28 Ağustos 2014 Perşembe

ÜTOPİA ADASI’NDAN MODERN BARBARLIĞA GÖNDERMELER…



ÜTOPİA ADASI’NDAN MODERN BARBARLIĞA GÖNDERMELER…

“ Arkadaşlar !  Karaoğlan’ın demokrasi serenatları, İsmail Cem’in TRT genel müdürlüğü makamı aklınızı çelmesin. Her kötü havanın öngünü zararsızdır; dingin olur. Veya insana öyle görünür. Bu ders, bir gün seçmeli ders düzeyine düşürülür, içi boşaltılmaya çalışılırsa moralinizi bozmayın. 

Felsefenin ‘lüzumsuz’, dahası hiç olmamış veya yok hükmünde kabul gördüğü sistemin, ağlarını ördüğü ilerleyen günlerinde saçak altında yürürken bile, daha dikkatli, çok daha tedbirli olmanız gerekebilir…

Zira hayatın hiçbir alanı, düşünen, soran sorgulayan insan için tekin değildir artık… Yine de korkmayın. Ülkeye, insanına, birbirinize daha çok sarılın. ”
.  .  .

Bu sözler daha ilk çağda öneminin ayırtına varılmış düşüncenin/düşünmenin gücüne inanmış bir felsefe öğretmeninin dersin bitimine yakın, “ Nasıl yaparım da bilgiyi hak eden bu genç beyinlerde birkaç soru baloncuğu daha uçuşturabilirim”  amacı ile ayaküzeri ettiği sözler olabilir.  Ya da olmayabilir de… Varsayın ki, sırf kulağa hoş gelsin diye yakıştırılmış birkaç söz olsun.  Ya da, ardı sıra bir replik bırakma ya da metafor yaratma meraklısı birisinin marifetidir diye düşünelim.

Önemli olan ve şu an anlatılmak istenense, yaşamın içinde zenginleşen, sorgulama eleğinden geçmiş,  ayakları yere basan ve isabetli bir öngörünün yeri ve zamanı olgunlaştığında olabilirliği,  sosyolojik anlamda ete kemiğe bürünmesidir… Ya da yasal ve meşru zeminlerde kurumsallaşarak,  toplumun hatırı sayılır çoğunluğu tarafından kabul görmesidir.  Anlatılmak istenen tam da budur.  Yakıcı olansa öngörünün  “hatırı sayılır çoğunluk” kısmıdır.   

Yaşadığımız günlerde,  aslında kurulu devlet düzeninin doğasından gelen baskıları, kıyımları, yoksulluğu, işsizliği  -biraz da, inceden bir mağduriyet hissiyatı içinde- dillendirirken,  haklı olarak tümüne karşı dururken, buradan kafaları bulandıran  sonuçlara da varılabiliyor. Bunca olup bitenler, baskılar, yıldırma operasyonları, “özellikle son on, on iki yıl içinde oluyor, yaşanıyor ve yaygınlaşıyor” yanılsaması gibi.  Oysa, Osmanlı’dan bu yana devletin zoru ve zorbalığı bu topraklarında sağır sultanların dahi malumu değil mi?

Ceberut devletin it dalaşı karakterinde olan iç tepişmeleri ise,  paylaşılmış ve konuşlandırılmış çıkar dengelerindeki köşe başlarının,  bu kez sağ-muhafazakar-dinci fanatizmin ve etnik ulusalcılığın mali/politik güç odaklarınca tutulmasından ibaret.

Yeni vesayet fatihi siyasal/militan İslamcı aşiretçiliğin mutlak hegemonya hırsı ve pastadan aslan payını alma telaşı, grevdeki işçinin sırtına, itiraz edenin kafasına gözüne, çalışanın maaş bordrosuna ve köprü altında kıvrılmış yatan meçhul kadının gözünün moruna farklı tonlarda, farklı dozlarda ve farklı barbarlıklarda yansıyor.  Bu biraz da işkencecimizin aynı olması, fötr şapkayı frakı atıp,  sarığa cübbeye sarılması gibi bir şey…

Değişmeyen, özkaynakların, zenginliklerin, ormanın, suyun, ezcümle ana şalterin piyasalara feda edilip, peşkeş çekilmesi… Değişmeyen, yaşamın her alanının, her anının maliyet ve karlılık kafası,  günü kurtarma mantığı ile ele alınması… Değişmeyen, düşüncenin ve düşünmenin uyarıcı, harekete geçirici enerjisini örtbas etmeye koşullanmış resmi kafanın yalanı olan, “düşün, düşün boktur işin” mavalının olur olmaz her yerde, bilerek ya da bilmeyerek  –birilerince özellikle bilinçli olarak- yinelenmesi…

Değişen,  her kuruma, her fabrikaya bir mescit,  okullarda din derslerinin yoğunlaştırılmış halleri,  mahalle mekteplerinde hızlandırılmış kuran kursları… 
Değişen, okullarda ezberlenmiş ve ezberletilmeye koşullu klişe bir iki göstermelik kişi/konu dışında, neredeyse felsefenin adının bile geçmemesi… Düşünme gücünün unutturulmak istenmesi…  Felsefe hocamızın ders bitimine yakın,  başımızda esen kavak yellerinin etkisi ile muhtemelen en çarpıcı bölümlerini kaçırdığımız sözleri, hoşsohbet konuşmasının şakacı sözleri olsaymış!

“ Saçak altları” dahil olmak üzere topyekun memleket sathında, el ele tutuşmanın, karşı çıkmanın, itiraz etmenin, soru sormanın, ağız dolusu gülmenin, hatta kahkaha atmanın güvenli olmadığı şimdiki zamanda,  kimimiz şaşkın, kimimiz sadece öfkeli… Kimileri, ayrıştırıcı nefret söylemleri ile üç hilalin mukaddesatına eklemlenmiş, hala statükonun aydın gardırobunda geziniyor öylece.  Cumhuriyetin doksan yıllık kalıplarını –Yeni bir ülke kurma yolunda- altüst ettiklerini, reformlar yaptıklarını, “Büyük değişimler” becerdiklerini halka inandıranlarsa Üsküdar’ı aşmak üzere… 

Ne yazıktır ki,  bazılarımız görüneni ve bilineni yazıp/anlatıp durmaktan yüzünü, halkla olan kesilmiş, koparılmış bağların onarılması ve yeni nefes boruları bulma sorunlarına dönemiyor.  

Ne umut vericidir ki,  kimilerimiz daha bilinçli, yapılması gerekenin ayırtında.. İnsanlığın evrensel düşü korunuyor. Uğruna bedeller ödemeye devam ettiğimiz hedeflerimizle ve değerlerimizle beslenen hayalimiz hak ettiği yerde, sol göğsümüzün altında… Bin bir engele, önyargılara, nefret politikalarına karşın, birleştirilip bir araya getirilmesi gereken halkların ortak mücadelesinde…

Bu düşünü, en kutsal bir hediye misali, emekçinin sıcacık tuttuğumuz ellerine, avuçlarının içine bırakmak, parmaklarını üzerine örtüp sahiplenmesini sağlamak gibi bir hayal bu.. Toprağı hep birlikte işleyip, ağı sulardan çekmek, ballı yemişleri hep birlikte yemek gibi bir hayal… 

Ortalık yerde olup bitene dair bilinci farklı damıtanların, sadece “hayalleri” yok!  Var olan hayali, temasla hızla yayılan tatlı bir elektrik akımı gibi,  insan sıcağı, insan gerçeği ile buluşturmak gibi bir derdi var.  IMF’nin acı reçetelerin acı ilaçlarını içmeleri örneği, özverilerin sürekli kendilerinden beklendiği öfkeli ancak suskun kalabalıklar ile paylaşmak gibi bir düş bu… Beş yüz yıl öncesinin, yalanın, işsizliğin, açlığın, hırsızlığın bilinmediği,  malın, mülkün, paranın, mücevheratın itibar edilmediği Ütopia adasını, devr-i AKP’de, bir kez daha düşlemenin vereceği keyif, huzur ve şaşkınlık duygusu çölde serap görmekle eşdeğer güzellikte olmalı.

Uygulanabilirliği olası, elle tutulmuş, gözle görülmüş insanlığın Spartaküs’ten beri su, hava gibi gereksinimi ve hakkı olan,  “Evrensel mutluluk” ve  “Kusursuz devlet” olarak özetlenmesi mümkün Ütopia,  ta 1500’lü yıllarda düşünülmüş ve üzerinde kafa yorulmuş.  
Ütopia adasında,  görevi sadece yönetmek ve yasaları uygulamak olan devletle aynı görüşte, özel mülkiyet duygusu olmayan, sularında inci elmas, topraklarında altın ve gümüş bolca olduğu halde, onlar için asla hırslanmayan, kan, ter, gözyaşı dökmeyen bir halk yaşar. Üretilen, yaratılan her şeyi ortaklaşa paylaşan, elle tutulanın, gözle görülenin dışında hiçbir şeyi yaşamlarının öznesi yapmayan, salt bilimin ve paylaşılan, bölüşülen bir yaşamın ve mutluluğun peşinde, eşit, özgür ve çobansız bir halk.

En başta yazalım: Thomas More’un Ütopia adası, “evrensel mutluluk”, “toplumca refah” özleminin ve de cennete yeryüzünde kavuşma arzusunun, insanlığın tarihi kadar eski olduğunun kabullenilmesi ve doğrulanması gibidir. Ancak detaylarına girildiğinde, dünyayı ve yaşamı ütopikte olsa yorumunun şaşırtıcı zenginliği ile birlikte, onun 16.yüzyılın barış ve kardeşlik manifestosu olduğu anlaşılacaktır.

Nasıl mı? Asla sıkıcı gelmesin… Şöyle:  

Ütopia yöneticilerine ve halkına göre, savaşa, baskıya ve sömürüye kurgulanmış klasik devlet anlayışının tersine,  Ütopia devletinin güvenliği, öncelikle kendi halkını baskılayacak, her daim saldırıyı, savaş kışkırtıcılığını ve işgali hedeflemiş  “ Büyük ve güçlü bir ordu” ya bağlı değildir. Hem, Ütopia insanı, o büyük ve güçlü ordu için çılgınca harcanan paraların, yoksulluğun en başta gelen nedenlerinden biri olduğunu,  para, pul, mal, mülk, arazi hırsından bağnazlığın ve barbarlığın, bunların bileşiminden de husumetlerin ve savaşların doğacağını çok iyi bilir.

Kanlı kavgalı bir savaşın olası kazançları, her Ütopialı için üzüntü, utanç kaynağıdır. Onlar için, boğazlaşmalı, vuruşmalı bir savaş hali çılgınlıktır;  insanlıkları adına tiksinti uyandırıcı, iğrenç bir durumdur.

Ütopia’da ne devletin ne de halkın aklından, komşularının topraklarını talan ve işgal etmek, ekinlerine, evlerine, bağlarına saldırmak, mallarını, hayvanlarını almak asla geçmez. Bu bilince ulaşmaları için özel bir eğitim filan da almamışlardır. Onlara göre, barış ve kardeşlikle örtüşen bir yaşamı sürekli kılabilmek, bunun için emek harcamak bir erdemdir. Bu erdem, insana sonradan/dışarıdan verilemez. Böyle düşünürler ve elbette bu felsefe üzerinden ilişkiler ve sistemler kurarlar.

Bunu, ağırlıklı olarak yaşam biçimlerinin merkezine yerleştirdikleri barış ve kardeşlik duygularına,  engin hümanizma kültürüne,  yöneticilerinin ötekileştirici ve nefret söylemlerinden uzak, sağduyulu ve birleştirici politikalarının sıcaklığına, bağışlayıcılığına borçludurlar.

Ütopialı “Altının, gümüşün, elmasın ve diğer değersiz taşların, eşsiz ana doğa tarafından, toprağın ve denizin derinliklerine gömüldüğünü, havanın, suyun, iyi ve gerçekten yararlı her şeyi gözler önüne serdiğine, yararlanmaya sunduğunu…” düşünür. Altın, gümüş, elmas ne takmaya, takıştırmaya, ne de uğruna savaşmaya, tanımadıkları suşsuz/günahsız insanlarla boğazlaşmaya değerdir.  O değersiz, anlamsız taşları orasına burasına takan, asan insan komik, onlar için birbirlerine düşmanlık duyanlar, hain ve tehlikeli planlar kuranlar da anlaşılmazdır.  

Bu yüzden takıları, hediyeleri de, kullandıkları tabak çanakları da ağaç, toprak ve camdandır. Uğruna kan dökülen şeylerin, aslında işe yaramaz, değersiz olduklarını göstermek,  onlara “layık oldukları değeri vermek”,  Thomas More’un ifadesi ile onları “kepaze etmek” için, yaşamlarının en bayağı ve sıradan işlerinde kullanırlar. 

Örneğin, hela oturaklarını, bulaşıklıkları, kadınlara, çocuklara ve ekinlere zarar vermiş tutukluların ve aklını kullanamayan diğer mahkumların zincirlerini altından ve gümüşten yaparlar. Köpek tasmalarına, sığırların boyunluklarına, yemliklerine (kimilerince “çok değerli” olan), “gösterişli” taşlar dizerler. Çocuk oyuncakları bu değersiz madenlerden yapılır, ayaklar altında dolaşır; minikler büyüdüklerinde de evlerde avlularda sağa sola, sokaklara, çöplüklere atılırlar.

Ütopia adasına gelen altın kolyeli, şatafatlı giysili yabancı konukların ve elçilerin peşlerine takılan onlarca çocuk tarafından alaya alınmaları, caddeler ve sokaklar boyunca peşleri sıra şen şakrak, dalgacı kalabalıkların olması, asla kaba ve kırıcı olmayan teneke çalarak yürümeler bu yüzdendir.

Ütopia halkı, ayın şavkı, suyun ve güneşin ışıltısı, toprağın bereketi, akıl ve kol gücünün erdemi, bülbülün nağmesi, güzel sanatların (örneğin resmin) ve müziğin büyüsü dururken, “eşek kadar aklı olmayan” insanların, “ bir incinin, bir elmasın ışıltısına”, “ vicdansızlığın, budalaca zenginliğin yanıltıcı pırıltısına kapılmasına” şaşarlar.  Ütopiada “ Doğa ve insanlık onuru, insanları birbirini sevmeye, yaşamın üretken ve sevinçli sofrasına ortakça oturmaya”, bütün nimetleri, ballı yemişleri hep birlikte tüketmeye çağırır.

“ Başkalarının rahatlarını kaçırıp, haklarını ellerinden alıp, kendi rahatını, zevkini artırmak doğaya, erdemlerine karşı durmaktır.”  Var olan yasaları, hakkı hukuku, gururu çiğnemeden,  mutluluğu, refahı ve eşitliği aramak, en akla uygun yöntem, bir insanlık görevidir.  Herkesin ortak iyiliğine, rahatına, huzuruna çalışmak bir din ve tapınma yoludur. Kendi bu gününü yarınını, rahatını düşünürken, başkasını rahatsız ve mağdur etmek haksızlığın, insafsızlığın, adaletsizliğin ta kendisidir.     
.  .  .

Ütopia yargısına ve adaletine göre, toplum her insana eşit bir gelecek ve güvenlik sağlamadığı sürece,  bir insanı sırf para çaldığı için öldürmek barbarlıktan başka bir şey değildir. Bu yüzden, orada, hırsızlanan her eşya sahibine geri verilir; eşya zarar görmüşse, ederi çalanın malının satışından kesilir.  Suçlu, halkın hizmetinde çalıştırılır. Ağırlaştırıcı bir neden yoksa ne zindana atılır, ne de altından yapılma, mücevherlerle süslü kelepçeye vurulur. Toplumca kabahatli bulunanlar çalıştıkları iş yerlerinin, bahçe ve bağların kulübelerinde yatıp kalkarlar.      

Sevgi içinde birlikte yaşama kültürü yerleşik bir hal aldığından, suç yok denecek kadar azdır. Yirmi dört saatin her anında, sokakların en ücrasında, arkaya dönülüp bakılmayan bir ülkede, insanlar neden birbirlerini öldürmeye yeltensinler?  Adada yalanı da, yalan sözcüğünü de bilmeyen bir halk yaşar. Birbirlerini kıskanmazlar… Neden kıskansınlar ki?  
Yüzleri bir, sözleri birdir;  birbirlerine göz dikmemeleri, ihanet etmemeleri, cana kıymamaları bu nedenledir. Kafalarında diğer düzenlerin, düzenbazların,  kırk tilkinin kırk kuyruğunun birbirine değmediği çetrefilli çıkar planları dolanıp durmadığından her daim dürüst ve yalansızdırlar.

“ Baba” dedikleri yargıçlar, onlara tepeden bakmaz.  İşlemeli giysileri, kaftanları yoktur. Sıradan halkın arasında, yakalarına taktıkları başak dallarından tanınırlar. Böyle kusursuz bir devlet ve toplum düzeninde, erdemli biçimde eğitildiklerinden yüzlerce maddelik yasa ve ciltlerce hukuk kitapları yoktur.  En sıradan çiftçilerin anlayabileceği, asla karmaşık olmayan, çok kısa, çok net, çok az sayıda yasa vardır Ütopiada.  Onlar için, başka uluslardaki sayısız hukuk kitabının ve sürekli konuşan, yorum yapan yüzlerce avukatın yeterli olmayışı hayret vericidir. Bu yüzdendir ki, vukuatın detaylarını kurnazca ele alan, laf kalabalığı yapan avukatların, para delisi noterlerin, içten pazarlıklı davavekillerinin, hele rüşvetçi yargıçların yeri yoktur.  .  .  .

Çalışma yaşamı içinde iş koşulları, beden sağlığı için de, ruh sağlığı için de eğitici, rahatlatıcı ve geliştirici olmalıdır.  Ütopia adasında günlük çalışma saati altı (6) saattir; bu süre kesinlikle şaşmaz.  Üç saati öğleden önce, üç saati öğleden sonra olmak üzere, gün içinde sadece altı saat çalışırlar.  Sekiz saatlerini uykularına, özel yaşamlarına ve dinlenmelerine ayırırlar.  Geriye kalan uzun bir on saat ise, asla başıboş ve haylazlıkla geçmez.  Yaşamın içinden gelen, yaşamsal konularla, sorunlarla ilgili, tarihi, bilimi, coğrafyayı, sanatı araştıran dersler görür;  anılan konuların uzmanı bilginlerin, bilge kişilerin birikimlerinden yararlanırlar.

Zanaatı ya da başka üretim alanlarını seçen Ütopialı da, uygulamalı işliklerde ve dershanelerde verimli ve öğretici saatler geçirirler.  On saatin en az bir iki saati türkülü çalgılı eğlenceyle (aslında müzik onların günün her saatinde, her anında vardır), diğer saatler de, yaşamı kolaylaştırmaya, verimli kılmaya dönük yararlı tartışmalarla, görüşmelerle, değişik ve eğlenceli konuşmalarla geçer. 

İçki ve kumar, adeta günahın diğer adıdır; kitaplarında yazmayan böyle günahın işlendiği görülmez.  Zar, iskambil gibi oyunlar bilmezler.  Oynadıkları satranca benzer iki oyunun ilki karışık bir hesap oyunudur; diğeri ise doğrudan zeka ile ilgilidir.
.  .  .  

Birbirlerine eşit ve düzenli aralıklarla kurulmuş kentlerin her birinde,  yeterli sayıda binaya ve bölmeye sahip dörder hastane vardır.  Hasta ve tedavi odaları, koridorlar geniş, ferah ve aydınlıktır.  Hasta sayısı ne olursa olsun, kesinlikle hiçbir sorun ve yoksunluk yaşanmaz; bunun bir anlamı da her Ütopialının sağlık hizmetinden eşit ve adil yararlanmasıdır.

Hastalara öncelikle sevgiyle bakılır, sevgiyle yaklaşılır. Ayrıcalıksız her adalının sağlığından,  sağlıklı bir yurttaş olarak huzur ve güvenlik içinde yaşamasından Ütopia devleti sorumludur.  Eğitimde olduğu gibi sağlık konusu da (Hastalıkların sağaltılması, koruyucu hekimlik ve sağlıklı nesiller yetiştirmek v.s.) devletin en temel asli görevleri arasındadır. 
.  .  .

Giysileri de günlük yaşamları gibi sade ve gösterişsizdir. Yapaylıktan, abartıdan, farklı ve üstün görünmekten, şaldan, ipekten, kürkten hoşlanmazlar… Doğuştan gelen vücut ve yüz güzelliğine saygı duyarlar; ancak bu doğallığı abartmak için yapay yöntemler (Boya v.s.) kullanmayı boş, yarasız ve hayli komik bulurlar. Kadını da erkeği de bilir ki, bir insanı yücelten ve ayrıcalıklı kılan salt yüz güzelliği ya da beden estetiği değil,  sevgi, dürüstlük ve alçakgönüllülüktür.
.  .  .

Yoksunlukları ilerde ilaç ve tedavi gerektirecek, aklınıza gelecek tüm bedensel ve ruhsal zevkleri günlük yaşamın doğal akışı içinde sevinçle tadarlar, gereksinimleri doyasıya yaşarlar.  Arzularına tıpkı su ve hava gibi, zorunlu ve de yararlı oldukları ölçüde önem verirler.  Ütopialılar sağlıklı bir yaşamı, huzurlarını ve mutluluklarını bu zevklerin üzerine kurmaya çalışmazlar.  Böylesi bir yaşam biçiminin çok çirkin ve aşağılıkça olacağını bilirler.
.  .  .

Hoş sözlü, hoş görülüdürler; özel zamanlarını boş değil, hoş geçirmeyi, akıllarını işletmeyi, kafalarını çalıştırmayı, sorgulamayı, araştırmayı severler. Ama bıkıp usanmadan, yılmadan çalışmasını da bilirler.  İşsizlik, dilencilik ve yoksulluk, varlıkları olmadığından adları bilinmeyen soyut ve çok olağanüstü kavramlardır.

Baştan çıkarmanın, aldatmanın hiçbir biçimde koşulları yoktur.  Meyhane, fuhuş yeri, kumarhane bilmezler.  Evlerin odalarını dış dünyadan yalıtan duvarlarını düşünmezseniz, tüm ilişkiler, günlük yaşantılar şeffaf, ortalık yerde, hesapsız, kitapsız ve pazarlıksızdır.  Tüm gereksinimlerini üretip karşılayabildiklerinden, el işinde çalışmaya pek gerek duymazlar. Gereksindiklerinden fazla üretimin ayırtına vardıklarında da çalışmayı hemen bırakıp imece yaparlar.  Örneğin kamuya açık yolların bakım ve onarımına koşarlar; yeni imar ve islah planları için oturur, kafa yorarlar.
.  .  .

Mülkiyet ortaktır. Mülke sahip olma egosunun gelişmemesi, alışkanlık yapmaması için, başka bir eve geçmelerine, oturdukları evlerinin birbirleri ile  -gönüllülük- temelinde değiştirmelerine olanak tanınır.

Haksızlıkların, yoksullukların,  onca hırgürün tek nedeninin, ulusal zenginliğin eşit ve adil biçimde bölüşülmemesi olduğuna kesinlikle inanılır.  Mal, arazi ve üretim araçlarının özel mülkiyet konumunda değerlendirilmesinin meşru ve yasal, hatta hak olduğuna inanılan, her şeyin parayla, altınla ölçüldüğü bir düzende toplumsal adalet, barış ve kardeşlik asla gerçekleşmez. Bir kısım halk yoksulluğun pençesine terk edilmişken,  servet hırsı içindeki bir bölüm  -ayrıcalıklı- insana zenginlikleri, çoğunluğun ürettiği değerleri talan ettiren, sömürten devlet düzeninde huzur ve mutluluk olmaz.

Oysa, tabu olan mülk sahipliğini ortadan kaldırmak ve memleketin özkaynaklarını eşitçe ve doğrulukla dağıtmak, insanlığı mutluluğa kavuşturabilmenin tek yoludur. Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli olarak korundukça, tüm çarkları çeviren ve düzenin görünen, görünmeyen tüm külfetlerini omuzlayan, toplumun çalışan ve üreten büyük çoğunluğu, açlık, yoksulluk ve umutsuzluk içinde yaşamaya tutsak olacaktır.   
.  .  .

Felsefe hocasının, “Arkadaşlar”  diye başladığı konuşmasını, “Günün birinde, 'Sanatçı olsan, profesör olsan ne yazar’ ukalalığında ve ‘Düşün düşün işin iştir’ şifresinde gizlenmiş olan  ‘Sen hiç kafa yorma, ben senin için de düşünürüm.’  yanılsaması ile karşı karşıya kaldığınızda, siz siz olun aklınıza mukayyet olun.”   mealinde kulaklara küpe, zehir zemberek bir sözle bitirmiş olabileceğinden hiç kuşkum yok.


29.08.2014, Aliağa.