29 Temmuz 2016 Cuma

DEVRİMDE SAĞLAM BİR DEVRİMCİ KİMLİK: NURETTİN GÜRATEŞ


27 Temmuz 1978 günü ekip otosu ile Adana Devlet Hastanesi’ne getirildiğinde, polis kurşunu ile karın boşluğundan hafif yaralıdır. Ciddi bir kanaması yoktur.  Adana Devlet Hastanesinin acil servisinde ölümcül olmayan mermi yarasına ilk müdahalesi yapılırken bilinci açıktır.

Sağlık görevlileri ameliyat sonrası gönül rahatlığı ile koluna serum bağlarken, sivil polisler de onu ayak bileğinden yatağına kelepçeleme telaşındadırlar. Doktorlar ilerleyen saatlerde ifade alma konusunda ısrarcı olan polislere, Hipokrat dillerince karşı çıkmaya yeltendilerse de, “emir büyük yerden” geliyordu… Doğaldır ki, çok fazla direnemediler.

Ama, Nurettin Gürateş direndi.

“THKP-C sevdalısı olduğunu, devrimcilik yaptığını, işçi sınıfı ve emekçi halk için  savaştıklarını, amaçlarının sadece devrim yapmak olduğunu, bankaya da bunun için girdiklerini…” ısrarla tekrarlayıp durdu.

Yeni doğan gün içinde emniyet tarafından olayın takipçisi olan basın emekçilerine “yaralı banka soyguncusu kurşun yarasından öldü” şeklinde basit ve kısa bir “bilgi” verilir.

O gün, o hasta servisinde görevli olan hemşirenin anlatımıysa çok açık ve nettir:  

“Yaralı hastamız normal bir insana göre biraz fazla olan kilosunun karın bölgesinde oluşturduğu yağ dokusu sayesinde, boşluğuna isabet eden 9 mm. kurşunun ölümcül etkisine maruz kalmamıştı.  Yani, saplanan kurşunun hasarı o cüssedeki bir yaralının ölümüne sebebiyet verecek kadar ciddi değildi.

“Yaralı hastamızın bilinci hastanemize getirildiği saatten itibaren açıktı… Ameliyat esnası dahil hiçbir zaman şoka girmedi. Servise çıkarıldığında, hastaneye doluşan polislerden fırsat buldukça benimle konuşmaya, bir daha zamanı olmayacakmış, olamayacakmış telaşı içinde bir şeyler anlatmaya çalıştı.

“Kısaca, devrimci olduğunu, soyguncu ve bozguncu olmadığını, bir kamulaştırma operasyonunda yaralandığını… Polislerin en az kendisi kadar kararlı ve ciddi olduğunu, kendisini ilk fırsatta öldürmeye kalkışacaklarını” anlattı.  Ardından (zaferin er ya da geç direnenlerin olacağını,  sonuçta mutlaka emekçilerin, halkın kazanacağını) ekledi.

“Tüm bunları, o yaralı vaziyette, yatağına ayağından kelepçeliyken anlatırken, insanda hayret uyandıracak biçimde sakin ve soğukkanlı idi.

"Ancak adını, soyadını vermedi, doğum yerinden, memleketinden hiç söz etmedi. 

“Sadece, aslında mesleğinin öğretmenlik olduğunu, bir süre, yine yer belirtmeden Anadolu’nun bir ilçesinde Türkçe öğretmenliği yaptığını da özelikle belirtmesi gerektiğinin ısrarı içinde olduğunu fark ettim.

“İlerleyen günde bir daha onunla konuşma fırsatımız olmadı. Belki de anlatacağını anlatmıştı. Ben, yattığı koğuşa girip çıktıkça, böylesi bir gönül rahatlığı içinde bana bakıp belli belirsiz gülümsüyordu. Ertesi gün, koğuşa farklı bir sivil giyimli  -savcı olduğunu tahmin ettiğim- kişi geldi, bir şeyler konuştular ve gitti.

“Son olarak, günün ilerleyen bir saatinde, ayak bileğinden yatağına bağlı olmasına ve yarasına rağmen moralinin çok yerinde olduğunu, hatta son cümlelerinden birinde (polislerin kendisinden nasıl korktuklarını ve nasıl da panik içinde olduklarını konusunda) espri bile yaptığını söylemeliyim…

Canlı tanık hastane hemşiresinin anlatımından…     

  


25 Temmuz 2016 Pazartesi

KÖTÜ BİR YAZI DİLİ, SUSPUS BİR DİLDEN YEĞDİR…

KÖTÜ BİR YAZI DİLİ, SUSPUS BİR DİLDEN YEĞDİR…

İlk bakışta gün içindeki ilişkileri asker-kışla ilişkilerini anımsatan şantiye ortamında, ayaküstü sorulan her patavatsız soruya Arif Usta’nın yapıştırdığı yanıt açık ve nettir: “ Bizim banka hesaplarımız da, sosyal medya hesaplarımız da bellidir.  Kapatılan ve çekilen hesap yoktur. Ali Baba’nın Masalları’nda sapla saman hiçbir zaman ve asla karıştırılmamış, her koşulda hırsızsa hırsız, diktaya dikta, darbeye darbe denilmiştir.”

Sözü dolandırmadan, hemen ilk ağızdan demirci ustasından aktarmaya devam etmekte yarar var:  “ Devrimci dediğin, devede paldum ben seni aldım tarzında tepeden inme her şeye, her emrivakiye karşıdır. Bu beyanın doğrulaması, bu güne dek emeğin kazanımlarına, temel hak ve özgürlüklere her fırsatta, koşulda vurulan darbe üstüne darbelerdir. Ve elbette girişilen son darbedir.

“ 12 Mart 1971’de de, 12 Eylül 1080’de de postalın çelik burnunun kaval kemiğine vurduğu darbe dayanılmazdı. Postaldan nasibini alan iki büklüm oldu, tamam da… Dayandık mı, dayandık. ( Bu ara, siz hiç kaval kemiğinize hatırı sayılır bir darbe aldınız mı?)  15 Temmuz’daki yeşil postalsa, sahibinin TRT’yi hala kırk yıl önceki tek etkili ve yetkili borazan olarak gördüğünden olsa gerek direkten döndü. Darbe kaval kemiğini bulmadı.

“ Şimdi bunun için sırf kim vurduya gitmemek telaşı ile, darbeye karşıtı gazete ilanlarının altına adını yazdırmaya çalışmak ne denli inandırıcı, ne denli içtendir?  Alnı üç hilallisi de karşı bu kez! Oysa marifet sadece karşı olunduğunu açıklamaktan çok neyden yana, neyin, kimin yanında olduğumuz değil midir?  (Darbeye karşıyım) derken, 13 yıldır bu gün yaşananların, gelinen noktanın tek sorumlusu olan Anayasal kurumlardaki yozlaşmaya, gericileşmeye de,  her alandaki kokuşmaya, çürümeye de burnunu, kulağını, gözünü kapat!!  Ürkek ve utangaç adam her neresini kapatırsa kapatsın, gözümüzün önünde, dört bir yanımızda bir şeyler oluyor.

“ 15 Temmuz akşamı Osmanlı’daki “Urun ha!” vakıasını aratmayacak denli trajik olayların sonrasında koparılan (Saray ve AKP destekli) kuru gürültü de yabana atılır cinsten değil.  Bir gün sonra, 16 Temmuz akşamı Sarıyer’den fireni boşalmış kamyon gibi harekete geçen “darbe karşıtı” salyalı güruh, askılı-bluzlu kadınlara (Bundan sonra, böyle giyinin de görelim bakalım) çemkirmesiyle, bir siyasi elitin (Bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacak) iletisi nasıl da birbiriyle örtüşüyor.  Ne var ki terzi provası değil, başka bir şeylerin provası… Bu prova ile halkı test eden adamlar, sakallı-cübbeli de olsalar, sabırlı bir laborant edası ile bilimin deneme-yanılma yönteminden bir şeyler çıkarmak, bir yerlere varmak istedikleri kesin.

Bir şey daha:  Her şey 15 Temmuz akşamı başlamadı ki, (Memleket çok büyük bir felaketin eşiğinden dönmüş) olsun!  Aysbergin görünmeyen, dillendirilmeyen su altındaki kısmında, 1980 sonrası sırtların okşanması, Özal ve sonrası dönemlerde kaşınması, son on dört yıldır da anayasal kurumların yozlaştırılması var.

“ Peki malum gecenin sonrasında ne oldu?  (Hainlerin elinden kurtarılan demokrasi) alanlara, sokağa hakim kılınabildi mi?  Ortalık yumuşayıp sütliman mı oldu?  Huzur mu bulduk?  Bu basit soruların yanıtlarını, üç maymunu oynamayı hiçbir zaman asla kabul etmeyenler, özellikle de kaval kemiklerinde hala ince bir sızıyı duyumsayanlar çok iyi biliyorlar.  OHAL’in hızla kararan bir gökyüzü, el yordamıyla bile ilerlemenin çok zor olduğu sisli, tekinsiz bir hava ve önünüze çıkıveren asit kuyuları olduğunu…

Bir şeyi daha çok iyi biliyorlar;  her türlü darbeye, baskıya, işkenceye ve hak kaybına karşı çıkmaktan ve direnmekten başka bir yol, başka bir çare olmadığını…

Demirci Arif Usta, 25.07.2016, Fen İşleri Şantiyesi

KÖTÜ BİR YAZI DİLİ, SUSPUS BİR DİLDEN YEĞDİR…

KÖTÜ BİR YAZI DİLİ, SUSPUS BİR DİLDEN YEĞDİR…
İlk bakışta gün içindeki ilişkileri asker-kışla ilişkilerini anımsatan şantiye ortamında, ayaküstü sorulan her patavatsız soruya Demirci Arif Usta’nın yapıştırdığı yanıt açık ve nettir:
“ Bizim banka hesaplarımız da, sosyal medya hesaplarımız da bellidir. Bu güne dek kapatılan, çekilen hesap yoktur. Ali Baba’nın Masalları’nda sapla saman hiçbir zaman ve asla karıştırılmamış, her koşulda hırsızsa hırsız, diktatöre diktatör ve de darbeye darbe denilmiştir.”
Sözü dolandırmadan, hemen ilk ağızdan demirci ustasından aktarmaya devam etmekte yarar var:
“ Devrimci dediğin, devede paldum ben seni aldım tarzında tepeden inme her şeye, her emrivakiye karşıdır. Bu beyanın doğrulaması, bu güne dek emeğin kazanımlarına, temel hak ve özgürlüklere her fırsatta, koşulda vurulan darbe üstüne vurulan darbelerdir. Ve elbette girişilen son darbedir.
“ 12 Mart 1971’de de, 12 Eylül 1080’de de postalın çelik burnunun kaval kemiğine vurduğu darbe dayanılmazdı. Postaldan nasibini alan iki büklüm oldu, tamam da… Dayandık mı, dayandık. 15 Temmuz’daki yeşil postalsa, sahibinin TRT’yi hala kırk yıl önceki tek etkili ve yetkili borazan olarak gördüğünden olsa gerek direkten döndü. Darbe kaval kemiğini bulmadı.
“ Şimdi bunun için sırf kim vurduya gitmemek telaşı ile, darbe karşıtı gazete ilanlarının altına adını yazdırmaya çalışmak ne denli inandırıcı, ne denli içtendir? Alnı üç hilallisi bile, darbeye karşı bu kez! Oysa marifet sadece karşı olunduğunu açıklamaktan çok neyden yana, neyin, kimin yanında olduğumuz değil midir?
" Hem 'Darbeye karşıyım' de, hem 13 yıldır bu gün yaşananların, gelinen noktanın tek sorumlusu olan Anayasal kurumlardaki yozlaşmaya, gericileşmeye de, her alandaki kokuşmaya, çürümeye de burnunu, kulağını, gözünü kapat!! Ürkek ve utangaç adam!! Her neresini kapatırsa kapatsın, gözümüzün önünde, dört bir yanımızda bir şeyler oluyor.
“ 15 Temmuz akşamı Osmanlı’daki “Urun ha!” vakıasını aratmayacak denli trajik olayların sonrasında koparılan (Saray ve AKP destekli) kuru gürültü de yabana atılır cinsten değil. Bir gün sonra, 16 Temmuz akşamı Sarıyer’den fireni boşalmış kamyon gibi harekete geçen “darbe karşıtı” salyalı güruh, askılı-bluzlu kadınlara (Bundan sonra, böyle giyinin de görelim bakalım) çemkirmesiyle, bir siyasi elitin (Bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacak) iletisi nasıl da birbiriyle örtüşüyor. Ne var ki terzi provası değil, başka bir şeylerin provası…Bu prova ile halkı test eden adamlar sakallı-cübbeli de olsalar, sabırlı bir laborant edası ile bilimin deneme-yanılma yönteminden bir şeyler çıkarmak, bir yerlere varmak istedikleri kesin.
" Bir şey daha: Her şey 15 Temmuz akşamı başlamadı ki, (Memleket çok büyük bir felaketin eşiğinden dönmüş) olsun! Aysbergin görünmeyen, dillendirilmeyen su altındaki kısmında, 1980 sonrası sırtların okşanması, Özal ve sonrası dönemlerde kaşınması, son on dört yıldır da anayasal kurumların yozlaştırılması var.
“ Peki malum gecenin sonrasında ne oldu? (Hainlerin elinden kurtarılan demokrasi) alanlara, sokağa hakim kılınabildi mi? Ortalık yumuşayıp sütliman mı oldu? Huzur mu bulduk? Bu basit soruların yanıtlarını, üç maymunu oynamayı hiçbir zaman asla kabul etmeyenler, özellikle de kaval kemiklerinde hala ince bir sızıyı duyumsayanlar çok iyi biliyorlar. OHAL’in hızla kararan bir gökyüzü, el yordamıyla bile ilerlemenin çok zor olduğu sisli, tekinsiz bir hava ve önünüze çıkıveren asit kuyuları olduğunu…

" Bir şeyi daha çok iyi biliyorlar; her türlü darbeye, baskıya, işkenceye ve hak kaybına karşı çıkmaktan ve direnmekten başka bir yol, başka bir çare olmadığını…

Demirci Arif Usta, 25.07.2016, Fen İşleri Şantiyesi