BEYLER ÇOK ÜZGÜNÜZ !
SEVDALILARINIZ KOMÜNİSTTİ !
Bundan
yaklaşık otuz yıl önce, dönemin Gümrük Tekel Bakanı Cahit Aral beyefendinin
televizyon ekranından elindeki çay bardağını gözümüze sokar biçimde çayını
iştahla höpürdetip: “ Bakın ben
içiyorum… Müsterih oluna.” mealinden,
kamuoyuna, sözüm ona moral ve güven verici açıklamasını yaparken, kimse
2005 yılının 25 haziran gününde Kazım
Koyuncu adındaki genç bir yeteneğin sanat yaşamının henüz baharında kanser
belasından solup gideceğini düşünemezdi.
Bu
talihsiz ülkenin güzelim insanları, tarihinin hemen her döneminde,
özellikle de yazılı ve görsel basının etkisiyle kendisine sunulan menünün
dışında, beden ve ruh sağlığı için asıl yararlı olanları seçme alışkanlığını
edinemediğinden, hep kendisine sunulanlarla yetinmek zorunda kalmıştır. Ömürler
tükenmiş, siyasi iktidarlar değişmiş, o, hep gösterildiği kadar bilmiş, izin
verildiği düzeyde öğrenmiş, dünyaya ve olaylara her
zaman yaşamak zorunda bırakıldığı yerden bakmıştır…
Doğal
olarak sorgulaması da, belleği de zayıf kalmıştır. Her daim boynu bükük, biat
ve tevekkül ruh hali içinde sessiz sakin, hiçbir şeye karşı olmaksızın yönetilmesine,
hiç sogulamamasına, hiçbir karara ve uygulamaya karşı çıkmamasına neden olan
önemli bir sosyal eksiklik ve zafiyettir bu. Tarihin bu yaşamsal gerçekliğinin
uzandığı, tutunduğu kökler eşelendiğinde de, kaçınılmazdır ki, epeyce eskilere,
çok gerilere gidilecektir.
- 2 -
1923
İzmir İktisat Kongresi’nde TBMM çoğunluğunu oluşturan Kemalist, devletçi ve statükocu kadroların “ Yabancı sermaye çevrelerine, ekonominin
gelecekte alacağı biçimini ve niteliğini belirlemek ”, “ İç ve dış sermaye çevrelerine güvence vermek
” özellikle de, “ Yabancı sermayeye
karşı olmadığını açıklamak ” gibi, her yerde dillendiremediği ciddi bir derdi
ve sıkıntısı vardır.
1923
İzmir İktisat Kongre’nin yabancıya göz kırpan ve onun yatırımlarına kapıyı
aralayan, üzeri örtülü ve ürkek açılımları, yakın gelecekteki dışa bağımlı ekonomik siyasi
politikaların tarihsel zeminlerini hazırlaması bakımından yabana atılmaması
gereken bir ayrıntıdır.
Çok
partili dönemde DP’li Adnan Menderes’in “
Her mahallede bir milyoner, her köyde
bir traktör.” şiarıyla örtüşen ekonomik
ve siyasal vaatlerini, AP’li Morrison Süleyman’ın uluslararası tekelci
sermayeye çağrı yapan cüretkar programlarının yanı sıra ABD ile böbürlene
böbürlene yapılan “ İkili Anlaşmalar ”, yabancı finans kurumları ile ileriye dönük,
planlı programlı çok daha uzun vadeli siyasi flört planları izler.
Yabancılarla
atılan her imza, görünümde el etek öpen, özünde dışa bağımlılığı güçlendiren -uygulanan-
her politika, emperyalist güçlerin tahakkümünü, savaş ve işgal barbarlığının
boyunduruğunu kırmış Anadolu Hareketinin ulusal kurtuluşçu, ileriye ve
aydınlanmaya dönük demokrat tavrının ve anti-emperyalist göreceli
kazanımlarının birer hazin kırılma noktaları olmuştur.
‘Milli
Şef’ döneminden sonraki çok partili yıllarda, dış politikada ve sermaye
hareketlerinde yeni uygulamalar, alışılmışın ötesinde sorumsuz, kaba bir
cesaretle hayata geçirilir. Palazlanan ulusal sermayenin sözcüsü yönetici
kadrolarının gözünü kararttığı bu “Cesur” dönem, “ İkili Anlaşmalar ” gereği
uluslararası finans kapital sisteminden “karşılıklı iş birliği” kıvırması ve
mazereti ile alınan yeni krediler, daha açık deyişle yeni borçlanmalar
dönemidir.
- 3 -
Aslında
yaşanan, çok uzun vadeli taslak plan üzerine oturtulan, ciddi kabuk değişimidir,
kurumsallaşmadır. Geleneksel, statükocu devletçi politikaların, “yerli malı”
kültürünün öksüz çocuk gibi kenara bırakıldığı körüklü Kuvayı Milliye
çizmesinin Anadolu’nun engebeli yollarını, sıcak savaş meydanlarını görmüş
ayaklardan çıkarılarak bir daha kullanılmamacasına kaldırıldığı bir değişim…
Yasal
düzenlemelerle kurumsallaştırılan ve yapısal köşe taşları yerlerine oturtulmaya
çalışılırken, kamu vicdanına da pembe gelecek tabloları biçiminde lanse
edilmeye çalışılan işbirlikçi yerli sermaye hareketi, bir yanıyla Batı’ya göz
kırpan İzmir İktisat Kongresi’nin;
“
·
Öz kaynakların
değerlendirilmesi,
·
Yerli mallarının,
ulusal üretimin desteklenmesi,
·
Günlük çalışma
süresinin sekiz saati geçmemek üzere sınırlandırılması,
·
Çalışanlara ücretli izin,
hastalık, doğum, ölüm, sosyal güvenlik önlemleri, evlenme yardımı ve sigorta ve
dahi iş güvenliği sağlanması,
·
1 Mayıs’ın - diğer
ülkelerdeki gibi - İşçi ve Emek Bayramı
olarak kutlanması,
·
Yeni açılacak çalışma
alanlarındaki tüm işlerin Türklere verilmesi,
·
Özel girişimciliğin
her daim desteklenmesinin ve canlı tutulmasının yanında, kredi, iş ve yatırım
olanaklarının, eğitim, ulaşım, sağlık, haberleşme gibi altyapı ve teknik
hizmetlerin devletçe sağlanması,
·
Tüm bunlar için yasal
düzenlemelere gidilmesi… ”
gibi, çalışanlara sağlanacak hak ve
özgürlüklerden hareketle önemli ve can alıcı ayrıntıları gündeme getiren, o
günlere göre hayli ilerici ve yenilikçi maddelerinin budanması, kamu yanlısı
devletçi damarlarının boğulması anlamına geliyordu.
* *
*
- 4 -
Uzun
vadelerle alınan yüksek faizli kredilerin, ülke geleceğinin yıllarına, on
yıllarına yayılacak olan adaletsiz yükü, Çanakkale’de, Dumlupınar’da şehit
düşen ayağı çarıklı Mehmet’in aç açık büyüyen sefil perişan çocuklarının çıplak
sırtına hayasızca yüklenmiş, böylece dışa bağımlı gelişen süreç hızlandırılmış,
ulusal ekonominin kendi dinamikleri ile gelişmesinin ve kendi soluk borularını
kullanmasının önüne geçilmiştir.
Yabancı
sermayenin ülkenin cılız ekonomisine yerleşen, yaşamın birçok alanında etkisini
arttıran siyasal ve mali iradesinden, elbette uluslaşma süreci de nasibini
alacaktır. Ülkenin öz dinamiklerinin üzerine düşen yabancı gölgesi, yerli
ticaret burjuvazisinin planlı bir müdahalesi değil, başka bir güce ve ondan
gelecek desteğe bel bağlayan mali politikaların zorunlu ve kaçınılmaz bir
sonucudur.
Doğal
olarak emperyalizme başından beri bağımlı olarak gelişen bu çarpık iktisadi
yapılanma üzerinde gelişen hayatın diğer toplumsal alanlarındaki sosyal/
kültürel biçimlenmeler ülkenin uluslaşma sürecinin arızalı/özürlü basamakları
olarak yakın tarihe not düşecektir. Yabancı vesayetinde oluşturulan göbekten
bağımlılık, bir ayağı kırsal alanda olan işbirlikçi sermayedarlar
tarafından ortak bir kabulle yeşil ışık yakılan yabancı sermayenin ülke
üzerinde nüfuz alanını genişlettiği ve giderek güçlendiği sürece tekabül
etmiştir. Yabancıların tekel karı iştahı içinde, yine aynı güçlerin insaf ve
inisiyatifinde kurulan sömürü ve hegemonya ilişkileri, elbette ki Anadolu
Kurtuluş Hareketi’nin ruhunu, onun anti emperyalist yönünü örselemekte, adeta
ablukaya almaktadır.
Ülkenin
yazgısını belirleyecek olan bu mali modelin ta başındaki mimarlar da, ilerleyen
yıllarda olup bitenden haberleri yokmuşçasına, sıkılmadan “ memleketin geri kalmışlığından hayıflanan” günümüzün akıl hocaları da aynı zihniyetin
sorumlularıdır. Ol nedenle ülkenin ve insanlarının geleceğinin derdinde olan
devrimcilerin, sosyalistlerin “geri bıraktırılmışlık” realitesini öne
çıkarmaları, Emperyalizmin 2. Paylaşım Savaşı’ndan, yani (1945’lerden) sonraki
emperyalist sömürü ve istismar biçimlerinin, emperyalistler arası yeni ilişki
ve çelişkilerinin doğal sonucu “gizli işgal” ve “ içsel olgu ” boyutlarının
altını çizmeleri bu yüzdendir. ( Bilgi
için, Bütün Yazılar, Kesintisiz Devrim II-III, Mahir Çayan )
- 5 -
Anadolu
coğrafyası ve onun vefalı, çilekeş insanları bu güdümlü, geleceği karartan,
onur kırıcı uygulamalara -eski deyişle-
“ iktisadi müstemleke ” modeline “ reva ” görülürken, kıta Avrupası, daha on
yıllar önce iktisadi yapısında hangi nitel değişimleri hangi kendine özgü
dinamiklerle, hangi tarihsel misyonla yerine getirmişti? Tarihin filmini geri saralım, bir kez de
oradan bakalım:
Daha
17. Yüzyılda Batı dünyası bünyesinde varlıklarını henüz sürdürmekte olan feodal
üretim çelişkilerine ve ilişkilerine göre daha gelişmiş daha ileri bir üretim
tarzı olan kapitalist üretim düzeni, kendi öz kaynaklarının, öz dinamiklerinin,
güçlü, olgunlaşmış sınıf çelişkilerinin iticiliğinde, elbette ki muhteşem alt
üst oluşlar içinde geçen yapılandırmayla oldukça yol almıştı. Yüzyılın
sonlarına doğru, kendi mecrasında yol alan ve palazlanmakta olan tekelci burjuvazinin
yeni doğan, ilerici, dönüştürücü ve geliştirici
sınıf olma özelliğinden ötürü dönemin tartışılmaz toplumsal lokomotifi oluşu,
tekelci sermayenin gelişim sürecini yönlendiren önemli bir etkendir.
Lokomotif
enerjinin marifetiyle eskimiş, çürümüş, ölmekte olan feodal üretim ilişki,
yöntem ve çelişkileri alt yapıdan hızla arındırılmış, temizlenmiştir. Öncekine göre daha yeni olan ve ilerici
nüveler taşıyan genç sistem alt yapısından üst yapısına yerine otururken
yükselen devrimci lafızlar; “ özgürlük,
eşitlik, adalet, demokrasi ” sözcükleriyle sloganlaşan değerler, değişen
Avrupa’nın kale burçlarına ( İlerleyen
yıllarda ilerici, yurtsever kimliğinden uzaklaşacak olan burjuvazi tarafından,
teker teker geminin bordosundan aşağı atılmak üzere…) bayraklaştırılarak
dikilmiştir. (1789 Fransız Devrimi)
Şaşmamak
gerekir ki, tüm bu olup bitenleri yıllar sonra; “ Yaşamda hiçbir toplumsal hareketin, bağrında geliştirdiği,
var olmasını sağladığı diğer bir sosyal oluşumu dışlayacağı, dışarıda tutacağı
söylenmemeli. İşte o zamana, o doğuma kadar toplumların her genel yeniden
kuruluşunun ve oluşumunun arifesinde toplum biliminin son sözü Kavga ya da
Ölüm, Kanlı Mücadele ya da Yok Olma biçiminde olacaktır. ” sözleriyle
özetleyecek olan Karl Marks’ı haklı çıkararak…
- 6 -
Tek
partili dönemde çıkış noktası yakalayarak yayılma zemini bulan, 50’li yılların
çok partili döneminde uygun yasal düzenlemelerle “içsel olgu” olma yolunda,
zaman ve mekan kavramlarıyla ayniyet ve uygunluk içinde kurumsallaşan çok
uluslu tekelci sermayenin ekonomik ablukası bizde ise, tek kelimeyle “ucube”
denebilecek istikrarsız bir mali yapılanmanın varlık nedeni olmuştur.
Avrupa’da
yurttaşa ve kurumlarına olumlu anlamda tanımlanan, kapitalizmin demokratik hak
ve özgürlükler yüzü “burjuva demokrasisi” olarak adlandırılırken, bu bizim gibi
ülkelerde, kimi haklı yorumlarda ‘Sömürge Tipi Faşizm’ ya da ‘Filipin tipi’,
“Nispi demokrasi” açıklamalarıyla karşılığını bulmuştur.
Güdümlü
yeni sömürge ülkelerin emekçilerinin işgücü üzerinden tekel karı adı verilen,
iktisadi cambazlıklarla semizlenen, savunucularınca kimi zaman gereğinden fazla
abartılan Batı kapitalizminin demokratik/kültürel gelişmişliği, hakkını
hukukunu aramasını bilen, eleştiren ve sorgulayan bir yurttaşlık bilincini de
bağrında taşır.
Yoksa,
çöken köprüden kendisini ve bakanlığını sorumlu gören Hollanda’lı ulaştırma
bakanının politik hayatına son vermesini, ölümlü bir iş kazasında istifa eden
Norveç’li tersane müdürünün durumunu, sıradan bir Fransız çalışanının sosyal
duyarlılığını sorumlu bakanın yakasına yapışacak kadar ileri götürmesini ya da
vicdanı ile hesaplaşması sonucunda harakiri yapan Japon yetkilinin tutumunu
daha başka bölgesel, kültürel denebilecek özel (konjonktürel) nedenlerde
aramamız, eylemlerinin biçimlerini de cesaret, çılgınlık, umarsızlık, bir anlık
hezeyan ya da cehalet gibi soyut kavramlarla açıklamamız gerekirdi.
Kabul
etmek gerekir ki, sık olmasa da günlük basında izleyebileceğimiz yukarıdaki
kayda değer tip örnekler, gelişmiş demokrasi kültürünün bize gösterdiği Batının
insan profilinin genel karakteristiğidir.
Başka anlatımla, ilk bakışta bireysel veya öznel gibi algılanan kişisel
bir duruşun, bir davranış biçiminin, bir olgunun beslendiği bazı toplumsal
kaynakları, belirleyici yönü olsun ya da olmasın sosyolojik ayağının olacağı,
olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır.
- 7 -
Özetle
bu derinlikte etik tutumu, özeleştiri, sorgulama kültürünü gelişmiş toplumların
yaşam tarzının dışında başka yerde göremeyeceğimizin altını çizmek gerek.
Bu
önemseme daha yukarıda açıklamaya çalıştığımız Fransa, İngiltere, Almanya gibi
demokratik devrim süreçlerinin çözücü, ayrıştırıcı ve de sonlandırıcı gücü
sayesinde aşılan pre-kapitalist üretim biçimlerinin, ilişkilerinin tamamen
tasfiye edilmesi konusu ile birlikte anımsandığında gerçek anlatımını ve
anlamını bulacaktır. Buraya kadar
vurguladığımız olumlamalar, emperyalist sistemin gerek metropollerinde, gerekse
çarklarının içine aldığı bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelerde çıkarları söz
konusu olduğunda, hangi saldırgan politikalarla neler yaptığını ve dahi neler
yapabileceğini görmemizi engellemiyor.
Halkların
gözyaşları ve ucuz işgücü pahasına kasalarına aktardıkları tekel karının, talan
düzenlerinin sürmesi için en temel insan haklarını ayaklar altına alan her
gayrı meşru yola, her tür ahlaksız yönteme başvurmayı gerekli gördüklerinde,
“uygarlık kriterleri”, ‘yurttaşlık bilinci’, ‘demokrasi kültürü’, ‘etik
değerler’ filan kalmıyor…
Şu
dillere pelesenk olan, meşhur duvarların yıkılmasıyla tek kutuplu dünyanın
jandarmalığı görevini, yine tek taraflı olarak üstlenen Amerikan
Emperyalizminin sicil karnesindeki adalet, insan hakları ve demokrasi notları,
morarmış ayak başparmağında ‘Made in USA’ plaketi asılı Guantanamo ölülerinin,
gözlerine kendisi gibi aç sineklerin üşüştüğü Afrika’lı çocukların,
Afganistan’lı, Irak’lı, Malezya’lı,Tayland’lı
yoksulların, Bangladeş’te yıkıntılar altında hak etmediği ölümü yaşayan taşeron
tekstil işçilerinin sayısı kadar sarsıcı ve yakıcıdır.
Boyunduruğu
altındaki işgal topraklarında bu denli militarist, haydut, barbar olmasının
perde arkasında, endüstriyel tarıma elverişli zengin ve bakir topraklar, talan
edilmeyi bekleyen el değmemiş ham maddeler, yer altı ve yerüstü kaynakları,
örneğin petrolün çekici rengi ve getirisi, üstüne üstlük esnek, güvencesiz ve
geleceksiz çalıştırılabilecek insanlar, bunların havadan, sudan ucuz işgücü
vardır.
- 8 -
Yerkürenin
zenginlikleri ve insanının el emeği göz nuru böylesi kontrolsüz bir barbarlıkta
bir taciz ve tecavüz altındayken, “ Irak topraklarında nükleer silah yoktu.
Hiçbir zaman da olmadı.” biçimindeki hiç beklenmedik açıklama, dönemin
İngiltere Dışişleri Bakanı’na aitti. Ve
açıktı ki, “ Irak’ın işgal edilmesi, orada yaşayan halkların can ve mal
güvenliklerini tehlikeye atılması için hiçbir geçerli neden yoktu. Ne çare ki, petrolün ve doların ilahları bir
kurban istiyor…” anlamına
geliyordu…
Sömürgeci
ve saldırgan gözüyle, ister jeopolitik isterse de stratejik açıdan bakılsın bu
talihsiz kurban Irak’tı. Üstelik bu ülke, ‘efendisine diklenen’ bir ülkeydi ( !
) Orada akılların ve düşlerin
alamayacağı kadar petrol vardı, bir… İkincisi, bu zengin topraklar, bir başka
“söz dinlemeyen ülke” İran’a uzanan en uygun ve en zahmetsiz basamaktı. Irak için de, fincancı katırlarını ürküten
açıklamasıyla İngiltere Bakanı için de karar verilmişti. Nedeni bilinmeyen
sürpriz trafik kazasında verilen ileti netti: Adım Militarizm… Her türlü savaş
kışkırtıcılığını, aklınıza gelmeyen çılgınlığı, yalancılığı ve çirkinliği
yapabilirim… Şaşmayın, şaşırmayın…
Baskın
üretim biçimi feodalizmin bağrında olgunlaşan koşulları yaşamın diyalektik
yasalarına uygun olarak dönüştüren, demokratikleştiren tekelci sermaye, bizim
gibi ülkelere göre ileri düzeyde olan demokrasilerden dem vururken, onca
hukuksuzluğunu, gayri ahlakiliğini, yasa dışılığını bu ‘gelişmişlik ve
uygarlık’ kibirlenmesiyle gizlemeye,
örtmeye çalışmaktadır.
Sözünü
ettiğimiz “talihsiz kaza” ( Siz lütfen cinayet olarak okuyun ) söz sırası
geldiğinde, gelmediğinde, başımıza adalet ve demokrasi havarisi,
insan hakları savunucusu kesilen malum ülkelerin egemenlerinin, dönen çarklarına taş konulduğunda,
çıkarlarının önüne geçildiğinde ne kadar vahşi, nasıl da acımasız, barbar
olabileceklerinin çok açık bir göstergesidir.
Beynelmilel
gayrımeşruluk, aktivist, düşünür Tarık
Ali’nin altısı kurgu, altısı araştırma olan on iki kitabında detayı ile
analizini yaptığı “ABD Emperyalistleri müttefiklerinin suçlarının üzerini örter.”
sözü ile sağlamlık kazanıyor…
- 9 -
Ve aynı malum kaza burjuva demokrasisinin
meşaleli, mağrur “Miss. Özgürlük” anıtının gölgesine sığınmaya çalışan emperyal
düzeninin, tüm ayıpları ile birlikte asıl yüzü konusunda dikkate değer ipuçları
veriyor.
İngiltere
Dışişleri Bakanının başına örülen çorap insan hakları ve demokrasi söz konusu
olduğunda mangalda kül bırakmayan Amerikan ve AB emperyalistlerinin yere göğe
sığdıramadıkları modern hayatlarının ve de gelişmiş demokrasilerinin gölgesinde
kalan, gelgelelim çuvala da sığmayan Gladyo mızrağının sivri ucudur. Yerkürenin
elitleri, egemenleri emperyalistler iletişim teknolojisi başta olmak üzere, bu
alanda tekelleşmiş yazılı ve görsel basının başındaki baronlarının öylesine
ensesindedir ki; bu nedeni ve kaynağı apaçık gözler önünde durup duran aleni
cinayet karşısında medya arenasında adeta yaprak kımıldamamıştır.
Aleni
cinayetten sorumlu Amerikan Emperyalizminin erk sahibi malum sınıf ve
zümrelerini, temsilcilerini, düzenbazlarını, dalkavuklarını, yaşamı dolara,
petrole bağlı vampirlerini burada konudan uzaklaşıp eleştiri konusu yapmamız
abesle iştigal etmek olur. Eşkiyanın talan ve yağma kervanının yürümesi adına
it itliğini puşt puştluğunu neden yapmasın?
Serbest
piyasa ekonomisinin yılmaz savunucusu kaşarlanmış liberallerini, medya
baronlarını bir kenara bırakırsak, belki de eleştirilerimizi asıl yöneltmemiz
gereken, peşlerinden gittikleri partilerinin tabelalarına iddialı ve ciddi
sıfatlar ekleyen çevreler ve yüreklerinin sol cenahta attığını her fırsatta
sürekli yineleme pişkinliğini gösteren dünyaca bilinen ya da bilinmeyen
yazarlar, çizerler, gazeteciler ve sanatçılardır.
Avrupa
Burjuvazisi’nin 18. Yüzyılda, kendi dinamikleri ile ekonomik yapıdan mevcut
sistemin üst yapısına doğru başardığı gerici feodal mütegallibe takımını
etkisizleştiren demokratikleşmenin aynısı ya da benzeri nitelikte bir tasfiye
hareketinin üstesinden gelemeyen yerli egemenler sosyal yaşamda da, iç
politikada da, uluslar arası arenada da, ülkeyi hiçte hak etmediği çarpık ve
güdük bir yazgıya, görünümde kara mizah, özünde trajik-hazin bir tabloya mahkum
etmiştir.
- 10 -
Bu
nedenle yüzünü Batı’ya dönmeye çalışırken, kendini ve yaşantısını Şark
kültürünün feodal alışkanlıklarından alamayan insanının tebaa ve kul muamelesi
görmeye uygunluğu, boyun eğmeye, kabullenmeye olan yatkınlığı, “ Burjuvazinin
ahırı ” (Marks) meclise yerleşmiş egemen sınıflara yönetme, erk olma kolaylığı
sağlamaktadır. Yazgısı yabancılar ve işbirlikçileri tarafından çizilmiş,
dirlikle düzenin, mutlulukla kardeşliğin ve dahi barış içinde bir arada
yaşamanın hasretini ve sevdasını çektiğimiz toprakların hüzünlü manzarası on
yıllardır ne yazık ki hiç ama hiç değişmemiştir.
1980
sonrasında 24 Ocak Mali Kararları ile birlikte IMF/Dünya Bankası kontrollü akıl
hocalarının bildik kapitalizmi allayıp pullayıp, yeni pişmiş taze yemek gibi,
Yeni Dünya Düzeni diye ortaya koymasını izleyen günlerde, ülkemizde de “ Global
Dünya ” teranesiyle, bir “ Globalleşme ”
modası almış başını yürümüştür.
Serbest
piyasacı neo-liberalizme yeni hareket alanları için gerekli koşullar
yaratılarak, emek dünyasının başına bela edilen özelleştirme politikalarının
gereği olarak ve devletin mali yatırım ve kamu çalışma alanlarından - başta sağlık olmak üzere - el çektirilmesinin yollarını açacak yeni yıkım
ve talan yasaları çıkartılmış, ünlü “ Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler “ başıbozukluğuna devletin en yetkili ağzından “ Benim memurum işini bilir! ” vecizesi ile meşruluk kazandırılmıştır.
Ol
‘rahmetli’ devlet erbabının toplumun ar damarının çatlatan edepsiz çözüm
önerisi, popüler deyişle “ ahlaksız
teklifi ” ekonomiden siyaset kültürüne,
günlük yaşama, oradan yaşamın hemen her alanına pıtrak gibi yayılan -günümüzde de artçı şoklarını fazlasıyla
hissettiğimiz ve kötüsü, bizzat yaşadığımız- ahlaki aşınmanın gerçek başlangıcı olmuştur.
Ülkem
insanının geleneksel değerlerinin tam kalbindeki bu can alıcı kırılma, toplum
bilimcileri ve pedagoglar tarafından da onaylanan, birey ve toplum belleğindeki
olumsuzluğu on yıllar geçse de silinmesi zor olan sosyal bir travma olarak ülke
tarihe geçmiştir.
- 11 -
Durum
böyle olunca, kapitalist dünya coğrafyasında pek eşine örneğine rastlanamayacak
bu tür sosyal bir travmayı yaşamış ülkede, bakanlık almış birisi TV ekranlarında, elbette malum çay sefasını yapabilecektir. Bir başka bakanı da tarlada telef olan
ürününe ağlayan çiftçiye “ gözünüzü
toprak doyursun ”, başefendisi ise önünü
kesen vatandaşına “ Al ananı git ”
diyebilecektir. Daha dün Adalet Bakanı, sözcüğün gerçek anlamı ile kamu
vicdanının örselenmesi, taze yaranın kanatılması örneği olarak, cezaevinde “ kötü muamele sonucu ” işkence ile öldürüldüğü devlet raporları ile
kesinleşen Engin Çeber için: “… öldürdük, kusurumuza bakmayın, pardon…”
özrü ( ! ) ile kamera karşısına çıkabilecektir.
.
. .
BİZDEKİ
FİLM HEP AYNI FİLM : “ KRİZ MIRİZ YOK…”
Dert
yanan vatandaşa, iş arayan işsize, soru soran öğrenciye, birikimini (üstelik
din istismarı yapan vurguncularına) kaptıran vatandaşa kuru sözler eden,
efelenen, diklenip “ yatırırken bana mı
sordun ” diyen, “ Big Brother’s ” karşısına gelince el pençe divan duran
Kasımpaşa’lı başefendi, tapındığı, nemalandığı ve kıble bellediği kapitalist
sistem, kriz nedeni ile kıçını dibe vurup çömleğini kırınca tevekkülle karışık
durumdan “ haberdar ” ve duruma hakim
pozlara bürünüveriyor : “ Hamdolsun
sağlamız. Velev ki bize uğrarsa, atlatırız Allah’ın izniyle…” diyor. Üstüne
üstlük, bir ara nasıl olduysa ağzından kaçırıp “ krizi fırsata dönüştüreceğiz ” buyuruveriyor.
Orada
bulunan ve pattadak “ Bunu nasıl
yapacaksınız? ” diye soran Evrensel muhabirinin sorusu üzerine de,
değişmeyen bilgiç halleri içinde kaşlarını çatıyor, kem küm ediyor ve de
bir şeyler biliyormuş gibi yaparak, “
Şimdi, siz orasını fazla karıştırmayın, her şeyi ortalık yerde söyleyecek
değiliz ya! ” gibisinden imalı ve gizemli havalara giriyor.
Uluslararası
tekelci kapitalizmin, aslında tarihinin hiçbir aşamasında içinden çıkamadığı
genel bunalımının buz dağının su altındaki görünmeyen bölümü, yattığı yerde
doğrulsa bile bir türlü yataktan çıkamayan hasta esprisini içeren diğer
- 12 -
etkenlerin
de bir araya gelmesiyle su yüzüne çıkınca kendini tekrar gösterdi. Mevcut düzen
şakşakçılarının 1980’lerde “ Global
dünya ” ve “ Globalleşen Dünya” ( x )
diye diye dillerine pelesenk ettikleri şatafatlı deyişlerinin ardından, bu kez
de, bir “ Global kriz ” tantanası koparacaklarını beklemedik değil
doğrusu… Nur topu doğan bebeklerinin
adını, nedense öyle koymadılar da “ küresel kriz ” deyiverdiler.
Hepimiz
şişmiş kredi yayılmasının ve denetimsizliğinin gün ışığına çıkmış bu bölümünde,
tekelci kapitalizmin değişmeyen kronik hastalığı aşırı kar elde etme hırsından
hareketle, cazip yatırım alanları olan yeni sömürgelerde kendi paralarını dahi
kontrol altında tutamamalarını, metropollerde ucuz kredi ile çekilen borçların
patlaması demek olan rantiyeci bankacılık sistemi olduğunu gördük.
Rantiyeci bankacılık sistemi derken anlatılmak
istenen şuydu: Sistemin sürekli ve genel bunalımının ateşinin yükselmesi, bu
kez, tüketimi kontrollü/bilinçli (aslında bilinçsizce demek daha doğru) biçimde
körüklenen konut sektöründe görüldü. Krediler çok uzun ve de karşı konulmaz
vadelerle tüketiciye sunulurken, oldukça çekici duruma getirilmiş konut -ya da toplu konut- kredileri ile
kapitalizmin sömürü bataklığına çekilmiş ABD’li orta kesim, buna ek olarak dar gelir
düzeyindeki emekçiler…
Öngörülebilirliği çok güç olmayan, hatta şu
günlerde açıkça tanık olunmaktadır ki, doyuncaya tıkınan, tıkındıkça tıkanan,
sonra tıksıran, en sonundaysa doğal olarak çiğnemeden hortumladıklarını kusan
bir sistem…
(x)
Neo-liberalizmin, sicili şaibeli emperyalizm sözcüğünü kullanmamak, açlığı,
sefaleti, savaşı, Vietnamı anımsatan yanını zihinlerden silebilmek için,
sözcükleri yalan yanlış kullanarak bilgi kirliliği yaratmaktadır. TDK sözlüğü “ global ”in, “ küresel” anlamına geldiğini söyler. Şimdi “ …anlama bir şey katmayan, bir anlam
bildirmeyen ama kulağa hoş gelen ve çok gösterişli.” (TDK ) tumturaklı
deyişlerini Türkçe’ye çevirecek olursak,
onun “ Dünyalaşan Dünya ” anlamına da geldiği görülecektir.
- 13 -
Elbette, sistemin havuzuna geri dönmeyen
inşaat/ konut kredilerinin tetiklediği
ABD kökenli kriz finans piyasalarını salladı. Finans kapitalin o görkemli
simgesi, o devasa fildişi kulesi yüz elli yıllık Lehman Brother’s karizmayı
çizdiren ilk banka oldu. Bu denli hasarlı ve yıkımlı olmasa da ardı sıra
diğerleri…
Aslında emperyalist sistemin etki ve sömürü
alanı içinde iktisadi tahakküm, siyasal abluka altına aldığı ülkelerde açlık,
susuzluk, yoksulluk, işsizlik ve bebek ölümleri yıllardır, on yıllardır yok
muydu? İnsanlık için asıl kriz, asıl konuşulması, sorgulanması gereken
“küresel kriz” yalanı ve laf kalabalığı ile geçiştirilmeye çalışılan küresel çürümüşlük,
küresel kokuşmuşluk bu değil miydi?
Mevcut sistemin ana arterinin geçtiği
metropollerde, ardından geri bıraktırılmış ülkelerde işsizlik ve sömürü, savaş
ve militarizm karşıtı toplumsal karşı duruşların yaygınlaşmasına, muhalif
seslerin yükselmesine neden olan, şimdilerin cehennem yeri Irak’ta, önceleri
siyasal ve etnik anlamda öyle uzun boylu bir sıkıntı yoktu. Her şey, ABD
emperyalistlerinin burnunu bölgeye fiilen sokmasıyla başladı. Irak Savaşı, henüz yolun başındayken dünya
kamuoyuna “ Teröristlerin yasadışı
yollarla geliştirdikleri nükleer faaliyetleri önlemek ” için, “ özgürlük
götüren ” adil bir operasyon olarak lanse edilmeye çalışılmıştır.
Ne var
ki, bu serüven, özünde petrolün talan edilmesine dayalı oluşunu, kar bağımlısı
emperyalist haydutların karşı karşıya kalacağı ekonomik maliyeti ve sürekli
bunalımın uyku halini bilenler için, dört yanı sarsacak ve bağlı ülkelere
ulaşabilecek kadar sarsıcı bir krizin habercisiydi. Öyle de oldu.
Yoksa yeşil dolar baronlarının, medyanın,
finans kapitalin efendilerinin, tekel karlarından zarar ettiklerinde durumu
“kriz” yaftası ile geçiştirmeye, faturasını da kanlarını, gözyaşlarını ve alın
terlerini emmekle kalmayıp onlara şatafatlı, renkli yaşamlar, iş merkezleri, gökdelenler, milyon dolarlık
Ferrariler, ışıltılı ve pahalı AVM’ler, havuzlu/akıllı villalar sunan işçi
sınıfına ve emekçilere yıkmaya çalışmaları hiçte inandırıcı değildi.
- 14 -
Yıllarca sayesinde semizlendikleri,
servetlerine servet kattıkları sevgili bankaları batınca, daha doğrusu batar
gibi yapınca, kendileri mi aç, açık ve işsiz kaldı, yoksa iş gücünü ve alın
terini satarak geçinmeye ve yaşamaya çalışanlar mı? Zurnanın zırt dediği, turnusol kağıdının renk
verdiği yer tam da burası olması gerekti!... (x)
Mevcut sistemin ana arterinin geçtiği
metropollerde, ardından geri bıraktırılmış ülkelerde işsizlik ve sömürü, savaş
ve militarizm karşıtı toplumsal karşı duruşların yaygınlaşmasına, muhalif
seslerin yükselmesine neden olan, şimdilerin cehennem yeri Irak’ta, önceleri
siyasal ve etnik anlamda öyle uzun boylu bir sıkıntı yoktu. Her şey, ABD
emperyalistlerinin burnunu bölgeye fiilen sokmasıyla başladı.
Irak Savaşı, henüz yolun başındayken dünya
kamuoyuna “Teröristlerin yasadışı yollarla
geliştirdikleri nükleer faaliyetleri önlemek” için, “özgürlük götüren” adil bir
operasyon olarak lanse edilmeye çalışılmıştır. Ne var ki, bu serüven, özünde
petrolün talan edilmesine dayalı oluşunu, kar bağımlısı emperyalist haydutların
karşı karşıya kalacağı ekonomik maliyeti ve sürekli bunalımın uyku halini
bilenler için, dört yanı sarsacak ve bağlı ülkelere ulaşabilecek kadar sarsıcı
bir krizin habercisiydi. Öyle de oldu.
Uykulu hali çoğunlukla sakin, sancısız,
yumuşak, etkisiz periyotlarda seyreden örtülü bunalım, kimi aşamalarda
(Geçmişte Vietnam, şimdilerde Afganistan, Irak v.b.) artan askeri harcamaların,
günbegün katmerleşen mali yükün (geri dönmeyen borçlanmalar) tetiklemesiyle
zaten var olan buhran lokal ölçekte kendini duyurmuş, evrilerek mali krize
dönüşmüştür.
(x)
Uluslararası finans kapitalin, çuvallar, hararlar dolusu tekel karlarından
zarar ettiği sözüm ona parasal krizine başka pencereden bakacak olursak:
2001
yılının eylül ayına gelinceye dek, her zaman her koşulda sürekli ve genel bir
bunalım yaşayan tek kutuplu yerkürenin akla gelen, gelmeyen her diyarında
keyfince öten ve önüne gelene horozlanan ABD’yi görürüz.
- 15 -
Uluslar
arası Tekelci kapitalizmin doğasına ilişkin bir gerçek de; devrevi
bunalımlarının tümünde ( örneğin 2. Dünya Savaşı’nın sonrasında da, öncesinde
de…) her kriz salınımlarından önce uzun ya da kısa “ iyilik halleri ” mutlaka yaşanmış ve yaşanacak oluşudur. Ne var ki, bizde “ Hamdolsun iyiyiz ” mealinden “ kriz vardı, yoktu ” eveleyip gevelemeleri
sürerken; baba evinde başlayan, sisteme dönüş yapmayan şişen konut kredilerinin
yarattığı depremin artçı şokları sistemin arka bahçelerine, bize kadar ulaştı
bile.
Bu
bölümü bitirmeden, belediye iş kolunun sıradan bir Fen İşleri şantiyesinde,
2003 yılında yapılan atölye çalışmalarından birinde -sonradan aynı işçilerce
kaleme alınacak olan- geçen sözleri burada aktarmak yerinde ve anlamlı olabilir.
O şantiye tartışmalarında çalakalem tutulan notları noktasından virgülüne
dokunmadan, o günkü değerlerinden rakamlarıyla aktarmak, konunun doğallığını ve
esprisini korumak anlamına gelecekti.
Ben de öyle yapıyorum :
MÜNAKAŞA NOTLARI :
“ EKONOMİ BUNALMA SİNYALERİ
VERİYOR.
·
AKP hükümete geldiğinden bu yana hep büyüme
rakamları veriyor. “ Döviz uslu
duruyor, benzine zam yapmıyoruz “ diyor.
Bize hep ihracat rakamlarını veriyor. Onlara göre ekonomide tatlı
rüzgarlar esiyor ve mutfaklarda yangın mangın yok.
·
Yaptığı hep rakamlarla oynamak, ama bunu halk
anlamıyor. Çalışan emekçilere, cüzdanlara küçük de olsa bir iyilik
yansımıyor. Aslında büyüme filan yok,
çünkü üretim yok…
·
Bu nedenle kriz sinyalleri var. İşten
çıkarmalar, işsizlik,
ücretlerdeki gerileme, çiftçi borçları, fabrika, atölye açmama, tersine kapatma
Türkiye’ nin asıl meseleleri işte bunlar…
·
1 milyon insan ortalama 103 milyon maaşla
açlık sınırında. Bu Bir.
·
19 milyon insan temel ihtiyaçları alamadan
yoksulluk pençesinde . Bu İki
·
136 bin insan günde 1 dolara çalışıyor. Bu Üç
-
16 -
·
2 milyon insan 1 dolar 15 kuruş altında
gelirle… Dört
·
21 milyonu ise, Günde 4 Dolar yövmiye ile
yaşıyor. Bu da Beş .
·
2003de 139 bin esnaf kepenk kapattı. 33 bini
iflas etti. Ücretler yüzde iki
düştü
·
Özelleştirmelerde işten atılmalar tam 3 bin… (
ertelenen grev 3 dür.)
·
Tarım can çekişiyor. Ziraate ve kredi kooperatiflerine borçlu
çiftçiler var. Bu günkü tarihli bir gasteye göre sayı
1.100.000. dür.
·
Bu borç ve alacak batağı demek. Bu kış birde don ve sel vurdu, zarar
250 tirilyon. İMF borcu 250
katirilyon. Pek tabi faturayı çalışan kesimler ödüyor.
·
1 milyon açlık sınırında. 2,5 milyon işsiz var… 2004’te de işten atmalar sürecekmiş… “
Bornova Belediyesi Fen İşleri Şantiyesinde, 2003 yılı kasım ayında yazılmış tutanaklardır …
POSTMODERN
BİR WESTERN : SİSTEMİMİZDE
YANLIŞLIKLAR VAR !..
Amerikan
Merkez Bankası’nın (FED) eski başkanı, Temsilciler Meclisi Denetleme ve Reform
Kurulu üyesi A.Greenspan, dünya finans kapitalizminin temel taşlarını yerinden
oynatan, sistem lokomotifinin istim yitirmesine neden olan malum krize
değinirken alışık olmadığımız itiraflarda bulundu.
ABD’nin
sermaye ve borsa düzenini sarsan, oradan dünyanın ve tüm eklentilerinin tatlı
uykularını kaçıran finans krizinin patlak vermesinde “ kısmi sorumluluğu bulunduğunu…”
söyleyen FED eski başkanı A.Greenspan biraz da erken ezber bozuyordu… “ Kendisinin
ekonomiyi algılama modelinde bir yanlışlık olduğunu ” kabul ederken, “40 yıldan
fazla süredir bu sistemin doğru çalıştığını düşünüyordum.” diyen eski başkan, düzenin
goygoycularına ibretlik, çok açık seçik olmasa da, bir inceden günah çıkartmış
olmalıydı.
- 17 -
Sözün
özü, bu güne dek uygulamış oldukları ekonomik politikalarında “yanlışlıklar”
bulunduğuna, her yerde sosyalizmin öğretisinin karşısında göklere çıkardıkları
kapitalist sistemin sandıkları gibi “iyi çalışmadığına” ilişkin itirafları,
kapitalist sistemin nihai açmazını doğruluyor, Das Kapital’in haklılığına ve
doğruluğuna serzenişte bulunuyor gibiydi. Çok geçmedi ikinci tarihsel
itirafname ve kabulleniş, yine ABD’de 700 (Yedi yüz) milyar dolarlık ünlü düzen
kurtarma paketinin mali denetimini üstlenen Pricewaterhouse Coopers’tan geldi.
Pricewaterhouse
Coopers “ ivedi ” kaydı ile yayınladığı raporda “ Birçok ülke gibi, Türkiye’de de, büyüme
olanakları ( Kapitalistlerin büyümesi demek istiyor. a.b.a.) finansal kriz
nedeni ile darbe yedi ” (Birgün Gazetesi, 27.10.2008)
Raporda,
“ Finansal yatırım alanlarında yaşanan mali akışkanlık, gelişmiş -ileri-
ülkelerde giderek yavaşlayan büyüme ve yükselen enflasyonun, kalkınmakla meşgul
ülkeleri olumsuz yönde ve içerikte etkileyeceği… ” belirtilirken, gelişmeleri
inşallahla, maşallahla karşılayan çokbilmiş kurmaylarımızın kulaklarını
çınlatılıyordu.
Zehir
zemberek itiraflar ardı ardına patlarken, bizim başefendi ve şürekasının
kıblesi olan “ana bahçe”de ne tür bir bağbozumu yaşanıyordu?
Şimdi
ona bir göz atalım:
·
Büyük
uluslararası finans kurumlarının karları
( Başta Lehman Brother’s ve Bank of Amerika olmak üzere ) hızla düştü.
·
Otomotiv
devleri General Motor’a bağlı Opel şirketi, Wolksvagen ve Ford’un, Alman devi
Mercedes’in pazarı daraldı.
·
Sanal
alemin ABD’li devi “ebay”, ülkelerinde yaşanan krizden en az zararla ( tabi ki
kardan zararla! ) kurtulmanın çaresini, çalışanlarının % 10’unu işten
çıkarmakta buldu.
·
Bunun
yanında Yahoo’nun karı % 64 geriledi. Yaklaşık 15 bin kişiye iş alanı yaratan
Yahoo 1500 işçisini üretim dışı bırakacağını açıkladı. Yahoo, 2008 yılının
şubat ayında da 1000 çalışanının işine son vermişti.
- 18 -
·
Yaşanan aynı günlerde, Ford ve Opel’in
Saarlouis fabrikası’nda da, üretimde kısıntıya gidileceği ve yarı zamanlı mesai
yapan 250 işçinin işine son verileceği açıklandı.
·
Alman otomotiv devi Mercedes firması da,
işçi çıkartmasa da, yavaşlayan araç satışlarını gerekçe göstererek üretimi 5
(beş) haftalığına durdurma kararı aldı.
·
BMW de Leipzig de ana şalteri indirirken,
üretimin ancak 2009 yılında başlayabileceğini açıklaması yaşanan artçı
şoklardan sonuncusu oldu. (a.g.y.)
.
. .
Eğer,
ciddiye alınıp incelenecek olursa:
Ülkemizde
de, yukarıda örneklerini verdiğimiz benzeri daralma olaylarına tanık
olunabileceğini, söz konusu mali krizin, ekonomimizin hiç de kenarından
köşesinden geçmediğini, tam tersine yeni zamlar, daha fazla vergi artırımları
ve işten çıkarmalarla işçi sınıfına, tüm emek dünyasına zarar verdiğini,
gelirlerinin -alım güçlerinin- orta vadede ve uzun vadede reel kayıplara
uğratıldığını, haklı grevlerinin bakanlar kurulu kararı ile ertelendiğini, nisbi rahatlama yaratabilecek toplu iş
sözleşmelerinin imzalanmadığını görmüş oluruz.
Son
olarak, imparatorluklarının dünya çapında ifadesi olan Ford-Opel-BMV
kulelerinden üretimi kısacaklarını açıkladıktan sonra, yapay kriz ortamını
fırsat bilen otomobil sektöründeki yerli tekelci sermayedarlar da, bu amaca uygun davranacakları konusunda asla
ikircikli davranmayacaklarını öğrenmiş bulunuyoruz.
“
Yüksek ücretlerle çalışan işçilerin işine son vermekte asla çekingen
davranmayacaklarını, krizi başka bir yolla atlatmalarına ve maliyetleri aşağı
çekmelerinden başka yol ve olanak bulunmadığını. ” cesurca duyurmuşlardır. ( DİSK, Birleşik Metal-iş Sendikası basın
bildirisinden. )
- 19 -
Her
fırsatta kamuoyuna seçeneksiz olarak sundukları kapitalizmin handikapını gözler
önüne seren bu son gelişmeleri yaşanan günlerde yazılı ve görsel basın, “ Otomotiv
Devleri Üretime Ara Veriyorlar ”, “ Üretimde
Küçülme Sinyalleri ”, “ Fabrikada Şalter
Başka İniyor.” gibi farklı puntolarla, içleri boşaltılmış ve saptırılmış
biçimlerle de olsa haber konusu yapmak zorunda kalmışlardır. Yine Birgün gazetesinin
haberine göre, Çorlu Organize Sanayi Bölgesi’nde, yaşanan kredi krizinden
olumsuz etkilenmeler sonucu yaklaşık 60 deri fabrikası kapısına kilit
vurmuştur.
Son
olarak, Bornova’da yarattığı ciddi ölçülerdeki çevre ve görüntü kirliliği
nedeni ile, yöre halkının ( Naldöken Köyü ve civarı ), duyarlı örgüt ve
kuruluşların hedefi haline gelen –BATIÇİM- Çimento Fabrikası’nın yaklaşık 40
kırk yıldır, çok önemli arızalar ve olağan yıllık bakım-onarım günlerinin
dışında kesintisiz çalışan ana kazanında geçtiğimiz günlerde duraksamalar ve “ ağır tempo çalışmaları ”( ! ) görülmüştür.
Yaşanan
tıkanma sürecinin kaçınılmaz uzantısı olarak, İstanbul Menkul Kıymetler
Borsası’nda yabancı sıcak paranın çekilmesiyle çoğunluk hisselerin değer
yitirdiği, yine bu olup bitenlerle paralellik ve uygunluk içinde doların 1.70
Ytl’yi gördüğü de herkesçe bilinmektedir. Dizginlenemeyen artı-değer ve tekel karı sömürüsü, sermayenin gelişmesi
ve temerküzü temelinde şişen, tıksıracak duruma gelen sistenin çıkmaza girmesinin
belirtileri olan arz-talep dengesizliğindeki daralma, ciddi borsa düşüşleri,
döviz yükselmeleri, istikrarsız ve güven vermeyen cari açık hareketleri,
ekonominin literatüründe hangi sözcük ya da ifade ile karşılığını bulur?
Kurulu
sistemin doğasından gelen ve kaçınılmaz olan krizler hep vardı ve hep var
olacaktır. Son kredi krizi de bunlardan
biridir. Şimdi, pek bilmiş, pişkin seçilmişlerimiz, Anadolu halklarını yıllarca
yanılttıkları, manipüle ettikleri Kürt sorunu konusunda olduğu gibi, burada da
mı “ Düşük yoğunluklu dalgalanma ” ya da “ Düşük ölçekli kriz” deyip,
yeni zamlar, yeni vergi artırımları, işten çıkarmalar, esnek, güvencesiz,
sendikasız çalışma alanları dayatmaları ile emekçilere yıkılmaya çalışılan
sorunun üzerine sünger çekecekler ?!
- 20 -
Kasımpaşa’lı
Başefendi ve onun hükümetinin
aylardır türlü laf
cambazlığı ile topluma
lanse etmeye çalıştığı “ Ekonomideki
umut verici gelişmeler ” ve “ Büyüme”
masalı, denetlenmediğinde,
programlanmadığında ciddi çıkmazlara götürebilecek cari açığın dengelenmesinde
olsun, ulusal gelirin, ayrıca dış ticaretin göreceli iyileşmesinde olsun
belirleyici olan yabancı yatırımcının pek kıymetli ve pek nazlı sıcak
parasıdır.
Bu
sıcak para da artık, sistemin metropollerindeki kredi sisteminin çökmesi ile
geride bıraktığımız eylül ve ekim aylarından itibaren “ Vakit tamam seni terk
ediyorum.” frekansından yayın yapmaya başlamıştır.
Ol
nedenle, naçizane önerimiz, içinden ne yaparsa yapsın kurtulamadığı çukurla
başı yeterince dertte olan kapitalist sistemin amigolarının, takipçilerinin ve
bilumum şakşakçılarının alıcılarının frekanslarını bu gerçeğe göre
ayarlamalarıdır. Bizzat sebebi olduğu ve ortalık yerde bıraktığı cenazeyi tek
başına kaldırmaya ve zararını paylaşmaya, yabancı yatırımcı elbette
yanaşmayacaktır.
Ne
fayda ki, yıkıntının bedeli yatırımların yapıldığı ülkenin işçilerinin,
işsizlerinin, üreticilerinin, memur ve emeklilerinin, tüm çalışanlarının
omuzlarındadır artık. Ortada duran
gerçeğe rağmen Kasımpaşa’lı Başefendi ve hükümeti yurt dışından “ bavulla ” gelecek ( ! ) ne idiğü belli
olmayan paradan medet umadursun; gerçek olansa, her alanda büyüyen işsizlik,
alım gücünün hızla düşmesi, faiz ödemelerine yapılacak parasal tutarın çok, ama
çok altındaki miktarlarda sağlığa, eğitime ve sosyal güvenliğe v.s. bütçe
ayrılmasıdır.
Ürettiği
değerlere, yarattığı şu dünyanın nimetlerine hiçbir zaman ortak edilmeyen kafa
ve kol emekçileri, kemiklerinin iliğine dek sömüren kapitalist düzeneğin
marifetinin ve çürümüşlüğünün doğal sonucundan başka bir şey olmayan krizin
faturasını açlık, sefalet, işsizlik, eğitimsizlik, yetmedi sağlıksız ve
adaletsiz bir yaşam olarak ödemek zorunda değildir.
- 21 -
Karl
Mars’ın “ Kendi mezar kazıcısını
yarattığını ” söylediği, günbegün çürüyen ve iğrenç kokusu emekçi sınıfların
üzerine bulaşan meşhur sistemlerinin “ Ancak
külfetleri paylaşabiliriz… Nimetleri asla…” mantığının mumu, tıpkı Deniz Feneri gibi
sönmüştür.
·
Yıllarca
üzeri örtülmeye çalışılan ve sistemin her tıkanışında su yüzüne çıkan bu
gerçeği, buz dağının su altında kalan görünmeyen yüzünü halka göstermek,
nedenlerini ve sonuçlarını anlatmak solun temel görevlerinden birisi olmalıdır.
·
Kurulu
düzenle, iş gücünü patrona ucuza satma ilişkisi dışında bir yakın ilişkisi
olmayan, her koşulda sistemin külfetlerini yüklenmek zorunda bırakılmış işçi
sınıfına, emekçi halka, tekrar haksız bir bedelin ödettirilmek istendiği
anlatılmalıdır.
·
Başta
sosyalistler, devrimciler olmak üzere, her ilerici yurtsever, her demokrat kişi
tüm fırsatlarını ve olanaklarını cesaretle değerlendirerek “Kazan çömlek patladı!”
ve “Kral Çıplak!” diye bağırabilmelidir.
Gün,
haklı ama mağdur durumda olan, üretken ve namuslu seslerin, tüm düzen yanlısı,
çanak yalayıcısı utanmaz ve namussuz sesleri bastırmaya çalışması, bu
mücadeleyi her platforma taşıması gerektiği gündür…
Emperyalizm
karşıtı ( ATTACK ) hareketinin kurucusu, öğretim üyesi ve profesör İgnacio
Ramanet “ Türkiye’yi krizden en
çok etkilenecek üç ülke arasında ” görüyor
ve “ Krizden sonra ABD’nin ulusal
ekonomisini tekrar kuracağını ( tabii
ki enkazlarını kendisine bağımlı yeni sömürge ülkelerde bırakarak… a.b.a.), bu krizin ABD’ye savaşları bıraktıracağına
ve silahlanma harcamalarında kısıtlamalara yöneltebileceğine… ” inanıyor.
- 22 -
Günümüzde
Küba halkına ve sosyalizme yapıldığı gibi, on yıllarca emperyalizmin hedef
tahtasına konulan, “tu kaka” edilen, revizyonist, oportünist uygulamaları ile
de olsa SSCB’nin bürokratik sosyalizmini, olasılıktır ki, bilimsel sosyalizm
öğretisini akladığının ayırtında olmadan sürdürüyor: “ Evet, bizim sorumluluklarımız arasında
planlı ekonomi de var… Devletler bu gün, bir zamanlar komünist ülkelerde olduğu
gibi, Beş (5) yıllık kalkınma planlarından söz etmek zorundalar.”
(a.b.ç.) ( Birgün Gazetesi, 21.10.2008 )
Karl
Marks’ın haklılığının kabul edildiği ve öğretisinden neredeyse özür dilendiği bu
gün; ünlü savunmasında “ Tarih beni
haklı çıkaracaktır !..” diyen Fidel
Kastro’yu da atlamamak gerek.
Halkı
ile 50 yıldır ambargoya direnen Kastro’nun elini sıkarak “ pardon ” diyen “ Yanke Emperyalistleri ”nin
utangaçlığını ve yaşlı gerillanın sakalını sıvazlayarak hınzırca gülümsediğini
belgeleyen fotoğraf karesini şimdiden görür gibiyim. Aynı fotoğrafın arka fonunda, türlü yalan ve
spekülasyonlarla saldırdıkları, duvarların yıkılmasını şampanya ile kutlayıp,
öğretisi için “Öldü! “ diyenlere sakallı
adam, sol elinin işaret parmağı ile sol gözünün alt perdesini aralayıp “ Pışkk” yapıyor… “ Ne haber ?! “
Bu
ironik “ Pışkk ” malum televizyon
kanalının Siyaset Meydanı’nda, “ Bu krizi, daha önce Karl Marks’ın da
bildiğini…” ( ! ) söyleyerek, aklı sıra lütufta bulunan eski sosyalist,
yeni-liberal iktisatçı amigo Mehmet Altan’a ve yol arkadaşlarına da gidiyor…
Ne
eğlenceli değil mi?..
Onca
olumsuzluklara, pisliklere ve üzerimizden eksik olmayan açlığın, işsizliğin,
pahalılığın, güvencesizliğin, geleceksizliğin, savaşların gölgesine karşın,
içimizi açan eğlenceli Kriz Oyunu’nun görkemli final sahnesi meğer bir başka
komünist Rosa Lüksemburg’a nasipmiş.
- 23 -
Hani
şu, kendisi için özel “ linç ”
mahkemeleri kurulan, küçük bedeninde taşıdığı mangal yüreği ile alanlarda,
gözaltında işkencelerde, savaş ve ölüm çığlıkları atan faşistlerin üzerine
gözünü kırpmadan yürüyen cesur kızıl kadın…
Alman
Komünist Partisi’nin kurucusu... Tüm yaşamı, kavgası boyunca militarizmin,
şovenizmin, barbarlığın karşısına dikilen, “ Özgürlük yalnızca ve daima farklı
düşünenlerindir.” diyen Rosa Lüksemburg. Savaş tüccarlarının kanlı maşası faşistlerce,
son kez gözaltına alındığında, yoldaşı Karl Liebknecht ile birlikte kafasına
dipçikle vurularak yakındaki su kanalına atılmıştı hani.
“
Vardım, varım, var olacağım…”
derken, ne de güzel özetlemiş kavgasını…
Dünyanın
tekerleğini döndüren, denge kazığını yerinde ve elinde tutan büyük insanlık,
onun yüce emeği… Ve Rosa… Ve tabi ki Marksizm… Hep vardınız, var olacaksınız.
Anayasa
Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç beyefendi, bizim Rosa Lüksemburg’un bir Marksist
olduğunu, savaş karşıtlığında ısrar
ettiği için katledildiğini, bir an gaflete düşüp unutmuş olacak ki, o da
diğerleri gibi, ahir ömründe eski bir komünisti yad etmeden yapamadı…
Oylama
sırasında AKP’nin ceza almaması yönünde oy kullanan Haşim Kılıç Bey, akıllara zarar
görüşlerini ‘babalar gibi’ bizim kızıl Rosa’dan alıntılar yaparak
destekledi. Öyle ya, “Özgürlük yalnızca
ve daima farklı düşünenler için” değil miydi?! Doğru söze ne denir ki?
Haşim
Efendi ve ağzına baktığı akıl hocaları unutmamalıdır ki, savundukları ahlaksız
sistem nasıl komutan Che’yi savunmasız katletmişse, Rosa’mızı da, dün Sebahattin
Ali’mizi de, bu gün Engin Çeber’imizi
de, aynı savunmasızlık, aynı panik ve aymazlık içinde, yine aynı
vahşilikle katletmiştir.
- 24 -
Onca
çamı devirip, onca haltı yedikten sonra, hiçbir şey olmamış, yaşanmamış gibi
sevdalandıklarınız; o müthiş, o mükemmel, çok az kişinin düşleyebildiği
insanlığın son ütopyasını düşleyen başlarını parçaladıklarınız, bedenlerini
kurşunladıklarınız rüyalarınıza girsin ki: “Sevdalılarınız ” Komünistti…
Dünyayı
omuzlayan insanlığa, tüm ‘ayak takımına’ eşitlik, özgürlük, adalet ışığını
saçan tüm sosyalizm önderleri gibi, tıpkı Ché Guevara gibi, Marks da, Rosa
da ucuz demagoji ve polemiklere malzeme yapılmaya, sınıfsal görüşlerinden ve
duruşlarından soyutlanmaya çalışılıyor.
Sosyalistlerin,
devrimcilerin sezdikleri, yakaladıkları her yalanı, en küçük manipülasyonu
halka deşifre ederek, sosyalizmin mirasını ve bilimsel öğretisinin evrensel
değerlerini, sağcı politikacılara, yobazlara, faşistlere, neo-liboşlara
bırakmadan; ayrı yanlarını değil aynı yanlarını öne çıkararak, bir arada
durmaları, birlikte davranmaları, dayanışma, paylaşım, özveri göstermeleri
zamanıdır.
Ve
elbette ki onlar bizimdir… Onlar bizim geleceğimiz, ilk göz ağrılarımız,
sevdalılarımızdır… Övünerek söyleyelim ki, sevdalılarımız komünisttir.
Hasan Oğuz Bilgen, 06.Kasım.2008, Son Biçim 24.04.2014
Haber Tarihi: 30/04/2012
Haber Editörü:
Özgür Medya
Haber Kaynağı:
Özel ++ Ozgur Medya ++info@ozgurmedya.org
Sitede yer
alan yazılar yazarlarını bağlar.
Site yönetimi yasal sorumlu değildir.
Telif
Hakları Yasası'nca korunur.