkılışını görmeye yetmedi. İşçi havzalarında ardı ardına direnişe geçen, en önemlisi de, birbirleri ile hızla dayanışmaya geçmenin zorunluluğunu ve ivediliğini gören ve kavrayan işçi sınıfı, önüne yasaları, yasakların sınırlarını değil, eylemliliklerinin önemini ve ciddiyetini, taleplerinin haklılığını koyuyor. 

Eylemlerde, attıkları sloganlarda, üç maddede özetledikleri taleplerinin, sıradan bir “istek”, yine basit bir “dilek” olmadığını, tam tersine yaşamlarının öznesi olduğunu, esas alınması gerektiğini, özellikle vurguluyor, altını çiziyorlar. Bunu, en sıradan bir mağduriyet edebiyatı yapmadan yapıyorlar üstelik. Oldukları yerde zıplayarak ya da halay çekerek “gemileri yaktık” biçiminde öfkeli sloganlar atmaları, işte tam da bu yüzden. Fabrika bahçelerine yataklarını seren coşkulu işçilerin “Ölmek var, dönmek yok” kararlılığını gel geç bir tribün hezeyanı olarak değerlendirenler, direniş şenliklerini televizyon karşısında çekirdek çitleterek seyredenler, çok değil haziran sonrasında başka barajların çatırdadığını gördüklerinde, bu gün yaşananın ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini daha iyi anlayacaklar.  

O kadar kararlılar, o kadar inançlılar ki... Ne tehditler, ne önlerine kurulan barikatlar ilgilendiriyor, ürkütüyor onları!  Akıllarında ve dillerinde sadece ve sadece kendi haklılıkları ve de haklı oluşları var. Bu çok önemli... Buradaki ayrıntıyı, iç dinamiği atlamak ölümcül bir yanılgı olarak tarihe geçmek için yeterli olacaktır.

Böyle olunca sınıfın karşısında olanlar “çağımızda ideolojilerinin sona erdiğine” inananlar, bu saf tutuşları ve tarihsel gafları altında ezilirken, onlara inananlara, her koşulda onlarla birlikte olanlara, sınıf dostlarına ise haklı olarak tatlı bir heyecan sarıyor… Bu heyecanın 12 Eylül’ün başka bir alandaki barajına doğru, kartopu gibi büyüyerek akacağını, yolun sonunda bir çığ, bir sel etkisi yaratacağını düşünmek, düşlemek bile ne güzel.

Memleketimden sıcak insan manzaralarını ve yağmur sonrası gökkuşağının tüm renklerini yansıtan Halkların Demokratik Partisi’nin adil olmayan anti demokratik engeli er geç aşacağına, düzen tanrılarının tekeline aldığı ateşi ve suyu asırlardır itilmiş kakılmış, ötelenmiş ayak takımına ve baldırı çıplaklara armağan edeceğini öngörmek ne gerçekçi. 

İnsanların olduğu gibi, ülkelerin de, ülke aydınlarının, yurtseverlerinin, gerçekten demokratlarının da önlerinde can alıcı, hatta ölümcül dönemeçler ve yol ayrımları hep var olmuştur, var olacaktır... 12 Eylül 1980 sonrasının cangılında da savaşı sürdürmek, enselendiğinizde de Vietnamvari kaplan kafeslerinde direnmeyi seçmek gibi… Şimdilerde göç etmiş generalin (Aziz Nesin’i kastederek) “ Ben ne yapayım böyle aydını?” buyurmasına, “ Biz, birileri bize bir şey yapsın diye aydın olmadık” yanıtı ile dikilebilmek gibi… Faşizmin doğrudan postal biçiminin evlere, üniversitelere, fabrikalara daldığı günlerde, parmak ısırtacak bir cesaretle “Aydınlar Dilekçesi”nin altına insanlık mührünüzü basabilmek, imzanızı çakabilmek gibi… Böyle anlar vardır işte. İnsanın başını öne eğmek ya da dik tutup göğe bakmak arasında tercih yapması gereken… Yakın geçmişimizle, anılarımızla ilintili olarak canımızı sıksa da, göğsümüzü kabartsa da, bu realite böyle.    
.   .   .

Sendikacıları zeki soruları, akıllı konuşmaları ile terleten demirci Arif Usta olaylar karşısındaki tutumu ve öngörüleri ile her zaman haklı çıkmıştır. Şantiyemizin bilgesi Arif Usta, haklılığından kuşku duyulmayan, doğru olduğuna inanılan bir konuda lafı “uzatmanın” gerek olmadığına inanan arif insanlardandır. “Laf dolandırılsa da, dolandırılmasa da yüzde on seçim barajının 7 Haziran’da yerle bir olacağını…” kendine özgü şakacı bir dille, hararetle savunur. 

Gelgelelim uzun yazılara dayanamaz… Beylik laflara belki haklı olarak sıkılıyor. “Zaten kimse okumuyor, yarım bırakıyor” diyor.  
Yere bakıyor, “Sen bile yazmış olsan…” diye sürdürüyor sıkılarak. 
Gerisini getirmiyor… 

Onun ne dediğini, umudunu, muradını dikkate almamak ne mümkün?  Bir kez olsun meramımızı kitabın orta yerinden anlatmayı denesek ne olur? O arif insanın dilince, gönlünce…

“Adam bağlamadan başka bir şey çalmıyor, kardeşim… Üstelik sesi de güzel… Oyumuzu ona vermeyecez de, ne halt edecez?! ”


Hasan Oğuz Bilgen, 31.05.2015, Aliağa-Sıcakdere  

20 Mayıs 2015 Çarşamba

"ÇOK GÜZEL ÖĞÜTLER BUNLAR..."

“ÇOK GÜZEL ÖĞÜTLER BUNLAR…”

Sporla olan ilgisi sıradan bir izleyiciliğin ötesine geçmese de hemen herkes, sporcuları çalıştıran görevlilerin yarışlar/karşılaşmalar öncesinde sporculara, son ana dek mücadeleyi bırakmamaları konusunda -tabi ki deneyimlerine dayanarak- nasıl ciddi öğütlerde bulunup, can alıcı uyarılarda bulunduklarını bilirler.

Yarışacakları mücadele alanlarına çıkmak için sabırsızlanan enerji dolu genç insanlara -özellikle soyunma odalarında- son dakika taktikleri verilirken, şu ya da benzeri laflar edilir: Son saniyeye, son düdük ötene, son gong vurana, göğsünüzle ipi koparana dek işin yakasını bırakmayacaksınız… Feleğin, dananın kuyruğu kopana dek taktığı çelmelere karşın, en son dönemeçte kendinizi insanların omuzlarında, zaferin kupasını ellerinizde bulabilirsiniz!..
.  .  .

Eski Bisan Bisiklet Fabrikası işçisi, BMC emektarı, Tekel bilgesi kaynakçı Arif Usta da 1992 yılında, haklı olduğu halde yetkili sendikanın edilgenliği ve de eylemsizliği nedeni ile çok zor ve yalnız günler yaşayan Bornova Belediye işçisine “mücadelenin asla bırakılmaması” mealinde benzer sözler söylüyordu. 

Söz konusu belediyede, yaklaşık bir yıldır işçi maaşı ödenmiyor; başkansa klasik işveren profiline ters düşmeyerek, çok çalışkan, mutlu mesut pozlarda, basınla gülüm balım ilişkiler sürdürerek günü kurtarmaya, ortalığı sütliman göstermeye çabalıyordu. Ne ki, sular ısınmış, işçiler işin doğasını kavramıştı. Halka, esnafa çarşı pazar, cadde sokak bildiriler, sinsice spekülasyon konusu yapılan “devasa”(!) maaşlara dair bordro fotokopileri dağıtıldı bıkıp usanmadan.

Biriken kira borçları, kabaran bakkal/manav veresiye hesaplarıyla birlikte, elbette sloganların da, eylemlerin de dozu arttı. Rüzgar sertleşmişti. İyiden iyiye ayranı kabaran işçi, bir gün, kendilerini zaferle taçlandıracak final yürüyüşüne başladı. Çileden çıkmış, sabrı kalmamış eşleri arkalarından bağırıyordu: Birikmiş maaşları almadan eve gelmeyin!..  
O güne dek yuvarlak ve belirsiz laflar geveleyerek vaziyeti kurtarmaya çalışmaktan başka bir şey yapmayan sendikacıları da peşine takan öfkeli yürüyüş selinin önünü kesmeye çalışan grubun içinde belediye başkanı da vardı:  “ Etmeyin, rezil oluruz! ”

Ne var ki adımlar sert, talepler netti:  “ Paralarımızı ver! ”

İçindeki korkuyu yıkmış diklenişin bekçileri, uzun bir süre ilçe meydanını haklı sloganlarla inlettikten sonra, belediye sarayının kapısına dayandı…
.  .  .

Son bir haftadır, an itibari ile saray kapılarına dayanmasa da, padişahın fincancı katırlarını ürkütecek, kronik sendikacılığın ezberini bozacak olan, hızla bir araya gelen ayaklar sert ve kararlı adımlar atıyor işçi havzalarında… Bursa halkı ve çalışanları haklılığın, direnişin ve dayanışmanın sloganlarını dinliyor pür dikkat…

Paranın saltanatını sürdürenler, zevkini sürenler, gücün ve kibrin sultanları, sevmezler böyle “tehlikeli” ve oyunbozan şeyleri… Hazır bir seçim havasına girilmişken, ninniler söylenir masallar anlatılırken… İnceden bir kayıkçı kavgası eşliğinde, iktidarın babası, muhalefetin anasınca güfteleri belli belirsiz, esnek, yuvarlak, dayanaksız, eğreti bir korodur tutturulmuşken… Renault’ta, Tofaş’ta, Ford Otosan'da, Coşkunöz’de, Mako’da işçiler hükümdarlığın ağzının tadını kaçırdı kaçıracak… İşçinin talebi yalan/talan düzenlerinin, son günlerdeki laf ebeliklerinin, deli saçması söylevlerinin göbeğine bir bomba gibi düştü önceki gün.  Çok kısa, net ve anlaşılır olan üç istek tek cümlede ifade edilmişti:
Ücretler iyileşsin, çalışma saatleri azalsın, Türk Metal Sendikası işyerlerinden çıksın.
,
Şimdilerde moda ya, birilerini bu istemi “kaynak” polemiğine denk getirip kim vurduya götürmek isteyebilir. Bu kez iş o kadar basit değil, görülen o ki, direnişe katılmaları an meselesi olan Farba, Value, STK fabrikalarının işçileri ve diğerleri var sırada.  İşçi Sınıfının gün doğumundan gün batımına çalıştırıldığı günlerden beri dili de, muradı da bir… 1992 yılının Bornova’sında olduğu gibi, 2015’in Bursa diyarında da, Kocaeli mekanında da, fabrikaların bahçelerine yataklarını sermiş işçilere eşleri aynı şeyi söylüyor:  “ Hakkını almadan eve gelme…” 

Bu kadar kesin, bu kadar net.

Sorular, sorgulamalar, bilinçli öfkeler, örgütlü ayağa kalkmalar, dikleşmeler iyidir. Her daim insana iyi gelir…  İşçiyi diri ve haklı tutar… Küme düştüğü düşeceği söylenen, hakkında varlığı ve ideolojisiyle “Artık devrinin bittiği!” rivayet olunan ve “ayak takımı” yakıştırması ile nicedir aşağıladıkları işçi sınıfı, bir gün siyaset sahnesinin final bölümünde kendisini “omuzlar üzerinde” buluverir.  

Boynunda, artık gına gelmiş sendika zorbalığının, ayak bağı karaçalıların tarihin çöplüğüne atıldığını ve eve hakkı olan ekmeği götürdüğünü simgeleyen ışıldayan madalyasıyla…   

Hasan Oğuz Bilgen, 20.05.2015, Sıcakdere


Önemsiz Not:  Siz yazının başlığındaki, suya sabuna dokunmaz duygusu uyandırabilecek alçak gönüllülüğe bakmayın…  Başlık o biçimiyle yazılmış olsa bile, kitabın orta yerinden “Çok güzel hareketler bunlar” olarak okunur ve öyle bilinir.