ENGELLERİ
AŞTA GEL, BARAJLARI YIKTA GEL… GEL GÖZÜM GEL.
Doğada hiçbir şeyin yoktan var olmadığını, var
olanın da yok olamayacağını, her şeyin birbirine bağlı olduğunu, sosyal
olayların olmazsa olmazı etki-tepki kuralının çarpıcılığını ve kaçınılmazlığını, liseli yıllarımızın okul çıkışlarında okuma sırası gelene el altından
verdiğimiz o kitaptan öğrenmiştik.
Kalınca bir kitaptı. O günlerde,
yeniyetmeliğimizle ayniyet ve uygunluk içinde olan dikkatimizi toplama ve bir
konuya yoğunlaşma kapasitemizin, o tuğla kitabı anlama konusunda yeterli olup
olmadığından pek emin değilim. Bilimi ve onun toplumsal yasalarını, kıpır kıpır
bir hayatın yine canlı pratiğinin bize göstermesi, kanıtlaması ne güzel… Ne de
inandırıcı. Birbirimize anlamış ve kavramış numarası yaptığımız o yasak kitabın
konu başlıkları da, elbette aradan geçen kırk küsur yıl içinde, ya bizzat
yaşadığımız, ya uzaktan izlediğimiz ya da okuduğumuz kim bilir kaç sosyal olayda
filizlenip hayat bulmuştur?
Galileo’dan Şeyh Bedrettin’e, Spartaküs’ten bizim
Gezi Direnmesi’ne... Toplum biliminin ve yaşamın diyalektiğinin doğada ve
toplumlarda, olayların nicel birikimi, oluşma ve patlama (nitel dönüşüm)
konularında nasıl ipuçları verdiğini, inanç ve itaat toplumlarındaki
egemenliğin temeli olan yalan ve korku payandalarını nasıl salladığını görürüz.
Tarihin sadece Ulubatlı Hasan’ın azmi, Battal Gazi'nin cesareti, çocuk yaştaki
bir sultanın gemilerle kaydırak oynaması ile, döktürdüğü devasa toplarla
açıklanamayacağına tanıklık ederiz.
Söz hazır gemiden, toptan açılmışken ( yine sözü
uzatmamak ve dağıtmamak adına) son zamanların en önemli kırılma noktası Gezi’de
ateşlenen direnme ve dayanışma toplarının, şimdilerde Bursa’da, Kocaeli’de,
giderek Eskişehir, Aliağa-Petkim’de, 12 Eylül mirası sendikal örgütlenmenin
önüne konulan barajların duvarlarını dövmesi ne muhteşem.
Onca olup bitenin sadece George Politzer’in altını
çizdiği diyalektik materyalizmin yasalarının, hala yaşam içinde mayalandığının
ve yaşamın pratiği ile örtüştüğünün kanıtlanması olmadığını, insanların yaşam
tarzlarına tahkim edilmeye çalışılan suni dengeleri, yıllardır içlerine
çöreklenmiş korku duvarlarını yıkmaya başlaması ve de yıkması ile ilgili
olduğunu söylemek gerek.
Netekim geçenlerde, savundukları sistemin
çöplüğünden tarihin ebedi çöplüğüne göçen bitkisel generalin ömrü, 12 Eylül’ün
sendikal barajlarının, patron ve sendika haydutlarının diktiği engellerin bir
bir yıkılışını görmeye yetmedi. İşçi havzalarında ardı ardına direnişe geçen,
en önemlisi de, birbirleri ile hızla dayanışmaya geçmenin zorunluluğunu ve
ivediliğini gören ve kavrayan işçi sınıfı, önüne yasaları, yasakların
sınırlarını değil, eylemliliklerinin önemini ve ciddiyetini, taleplerinin
haklılığını koyuyor.
Eylemlerde, attıkları sloganlarda, üç maddede
özetledikleri taleplerinin, sıradan bir “istek”, yine basit bir “dilek” olmadığını,
tam tersine yaşamlarının öznesi olduğunu, esas alınması gerektiğini, özellikle
vurguluyor, altını çiziyorlar. Bunu, en sıradan bir mağduriyet edebiyatı
yapmadan yapıyorlar üstelik. Oldukları yerde zıplayarak ya da halay çekerek
“gemileri yaktık” biçiminde öfkeli sloganlar atmaları, işte tam da bu yüzden.
Fabrika bahçelerine yataklarını seren coşkulu işçilerin “Ölmek var, dönmek
yok” kararlılığını gel geç bir tribün hezeyanı olarak değerlendirenler, direniş şenliklerini televizyon karşısında çekirdek çitleterek seyredenler, çok değil haziran sonrasında başka
barajların çatırdadığını gördüklerinde, bu gün yaşananın ne demek olduğunu, ne
anlama geldiğini daha iyi anlayacaklar.
O kadar kararlılar, o kadar inançlılar ki... Ne
tehditler, ne önlerine kurulan barikatlar ilgilendiriyor, ürkütüyor onları! Akıllarında ve dillerinde sadece ve sadece
kendi haklılıkları ve de haklı oluşları var. Bu çok önemli... Buradaki
ayrıntıyı, iç dinamiği atlamak ölümcül bir yanılgı olarak tarihe geçmek için
yeterli olacaktır.
Böyle olunca sınıfın karşısında olanlar
“çağımızda ideolojilerinin sona erdiğine” inananlar, bu saf tutuşları ve
tarihsel gafları altında ezilirken, onlara inananlara, her koşulda onlarla
birlikte olanlara, sınıf dostlarına ise haklı olarak tatlı bir heyecan sarıyor…
Bu heyecanın 12 Eylül’ün başka bir alandaki barajına doğru, kartopu gibi
büyüyerek akacağını, yolun sonunda bir çığ, bir sel etkisi yaratacağını
düşünmek, düşlemek bile ne güzel.
Memleketimden sıcak insan manzaralarını ve yağmur
sonrası gökkuşağının tüm renklerini yansıtan Halkların Demokratik Partisi’nin
adil olmayan anti demokratik engeli er geç aşacağına, düzen tanrılarının
tekeline aldığı ateşi ve suyu asırlardır itilmiş kakılmış, ötelenmiş ayak
takımına ve baldırı çıplaklara armağan edeceğini öngörmek ne gerçekçi.
İnsanların olduğu gibi, ülkelerin de, ülke
aydınlarının, yurtseverlerinin, gerçekten demokratlarının da önlerinde can
alıcı, hatta ölümcül dönemeçler ve yol ayrımları hep var olmuştur, var
olacaktır... 12 Eylül 1980 sonrasının cangılında da savaşı sürdürmek,
enselendiğinizde de Vietnamvari kaplan kafeslerinde direnmeyi seçmek gibi… Şimdilerde
göç etmiş generalin (Aziz Nesin’i kastederek) “ Ben ne yapayım böyle aydını?”
buyurmasına, “ Biz, birileri bize bir şey yapsın diye aydın olmadık” yanıtı ile
dikilebilmek gibi… Faşizmin doğrudan postal biçiminin evlere, üniversitelere, fabrikalara daldığı günlerde, parmak ısırtacak bir cesaretle “Aydınlar Dilekçesi”nin
altına insanlık mührünüzü basabilmek, imzanızı çakabilmek gibi… Böyle anlar
vardır işte. İnsanın başını öne eğmek ya da dik tutup göğe bakmak arasında
tercih yapması gereken… Yakın geçmişimizle, anılarımızla ilintili olarak
canımızı sıksa da, göğsümüzü kabartsa da, bu realite böyle.
. . .
Sendikacıları zeki soruları, akıllı konuşmaları
ile terleten demirci Arif Usta olaylar karşısındaki tutumu ve öngörüleri ile
her zaman haklı çıkmıştır. Şantiyemizin bilgesi Arif Usta, haklılığından kuşku
duyulmayan, doğru olduğuna inanılan bir konuda lafı “uzatmanın” gerek
olmadığına inanan arif insanlardandır. “Laf dolandırılsa da, dolandırılmasa
da yüzde on seçim barajının 7 Haziran’da yerle bir olacağını…” kendine özgü
şakacı bir dille, hararetle savunur.
Gelgelelim uzun yazılara dayanamaz… Beylik
laflara belki haklı olarak sıkılıyor. “Zaten kimse okumuyor, yarım bırakıyor”
diyor.
Yere bakıyor, “Sen bile yazmış
olsan…” diye sürdürüyor sıkılarak.
Gerisini getirmiyor…
Onun ne dediğini, umudunu, muradını dikkate
almamak ne mümkün? Bir kez olsun
meramımızı kitabın orta yerinden anlatmayı denesek ne olur? O arif insanın
dilince, gönlünce…
“Adam
bağlamadan başka bir şey çalmıyor, kardeşim… Üstelik sesi de güzel… Oyumuzu ona
vermeyecez de, ne halt edecez?! ”
Hasan Oğuz Bilgen, 31.05.2015,
Aliağa-Sıcakdere