24 Kasım 2016 Perşembe

"GÜRÜLTÜ"YÜ ARTTIRALIM, TEK KOLLA DA OLSA YAKALARINA YAPIŞALIM.

"GÜRÜLTÜ"YÜ ARTTIRALIM, TEK KOLLA DA OLSA YAKALARINA YAPIŞALIM.

PARK ve BAHÇELERDE ÇALIŞAN SINIF KARDEŞLERİME SELAM OLSUN...
SÖZLEŞME TASLAĞIMIZ, -ÇOK YENİ BİR BAŞLANGIÇ OLMASI ESPRİSİ ÜZERİNDEN- ZAFER BİZİMDİR ANLAMINDADIR.
Bornova Belediyesi Park ve Bahçeler emekçilerinin, bu güne dek gösterdiği özveri ve kararlılık, işyeri özelindeki uzun, sabırlı, dayanışma duygularımızı güçlendiren çalışmaları, eksikliklerimize ve irademiz dışında gelişen onca olumsuzluğa karşın umudu çoğaltıyor.
İt ürür kervan yürür; Park işçileri daha yolun çok başında ve üretimden gelen gücüne, yani öz gücüne güveniyor. Bu zor ve çetrefelli yolda elbette birbirimize, farklılıklarımıza, görüşlerimize karşı saygılı, sağ duyulu ve olabildiğince, yapabildiğimizce hoş görülü olacağız.
Her fırsatta, her zaman söyledik ve söyleyeceğiz: Asla ve de kesinlikle unutmayacağız ki, daha yolun başındayız. Daha fazla örgütlenme ve eğitim çalışmaları yapacağız. Deyim yerindeyse ilmek ilmek dokuyacağız. Daha çok toplu sözleşmeler ve 1 MAYIS"lar yaşayacağız. Asla ve asla, yılgınlık, bıkkınlık yaşamayacağız.
Tersine paylaşımcı, dayanışmacı, görüş alıp görüş sunan, daha zengin tartışma, eleştiri, öz eleştiri, ikna yöntemlerini geliştireceğiz. Sendikal ilişkileri ve örgütlülüğü güçlendireceğiz. Sermaye yanlısı gerici yasalara, zulmün ve saltanatın Kanun Hükmündeki Kararnameleri (KHK)'ne ve elbette padişahlık özlemlerinin ufukta görünen zifiri karanlığına teslim olmayacağız.
Küçük bedenine sıkılan yaşından bir fazla kurşunla (13 Kurşun) babası ile birlikte katledilen Uğur Kaymaz'ın, Kızıltepe Belediyesi temizlik işlerinde çalışan annesi Makbule Kaymaz, son çıkarılan KHK uygulanası ile işten çıkarıldı. Ne diyor bu son KHK?  "Kayyum atanan belediyelerde, emniyetten gelen bilgi ve istihbarat esas alınarak, ilgili personel işten çıkarılabilecek, hak ve alacaklarına el konulabilecek."
Uğur'dan geriye kalan üç küçük çocuğa bakmaktan başka derdi ve amacı olmayan, Temizlik işçisi Makbule Kaymaz'ın, eşinin ve oğlu Uğur'un katledilişinin yıl dönümünde işten çıkarılması ne acı. Buradan çıkarılacak ders ise, ne kadar da öğretici: Faşizm -fırsat verildiği, başlar kuma gömüldüğü sürece- kana, cana ve insan emeğine asla doymayacak...
2000 yılında, Burdur Cezaevi'nde, dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'ün emir ve komutasındaki operasyonda kolu kopartılan, Veli Saçılık da, son KHK marifeti ile görevinden alındı. Veli Saçılık, önce kolunu şimdide işini alan devlet terörüne karşın, yine de umudunu yitirmiyor... "Elbette yine umutluyum. Biz kazanacağız. Bu yaşananların, yaşatılanların hesabını soracağız. Nasıl, bebek yüzlü Hikmet Sami Türk'ün yakasına yapıştıysam, bu gün de, bizlere bunları yapanların yakasına tek kolumla da olsa yapışacağım."
.  .  .
Saraydan ve paranın saltanatından yana olanlarsa, onca hoyratlığa ve edepsizliğe karşın, yüzsüzlüklerini ve de pişkinliklerini "cesurca" sürdürüyorlar:  " Algı kurbanı olduk (ne demekse!), meramımızı anlatamadık..."  Aynı pişkinliği bir başka kraldan çok kralcı, devam ettiriyor:  " Gürültü hakkaniyeti bastırdı..." 
.  .  .
Onların neyi anlatmak, hangi karanlık sistemi yerleştirmek istediğini çok iyi biliyoruz.
Asıl iş, dayatılan yalanı, dolanı, onca sihirbazlığı ve madrabazlığı anlamakta... Anlayacağız, anlamaya, anlatmaya devam edeceğiz. Asıl biz DURMAYACAĞIZ... Asıl biz MERAMIMIZI ANLATACAĞIZ. 
Akp"li malum zat, inanıyoruz ki, bu gün başta kadınlarımız olmak üzere, tüm kafa ve kol emeği ile çalışan halkımızın olumlu sonuç veren mücadelesine dair  "Kuru Gürültü" demek istemiştir. Yani "Boş", " Boşu boşuna", " Nafile Uğraş" gibi bir şey... 
Ne var ki, dünyanın dönen çarklarının şalterlerini elinde tutan insanlık, "Boş"tan anlamaz, onun kitabında çalışmak, üretmek ve hakkını almak vardır. Üretimden doğan hak ve özgürlüklerin korunması, elde tutulması ve tekrar tekrar, bir bir kazanılması mücadelesinde " Boşu boşuna" diye bir kavram yoktur. Üstelik " Nafile" yabancı bir sözcüktür. Ve asıl, bu toprakları, bu suyu bu havayı seven yurtseverler, ilerici, aydın, solcu insanlar yabancılara, yabancılaşmaya, yabancı sözcüklere, " gayrı milliye" karşıdırlar. 
.  .  .
O halde: 
Gürültüyü arttıralım... Üretiminde bulunduğumuz yaşamın her alanında gürültüyü çoğaltalım. İnsan onurunun ve emeğinin sesinin saray duvarlarını aşmasını, saray sakinlerini rahatsız etmesini, o koltuklarında rahat oturamamalarını, kolayca yönetememelerini sağlayalım. 
GÜRÜLTÜYÜ ARTTIRALIM.
TEK KOLLA DA OLSA YAKALARINA YAPIŞALIM.
DURMUYORSA, DURMAK İSTEMİYORSA ZALIM, DURDURALIM, DUR DİYELİM...

Hasan Oğuz Bilgen, 24.11.2016, Uzak Şantiye.        

















17 Kasım 2016 Perşembe

FAŞİZM GÜNLERİNDE ANNA SEGHERS’İ YENİDEN OKUMAK...

EY ZALİM!.. BİZİM DE SÖYLENECEK, PEŞİ SIRA GİDECEĞİMİZ BİR ÇİFT SÖZÜMÜZ VAR UMUDA DAİR…
(FAŞİZM GÜNLERİNDE ANNA SEGHERS’İ YENİDEN OKUMAK...)
Faşizmin yakıcı günlerinde hiç aşık olunur mu?
İlk bakışta absürt gelebilecek, bu beklenmedik sorunun yanıtı, sevgili ülkemin hiç de tekin olmayan alaca karanlığında, bir çırpıda yapıştırılacak kolaycı bir “elbette”nin çok ötesinde olmalı… Yani sırılsıklam aşık olunmalı, olunabilmeli.
Hem de ısrarcı, kararlı, usanmaz/uslanmaz bir aşık gibi, umutsuz-güçlü bir sevdanın yakasına yapışabilmeli. Onca keyfilik, hoyratlık ve her türden biçimiyle despotluk hayatlarımızın her alanında paçalarımıza, eteklerimize karaçalı örneği dolandıkça daha çok, kıskanılacak biçimde umutlanmalı. Binbir özveri, yaşanan acılar ve emekle açılacak aralıktan sızacak sarı sıcak ışığın, savunmasız yalnız yaşamlarımızı, yarına dair düşlerimizi ısıtacağı unutulmamalı. İşte, -cılız da olsa- o ışığın, zaman zaman umutsuzluğa kapılabilen insanlarımıza ulaşması için çıkar yollar, çareler aramaktan asla vaz geçmemeli.
Fırtına günlerinde yangın yerlerinin yakıp kavuran alevlerinin işe yaramazlığına ve umuda dair düşüncemizi içeren yazımızın, Birgün gazetesinden Ayça Söylemez’in eşsiz ve etkileyici makalesi ile çakışıp “pişti” olması kesinlikle tesadüfi ve şaşılacak bir durum değil…
Saltanatın zulmü, bildik sorgulardaki “söyle kurtul” söylemini çağrıştıran “diz çök, itaat et, rahat yaşa” dayatması karşısında yılışıp gevşemeyen, asla boyun eğmeyip (sıcak yuvalarında, mutlu mesut torun torba arasında pembe bir yaşam sürme fırsatı varken) zor ve tehlikeli yolu seçenler, direnmenin, karşı çıkmanın, itiraz etmenin ne denli haklı ve meşru olduğunun bilincindeler.
1940’larda Almanya coğrafyasını titreten, işkence ve ölüm meleği Gestapo’nun karşısında eğilip bükülmeden karşı durmayı bilenler, 2000’li yılların Türkiyesi’nde aynı engebeli, dolambaçlı ve sarp yolu aşmanın, güneşin sofrasına ulaşmanın çabası içindeler.
Ne ironiktir ki, pes etmedikçe, teslim olunmadıkça “Yedinci Haç”ın hiçbir zaman doldurulamayacağını, umudu tüketmedikçe hep boş kalacağını, “kimsenin el uzatamayacağı, sarsamayacağı” bir direnme sembolü olarak faşizmin burçlarında çürüyüp paslanacağını çok iyi biliyorlar.
Güneşin balçıkla sıvanamayacağı kadar açıktır ki, tam da bu nedenle Anna Seghers’i tekrar okuyorlar, boş kalan/boş kalacak olan “Yedinci Haç”ı, yılmaz mücadeleleriyle, vazgeçmeme kararlılıklarıyla unutmuyorlar, unutturmuyorlar.
. . .
“Nasyonal Sosyalizm” maskesi altında kara bulutların çöktüğü 1937 sonbaharının Almanya’sı…
Yer, başta komünistlerin, ileri aydın, düşünen insanların tıkıştırıldığı Westhofen Kampı…
Halk düşmanlarının, faşistlerin emekçilerin, eşitlik, adalet ve de aydınlıktan yana insanların önüne ördüğü barikat, dünyanın hiçbir yerinde aşılamaz değildir.
Bunu, bir kez daha doğrularcasına kamptan gözü pek yedi tutuklu kaçar.
Kamp celladı Fahrenberg, yedi “bozguncu”nun da en geç yedi gün içinde, ölü ya da diri yakalanıp, yine kamp alanı içinde olan yedi çınar ağacında çarmıha gerilmesini emreder.
“ Kamp komutanı Fahrenberg, her gece olduğu gibi, bu gece de, son kaçağın bulunur bulunmaz hemen telefonla haber verilerek, uyandırılmasını emretmişti… “
. . .
“ Dışarıdan gelen en ufak sese kulak kabartıyordu… Beklediği haber, beklediği haber, beklediği haber… “
Ne var ki, “beklediği haber” gelmeyecek, gelmeyecek, gelmeyecekti… Yedinci çınar ağacındaki yedinci haç sonsuza dek dolmayacak, insan aklı, baskı altında tutulmaya çalışılan büyük insanlığın inancı, umudu, direnci var oldukça hep boş kalacaktı.
. . .
Faşizm günlerinde Anna SEGHERS’i yeniden okumak ve dahi “Yedinci Haç’ı yeniden anlamak ve anımsamak umudu çoğaltmak, yaşama ve insanlığın evrensel değerlerine daha sıkı tutunmaktır.
Soluk aldığımız, yaşama tırnak geçirmeye çalıştığımız her alanda, yaşamın sadece soluk alıp vermek olduğuna inandırmak, böylesi bir onur kırıcı yönetilme ve sürü içgüdüsüyle güdülmeyi, süründürülmeyi kabul ettirmek isteyen zulmün ve paranın saltanatı, günbegün üzerimize üzerimize geliyorken, bize ise, faşizmin yaşamı teslim alamayacağını, bizi dize getiremeyeceğini inanmaktan başka bir seçenek bırakmıyor.
Hasan Oğuz Bilgen, 17.11.2016, Soğukkuyu.

5 Kasım 2016 Cumartesi

BİLİNENİN TEKRARI “KURTULUŞA KADAR SAVAŞ “ ANLAMINA GELİYORSA…

BİLİNENİN TEKRARI  “KURTULUŞA KADAR SAVAŞ “ ANLAMINA GELİYORSA…

Raportör Kati Pira, Federica, Schulz gibi, Avrupa Birliği Kapitalizminin parlamenter muktedirlerinden “Türkiye’den kötü kokular geliyor… Hukuksuzluğun son perdesi: HDP’li vekiller günah keçisi oldu…” mealinde, kazan çömlek patladı dedirten zehir zemberek açıklamalar yapıldıkça, sütliman lanse edilmeye çabalanan piyasaların ve dahi egemenlerin tadı kaçıyor. “Kredi Notu” düşüyor (ne işe yarıyorsa?), yüzler ekşiyor.

Bilumum bilmem ne kıymetler borsalarının, yani piyasaların ve yüz seyirmelerinin kaynaklarına inmek için, pedagog, iletişim uzmanı filan olmak gerekmiyor. İşte tam da burada İslamcı faşizmin dış dünyaya yöneltilmiş vitrinine, uluslar arası tekelci kapitalizme dönmüş yüzüne bakmak yetiyor.  Senaryosu muhtemelen emperyalist güçlerce yazılmış filmin setinde İslamcı faşizmin führerini, öyle hemen çıplak gözle ayırtına varılamayan belli belirsiz bir telaştır alıveriyor.  

Durum böyle olunca, Batılı terecilere tere satamayan tekçi/tek adam frekansını Suudilere, örneğin Katar gibi Arap Emirliklerine ayarlıyor.

Ne diyor, Katar merkezli El-Cezire televizyonuna nafile demeçler veren diplomasız adam:  “ Demokrasinin tanımını, laikliğin tanımını yeniden yaptık…”  Yetmiyor, ders vermeyi sürdürüyor:  “ Okudukça, yaşadıkça, tecrübe ettikçe değişimi bizatihi görüyorsunuz.  Bu değişim esnasında yerinizde sayarsanız, kaybeden siz olursunuz. Ol nedenle kendimizi geliştirmemiz gerek. Biz bunu başardık…”   Neyle başarmış?  “Peygamberin yol haritası sayesinde…” Öyle diyor.

Her ne kadar şantiyede Demirci Arif Usta’yı çok sinirlendiren  “Malumun Tekrarı” biçiminde olacak olsa da,  şimdi hep birlikte bu “başarıya” ve de onun arkasındaki “değişim”de ulaşılan “takdire şayan” son noktaya bir göz atalım:

·        AKP’nin 14 yılında uyguladığı gerici/kapitalist cinsiyetçi politikalar en çok kadınlarla emekçilere vurdu.  Hasbelkader iş bulanlar hoyratça, fütursuzca çalıştırılıp sömürülürken, büyük çoğunluğu eve/mutfağa tıkılmaya çalışıldı. Aynı iktidar boyunca kışkırtan, koruyan yasa ve uygulamalarla,  nefret/kin söylemleriyle altı bine (6000) yakın kadın göz göre göre vahşi cinayetlere kurban gitti.
·        AKP-Saray iktidarının özet emekçiler açısından tam bir cehennemdi. Taşeron sistemi adeta yasal bir hal aldı, iş güvencesinin sadece adı kaldı.  Uluslar arası çalışma standartlarında en doğal hak olan grev hakkı defalarca gasp edildi. Meşhur Orta Vadeli Program sayesinde kiralık işçilik üzerinden köleci toplum tesis edildi.   
·        İSİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği) Meclisi’nce hazırlanan son Çalışma Yaşamı Raporu’na göre, ekim 2016 yılında resmi kayıtlara geçen yüz altmış beş  (165), yine içinde bulunduğumuz yılın ilk on (10) ayında bin altı yüz (1600) işçi,  iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.  İSİG Meclisi’nin yanında SGK resmi verileri de dikkate alınarak hazırlanan aynı rapora göre, AKP-Saray iktidarı boyunca  toprağa verdiğimiz işçi yoldaşlarımızın sayısı on sekiz biz altmış yedi (1867).
·        Bu sayı ve kıyım onlara elbette yetmiyor:  AKP-Saray iktidarı inşaat alanında, tarımda, madencilikte, taşımacılıkta, ulaşımda, düşme, ezilme, göçük altında işini bitiremediği sınıf kardeşlerimizin geleceğini, geçtiğimiz hafta yayınlanan hükümetin 2017 yılı programıyla karartmaya çalışıyor.  Söz konusu program bilineceği üzere, işçinin bir yıl çalışıp hak ettiği tazminat hakkının “fon” ya da “bireysel emeklilik” adı altında gaspını “hayata geçirilmesi gereken tedbirler” olarak görüyor.
·        Sağlık alanıysa tam bir facia… Tek cümleyle, hastanın hastaneye girişinden çıkışına, ilaca erişiminden tedavinin sürdürülmesine ticarileştirilen, ihaleye ranta açılan insan ve insan sağlığının durumu içler acısı.  Bu acıyı hafifletmek amacıyla(!) olsa gerek, sağlık kurumlarında görevlendirilen maaşlı imamlar hastalara dini telkinlerde bulunuyor.
·        Eğitim yaz/boz tahtasına döndürülmüş durumda… Gençlerin girebildikleri, okuyabildikleri, devam edebildikleri bir okulları olmadığı gibi, yaşamlarını sürdürebilecekleri işleri de yok. Hal böyle olunca elbette umutları da yok. Bu durumda olan gençlerimizin oranı %30… Bu oran acıdır ki, sayısal anlamda yaklaşık 5 milyon 340 bine tekabül ediyor.
·        Çalışma alanında sadece tek bir konfederasyonun (KESK’in) bildirdiğine göre, OHAL kapsamında yayımlanan Kanun Hükmünde Kararnamelerle 11 binin üzerinde KESK üyesi açığa alınırken, bin dört yüz (1400) çalışan da kamudan ihraç ediliyor.           
·        Basın ve yayın alanında ifade özgürlüğü, dolayısıyla halkın özgür ve bağımsız haber alma özgürlüğü katledildi.  Gazeteler basıldı;  çalışanları derdest edildi. Onlarca gazete, dergi ve televizyon kapatıldı. Abartısız binlerce gazeteci işsiz kaldı, yüzlercesi tutuklandı, bırakıldı;  an itibari ile yüz otuz (130) gazeteci tutuklu.
·        İnsanlığın ve hayvanların doğal yaşam alanları talan edildi, ediliyor.  Dereler, tepeler, sular, ormanlar rantçı yamyamlara peşkeş çekildi.  
·        Bu süre zarfında yoksulluk, işsizlik, göçler ve savaşlar doğalmış ve olağanmış gibi gösterildi. Toplu katliamlar kanıksatılmaya çalışıldı;  “şehadet” edebiyatı ile ölüm kutsandı.   

Devrimciler, bu ülkede yıllarca faşizmin ve savaş kışkırtıcılığının nasıl bir kaotik bir zeminde ve hangi apolitik/lümpen yığınlar üzerinden güç ve yaşam bulduğunu, faşistlerin, paramiliter güruhların ve örgütlü katillerin hangi kitle ruhuna dayandığını, yine ne tür bir kitle üzerinden can devşirdiğini, kan tazelediğini anlatıp durdular.
 
Yine devrimciler, faşizmin “geçit” verilecek ya da verilmeyecek, gelip giden bir dışsal, yapay, yasalarla, KHK’larla sınırlı, “kimi kez” konjonktürel bir olgu olmadığını, aksine kurumsallığı, sürekliliği, en fazla mevcut devlet klikleri arasında paylaşılamadığı konusunun altını çizdi durdu. Kabaca, kimi dönemlerde postal giyip apolet takmasını, bazı koşullarda da sakal bırakıp cübbeye bürünmesini, bu yüzden kavgada şamar aranmaması gerektiğini bıkıp usanmadan yazıp çizdi.

Şimdilerde bizlere düşense, faşizmin kurumsallığı ve sürekliliği esprisinden hareketle, klişe ve alışılmış bir “direnme” hakkının ötesinde, elbette süreklilik arz eden, “mağduriyet” geleneğinden sıyrılmış, dayanışmacı, olabildiğince geniş, kurumsal ve örgütlü bir mücadeleye sarılmaktır.  Aydınlanmaya ve de kurtuluşa giden yolda, başka beklentiler içinde olmak, halktan, işçi sınıfından başka güçlere bel bağlamak düşten ve yanılgıdan başka bir şey olmayacaktır.


Hasan Oğuz Bilgen, 05.11.2016, Kanallar Atölye.    

BİLİNENİN TEKRARI “KURTULUŞA KADAR SAVAŞ “ ANLAMINA GELİYORSA…

BİLİNENİN TEKRARI  “KURTULUŞA KADAR SAVAŞ “ ANLAMINA GELİYORSA…

Raportör Kati Pira, Federica, Schulz gibi, Avrupa Birliği Kapitalizminin parlamenter muktedirlerinden “Türkiye’den kötü kokular geliyor… Hukuksuzluğun son perdesi: HDP’li vekiller günah keçisi oldu…” mealinde, kazan çömlek patladı dedirten zehir zemberek açıklamalar yapıldıkça, sütliman lanse edilmeye çabalanan piyasaların ve dahi egemenlerin tadı kaçıyor. “Kredi Notu” düşüyor (ne işe yarıyorsa?), yüzler ekşiyor.

Bilumum bilmem ne kıymetler borsalarının, yani piyasaların ve yüz seyirmelerinin kaynaklarına inmek için, pedagog, iletişim uzmanı filan olmak gerekmiyor. İşte tam da burada İslamcı faşizmin dış dünyaya yöneltilmiş vitrinine, uluslar arası tekelci kapitalizme dönmüş yüzüne bakmak yetiyor.  Senaryosu muhtemelen emperyalist güçlerce yazılmış filmin setinde İslamcı faşizmin führerini, öyle hemen çıplak gözle ayırtına varılamayan belli belirsiz bir telaştır alıveriyor.  

Durum böyle olunca, Batılı terecilere tere satamayan tekçi/tek adam frekansını Suudilere, örneğin Katar gibi Arap Emirliklerine ayarlıyor.

Ne diyor, Katar merkezli El-Cezire televizyonuna nafile demeçler veren diplomasız adam:  “ Demokrasinin tanımını, laikliğin tanımını yeniden yaptık…”  Yetmiyor, ders vermeyi sürdürüyor:  “ Okudukça, yaşadıkça, tecrübe ettikçe değişimi bizatihi görüyorsunuz.  Bu değişim esnasında yerinizde sayarsanız, kaybeden siz olursunuz. Ol nedenle kendimizi geliştirmemiz gerek. Biz bunu başardık…”   Neyle başarmış?  “Peygamberin yol haritası sayesinde…” Öyle diyor.

Her ne kadar şantiyede Demirci Arif Usta’yı çok sinirlendiren  “Malumun Tekrarı” biçiminde olacak olsa da,  şimdi hep birlikte bu “başarıya” ve de onun arkasındaki “değişim”de ulaşılan “takdire şayan” son noktaya bir göz atalım:

·        AKP’nin 14 yılında uyguladığı gerici/kapitalist cinsiyetçi politikalar en çok kadınlarla emekçilere vurdu.  Hasbelkader iş bulanlar hoyratça, fütursuzca çalıştırılıp sömürülürken, büyük çoğunluğu eve/mutfağa tıkılmaya çalışıldı. Aynı iktidar boyunca kışkırtan, koruyan yasa ve uygulamalarla,  nefret/kin söylemleriyle altı bine (6000) yakın kadın göz göre göre vahşi cinayetlere kurban gitti.
·        AKP-Saray iktidarının özeti emekçiler açısından tam bir cehennemdi. Taşeron sistemi adeta yasal bir hal aldı, iş güvencesinin sadece adı kaldı.  Uluslar arası çalışma standartlarında en doğal hak olan grev hakkı defalarca gasp edildi. Meşhur Orta Vadeli Program sayesinde kiralık işçilik üzerinden köleci toplum tesis edildi.   
·        İSİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği) Meclisi’nce hazırlanan son Çalışma Yaşamı Raporu’na göre, ekim 2016 yılında resmi kayıtlara geçen yüz altmış beş  (165), yine içinde bulunduğumuz yılın ilk on (10) ayında bin altı yüz (1600) işçi,  iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.  İSİG Meclisi’nin yanında SGK resmi verileri de dikkate alınarak hazırlanan aynı rapora göre, AKP-Saray iktidarı boyunca  toprağa verdiğimiz işçi yoldaşlarımızın sayısı on sekiz bin altmış yedi (18067).
·        Bu sayı ve kıyım onlara elbette yetmiyor:  AKP-Saray iktidarı inşaat alanında, tarımda, madencilikte, taşımacılıkta, ulaşımda, düşme, ezilme, göçük altında işini bitiremediği sınıf kardeşlerimizin geleceğini, geçtiğimiz hafta yayınlanan hükümetin 2017 yılı programıyla karartmaya çalışıyor.  Söz konusu program bilineceği üzere, işçinin bir yıl çalışıp hak ettiği tazminat hakkının “fon” ya da “bireysel emeklilik” adı altında gaspını “hayata geçirilmesi gereken tedbirler” olarak görüyor.
·        Sağlık alanıysa tam bir facia… Tek cümleyle, hastanın hastaneye girişinden çıkışına, ilaca erişiminden tedavinin sürdürülmesine ticarileştirilen, ihaleye ranta açılan insan ve insan sağlığının durumu içler acısı.  Bu acıyı hafifletmek amacıyla(!) olsa gerek, sağlık kurumlarında görevlendirilen maaşlı imamlar hastalara dini telkinlerde bulunuyor.
·        Eğitim yaz/boz tahtasına döndürülmüş durumda… Gençlerin girebildikleri, okuyabildikleri, devam edebildikleri bir okulları olmadığı gibi, yaşamlarını sürdürebilecekleri işleri de yok. Hal böyle olunca elbette umutları da yok. Bu durumda olan gençlerimizin oranı %30… Bu oran acıdır ki, sayısal anlamda yaklaşık 5 milyon 340 bine tekabül ediyor.
·        Çalışma alanında sadece tek bir konfederasyonun (KESK’in) bildirdiğine göre, OHAL kapsamında yayımlanan Kanun Hükmünde Kararnamelerle 11 binin üzerinde KESK üyesi açığa alınırken, bin dört yüz (1400) çalışan da kamudan ihraç ediliyor.           
·        Basın ve yayın alanında ifade özgürlüğü, dolayısıyla halkın özgür ve bağımsız haber alma özgürlüğü katledildi.  Gazeteler basıldı;  çalışanları derdest edildi. Onlarca gazete, dergi ve televizyon kapatıldı. Abartısız binlerce gazeteci işsiz kaldı, yüzlercesi tutuklandı, bırakıldı;  an itibari ile yüz otuz (130) gazeteci tutuklu.
·        İnsanlığın ve hayvanların doğal yaşam alanları talan edildi, ediliyor.  Dereler, tepeler, sular, ormanlar rantçı yamyamlara peşkeş çekildi.  
·        Bu süre zarfında yoksulluk, işsizlik, göçler ve savaşlar doğalmış ve olağanmış gibi gösterildi. Toplu katliamlar kanıksatılmaya çalışıldı;  “şehadet” edebiyatı ile ölüm kutsandı.   

Devrimciler, bu ülkede yıllarca faşizmin ve savaş kışkırtıcılığının nasıl bir kaotik bir zeminde ve hangi apolitik/lümpen yığınlar üzerinden güç ve yaşam bulduğunu, faşistlerin, paramiliter güruhların ve örgütlü katillerin hangi kitle ruhuna dayandığını, yine ne tür bir kitle üzerinden can devşirdiğini, kan tazelediğini anlatıp durdular.
 
Yine devrimciler, faşizmin “geçit” verilecek ya da verilmeyecek, gelip giden bir dışsal, yapay, yasalarla, KHK’larla sınırlı, “kimi kez” konjonktürel bir olgu olmadığını, aksine kurumsallığı, sürekliliği, en fazla mevcut devlet klikleri arasında paylaşılamadığı konusunun altını çizdi durdu. Kabaca, kimi dönemlerde postal giyip apolet takmasını, bazı koşullarda da sakal bırakıp cübbeye bürünmesini, bu yüzden kavgada şamar aranmaması gerektiğini bıkıp usanmadan yazıp çizdi.

Şimdilerde bizlere düşense, faşizmin kurumsallığı ve sürekliliği esprisinden hareketle, klişe ve alışılmış bir “direnme” hakkının ötesinde, elbette süreklilik arz eden, “mağduriyet” geleneğinden sıyrılmış, dayanışmacı, olabildiğince geniş, kurumsal ve örgütlü bir mücadeleye sarılmaktır.  Aydınlanmaya ve de kurtuluşa giden yolda, başka beklentiler içinde olmak, halktan, işçi sınıfından başka güçlere bel bağlamak düşten ve yanılgıdan başka bir şey olmayacaktır.


Hasan Oğuz Bilgen, 05.11.2016, Kanallar Atölye.