15 Aralık 2015 Salı

YÜZYILIN SON AMERİKAN İLÜZYONU

YÜZYILIN SON AMERİKAN İLÜZYONU

İlgilenilen bir ülkenin sağlık alanındaki yeterliliğini, hangi düzeyde ve nerede olduğunu öğrenebilmek, konuya nereden, hangi ölçütlerle bakıldığı ile yakından ve doğrudan ilişkilidir 

Sağlık sözcüğü daha başlangıçta yaşamı, yaşamın her insan için koşulsuz, ayrıcalıksız, ödünsüz savunulmasını ve korunmasını çağrıştırır. Tam burada, henüz gözlerini açmamış, siyah, beyaz, sarı benizli bebekler anımsanır.  Ve o minicik bedenlerin, insanlığın en doğal ve en insani hakkı olan, farklı insanlara tanınan onca olanaklara karşın tanımaya fırsat bulamadıkları yaşama tutunamamaları düşer aklınıza...  

Bebek ölümlerinin olmaması, bu konudaki duyarlılık, içten uğraşı ve haklı olarak elde edilen başarı bir ülkenin sağlık ölçütlerinin, olmazsa olmazlarının başında gelmelidir.  Genel yaşam süresi, bir başka deyişle olağan koşullardaki ölüm oranı ve yaşı bir.  Hastalıkların sıklığı, yaygınlığı ve önlenebilirliğinin olması, iki. Tedavilerindeki -sağaltımlarındaki- kaynakların ve olanakların kullanımı, üç… Doğaldır ki, bu anlamda başarı oranı, dört… En son olarak sağlık hizmetlerinin eşit, adil ve ön koşulsuz biçimde toplumun ne kadarına ulaşıp ulaşmadığı konuları, vazgeçilemez ve de yok sayılamaz sağlık ölçütlerindendir.  

Önemle belirttiğimiz, her birisi bütünün birer can alıcı parçası olan konu başlıklarından hangisini ele alırsanız alın, şimdilerde  -hemen her alanda- foyası açığa çıkmakta olan Yeni Dünya Düzeni' nin süper jandarması ABD’nin karnesi kırıklarla doludur.  Ülkelere “Hürriyet ve Demokrasi” götürdüğünü ifade eden savaş ve kaos çocuğu Gringo  " Sağlık " denildiğinde de her koşulda sınıfta kalır.           

Amerikan sağlık sektörünün standartları, eriştiği düzey ve kaynak zenginliği (Dünyanın en iyi, en kaliteli bakım ve sağaltım araç, gereç ve teknolojilerini elinin altında bulundurması v.s.) ileri düzeyde olmasına karşın, bu denli tıbbi gelişmişlik ve yeterlilikten, ancak şişirilmiş hastane faturalarının ve ilaç reçetelerin ağır bedellerini ödeyebilenler yararlanabilmektedir. Yeryüzünün serbest kar ve sömürü piyasasının acımasız kurallarına teslim edilmiş diğer ülkelerinde olduğu gibi, ABD vatandaşının en doğal, en insancıl hakkı olan sağlık hakkı da, doymak bilmeyen ilaç tekellerinin, tamamen kar amaçlı özel kuruluşların, en sıradan bir kontrolde bile ücretini peşin isteyen, tüccar kafalı doktorların insafına terk edilmiştir.        

Amerikan sağlık sistemi yeryüzünün en çok paraya ve keyfiyete dayalı, en pahalı,her vatandaşına aynı oranda eşit davranmayan, toplumun tümünü kapsamayan, sektörün hemen hemen tümüne özel şirketlerin ve tıp tacirlerinin egemen olduğu bir sağlık sistemidir.

-  2  -

Günümüz verilerine dayanmamakla birlikte,  Yankee ülkesi yaklaşık on yıl önceki rakamlara göre GSMH’sının % 16,5 unu  -AB’nin çok üzerinde-  sağlık alanında değerlendirmek için ayırmasına karşın, hizmetlerinde iyileşme gözlenemeyen gırtlağına dek ticarileşmeyi becerebilmiş ender sayılan ülkelerdendir. 

Öyle ki, nüfusun ancak % 5’i işgücünü sattığı işvereni tarafından ödenen sağlık sigortasına, % 3’ü kendisinin ödediği bireysel sigortaya, % 1’i (memur, asker, gazi) kamu sigortasına sahiptir.             

Yeni Dünya Düzeni’nin öncüsü olmakla şişinen, kan ve petrol içicilerinin, medya baronlarının söz ve karar sahibi olduğu bu ülkede, çoğunluğu yoksul işçiler, dışlanan göçmenler ve zenciler, açlıkla boğuşan işsizler olmak üzere, yaklaşık elli milyon  (nüfusun % 15’i)  kişinin hiçbir sağlık güvencesi yoktur.  Bu insanlar, devletin övünerek ve bağışta bulunur gibi sunduğu destek programlarından ( “Medicare” ve “Medicaid” ) yasa ve yönetmelikler tarafından şart koşulan zorunlulukları yerine getiremediklerinden yararlanamazlar. Bu gerçekten hareketle Amerikan vatandaşlarının hemen yarısından fazlasının, ekmek, su, hava gibi en doğal ve dahi en gerekli sağlık hizmetlerinden yararlanamadığını söyleyebiliriz.             

Devletin “Medicaid”” ve “Medicare” için ödediği ücreti, aç gözlerini para ve servet bürümüş özel hekimler ve ticarethane adabı ile çalışan hastaneler, “yetersiz” bulduğundan genellikle dikkate almaz. Durum böyle olunca, o devasa ölçüdeki  “Hürriyet Heykeli”nin dikili olduğu bu ülkenin insanları, gerekli röntgen, tıbbi tahlil, ameliyat ve ilaç bedellerini kendisi öder ya da ödeyemez… Sosyal huzursuzluklar artar, nihai amaca ulaşmanın zor ve çetrefelli yollarında ne kavgalar çıkar… Hırsızlık, gasp ve cinayetlerde daha ne tehlikeli tırmanışlar gözlenir… O meşhur 5’ inci ya da bilmem kaçıncı şatafatlı caddenin çok değil hemen on-on beş metre arkasındaki sefalet sokaklarında açlık, uyuşturucu, fuhuş ve ölüm kol gezer.  
             
“Düşler Ülkesi” Amerika, yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi sağlığı da aç kurtlara terk eden serbest piyasacı anlayışı nedeni ile, ilaçların ve tıbbi malzemelerin işi ticaret olan marketlerde satıldığı, sırf bu nedenle ilaçtan zehirlenme ve ölümlerin en çok olduğu ülkedir. ( Tam sırası gelmişken, ülkemizde de insan sağlığı üzerinden rant elde etme heveslilerine ve bu cinayet projesini bilerek ya da bilmeyerek savunanlara özellikle duyurulur. )

ABD’de sağlık sigortasız yurttaş kalmayacağı iddiası, ilk kez, bundan yaklaşık yüzyıl önce 1912 yılındaki seçim kampanyalarının pembe düşlerle süslenmiş söylevlerinde ortaya atıldı.


-  3  -

Belirtilen tarihi izleyen yıllarda, zaman zaman yılan hikayesine dönen, çoğunlukla da politikacıların popülist kurnazlığına,  insanın unutkanlığına kurban giderek sümen altında  tutulan, bu  “çılgın ama dahice ”  (zamanın tepkileri) vaatin fikir babası, bilinen ilk sözcüsü Theodore Roosevelt’ tir.  O günlerde vicdan sömürüsü ile birlikte bellek yanılsamalarına yol açan (Bu anlamda bile olsa ideolojik amacına ulaşan) Gringo masalının üzerinden 1990 yılına dek yaklaşık 80 yıl geçer.  Bu kez, sahnedeki aktör (siz kovboy okuyun) Bill Clinton’dur.

Bill de yıllar öncesindeki atası gibi bu pembe düşün sözünü etme ve dillendirme konusunun biraz daha ilerisine giderek sözünü vermekle yetinir.                

Son birkaç yıl içinde Senatoda, basında her dile getirilişinde güvencesiz Amerikan halkını heyecanlandıran, tekelci sermaye yanlısı oluşmuş, kemikleşmiş  - salt ABD’ye özgü - kültürü sarsan, ilaç ve sigorta şirketlerini huzursuz eden düşüncenin siyasi mirasını yemek Barack Obama’ ya düşer.  

Son günlerde yazılı ve görsel basından izlendiği üzere Temsilciler Meclisi’nde kabul gören, - Onların “reform” dediği - sağlık alanındaki son düzenleme, 2014 yılına dek, herkesin sosyal güvenceye kavuşacağı, sigorta yapmayan işverenlere ağır para cezaları,  yasal yaptırımlar uygulanacağı,  yoksullara ve yaşlılara yönelik daha fazla ödenek çıkarılacağı,  sigorta şirketlerinin yaşa ve cinsiyete bakmadan her yurttaşı eşit kabul etmek zorunda kalacağı,  halen sigortalı olanlara da devlet prim desteği sağlanacağı maddelerini içermektedir. Yeni sağlık yasasında ön plana çıkan, sistemin neredeyse tamamını etkisine almış ilaç tekellerinin söz sahibi olduğu özel sektörün kontrolünde olan ülkede, 32 milyon ( nüfusunun % 95’ i ) sigortasız insanın destek programları içinde güvence altına alınması, yani sigortalı yapılması kararlılığı idi.   

Söz konusu düzenleme ayrıca, var olan sosyal güvencelerin etki alanlarını ve bazı olanaklarını arttırmak,  bizde olduğu gibi sağlıklarını düzeltmek için, müşteri muamelesi gördükleri kurumların kapısını aşındıran, tahlil yaptıran, röntgen çektiren, ameliyat olan, ilaç tüketen hastaların bir takım haklarını korumaya yönelik detay maddeleri de içeriyor.       

Ne yazık ki, tartışmalar yaratan yasa, vatandaşın sigorta primlerinin devlet tarafından ödemesi anlamına gelmiyor;  salt devletin özel sigorta şirketleri üzerindeki denetim ve yaptırım mekanizmalarını güçlendiriyor.

Böyle olunca, bu şirketler destek programlarındaki ödenek   “yetersizliğini”  bahane ederek insanları sigortalamayı ret edemeyecek, primleri keyfince arttıramayacak, dahası 2014’ e kadar tek bir insanın bile sigortasız kalmasından sorumlu olacak.


-  4  -

Temsilciler Meclisinde benimsenen yasanın ABD bütçesine on yıllık maliyetinin henüz 940 milyar doları bulacağı ön görülürken, Amerikan silah tekellerinin son beş yıl içindeki tekel karı milyarlarca doları çoktan aştı bile. Emperyalist boyunduruk altında bulunan geri geri bıraktırılmış dünya halklarının baş belası uluslar arası finans kapitalin, kazın geleceği yatırımdan tavuğu esirgediği görülmemiştir.

Irak insanından yüzüne sıçrayan kanı, yüzüne takındığı  “melek” maskesiyle gizlemeye çalışan, “ barış, demokrasi ve insan hakları ” havarisi havalarındaki çakma  Nobel Ödül(!) lü Barack Obama’nın onayladığı yasa da öyle bir şey… Siz, onların it dalaşı örneğinde olduğu gibi, Senato’da kavga dövüş yarattıklarına bakmayın.
                  
Gringo’nun politik arenada göstermelik dalaşı sürerken, ABD Emperyalizminin askerileşmiş ekonomisindeki silah sektöründe bahar günleri  -Osmanlı’daki karşılığı ile lale devri-  yaşanıyor.  Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün ( SİPRİ ) raporuna göre, ABD’ nin silah endüstrisinde  “ açık ara ile ilk sırada bulunduğu ” bunun en somut kanıtı olsa gerek.

Aynı yerde, bu ülkenin dünyadaki askeri harcamaların yaklaşık % 41’ini temsil ettiği, yine ABD’nin geçen yılki harcamalarının 607 milyar dolara ulaştığı, şahlanan silah üretiminin yanında iyi bir pazarlamacı ve satıcı olduğu da belirtiliyor.  En çok sattıkları arasında  teknolojinin son ürünü savaş uçakların, roketlerin, değişik cihazların  (algılayıcı sensörler, radarlar, dedektörler v.s.) ve özellikle de geliştirilmiş mermilerin bulunması alınan haberler arasında. 

SİPRİ başkanı Paul Holtom, sektörün ulaştığı bu yoğunluk içinde, modern savaş uçaklarının ( insansız keşif ve istihbarat amaçlı ) ve bunların mermilerinin ticari hacminin % 27 arttığına, ABD’ninse bu alış veriş hareketliliği içinde başı çekmesine, aslan payını almasına özellikle vurgu yapıyor. 

DÜŞÜNÜLEN SAĞLIK HARCAMALARININ KAYNAĞI TEKEL KARINDA...         

Amerikan tekelci sermayesinin diğer sektörlerin yanında ( elektronik, otomotiv vs.)  sıkışan gazı boşaltmaya yarayacak sınırlı bir refah payı olarak iç piyasaya aktarması, her ne kadar sistemin ekonomik politiği ile örtüşüyor olsa da, bu ilüzyonun biraz da konjonktürel olduğunu söylemek gerekir.

Askeri yatırımlar ve hız kesmeyen silah satışları yüzünü güldürmesine karşın, ABD’nin Irak çöllerinde, Afganistan dağlarında  - hem dünyanın hem de kendi vatandaşının gözünde - politik çıkmazlara girdiği, içine düştüğü politik askeri açmazlarla başının başının dertte olduğu bilinmektedir.   


       -  5  - 

Her kapitalist sistemde olduğu gibi, ABD’de de temel ekonomik yasa artı-değer yasasıdır;  mali yapısının güçlenmesini, iç ve dış ilişkilerin, dengelerin korunmasını ağırlıklı olarak bu yasa belirler.  Bilindiği gibi:  “ Bu, kapitalistlerin işçilerin ödenmemiş emeğine el koyma, artı değerini artırma isteğini ifade eder.” (Nikitin)
            
ABD Emperyalizmi, egemenliğini ilan ettiği sistemindeki tekelleri, çok uluslu şirketleri korur, güçlenmelerini sağlar.  Bu iradi müdahale ve kontrol şemsiyesi programlanmış işleyişin ekonomik ve politik doğası ile uygunluk içindedir. Böylece tekellere hangi üretim ve satış alanında olursa olsun, en yüksek, en pervasız tekel karını elde etme olanağı veren uygun mali koşulların oluşumu da, gelişmesi de sağlanmış olur. Amerikan Emperyalizminin yüksek tekel karı, yine ABD kökenli tekellerin egemen oldukları üretim ve paylaşım alanlarından gelir. Talan ettikleri ve sömürdükleri ülkelerdeki insanların kanı, canı pahasına, gerek siyasi erkin çıkardığı yasalar, gerekse kendilerine özgü yöntemlerle kurumsallaştırdıkları mutlak egemenlik marifetiyle elde ettikleri kar oranının çok üzerinde bir tekel karı, vahşi düzenleri sürdükçe her zaman var olacaktır.             

İkinci Paylaşım Savaşı’nın bitiminden, 1945’lerden günümüze, yani emperyalizmin üçüncü genel bunalım döneminde geliştirilen yeni sömürgecilik yöntemleriyle yaratılan yapay bölgesel krizler, yeni pazar ortamları, ekonomilerin hızla askerileştirilmesiyle akıl almaz tekel karları elde edilmektedir.

“… ekonominin askerileştirilmesi, yani işletmelerin savaş malzemesi üreten işletmelere dönüştürülmesiyle kar oranları da yükselir.  Savaş malzemesi üretimi ile uğraşan Amerikan tekellerinin kar oranı,  sivil üretim kollarının kar oranından % 50-100 daha yüksektir.  Tekellere sınırsız karlar sağlayan savaş malzemesi üretimi  kaçınılmaz olarak emekçi halkın durumunun kötüleşmesi sonucunu doğurur…”  ( Nikitin )  

Temsilciler Meclisinde, “ Sağlık Reformu ” adı altında kabul edilen yasanın,  gelecek on yıllık ABD bütçesine yüklemesi öngörülen 940 milyar dolarlık maliyetinin, -Obama yönetimince Amerikan halkına bağışlanırcasına, lütfedilircesine-  sözünü ettiğimiz o, kan kokan akıl almaz tekel karlarından karşılanacağı açıktır.                  


Hasan Oğuz BİLGEN,  Karşıyaka 2009  
hasanoguzbilgen@yahoo.com.tr


Yayınlanan yazılar Telif Hakları Yasası'nca korunur. 
Yayınlanan yazıların içeriğindeki yasal sorumluluk yazara aittir.
Haber Tarihi : 04/01/2011  
Haber Editörü : Özgür Medya  
Haber Kaynağı : Özel 

Yazarın diğer yazıları Özgür Medya-Site İçinde-Arşiv

AL SANA VETO

         Seçim öncesi Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğundan bağımsız sosyalist adayların YSK tarafından veto edilmesine ilişkin...



         
         Öyle olmaz böyle olur!..
        
         Al sana "Veto"!  
         
         Hani şu, her fırsatta "Ayak takımı" diyerek aşağıladıkları, azarladıkları
halk,  yani emekçiler, yani işçiler, yani memurlar, yani gençler, yani işsizler  
AKP'nin Veto'sunu sokağa çıkarak, meydanlara inerek veto etti.. 
        
         YSK'nın -siz AKP okuyun- bu yasağı, demokrasi ve halk güçlerinin meclise 
girmelerinin engellenmek istenmesiydi;  yani başından beri politik bir karardı.  
Hukuksuzdu, gayrı meşruydu.  Bunun için, emekçi halk siyasi iktidarın anladığı
dilden konuştu.  Sonucunda da elbette umut edilen, olması gereken oldu :  
Halka doğrulttukları silah geri tepti..  Hem de kendi suratlarına.  
          
         Veto kararı, egemenlerin yüzyıllardır uyguladıkları ve de uygulayacakları
yasaklardan sadece biri idi.   Diğer yasaklar, engellemeler gibi haksız, keyfi ve
ciddiyetten uzaktı.  Biz de bu ciddiyetsizliğe buradan, ciddiyetsiz ve çocukça
bir deyişle selam gönderelim :  Bizim vetomuz onların vetosunu dövdü !
         
         Şimdi oylar daha güçlü bir şekilde bağımsız sosyalist adaylara !..
        
         Oyum KIZILDERE'nin bayrağını mecliste görmek;  işçilerin, emekçilerin ve
devrimcilerin sesini meclis kürsüsünden duymak için Ertuğrul KÜRKÇÜ' ye.


                                                                           Hasan Oğuz Bilgen, 28.Nisan.2011
                                                                            hasanoguzbilgen@yahoo.com.tr

13 Aralık 2015 Pazar

DAYANIŞMA ve İMECE GÖNÜLLÜSÜ...

ATIF KIŞLA.


Uzun yıllar zor ama eğlenceli, üretken çalışma saatlerinde birlikte olduğumuz, Bornova Belediyesi eski müdürlerinden, yol arkadaşımız Atıf Kışla ile, onu bizden sonsuza dek ayıracak talihsiz kazadan on gün önce bir araya gelmiştik.


Hiç değişmeyen telaşlı konuşma alışkanlığıyla, arada bir çocuk gibi heyecanlanarak geleceğe ilişkin yeni tasarılarından söz etmiş, her zaman yaptığı gibi bizim de düşüncelerimizi almayı, daha başka nasıl ve neler olması gerektiğini de sormayı ihmal etmemişti. 

Yıllık iznindeydi. Çorum'daki yeğeninin nişanını yapmak için yol hazırlıkları ile ilgileniyordu. O gün orada, demli çaylar içtiğimiz sıcak söyleşinin sonrasında ve ayrılık anı gelip çattığında, hiç birini -siyasi duruşu nedeniyle kendisine kızanları bile- ayırmadan tüm belediye ve şantiye personeline selam söylemişti. 


"Yükü çok ağır, anlamlı selamlarını beklenmedik ölümünün ardından yapacağım anma konuşmasında, sizlere iletmek zorunda kalacağımı elbette düşünemezdim." (Şantiye'de. Anma Konuşması'ndan)

. . .

Dostumuz Atıf Kışla, kayda değer hizmet üretimleri gerçekleştirdiğimiz günlerde de, kendini kahredip başka belediyeye gitmesine neden olan koşullarda da, hiçbir emek arkadaşını birbirinden ayrı görmedi, kırılmışlığını, dargınlığını belli etmedi. Sınıfların, sömürünün, hiçbir ötekileştirmenin, ayrımcılığın olmayacağı, başka bir eşit ve adil dünyanın mümkün olduğuna inandığından, kendisiyle ve insanlarla barışık, paylaşımcı ve hoşgörülü bir insandı.  


Bornova’daki görevinde yaşadığı tüm olumsuzluklara, hak etmediği yaptırımlara karşın, bağışlayıcı yanını, emek eksenli dostluğunu ve sıcaklığını her zaman canlı tuttu. Her ne olursa olsun, ne denirse densin asla kin, öfke beslemedi.  Nefret söylemi kullandığı görülmedi.

Onun tek kızgınlığı ve yoğunlaştırdığı dikkati,  değiştirmeye çalıştığımız çürümüş ve kokuşmuş sisteme yönelikti. 

.   .  .

Atıf Kışla Makine mühendisiydi.  Makineler gibi, yapılandırılmasına çalıştığımız toplumcu, kamucu hizmet sisteminin de, sağlıklı ilişkiler ve akılcı bir iş programı temelinde işlemesini isteyen, onun için özveri ile uğraş veren birisiydi.

Baskılar ve hiçte adil olmayan yaptırımlar sonucunda, başka belediyeye atamasını istemezden önce,  uzun zamanlar Bornova Belediyesi’nde sıradan masa görevleri, Vasıtalar ve Atölyeler, son olarak İdari İşler Müdürlüğü yaptı.


( 2 )

Bornova Belediyesi’nin tarihinde ilk kez, halka dönük, toplumcu hizmet üretimini gerçekleştirmenin koşullarını yakalamıştık.  Henüz kağıt üzerinde olan "Bakım Onarım Şantiyesi"nin sorumluluğunu, onun kararlı üstelemeleri üzerine, ikirciklenme göstermeden kabul ettik.


Oturduk, karşılıklı birbirimize söz verdik.  Kendini her gün yenileyen, eleştiren, dayanışmacı, paylaşımcı bir anlayışla, kafamızdaki çalışma ve üretim projesini ortak akıl ve imece ruhu ile hayata geçirecek, alışılmış klasik belediyecilik anlayışının geleneksel, ihaleci, rant düşkünü yerleşik düzenin duvarlarını zorlayacaktık.

Ancak alışılmış ve kanıksanmış mevcut statükoyla ve onun çürümüş ilişkileri ile uğraşmak, yerleşmiş hantal yapının komplo ve spekülasyonlarının üstesinden gelebilmek çok zordu. Bunu, elbette çalışmalarımıza başlamadan önce göremezdik. Alan çalışmalarına başladığımız daha ilk günlerde, üstlendiğimiz sorumluluğun ne denli zor olduğunu gördük. Aynı şantiyede mesai yapan Fen İşleri ile İdari İşler iş programlarından birbirlerini haberdar ederek, sözüm ona yardımlaşarak çalışacaklardı.   Kepçe, dozer, kırıcı v.b gibi iş makineleri fen işlerinin, yani mevcut yapıya egemen klasik belediyecilik anlayışının kontrolündeydi. 

 

Durum böyle olunca, işler uzadı. Hatta hiç yapılamayanlar, bitiremediklerimiz bile oldu. 

Riyaset makamına da sorunlarımızı, yerinde ve zamanında anlatma olanağı da bulamayınca, geciken, yapılamayan hizmetlerin sorumluluğu da İdari İşler Md.’nün üzerine kaldı.


Artık, tarihini bilemesek de sonumuzun ne olacağını az çok kestirebiliyorduk. Yaşanan açıkça bir kumpastı.  Artık yakın süreçte, görevlerimizden alınmamız,  tüm sorumluluklarımıza son verilmesi vardı. Bu gerçeği konuşup vakit yitirmemiz yanlış olacaktı. “Durun! Buraya kadar...” diyecekleri güne dek iş programımızı hızla uygulamaya devam edecek,  ihalesiz ve özgücümüzle başladığımız işleri, onca bürokratik engellemelere, iş makinesi ve ekipman vermeme gibi fiili çelmelere karşın,  “fazla çalışma bedeli” istemeden bitirmeye çabalayacaktık.

 

Ön görüsünde bulunduğumuz, bu kısa hızlı süreçte, sorgulayan, tartışan, yurttaş duyarlılığından ve görüşlerinden olabildiğince yararlanan bir programı hedef aldık. Bunu uyguladık.  Böylece, kalıcı bir şantiye örgütlülüğünü gerçekleştirememiş olsak da, var olan sınırlı koşullarda da halkçı belediyecilik yapılabileceğini, vergisini ödeyip görevini yapan halkın, çıkarları ve istemleri ile örtüşen bir kamusal çalışmanın mümkün olduğunu göstermiş olduk. Her daim görüş alış verişi içinde olduğumuz Atıf Kışla ile son görevinde çok yakın, tam bir ayniyet ve uygunluk içinde çalıştık.

 

İlçe sınırları içinde, başta belediye hizmet binaları olmak üzere,  muhtarlıklar, pazar yerleri, otopark alanları, parklar ve bahçeler,  yine ilçe ilköğretim okulları binalarında gerçekleştirilen,  sıhhi tesisat, elektrik, boya, marangozluk ve demircilik işlerinin detaylı bilgileri,   yüz doksan dört -194- sayfalık, imza altına alınmış “Çalışma Raporlarımız” klasöründe belgelidir.

İçinden yüz akı ile çıktığımız çalışmalar, faydacı bir anlayışla işleri piyasaya, özel şirketlere havale etme kolaycılığına prim vermeden, tümüyle atölye olanaklarına, şantiye stoklarına, insan emeğine, ekip çalışmasına, imece ve dayanışma ruhuna dayanılarak başarılmıştır.

 

( 3 )

Şantiyede ve sorumluluğumuzdaki alan çalışmalarımızda olsun, iç işlerimizde olsun, demokratik, katılımcı ve sorgulayıcı ilişkilerin egemen olduğu bu şantiye yapılanması,  26.11. 2006 ve 27.05. 2007 tarihleri arasında,  hedefine koyduğu hizmetleri  - çok kısa değinilen nedenlerle - yetersiz de olsa gerçekleştirebilme olanağı bulabilmiştir.

Anılan tarihler arasında,  halen yaşayanlarının tanıklığında kanıtlanan:

Yerel bir yönetimde, modern kölecilikten başka bir anlamı ve açıklaması olmayan taşeron sistemine sarılmadan da belediyecilik yapılabileceğidir.  İdari İşler Şantiyesi, pratiği ile de kanıtlamıştır ki, bu gün yerel yönetimlere yerleşmiş egemen hizmet anlayışı emekçi halkın çıkarlarına ve beklentilerine de, sosyal/ kültürel gereksinimlerine de terstir.   İşçileri tıpkı elma portakal gibi elle sayan, işle ilgisi olmayan niteliksiz,  paradan başka bir şey düşünmeyen,  fabrikatör kafalı aç gözlülerin,  “işçi başı* üzerinden” utanmazca kazanç sağlamalarına izin vermeden,  kaynağı halkın ödediği vergiler olan belediye ödeneğini çarçur etmeden vatandaşa hizmet verilebilir.  

 

İnsanlık tarihinde, adil, eşitlikçi, halktan yana olan her girişimin,  egemen sınıfların, onların sermaye yanlısı uygulayıcıları ve işbirlikçileri tarafından engellenmesi ne kadar gerçekse,  merkezine halkı ve insan emeğini koyan dayanışmacı, paylaşımcı imece çalışmalarımıza olanak tanınmaması da bir o kadar manidardır.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

* ) Vahşi dünyalarının arsız ve ahlaksız ilişkileri içinde, taşeronlar hak etmeden kazandıkları paraları konuşurlarken, utanmazca sırıtarak:  “Kelle başı” derler... “Kelle başında şu kadar, toplamda bu kadar para kazandık. ”

 

Hasan Oğuz Bilgen, Ağustos 2007.  Güncelleme:  Ağustos 2020.

 

 

Not:  Herkesin kendisini kurtarmaya çalıştığı ortamda, başkalarını kurtarmaya çalışan Atıf Kışla, Bornova’dan ayrılmak zorunda kalışından üç ay sonra, 25 Ağustos 2007 tarihinde, yine insanlarla dayanışmak, sevgisini ve insanlığını paylaşmak için Çorum’a gittiğinde, Amasya ilinde karıştığı haksız bir trafik kazasında bizden sonsuza dek ayrıldı. 

 

Bu metin, 2007 yılı eylül ayı sonlarında, Manisa yolu eski ESHOT atölyesi alanındaki Belediye Fen İşleri Şantiyesi'nde, dönemin İzmir Büyük Şehir Belediyesi başkan ve yetkililerinin de bulunduğu bir toplantıda, imece-dayanışma gönüllüsü, sevgili Atıf Kışla’mız için yapılan anma konuşmasından alınmıştır.

 

http://www.ozgurmedya.org/newsdetail.asp…

https://alibabadanmasallar.blogspot.com/2015/12/imece-gonullusu-atifkisla-uzunyllar.html



9 Aralık 2015 Çarşamba

"ARKA BAHÇE"NİN YENİ HARAMİLERİ

“ARKA BAHÇE”NİN YENİ HARAMİLERİ


Canım memleketim “İkili Anlaşmalar”, Marshall Yardımı ve ardı sıra gelen Dünya Bankası dayatmaları ve de IMF borçlanmaları ile başını yeterince derde sokmuş bir ülkedir.

Fabrikada, tarlada, devlet dairesinde ve büroda dur durak bilmeden çalışan insanımızın torunu borçlu doğmaktadır. Kendisini yenileyen ve sistemi değiştirip yenileyecek bir kurucu irade oluşmadığı, oluşturulamadığı sürece de, “ torununun torununun borçlu doğması ” ironisi sadece bir espri olmaktan öte, çarpıcı ve yakıcı bir gerçeklik olarak tarihe geçecektir. Ne var ki, bu emperyalizm patentli yazgı sadece bizim ülkeye özgü değildir. Yerküre üzerinde onlarca ülke, söz konusu ABD patentli ilişkilerden paçasını kurtaramadığı için, şimdilerde klasik anlamının çok ötesinde modern birer sömürgeye dönüşmeyi becerebilmiştir.

Ülkem için söz konusu emperyalist boyunduruk 1945’li yıllardan, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, mevcut devletin zorba oligarşik yapısı ile işçi sınıfı ve emekçi halkların arasında gerek baskı, şiddet, gözdağı, gerekse yalan, demagoji ve manipülasyonlarla yapay,  yapay olduğu kadar da yıkılması zor dengelerin kurulduğu örtülü bir tahakküm biçimidir.

Kimi  zaman keskinleşerek derinleşen, bilinen krizleriyle kendisini yıkıcı biçimde duyuran, içinde bulunduğumuz son sürekli ve genel bunalım döneminin diğer bir önemli karakteristiği de giderek karmaşıklaşan, ama illa ki kurumsallaşan ilişki ve çelişkiler sonucunda emperyalizmin, dış dinamiklerin daha fazla belirleyici olduğu bize benzer ülkeler için  içsel bir olgu olma konumuna dönüşmesidir.

Emperyalist yeni sömürgeciliğin kıskacındaki çarpık ama modern görünümlü yeni tip sömürge ülkelerin mümkün olduğunca dikensiz güllerle kaplı, emperyalizmin arka bahçelerine dönüştürülmesi gerçeği de, aynı tahakküm zincirin sistemin bütünü tamamlayan bir başka halkasıdır.
Uslu ve sadık bahçıvanlarının uluslararası tekelci kapitalistlere karşı dikkatli ve de itaatkar davrandığı arka bahçelerin hedeflenmesinde belli başlı amaçlar

1-) Uluslararası tekelci kapitalizmin istekleri doğrultusunda, yeni sömürgelerin emperyalist politikalara boyun eğmesinin, işbirlikçi egemenlerin daha rahat, sorunsuz yönetebilmesinin ekonomik, sosyal ve psikolojik koşullarını yaratmaktır. 
2-) Yönetenler ve yönetilenler, sömürenler ve sömürülenler arasında örülmüş, örgütlenmiş, düzenin var olan kurumlarının güç ve olanakları ile desteklenmiş suni yani yapay dengeler marifeti ile emekçi halkın kolay yönetilebilir olmasının zeminini korumaktır…
3-)  Çok uluslu tekelci sömürü ve istismarın, bir başka deyişle yer kürenin canından, kanından damıtılan tekel karının devamlılığını sağlamaktır...

*     *     *

Magazin basınında bile rahatlıkla görülebileceği üzere tüm bunlar, çeşitli pasifikasyon araç ve yöntemleri ile, başta muhalif kesimler olmak üzere halk korkutulup sindirilerek, olayların,  içleri boşaltılıp, haberler manipüle edilerek, kitleler taraftar yapılamayanlarsa da etkisizleştirilerek başarılır.

24 Ocak 1980 tarihi ülkemiz sosyo-ekonomik yaşamı ve geleceği için bir milat olmuştur. Adı geçen tarihle anılan kararlarla dayatılan reçetelerin, yeni liberal politikaların uygulanmasına başlanmıştır. Artık arka bahçede geriye dönüşümü olmayan bir kabuk değişimi yaşanmakta, yeni sömürgecilik  gerçeği yeni sosyal argümanlar ve ekonomik karakterler içeren yeni finans yapılanmasıyla daha vahşi, daha çarpık, daha bağımlı, daha karmaşık, daha tüketici ve hatta traji-komik bir duruma evrilmektedir. 

Davit Harvey’in   “insan refahını en üst düzeye taşımak için özel mülkiyet haklarını, serbest piyasayı ve serbest ticareti güçlü biçimde koruyan, kurumsal bir çerçeve içerisinde bireysel girişimcilik özgürlüğünün ve yeteneğinin ortaya çıkarılması gerektiğini savunan siyasal ekonomik pratikler teorisi.”  dediği kuram, neoliberal serbest piyasa modelinin ta kendisidir… 

Korkut Boratav’a göre, bu kimi kez  “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” deyişiyle de dillendirilmiş serbest piyasa ekonomisinin  kapsamlı son aşamasının uygulanmasının başlangıç tarihi 1998 yılıdır.
Yine, Korkut hocaya göre “bu aşama IMF ve Dünya Bankası gözetimi altında bir dizi anlaşmayla mayıs 2008 yılına kadar kesintisiz sürer.

Uluslararası Finans Kapital güdümlü Neoliberal devletler, pazarların liberalizmin sömürü, rüşvet, talan ve istila mantığının gerektirdiği biçimde değerlendirilebilmesi ve elde tutulabilmesi için egemen mali çevrelere pervasızca sınırsız güvenceler verirler, son derece ahlaksız fırsat ve olanaklar sunarlar…

Malum mantığa göre mevcut pazar kavramının içine hemen her şey girer, girmelidir. Eğitim, sağlık, gıda, konut, sosyal güvenlik, tarım, hayvancılık, madencilik, turizm, ulaşım, haberleşme, yazılı-görsel basın, bilişim, toprak, su, hava ve saire… Sınırsız, kuralsız ve rahat oldukları için ahlaksız ve arsızdırlar…

Yetindiklerine, doyduklarına tanık olunmamıştır… Liberalizme göre yeni liberal devlet, bu denli geniş ve denetlenmesi zor pazara tüm gücü ile ( Yasama, yürütme ve yargı organlarıyla) müdahale etmeli, özelleştirme programının kesintiye uğramaması için organize olmalıdır. Bu iradi müdahale çokuluslu sermayenin her üretim ve hizmet alanına, yer altı ve yer üstü kaynaklarına, yaşamın tüm sosyal alanlarına nüfuz etmesidir.

Tam da burada insanın kanını donduran ve de onuruna dokunan bir barbarlık,  gizleyemedikleri ters bir orantı vardır. Kamusal alan; akla gelen üretim, tüketim ve hizmet alanlarının halk için, halkın yararına fırsat ve olanakları daraldıkça, haramilerin sömürü, soygun talan alanları da artmakta, alabildiğine genişlemektedir.

Nüfuz alanının siyasi ve mali erkten yana büyümesi ve güçlenmesi için, başvurulan araç ve yöntemlerse;  genellikle gözdağı, bilinç-bellek yanıltmaları, farklı yedekleme ve pasifikasyon taktikleri, özellikle de sokağın olmazsa olmazlardan basınçlı su, cop, sisleme ve biber gazıdır.

Dış dinamikli, karmaşık, çarpık, kırılgan, vahşi yapılanmalarla harmanlanmış yeni sömürge ülkelerdeki serbest neoliberal modelin uygulanışında kontra faaliyetleri, faili meçhuller, kayıplar gibi vahşet fotoğraflarının sergilenmesinin yanında, at izinin it izine karıştığı Ergenekon, Balyoz davası örneği kara mizah kareler de çıkar.

Gizli ya da açık, her türden faşizm pratiğinde demagoji, gözdağı, şiddet, toplumun yanıltılıp manipüle edilmesinde, sisteme yedeklenmesinde etkili silahlar olduğunu açıklamaya çalışmıştık. Kasımpaşa’lı baş demagog muhalif aydınların, sanatçıların, işçilerin, sendikacıların “ideolojik davrandığını” söyleyip,  bu tehlikeli silahı halkı hedef tahtasına koyarak denerken, KİT’leri ve sosyal devleti yok etmekle, havayı, suyu, ormanı, madeni yabancı şirketlere peşkeş çekmekle bizzat kendisi ideolojik davranıyor, yani kapitalizmin yeni serbest piyasa ideolojisinin gereğini yapıyordu.  

Halkın gereksinim duyduğu her alan ticarileşmeli, piyasanın iştahına sunulmalıydı. İnsanın en doğal haklarına parayla ulaşması demek, kapitalistlerin ve onların önünü açan seçilmişlerin semizlenmesi, özelleştirme -yani satış- komisyonlarından, ihale yolsuzluklarından gelen dolarları yabancı bankaların çelik kasalarına tıkıştırmaları demekti.  Şimdilerde Mübarek gibilerin milyar dolarlarla açıklanan servetlerinin internet kanalı ile ortalığa saçılması, buzdağının sadece görünen yüzü olsa gerek. 
Şimdi:

Teğet geçtiği söylenen sürekli ve genel bunalımın malum  krizinden sonra, DİSK-AR Ücretler ve İstihdam 2010 Raporu’na göre, işçilerin, emekçilerin reel ücretleri bir yıl içinde % 8.24 oranında düşüyorsa, yani gün be gün yoksullaşıyorsak… 

T.C Merkez Bankası’nın 2010 yılının ocak ayını ölçü alarak açıkladığı Ödemeler Dengesi Verileri’ne göre, ocak ayındaki cari açık  -yine son bir yıl içinde-  % 91.4 oranında artarak  cari işlemler hesabının 5.86 milyar dolar açık vermesine neden olmuşsa… 

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun 2010 Ocak ayı hareketli hesap verileri :
1-) 620 milyarlık mevduatın hemen hemen % 50’sinin, ülkemizin mübarek milyonerlerinin hesaplarında tutulduğunu,
2-)   Bu şaibeli hesaplardaki mevduatın son yılda 70 milyar artış gösterdiğini,  
3-) Milyoner mudi sayısının yaklaşık dört bini bulduğunu gözlerimizin önüne seriyorsa… Son olarak, bu güne dek  intihar eden 4-C mağduru tekel işçisi sayısı, 12 Mart 2011 günü sınıf kardeşimiz, sevgili Alim APAYDIN ile birlikte altıya ulaşmışsa…

Elbette kana, alın terine, gözyaşına, insan emeğine doymayan kahrolası sistemin,  2010 yılında 28 olan milyarder sayısı bu yıl 38 olacak…  Elbette -yine bu sayı sayesindedir ki- Türkiye Ortadoğu ve Afrika ölçeğinde en fazla milyardere sahip ülke olarak birinci sırada yer alacaktır! 

Bu işte bir ters orantı  -siz terslik okuyun- olduğunu söylemiştik ya?!
                                                                       
                         Hasan Oğuz BİLGEN, Bornova, Mart 2011


Haber Tarihi:  26.03.2011
Haber Editörü:  Özgür Medya
Haber Kaynağı:  Özel

 
Yazar Hakları Telif Hakları Yasası’nca korunur.
++ Ozgur Medya ++ info@ozgurmedya.org.  
Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar.
Site yönetimi yasal sorumlu değildir.
Telif Hakları Yasası'nca korunur.