ÜTOPİA
ADASI’NDAN MODERN BARBARLIĞA GÖNDERMELER…
“ Arkadaşlar ! Karaoğlan’ın demokrasi serenatları, İsmail
Cem’in TRT genel müdürlüğü makamı aklınızı çelmesin. Her kötü havanın öngünü
zararsızdır; dingin olur. Veya insana öyle görünür. Bu ders, bir gün seçmeli
ders düzeyine düşürülür, içi boşaltılmaya çalışılırsa moralinizi bozmayın.
Felsefenin ‘lüzumsuz’, dahası hiç olmamış veya yok hükmünde
kabul gördüğü sistemin, ağlarını ördüğü ilerleyen günlerinde saçak altında
yürürken bile, daha dikkatli, çok daha tedbirli olmanız gerekebilir…
Zira hayatın hiçbir alanı, düşünen, soran sorgulayan insan
için tekin değildir artık… Yine de korkmayın. Ülkeye, insanına, birbirinize
daha çok sarılın. ”
. . .
Bu sözler daha ilk çağda öneminin ayırtına varılmış düşüncenin/düşünmenin
gücüne inanmış bir felsefe öğretmeninin dersin bitimine yakın, “ Nasıl yaparım
da bilgiyi hak eden bu genç beyinlerde birkaç soru baloncuğu daha
uçuşturabilirim” amacı ile ayaküzeri
ettiği sözler olabilir. Ya da olmayabilir
de… Varsayın ki, sırf kulağa hoş gelsin diye yakıştırılmış birkaç söz olsun. Ya da, ardı sıra bir replik bırakma ya da
metafor yaratma meraklısı birisinin marifetidir diye düşünelim.
Önemli olan ve şu an anlatılmak istenense, yaşamın içinde
zenginleşen, sorgulama eleğinden geçmiş, ayakları yere basan ve isabetli bir öngörünün
yeri ve zamanı olgunlaştığında olabilirliği, sosyolojik anlamda ete kemiğe bürünmesidir… Ya
da yasal ve meşru zeminlerde kurumsallaşarak, toplumun hatırı sayılır çoğunluğu tarafından
kabul görmesidir. Anlatılmak istenen tam
da budur. Yakıcı olansa öngörünün “hatırı sayılır çoğunluk” kısmıdır.
Yaşadığımız günlerde, aslında
kurulu devlet düzeninin doğasından gelen baskıları, kıyımları, yoksulluğu,
işsizliği -biraz da, inceden bir
mağduriyet hissiyatı içinde- dillendirirken, haklı olarak tümüne karşı dururken, buradan
kafaları bulandıran sonuçlara da
varılabiliyor. Bunca olup bitenler, baskılar, yıldırma operasyonları, “özellikle son on, on iki yıl içinde oluyor,
yaşanıyor ve yaygınlaşıyor” yanılsaması gibi.
Oysa, Osmanlı’dan bu yana devletin zoru ve zorbalığı bu topraklarında
sağır sultanların dahi malumu değil mi?
Ceberut devletin it dalaşı karakterinde olan iç tepişmeleri
ise, paylaşılmış ve konuşlandırılmış
çıkar dengelerindeki köşe başlarının, bu
kez sağ-muhafazakar-dinci fanatizmin ve etnik ulusalcılığın mali/politik güç
odaklarınca tutulmasından ibaret.
Yeni vesayet fatihi siyasal/militan İslamcı aşiretçiliğin
mutlak hegemonya hırsı ve pastadan aslan payını alma telaşı, grevdeki işçinin
sırtına, itiraz edenin kafasına gözüne, çalışanın maaş bordrosuna ve köprü
altında kıvrılmış yatan meçhul kadının gözünün moruna farklı tonlarda, farklı
dozlarda ve farklı barbarlıklarda yansıyor.
Bu biraz da işkencecimizin aynı olması, fötr şapkayı frakı atıp, sarığa cübbeye sarılması gibi bir şey…
Değişmeyen, özkaynakların, zenginliklerin, ormanın, suyun,
ezcümle ana şalterin piyasalara feda edilip, peşkeş çekilmesi… Değişmeyen,
yaşamın her alanının, her anının maliyet ve karlılık kafası, günü kurtarma mantığı ile ele alınması… Değişmeyen,
düşüncenin ve düşünmenin uyarıcı, harekete geçirici enerjisini örtbas etmeye
koşullanmış resmi kafanın yalanı olan, “düşün, düşün boktur işin” mavalının olur
olmaz her yerde, bilerek ya da bilmeyerek –birilerince özellikle bilinçli olarak-
yinelenmesi…
Değişen, her kuruma,
her fabrikaya bir mescit, okullarda din
derslerinin yoğunlaştırılmış halleri, mahalle
mekteplerinde hızlandırılmış kuran kursları…
Değişen, okullarda ezberlenmiş ve
ezberletilmeye koşullu klişe bir iki göstermelik kişi/konu dışında, neredeyse
felsefenin adının bile geçmemesi… Düşünme gücünün unutturulmak istenmesi… Felsefe hocamızın ders bitimine yakın, başımızda esen kavak yellerinin etkisi ile muhtemelen
en çarpıcı bölümlerini kaçırdığımız sözleri, hoşsohbet konuşmasının şakacı
sözleri olsaymış!
“ Saçak altları” dahil olmak üzere topyekun memleket sathında,
el ele tutuşmanın, karşı çıkmanın, itiraz etmenin, soru sormanın, ağız dolusu
gülmenin, hatta kahkaha atmanın güvenli olmadığı şimdiki zamanda, kimimiz şaşkın, kimimiz sadece öfkeli…
Kimileri, ayrıştırıcı nefret söylemleri
ile üç hilalin mukaddesatına eklemlenmiş, hala statükonun aydın gardırobunda
geziniyor öylece. Cumhuriyetin doksan
yıllık kalıplarını –Yeni bir ülke kurma yolunda- altüst ettiklerini, reformlar
yaptıklarını, “Büyük değişimler” becerdiklerini halka inandıranlarsa Üsküdar’ı
aşmak üzere…
Ne yazıktır ki, bazılarımız
görüneni ve bilineni yazıp/anlatıp durmaktan yüzünü, halkla olan kesilmiş,
koparılmış bağların onarılması ve yeni nefes boruları bulma sorunlarına
dönemiyor.
Ne umut vericidir ki, kimilerimiz
daha bilinçli, yapılması gerekenin ayırtında.. İnsanlığın evrensel düşü
korunuyor. Uğruna bedeller ödemeye devam ettiğimiz hedeflerimizle ve değerlerimizle
beslenen hayalimiz hak ettiği yerde, sol göğsümüzün altında… Bin bir engele,
önyargılara, nefret politikalarına karşın, birleştirilip bir araya getirilmesi
gereken halkların ortak mücadelesinde…
Bu düşünü, en kutsal bir hediye misali, emekçinin sıcacık
tuttuğumuz ellerine, avuçlarının içine bırakmak, parmaklarını üzerine örtüp
sahiplenmesini sağlamak gibi bir hayal bu.. Toprağı hep birlikte işleyip, ağı
sulardan çekmek, ballı yemişleri hep birlikte yemek gibi bir hayal…
Ortalık yerde olup bitene dair bilinci farklı damıtanların,
sadece “hayalleri” yok! Var olan hayali,
temasla hızla yayılan tatlı bir elektrik akımı gibi, insan sıcağı, insan gerçeği ile buluşturmak
gibi bir derdi var. IMF’nin acı reçetelerin
acı ilaçlarını içmeleri örneği, özverilerin sürekli kendilerinden beklendiği
öfkeli ancak suskun kalabalıklar ile paylaşmak gibi bir düş bu… Beş yüz yıl öncesinin, yalanın, işsizliğin,
açlığın, hırsızlığın bilinmediği, malın,
mülkün, paranın, mücevheratın itibar edilmediği Ütopia adasını, devr-i AKP’de, bir
kez daha düşlemenin vereceği keyif, huzur ve şaşkınlık duygusu çölde serap
görmekle eşdeğer güzellikte olmalı.
Uygulanabilirliği olası, elle tutulmuş, gözle görülmüş insanlığın Spartaküs’ten beri su, hava
gibi gereksinimi ve hakkı olan, “Evrensel
mutluluk” ve “Kusursuz devlet” olarak
özetlenmesi mümkün Ütopia, ta 1500’lü
yıllarda düşünülmüş ve üzerinde kafa yorulmuş.
Ütopia adasında, görevi
sadece yönetmek ve yasaları uygulamak olan devletle aynı görüşte, özel mülkiyet
duygusu olmayan, sularında inci elmas, topraklarında altın ve gümüş bolca
olduğu halde, onlar için asla hırslanmayan, kan, ter, gözyaşı dökmeyen bir halk
yaşar. Üretilen, yaratılan her şeyi
ortaklaşa paylaşan, elle tutulanın, gözle görülenin dışında hiçbir şeyi
yaşamlarının öznesi yapmayan, salt bilimin ve paylaşılan, bölüşülen bir yaşamın
ve mutluluğun peşinde, eşit, özgür ve çobansız bir halk.
En başta yazalım: Thomas
More’un Ütopia adası, “evrensel mutluluk”, “toplumca refah” özleminin ve de
cennete yeryüzünde kavuşma arzusunun, insanlığın tarihi kadar eski olduğunun
kabullenilmesi ve doğrulanması gibidir. Ancak detaylarına girildiğinde, dünyayı
ve yaşamı ütopikte olsa yorumunun şaşırtıcı zenginliği ile birlikte, onun 16.yüzyılın
barış ve kardeşlik manifestosu olduğu anlaşılacaktır.
Nasıl mı? Asla sıkıcı gelmesin… Şöyle:
Ütopia yöneticilerine ve halkına göre, savaşa, baskıya ve sömürüye
kurgulanmış klasik devlet anlayışının tersine, Ütopia devletinin güvenliği, öncelikle kendi
halkını baskılayacak, her daim saldırıyı, savaş kışkırtıcılığını ve işgali
hedeflemiş “ Büyük ve güçlü bir ordu” ya
bağlı değildir. Hem, Ütopia insanı, o büyük ve güçlü ordu için çılgınca harcanan
paraların, yoksulluğun en başta gelen nedenlerinden biri olduğunu, para, pul, mal, mülk, arazi hırsından
bağnazlığın ve barbarlığın, bunların bileşiminden de husumetlerin ve savaşların
doğacağını çok iyi bilir.
Kanlı kavgalı bir savaşın olası kazançları, her Ütopialı için
üzüntü, utanç kaynağıdır. Onlar için, boğazlaşmalı, vuruşmalı bir savaş hali
çılgınlıktır; insanlıkları adına
tiksinti uyandırıcı, iğrenç bir durumdur.
Ütopia’da ne devletin ne de halkın aklından, komşularının
topraklarını talan ve işgal etmek, ekinlerine, evlerine, bağlarına saldırmak,
mallarını, hayvanlarını almak asla geçmez. Bu bilince ulaşmaları için özel bir eğitim
filan da almamışlardır. Onlara göre, barış ve kardeşlikle örtüşen bir yaşamı
sürekli kılabilmek, bunun için emek harcamak bir erdemdir. Bu erdem, insana sonradan/dışarıdan
verilemez. Böyle düşünürler ve elbette bu felsefe üzerinden ilişkiler ve
sistemler kurarlar.
Bunu, ağırlıklı olarak
yaşam biçimlerinin merkezine yerleştirdikleri barış ve kardeşlik duygularına, engin hümanizma kültürüne, yöneticilerinin ötekileştirici ve nefret söylemlerinden
uzak, sağduyulu ve birleştirici politikalarının sıcaklığına, bağışlayıcılığına
borçludurlar.
Ütopialı “Altının, gümüşün, elmasın ve diğer değersiz
taşların, eşsiz ana doğa tarafından, toprağın ve denizin derinliklerine
gömüldüğünü, havanın, suyun, iyi ve gerçekten yararlı her şeyi gözler önüne
serdiğine, yararlanmaya sunduğunu…” düşünür. Altın, gümüş, elmas ne takmaya,
takıştırmaya, ne de uğruna savaşmaya, tanımadıkları suşsuz/günahsız insanlarla
boğazlaşmaya değerdir. O değersiz,
anlamsız taşları orasına burasına takan, asan insan komik, onlar için
birbirlerine düşmanlık duyanlar, hain ve tehlikeli planlar kuranlar da
anlaşılmazdır.
Bu yüzden takıları, hediyeleri de, kullandıkları tabak
çanakları da ağaç, toprak ve camdandır. Uğruna kan dökülen şeylerin, aslında
işe yaramaz, değersiz olduklarını göstermek, onlara “layık oldukları değeri vermek”, Thomas More’un ifadesi ile onları “kepaze
etmek” için, yaşamlarının en bayağı ve sıradan işlerinde kullanırlar.
Örneğin,
hela oturaklarını, bulaşıklıkları, kadınlara,
çocuklara ve ekinlere zarar vermiş tutukluların ve aklını kullanamayan diğer
mahkumların zincirlerini altından ve gümüşten yaparlar. Köpek tasmalarına,
sığırların boyunluklarına, yemliklerine (kimilerince “çok değerli” olan),
“gösterişli” taşlar dizerler. Çocuk oyuncakları bu değersiz madenlerden
yapılır, ayaklar altında dolaşır; minikler büyüdüklerinde de evlerde avlularda
sağa sola, sokaklara, çöplüklere atılırlar.
Ütopia adasına gelen altın kolyeli, şatafatlı giysili yabancı
konukların ve elçilerin peşlerine takılan onlarca çocuk tarafından alaya
alınmaları, caddeler ve sokaklar boyunca peşleri sıra şen şakrak, dalgacı
kalabalıkların olması, asla kaba ve kırıcı olmayan teneke çalarak yürümeler bu
yüzdendir.
Ütopia halkı, ayın şavkı, suyun ve güneşin ışıltısı, toprağın
bereketi, akıl ve kol gücünün erdemi, bülbülün nağmesi, güzel sanatların
(örneğin resmin) ve müziğin büyüsü dururken, “eşek kadar aklı olmayan”
insanların, “ bir incinin, bir elmasın ışıltısına”, “ vicdansızlığın, budalaca
zenginliğin yanıltıcı pırıltısına kapılmasına” şaşarlar. Ütopiada “ Doğa ve insanlık onuru, insanları
birbirini sevmeye, yaşamın üretken ve sevinçli sofrasına ortakça oturmaya”,
bütün nimetleri, ballı yemişleri hep birlikte tüketmeye çağırır.
“ Başkalarının rahatlarını kaçırıp, haklarını ellerinden alıp,
kendi rahatını, zevkini artırmak doğaya, erdemlerine karşı durmaktır.” Var olan yasaları, hakkı hukuku, gururu
çiğnemeden, mutluluğu, refahı ve
eşitliği aramak, en akla uygun yöntem, bir insanlık görevidir. Herkesin ortak iyiliğine, rahatına, huzuruna
çalışmak bir din ve tapınma yoludur. Kendi bu gününü yarınını, rahatını
düşünürken, başkasını rahatsız ve mağdur etmek haksızlığın, insafsızlığın,
adaletsizliğin ta kendisidir.
. . .
Ütopia yargısına ve adaletine göre, toplum her insana eşit bir
gelecek ve güvenlik sağlamadığı sürece, bir
insanı sırf para çaldığı için öldürmek barbarlıktan başka bir şey değildir. Bu
yüzden, orada, hırsızlanan her eşya sahibine geri verilir; eşya zarar görmüşse,
ederi çalanın malının satışından kesilir. Suçlu, halkın hizmetinde çalıştırılır. Ağırlaştırıcı bir neden yoksa ne zindana
atılır, ne de altından yapılma, mücevherlerle süslü kelepçeye vurulur. Toplumca
kabahatli bulunanlar çalıştıkları iş yerlerinin, bahçe ve bağların
kulübelerinde yatıp kalkarlar.
Sevgi içinde birlikte yaşama kültürü yerleşik bir hal
aldığından, suç yok denecek kadar azdır. Yirmi dört saatin her anında,
sokakların en ücrasında, arkaya dönülüp bakılmayan bir ülkede, insanlar neden birbirlerini
öldürmeye yeltensinler? Adada yalanı da,
yalan sözcüğünü de bilmeyen bir halk yaşar. Birbirlerini kıskanmazlar… Neden
kıskansınlar ki?
Yüzleri bir, sözleri
birdir; birbirlerine göz dikmemeleri,
ihanet etmemeleri, cana kıymamaları bu nedenledir. Kafalarında diğer
düzenlerin, düzenbazların, kırk tilkinin
kırk kuyruğunun birbirine değmediği çetrefilli çıkar planları dolanıp
durmadığından her daim dürüst ve yalansızdırlar.
“ Baba” dedikleri yargıçlar, onlara tepeden bakmaz. İşlemeli giysileri, kaftanları yoktur. Sıradan halkın arasında, yakalarına taktıkları
başak dallarından tanınırlar. Böyle kusursuz bir devlet ve toplum düzeninde,
erdemli biçimde eğitildiklerinden yüzlerce maddelik yasa ve ciltlerce hukuk
kitapları yoktur. En sıradan çiftçilerin
anlayabileceği, asla karmaşık olmayan, çok kısa, çok net, çok az sayıda yasa
vardır Ütopiada. Onlar için, başka
uluslardaki sayısız hukuk kitabının ve sürekli konuşan, yorum yapan yüzlerce
avukatın yeterli olmayışı hayret vericidir. Bu yüzdendir ki, vukuatın detaylarını kurnazca
ele alan, laf kalabalığı yapan avukatların, para delisi noterlerin, içten
pazarlıklı davavekillerinin, hele
rüşvetçi yargıçların yeri yoktur. . . .
Çalışma yaşamı içinde iş koşulları, beden sağlığı için de, ruh
sağlığı için de eğitici, rahatlatıcı ve geliştirici olmalıdır. Ütopia adasında günlük çalışma saati altı (6)
saattir; bu süre kesinlikle şaşmaz. Üç
saati öğleden önce, üç saati öğleden sonra olmak üzere, gün içinde sadece altı
saat çalışırlar. Sekiz saatlerini
uykularına, özel yaşamlarına ve dinlenmelerine ayırırlar. Geriye kalan uzun bir on saat ise, asla başıboş
ve haylazlıkla geçmez. Yaşamın içinden
gelen, yaşamsal konularla, sorunlarla ilgili, tarihi, bilimi, coğrafyayı,
sanatı araştıran dersler görür; anılan
konuların uzmanı bilginlerin, bilge kişilerin birikimlerinden yararlanırlar.
Zanaatı ya da başka üretim alanlarını seçen Ütopialı da,
uygulamalı işliklerde ve dershanelerde verimli ve öğretici saatler geçirirler. On saatin en az bir iki saati türkülü çalgılı
eğlenceyle (aslında müzik onların günün her saatinde, her anında vardır), diğer
saatler de, yaşamı kolaylaştırmaya, verimli kılmaya dönük yararlı tartışmalarla, görüşmelerle, değişik ve eğlenceli
konuşmalarla geçer.
İçki ve kumar, adeta günahın diğer adıdır; kitaplarında
yazmayan böyle günahın işlendiği görülmez. Zar, iskambil gibi oyunlar bilmezler. Oynadıkları satranca benzer iki oyunun ilki
karışık bir hesap oyunudur; diğeri ise doğrudan zeka ile ilgilidir.
. . .
Birbirlerine eşit ve düzenli aralıklarla kurulmuş kentlerin
her birinde, yeterli sayıda binaya ve
bölmeye sahip dörder hastane vardır. Hasta ve tedavi odaları, koridorlar geniş,
ferah ve aydınlıktır. Hasta sayısı ne
olursa olsun, kesinlikle hiçbir sorun ve yoksunluk yaşanmaz; bunun bir anlamı
da her Ütopialının sağlık hizmetinden eşit ve adil yararlanmasıdır.
Hastalara öncelikle sevgiyle bakılır, sevgiyle yaklaşılır. Ayrıcalıksız
her adalının sağlığından, sağlıklı bir
yurttaş olarak huzur ve güvenlik içinde yaşamasından Ütopia devleti sorumludur.
Eğitimde olduğu gibi sağlık konusu da (Hastalıkların
sağaltılması, koruyucu hekimlik ve sağlıklı nesiller yetiştirmek v.s.) devletin
en temel asli görevleri arasındadır.
. . .
Giysileri de günlük yaşamları gibi sade ve gösterişsizdir.
Yapaylıktan, abartıdan, farklı ve üstün görünmekten, şaldan, ipekten, kürkten
hoşlanmazlar… Doğuştan gelen vücut ve yüz güzelliğine saygı duyarlar; ancak bu
doğallığı abartmak için yapay yöntemler (Boya v.s.) kullanmayı boş, yarasız ve hayli
komik bulurlar. Kadını da erkeği de bilir ki, bir insanı yücelten ve
ayrıcalıklı kılan salt yüz güzelliği ya da beden estetiği değil, sevgi, dürüstlük ve alçakgönüllülüktür.
. . .
Yoksunlukları ilerde ilaç ve tedavi gerektirecek, aklınıza
gelecek tüm bedensel ve ruhsal zevkleri günlük yaşamın doğal akışı içinde
sevinçle tadarlar, gereksinimleri doyasıya yaşarlar. Arzularına tıpkı su ve hava gibi, zorunlu ve
de yararlı oldukları ölçüde önem verirler. Ütopialılar sağlıklı bir yaşamı, huzurlarını
ve mutluluklarını bu zevklerin üzerine kurmaya çalışmazlar. Böylesi bir yaşam biçiminin çok çirkin ve
aşağılıkça olacağını bilirler.
. . .
Hoş sözlü, hoş görülüdürler; özel zamanlarını boş değil, hoş
geçirmeyi, akıllarını işletmeyi, kafalarını çalıştırmayı, sorgulamayı,
araştırmayı severler. Ama bıkıp usanmadan, yılmadan çalışmasını da bilirler. İşsizlik, dilencilik ve yoksulluk, varlıkları
olmadığından adları bilinmeyen soyut ve çok olağanüstü kavramlardır.
Baştan çıkarmanın, aldatmanın hiçbir biçimde koşulları yoktur.
Meyhane, fuhuş yeri, kumarhane
bilmezler. Evlerin odalarını dış
dünyadan yalıtan duvarlarını düşünmezseniz, tüm ilişkiler, günlük yaşantılar
şeffaf, ortalık yerde, hesapsız, kitapsız ve pazarlıksızdır. Tüm gereksinimlerini üretip
karşılayabildiklerinden, el işinde çalışmaya pek gerek duymazlar.
Gereksindiklerinden fazla üretimin ayırtına vardıklarında da çalışmayı hemen
bırakıp imece yaparlar. Örneğin kamuya
açık yolların bakım ve onarımına koşarlar; yeni imar ve islah planları için
oturur, kafa yorarlar.
. . .
Mülkiyet ortaktır. Mülke sahip olma egosunun gelişmemesi,
alışkanlık yapmaması için, başka bir eve
geçmelerine, oturdukları evlerinin birbirleri ile -gönüllülük- temelinde değiştirmelerine olanak
tanınır.
Haksızlıkların, yoksullukların, onca hırgürün tek nedeninin, ulusal
zenginliğin eşit ve adil biçimde bölüşülmemesi olduğuna kesinlikle inanılır. Mal, arazi ve üretim araçlarının özel mülkiyet
konumunda değerlendirilmesinin meşru ve yasal, hatta hak olduğuna inanılan, her
şeyin parayla, altınla ölçüldüğü bir düzende toplumsal adalet, barış ve
kardeşlik asla gerçekleşmez. Bir kısım halk yoksulluğun pençesine terk
edilmişken, servet hırsı içindeki bir
bölüm -ayrıcalıklı- insana zenginlikleri,
çoğunluğun ürettiği değerleri talan ettiren, sömürten devlet düzeninde huzur ve mutluluk
olmaz.
Oysa, tabu olan mülk sahipliğini ortadan kaldırmak ve
memleketin özkaynaklarını eşitçe ve doğrulukla dağıtmak, insanlığı mutluluğa
kavuşturabilmenin tek yoludur. Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli olarak
korundukça, tüm çarkları çeviren ve düzenin görünen, görünmeyen tüm
külfetlerini omuzlayan, toplumun çalışan ve üreten büyük çoğunluğu, açlık,
yoksulluk ve umutsuzluk içinde yaşamaya tutsak olacaktır.
. . .
Felsefe hocasının, “Arkadaşlar” diye
başladığı konuşmasını, “Günün birinde, 'Sanatçı olsan, profesör olsan ne yazar’
ukalalığında ve ‘Düşün düşün işin iştir’ şifresinde gizlenmiş olan ‘Sen hiç kafa yorma, ben senin için de
düşünürüm.’ yanılsaması ile karşı
karşıya kaldığınızda, siz siz olun aklınıza mukayyet olun.” mealinde
kulaklara
küpe, zehir zemberek bir sözle bitirmiş
olabileceğinden hiç kuşkum yok.
29.08.2014, Aliağa.