30 Ağustos 2015 Pazar

BİR LENNİE-DEBİ İRONİSİ ÜZERİNE

BİR LENNİE-DEBİ İRONİSİ 

İçinden çıkılmaz gibi görünen çetrefilli durumlarda, genellikle o anı kurtarmak için ayaküstü, kolayca ediliveren kimi sözler vardır. Ne için söylendiği ve hangi sorundan hareketle sarf edildiği belli olsa da, o söylemin ne anlama geldiği ve ucunun nereye dokunduğuna pek bakılmaz.

Kulağımıza hoş gelse de, o anki ruh halimizle örtüşse de, yaşamın kendisi göz önüne alındığında, bu sözler ülke gerçekleri üzerinde teğellenmiş gibi durur. Ne var ki, söz kestirilip atılmış sapla saman karışmıştır. Kuvvetli olasılıktır ki, sorunun kaynağı ve sorumlusu olanlar badem bıyıklarının altından, utanmaz ve aşağılık sırıtmalardadır.

 *  *
“Trafik Canavarı” en çok sözü edilen ve sıkça duyulan deyişlerden birisidir. 

O “canavar”, kapitalizmin önemli ayaklarından biri olan otomotiv sanayinde ve elbette ki bununla yakından ilintili olan, taşeron ve ihale sisteminin semizlendiği ve cirit attığı oto yollarda görülür. Ne acıdır ki yorgun tatil dönüşlerinde, neşeli bayram günlerinde bolca mesai yapar. Avrupa’da böylesi esnek ve kuralsız çalışan, artı değer üzerinden insan kanı, canı ile beslenen canavara an itibari ile rastlayan olmamıştır. O diyarlarda yolda belde bir sakatlık bir talihsizlik olsa bile bu, raporlarla ve belgelerle sabittir ki yüzde seksen teknik nedenlerle olur.  

Bizde ise olay genelde tekel karı-artı değer, özelde alkol-adrenalin ve dahi cehalet merkezlidir. Başta sermaye güdümlü kukla medya olmak üzere sistemin tüm kurum, kuruluş ve pek bi ciddi beyefendileri konunun sosyal- ekonomik merkezini yüzde yüz, paso pas geçerler. Yollardaki kaçış rampaları misali bir kaçış cümleleri mutlaka vardır. Karşıdan bakıldığında bu ülkeyi ve insanını düşünüyormuş, seviyormuş gibi bilgece edilmiş derin bir söz gibi gelir. Daima hazır ve nazırdır. Her sıkışık anda, her daim imdada yetişir: “Eğitim Şart”! 

*  *  *
“Biz adam olmayız” kaçamak sözünde de, topu saha dışına atmak gibi bir kolaycılık vardır. Ardından kimi zaman “Sallandıracaksın bir kaçını...” ukalalığı gelir. Bu adam olamamak ön yargısı ile histerik "sallandırmak" arzusu arasında mantıklı, açıklanabilir ve anlaşılabilir bir ilişki kurulmaya çalışılır. Söz konusu konuşma dili nedense altmış, yetmiş yaş üstü yurdum insanında görülmektedir.

*  *  *
Bir de “İş Kazası” kıvırtması var ki, “ bir olaya sünger çekme” deyimine verilebilecek en güzel, en sahici ve en güncel örnektir. İlk sözdeki korkak ve dolambaçlı anlatımla ikincisindeki karşı konulmaz arzu tıpatıp uyuşmakta, birebir örtüşmektedir. Sağlam ve güvenlikli üretim maddesi ve koruyucu malzeme için harcanacak, harcanması gereken parayı zarar ve müsriflik olarak gören taşeron patronunun neden olduğu cinayeti, alkollü araç kullanmaya, bir hatalı sollamaya indirgeyip önemsizleştiren anlayışa ne demeli? “İş Kazası” ha!  

İstem dışı, umulmayan bir olay dolayısıyla bir kimsenin, bir nesnenin veya bir aracın zarara uğraması”  diye yazıyor TDK sözlüğü… “Kaza” ha!  

Örnek verilecek olursa, yetkili mühendis uyarısına karşın güçlendirilmeyen baraj tahliye kapağının bir an gelip tonlarca suyu zapt edememesi istem dışı bir durum!  Öyle ya, kimse istemez böyle “üzücü bir olay”ı… Özellikle de yatırım sahibi... Umulmayan, “üzücü olay”lar çoğaltılabilir; düzenli bakımı öldür Allah yapılmayan inşaat iskelesinin, servisi ihmal edilen asansörünün beklenmedik(!) bir zamanda çökmesi, yatakhane, barınma amaçlı kullanılan naylon barakaların bir anda tutuşması gibi…

*  *  *
“Doğanın Gazabı”na gelince… İbret veren(!), ders çıkarttıran(!) lafızların başında geliyor olmalı. Lafazanlık yarışında dereceye giremese bile mansiyon alabilir. 
“Hopa’da doğanın intikamı korkunç oldu!” Siyah beyaz bir Yeşilçam filminden sıyrılıp gelmiş replik sanki. “Doğa intikam alıyor!” gibi başlıklar saçma diyor L.Doğan Tılıç ve sürdürüyor: “İntikam insanın işi!”

Bir çayın bir nehrin bir noktasından geçen su miktarı (hacim olarak) 15-20 dakika içinde 100 kat, ilerleyen dakikalarda 1000 kat artarsa ne olur?  

Bu sosyal problemin yanıtı, orta okul yıllarımızın terleten havuz hesabının yanıtı kadar zor değil!  Buraya kadar görünen, kendi mecrasında barış içinde, buldozersiz, betonsuz akıp duran çayın iyi hali… Bu en sıradan doğa olayına, bu doğal işleyişe yanlış ve bilgisiz debi hesaplamaları, var olan jeolojik yapının (arazi eğimleri, yapısal denge v.s.) ve bölgenin yağış miktarlarının dikkate alınmaması, sadece ama sadece bireysel/siyasi çıkar amaç güdülerek arazilerin, doğal örtünün, dere yataklarının tarıma, yerleşime açılması, özcesi rant üzerinde yükselen kent politikaları eklenince işte o zaman olan olur! 

An gelir; iyi yürekli insan azmanı Lennie’nin avucundaki minik fare soluk alamaz olur, dev adamın avucunda son nefesini verir. Fareciğin talihsiz ölümü ile “Fareler ve İnsanlar”ın kahramanı Lennie’nın dev cüssesinin ve karşı konulmaz gücünün uzak yakın bir ilgisi yoktur. Dere yatakları hafriyatla, beton yapılarla doldurulmasaydı, sulak alanlar imara açılmasaydı, dağlardan özgürce inen serin dağ sularını bakımı yapılmamış, tıkanmış menfezler, dağlara paralel uzayıp giden sahil yolu, asfalt dolgular karşılamasaydı… Ah, bunlar hiç olmasaydı.

Her doğa parçası, her coğrafya, her Fırtına deresi, bizden yana, yaşamdan yana yufka yürekli bir Lennie’dir… Her Lennie ise, biz onu dürtüklemedikçe, kendi özgür ve doğal ortamında kendi halince yaşayıp giderken, onu sıkboğaz etmedikçe zararsız çağlayıp denizlere akan bir devdir.

*  *  *

Sıcakdere coğrafyasının dağlara doğru yükselip giden ıssız bir koyağında süren, koşullara göğüs germek ve zorluklarla ile mücadele etmekle, gerektiğinde doğanın gücüne biat etmenin diyalektik uyumunu yakalamış bir yalnız yaşamın solucanlarca kımıltılarını, kıpırtılarını aşağıdaki düzlükten fark edemiyorsunuz. O serin yerde, dağın derinliğine ilerleyen o koyağın çetin koşullarında şaşırtıcı biçimde barış içinde yaşayan bir doğa adamı, bir bilge adam yaşar. Seksenine yaklaşmış olan yaşlı adam, insanı hayrete düşürecek denli dinç ve sağlıklıdır.

Elektriği yoktur; kendisi ve yetiştirdiği ağaçları için gerekli olan suyu, kulübesinin sırtını yasladığı yüksek kayanın derin yarığından sızan buz gibi sudan sağlar. Yine bir sabah, henüz tan yeri ağarmadan, kendi el emeği ağaç kulübesinde uyandığında, tahta kanepesinin altındaki manzara dışında her şey normal ve alışılageldiği biçimdedir. Taş zeminde hatırı sayılır irilikte bir yılan çöreklenmiş uyumaktadır.

Sabahın köründen akşamların ayazına dek, bilumum hayvan haşat, börtü böcekle iç içe yaşayan adamın aklından, ne az ötede asılı duran tek kırma tüfeğe uzanmak, ne de kapı eşiğinde dayalı duran kazma sapına yapışmak geçer. Davetsiz konuğunu rahatsız etmeden usulca doğrulur. Dışarı çıkar ve günün olağan akışı içinde işine gücüne bakar… İlerleyen saatlerde bir vakit, soluklanmak için kulübeye girdiğinde konuğunun gitmiş olduğunu görür.     

*  *  *

Oldum olası bana, John Steinbeck’in Lennie’siyle, bizim akarsularımızın insana ve kendisine ancak bir kelebek kadar zararı olan debisiyle çocukça oyun oynar gibi oynanmasının, dalga geçilmesinin arasındaki benzerlik ve de ilişki oldukça ironik gelir.  Her ikisi de, zamana, mekana ve ona davranış biçiminize göre, uslu bir çocuk, lambasının içinde mutlu ve huzurlu uyuyan bir dev gibidir.

Çağlar boyunca bilimin insanın ruhunu ve yolunu kararttığına tanık olunmamıştır. Ancak, bilimin ışığını yitiren ya da terk eden toplumların üzerine nasıl savaş, ölüm ve cehalet yüklü kara bulutların çöktüğünün, insanlarının nasıl açlık, sefalet, boğazlaşma ve katliamlardan kendilerini kurtaramayışlarının tanığı çoktur. 

Zıtların birliği ilkesi her daim doğruyu işaret etmiştir… Sıcakdere’li yaşlı adamın deyişiyle, “siz, siz olun bedeninizle, suyunu içtiğiniz, ekmeğini yediğiniz toprakla, altına sığındığınız damla fazla oynamayın.”

Koyaktaki cennetin çok değil birkaç kilometre aşağısındaki çınarlı kahvede papaz uçtu oynayan adama göre, yaşlı adam “delinin, yalancının teki”dir; üstelik “hikaye okumakta” ve de “bizim, uyuyan bir çöp dağını uyandırıp patlatan şanlı bir ülkenin evlatları olduğumuzu unutmaktadır.”

Hasan Oğuz Bilgen, 30.08.2015, Aliağa

4 Ağustos 2015 Salı

1980 ÖNCESİNE Mİ, 90'LI YILLARA MI DÖNELİM?

1980 ÖNCESİNE Mİ, 90’LI YILLARA MI DÖNELİM?

Her sıkıştıklarında bizlere ya da sokakta, durakta, pazarda karamsar gözlerle bakınan rastgele insanımıza, TV’lerden ya da alenen seçim alanlarında  (çoğu kez parmak sallayarak)  felaket tellallığına soyunmadılar mı?  Onca tanığı, belgeyi, fotoğrafı, reel verileri, toplum ve de siyaset bilimini hiçe sayarak, hatta aşağılayarak, utanmadan manipüle ederek… Pişkin edalarla ve insanın içine dokunarak küstahça, pespaye bir alaca karanlık atmosferi içinden “80 öncesine mi dönmek istiyorsunuz?” diye, bıktırıncaya, ürkütünceye, yürekleri karartıncaya sormadılar mı?

Gün geldi, devran döndü, savaş ve kaos politikalarıyla olacağı buydu;  siz memleketi çoktan 90’lı yıllara döndürdünüz… Şimdi, söz hakkı da, “cevap hakkı” da bizde olsa gerek.

Hiçbir şey olmamış, hiçbir şey olmuyormuş gibi yapıyorlar şimdilerde… Sanki bu ülkede 8 Haziran seçimleri olmamış gibi. Türkiye halklarının, alın teri ve dahi emek güçlerinin hatırı sayılır bir bölümü, “Bu AKP sultasının palası Demokles’in kılıcı gibi başlarımızın üzerinde sallanmasın, cehalet ve nefret mimarı baş imamın padişahlığı daim olmasın” dememiş sanki!.. Aynı, sayıları ve kimlikleri sayılır insanlar, ötelenen, barajların altına gömülmeye çalışılan HDP için ise, “Sen bu, yemişi bol, havası bol, her şeyi unutmaya hazır, barışmayı hak eden vefalı ülkede yasal, özgür, onurlu ve örnek bir politika yapmayı hak ediyorsun. Barajları geçebilirsin… Buyur şöyle…” dememiş gibi sanki hiç.

Çok değil, son iki haftadır olanı biteni, puslu tuzaklarda patlayan bombaları, silahları orantısız gücün hayata geçirildiği operasyonları, aleni infazları, hüzünlü kalabalıklar arasından süzülüp gelen asker ve gencecik insan cenazelerini burada yinelemek, sayıp dökmek, insanım diyenin, hala evrensel değerlerini yitirmemiş birinin zoruna gitmesin de ne gitsin? 

Zalimin iktidar hırsı ve hegemonya sarhoşluğu, günbegün bir nebze dahi olsun eksilmeden, en korkuncu “gerideki çocuklarımızı feda ederiz” çılgınlığı sürerken… Sahillerde paralı, yakışıklı beyefendiler, Ray-Ban gözlük yarıştıran hanımefendiler mutlu mesut arz-ı endam eylerken, “terörü kazımak için”  ülkemin devlet eliyle yakılan ormanlarında ve de çakırdikenli kırsallarında kırk derece sıcağın altında kaldırılmasına izin verilmeyen genç ölülerin cenazeleri bekliyor sessiz ve sitemsiz…

Ve paramparça yüreğimde uzanmış yatıyor Suruç ölüleri… 
O ölüler ki, yaşamalarına izin verilse, lime lime, unufak olmalarının göz yumulmasa, cehennem çukuruna itilmeselerdi, sırt çantalarında götürdükleri bebe giysileri, oyuncak ve tebeşirlerle umut çölünde barış gölüne maya çalmayı deneyeceklerdi. Olmadı. Olamadı. Öyle bir barbarlık, öyle bir tahammülsüzlük ki, değil Pir Sultan, Bedrettin, birer Hoca Nasrettin olmalarına bile izin verilmedi.

Önceki gün Akçakale’de, Toma’larla gelen ellerindeki Akrep’leri insanların gözüne sokan şakiler bir evi bastılar. Bu ev, Suruç toplu cinayetinden hasbel kader kurtulan engelli bir vatandaşın eviydi. “Orada işin neydi, nasıl kurtuldun, neden ölmedin?” sorularının sahibiyse, Suruç’u değil, o cehennemden saniyelerle sağ çıkan insanı sorgulayan zihniyetti. Aynı karanlığın cüceleri, daha birkaç gün önce “Orada neden HDP’liler yoktu?” deme gafletinde bulunmamışlar mıydı? 

O ellerden düşmeyen, okumak için sıraya girilen, iyi ki de okuduğumuz, o kitabın yazarı Dimitrov’u, tam da burada anmamak, anımsamadan geçmek haksızlık olur. Faşizm denilen, paranın saltanatının en kanlı, en vahşi belası, içinden çıkılması zor girdabı böyle bir şeydir işte… Yazar çizer, aklı işleyen işlemeyen, genç yaşlı, oradan geçen geçmeyen dinlemez; akıl mantık aramaz.  

Kimi zaman akıp giden hayatın bir yerinde ya da heyecanlı bir romanın ilerleyen sayfalarından birinde akıl tutulmasından söz edilir. Çoğunlukla bu sözcüğün ne anlama geldiği, akıl sağlığı ile yakından ilintili bu olgunun ne menem bir şey olduğu basitçe ve kolaylıkla anlatılmaya çalışılır. Dahası anlatılıyor, anlaşılıyor sanılır… 

Ne kolaydır, ne süslü ne zengindir yazı dili.  Ne zordur yaşamak, katlanmaya çalışmak.

“Ey açlık!  Seni midemde, iliklerimde, kanımın yuvarlarında duydum.”  diye bitirir Baba Evi romanını Orhan Kemal… Devam eder ve şapka çıkartır insana:  
“Ve sen, benim şefik ve rahim olan soyum, insan soyu, sen ebedi tokluğu fethedeceksin!..”  

Yaşasaydı ve bu dipsiz, sonu belirsiz zifiri karanlığa tanık olsaydı üstat, açlığın yanına zulüm sözcüğünü, fethedilecek “ebedi tokluğun” yanına, büyük insanlığın ezeli hasreti barışı ve halkların kardeşliğini de koyacaktı eminim.  Ben bunu, adımın, soyadımın her hecesini, her harfini bildiğim gibi bilirim.

Hasan Oğuz Bilgen, 05.08.2015, Sıcakdere.



05.08.2015 acı tarihine dair son dakika notu:  
O, bir Köy Enstitülü idi… Bana yeniyetme yaşımda Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sını okuttu.  İyi ki de okuttu. Mustafa Fikri Bilgen'di adı... İyi ki de benim babamdı… 
Ona da şapkamı çıkarayım da, dosta düşmana cesur bir mesaj olsun.  Kıssadan hisse, sevene de sövene de selam olsun.