25 Mart 2015 Çarşamba

ARİF USTA, JAPON MÜHENDİS KİSHİ'NİN KULAĞINA NE DEDİ?

ARİF USTA, JAPON MÜHENDİS KİSHİ’NİN KULAĞINA NE DEDİ?

Demiri büküp, gönyeye, teraziye getirmenin ustası olan demirci Arif’in tüm becerisi, tüm yeteneği bu değil elbette. Bu sıradan insan, sözcüğün tam anlamıyla değer bilir, duygusal mı duygusal ve de gereğinden fazla yufka yürekli, emek yoğun çalışan bir yurttaş.

İstanbul’da inşaat şantiyesi işçileri, tek girişi/çıkışı olan, basit naylondan yapılma yatakhanenin ter kokulu günahsız uykularında çıra gibi yandıklarında, o da, onlarla birlikte yanıp tutuşmuş, günlerce yana yana ağıtlar yakmıştı.

Soma-Eynez toplu katliamında, battal ellerini yumruk yapıp, insanı korkutan bir suskunluk içinde ücretsiz izin alıp maden bölgesine gitmelere kalkmıştı da, en nazı geçen mesai yoldaşlarını araya koyarak zor ikna etmiştik kendisini. Bu, göz göre insan kıyımından o denli etkilenmişti ki, gitmesine engellediğimizde ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilememiş, kontrol edemediği öfkesinin etkisiyle normal günlerde toz kondurmadığı bizlere “siz domuzdan yana mısınız, benden yana mı?” deyivermişti. Orada bulunanların kendisi ile birlikte gülmelere boğulması unutulası değildir.

Arif usta bir bahar dalı gibi renkli ve kırılgan iç dünyasının, duygusallığının en zor, en kötü günlerini, Torunlar İnşaat’ın şantiye asansöründe 10 (on) işçi yoldaşın yere çivilenmesinde yaşadı. Yalan değil, tanıkları hayattadır… Acıyla öfkeyi öylesine iç içe yaşadı ki, en yakınındakiler akıl sağlığından derin, hakiki endişeler duymaktan kendilerini alamamışlardır.

Bizim “nevi şahsına münhasır” demirci ustamızın yana yıkıla dertlendiği “ülkem insanlarının uydu teknolojisi marifetiyle bir vicdan fotoğrafının çekilmesi olanaklı olabilseydi ne görürdük” sorusunun yanıtını kaç kişi merak etmiştir?..  İnsanım demenin değerini ve dahi anlamını ruhunda ve yüreğinde yitirmemiş birisinin, o ibret fotoğrafında göreceği tek şey, onlarca yüzlerce yerinden ılgıt ılgıt kanayan ve elleri arkadan bağlanmış heybetli bir insan gövdesidir.

Bu talihsiz ve iç acıtan fotoğrafa daha dikkatli eğilip baktığınızda, kan gölüne dönmüş vicdan yangınının ortalık yerinde, henüz soğumamış, çelimsiz bir Uzak Doğu insanının bedeni gözünüze ilişecektir.

Bu cılız, cansız bedenin sahibi, 51 (elli bir) yaşındaki Japon inşaat mühendisi Ryoichi Kishi’den başkası değildir. Onurlu insan, insanlığın evrensel değerlerinden nasibini almış ilkeli mühendis Kishi, çok değil üç gün öncesine kadar İzmit’te çalışıyordu. 

İzmit’te; İzmit Körfez Geçici Asma Köprüsü inşaatında… O köprünün halatlarından birisi, kuvvetli olasılıkla kardan zarar etmeme saplantısı ile kontrol, denetim ve malzeme eksikliğinden/kalitesinden koptu. İşte, henüz inşaat halinde olan köprünün halatının kopmasından kendisini sorumlu olduğunu düşünen Kishi, intihar etti geçtiğimiz gün…
Saçma sapan, rezilce, utanmazca polemikleri, düzmece, aşağılık konularını polisiye film formatında, bulunduğu yere ve konuma göre yansıtan yazılı ve görsel basın, Kishi’nin intiharını önemine ve anlamına yaraşır biçimde duyurmadığı gibi; dün, cenazesinin sessiz sedasız uğurlanmasını umursamadı bile…

İlk değildi; kendilerine yakışanı İtalyan barış gelini Pippa Bakka, yaşamı Beyoğlu Polis Karakolu’nda noktalanan Festus Okey örneğinde de yapmışlardı. Hayırlı ve tertemiz umutlarla, insanlığın en sıradan, en masumane, en güzel umutları ile uzak diyarlardan gelip, canım ülkemin kadim topraklarında mevcut pespaye bir sistemin, namussuz bir karanlığın kurbanı olanlara, canını teslim edenlere içim daha dehşetli yanar…

Sekiz sütuna manşet, kapkara siyah puntolarla verilmese de, üçüncü sayfa haberinde basit bir adli vaka olarak geçilen “Japon mühendis Kishi’nin cenazesi havaalanından sessizce gönderildi” haberi içimi tanımı olanaksız acıtır.

Güle güle onurlu insan Ryoichi Kishi, güle güle güzel insan…

Ne şanssız, ne talihsiz bir insanmışsın ki, yolun böylesi saray ve orman kanunlarıyla yönetilen böylesi vahşi, böylesi barbar bir ülkeye düşmüş… Senden özür diliyoruz… Uzak topraklardaki ailene ulaşmak, derdimizi ve de kavlimizi anlatabilmek isterdik. Arif usta Japon mühendis Kishi’nin, havaalanından sessiz ve sitemsiz memleketine uğurlanmasına katılabilseydi eğer, tabutuna sarılıp ne ironik fısıldamalar yapardı… “Senden son bir kez özür diliyoruz, Kishi yoldaş. Bu isyanına engel olamadık. Bizi bağışla.”

İvedi not: Biricik kızım Cihan’dan, ona ayırmadığım, ondan esirgediğim tüm zamanlar tüm dakikalar, tüm anlar için de özür diliyorum. Doğum günün kutlu olsun bebeğim.
  

Hasan Oğuz Bilgen, 25 Nisan 2015, Aliağa.  

23 Mart 2015 Pazartesi

BİR TAKVİM YAPRAĞI NE YAPAR NE YAPMAZ ?


BİR TAKVİM YAPRAĞI NE YAPAR, NE YAPMAZ ?

Biraz sonra yapacağı hareketin güvenlik kameralarına takılma olasılığının verdiği çocukça heyecandan çok, orada çalışan insanlar üzerinde nasıl bir etki yaratacağı, ne tür tepkilerle karşılanacağı umurundaydı.

Çoğu kez, eski köye yeni adet temkinli yaklaşımı ile abesle karşılanan yeni bir şeyi, alışkanlıklarından ve alıştıklarından vaz geçmeye pek niyetli olmayan insanlara ilk kez anlatmaya, göstermeye çalışmak çok zordur. Böylesi cesaret isteyen bir işi yapmak üzeredir. İşyeri ilan panosunda -oraya, o duvara çakıldığı günden bu yana- ilk kez, yeni, değişik, adeta itiraz eden, seçenek sunan bir şey görülecektir.

Tatlı bir telaşla sağını solunu kollarken, demire biçim vermeye, kaynak işi yapmaya alışkın ellerinin titremesi bu yüzdendi. Beraberinde getirdiği yirmiye yakın toplu iğneyi kuşe kartonun kenarlarına düzenli aralıklarla, dikkatle batırırken, belli ki panodan sökülmek istenmesi durumunda bunu zorlaştırmayı düşünüyordu.

Şantiye yaklaşık bir aydır, tarihinde hiç yaşanmamış bir sendika örgütlenmesinin heyecanı ile için için kaynayıp, engin denizler misali dalgalanıp duruyordu. Uzun yılların, çalışanların belleğinde, yüreğinde damıttığı deneyimler ve birikimler, sonunda ‘inadına sendika, inadına örgütlülük’ kararlılığı ile elle tutulur, gözle görülür bir gerçeğe dönüşmek üzereydi işte. Kendisi de bir demirci ustası olarak, birilerince tehlikeli ve sakıncalı görülen bu çalışmanın içindeydi.

Üye kaydı yapmanın tarihi adımlarını attıkları günlerde, haklı olarak çok dikkatli ve temkinliydiler. İkna konuşmaları öyle ortalık yerde, asla yüksek sesle yapılmıyordu. Emek dostlarının, yarenliklerin, sıcak mesai yoldaşlıklarının yanı sıra, bilinçli ya da bilinçsiz edilen yakışıksız sözler, kaba hoyrat davranışlar da olabiliyordu. Yaşanan ağır havayı dağıtmak, kafalardaki belirsizliği ve kararsızlıkları netleştirmek adına, şimdiye dek şantiyede yapılmayanı yapmak gerektiğini düşünüyordu hanidir.

Önce tebeşirle duvarlara, düşüncelerini, yapılmak isteneni anlatan bir şeyler yazmayı düşündü. Muhtemelen şantiye duvarlarında sırıtacak olan kötü yazısının teğellenmiş gibi duruşuna önce kendisi gülecekti. İlkokul mezunuydu; battal elleri çekice, demir makasına yatkındı. Yemek molasında kara kara düşünürken, gözleri atölyenin duvarında asılı duran takvime takılı kaldı. Kahverengi gözlerine bir ışık geldi, gitti. Sonra hınzırca güldü, keyiflenmişti.

Takvimin şubat yaprağı, kırmızı zemin üzerinde iri beyaz harflerle “Sendikalı Ol, Disk’li Ol” yazan bir afiş görünümünde düzenlenmişti. Aradığı orada, az ötesinde isli kirli duvardan kendisine göz kırpmaktaydı.
.   .   .

Bol tartışmalı, bol toplantılı, bol atışmalı ilerleyen günlerde, Arif usta’nın korktuğu olmadı. Hemen dikkati çeken kırmızı rengin üzerinde göze çarpan dört kısa sözcüğün bulunduğu kartonu asılı bulunduğu panodan kimse indirmeye cesaret edemedi. Dahası kararsızlığı yaşayan, farklı önyargı ve kaygılarla sendikaya üye olma olmama arasında gidip gelen işçiler üzerinde hiç beklenmedik bir etki bile yaptı. İşçiler, o ilan panosunda böylesi ilgi ve beğeni toplayan bir afişi, klasik sendikacılığın hayhuyu, günü kurtarma, sorunları ve talepleri geçiştirme anlayışı içinde ilk kez görmüşlerdi. Bu, alışık olmayan fotoğraf onları yüreklendirmiş, bir o kadar da heyecanlandırmıştı.
.   .   .

Geçmiş günlerin, Arif usta’nın mevcut sendikacılara "zamansız", tehlikeli sorular sorduğu toplantılarından birinde, “Kıdem tazminatlarımız kırmızı çizgimizdir” mealinde ettiği söze, şimdi atölyelerde, çay ocağında, şantiye meydanında yüksek sesle söylenen ikinci bir söz eklenmişti. “Afiş bizim ikinci kırmızı çizgimizdir. Oradan inmeyecek!”
.   .   .

Şimdilerde şantiye atölyelerinde, bayram arifesine özgü bir heyecan ve hazırlıklar var… An itibari ile, aynı duyuru panosuna, işyerinde üye çoğunluğunu sağlayan sendikanın yetki başvurusunu yaptığını gösteren dilekçenin asıldığı haberi, şimdiden 1 Mayıs bayramlıklarını giymeye hazırlanan sabırsız işçiler arasında kulaktan kulağa yayılıyor.


Hasan Oğuz Bilgen, 23.03.2015, Belediye Şantiyesi.             

6 Mart 2015 Cuma

İNCE MEMED'İN YASINI EŞKİYALAR TUTAR, "ABDİ AĞA" LAR DEĞİL...

İNCE MEMED'İN YASINI EŞKİYALAR TUTAR, "ABDİ AĞA" LAR DEĞİL...

Suudi Arabistan kralı "Abdi Ağa" ölünce, bizim AKP' li "Abdi Ağa" lar üç gün "Ulusal Yas" ilan etmişti ya... Hani it itliğini, puşt puştluğunu, Abdi Ağa' lar ağalığını yapardı ya... Doğrudur... Doğru söze ne denir?
Çok söz laf-ı güzaf ve de abesle iştigaldir.
Sarayların, saltanatların kadri, muradı budur bilirim. İt ürür kervan yürür, anlarım...
İnce Memed'im " hastir " çekip Abdi Ağa'nın sansürüne, zulmüne, paranın saltanatına, bu dünyadan çekip gittiğinde sol partilerimizin, bilumum malum çevrelerimizin, meşhur "STK" ların neden gıkı çıkmaz?..
Bunu da anlarım; " Bozuk düzende sağlam çark olmaz, ille de dostun attığı bir gül yaralar beni." der, geçerim.
İnce Memed' in yasını, "Abdi Ağa" ların düzenine direnen eşkiyalar ve dahi İnce Memed' ler tutar, elbette Abdi Ağa'nın AKP'si ve onun saray soytarıları, kuyrukçuları değil... İnanırım ...
Yüreğim kabarır, öfkelenirim ...
Çukurova, Toroslar yiğidi misali ağız dolusu, İnce Memed namı hesabına küfrederim...
Ben de börtü böceği koynuma alır, yeşili otu çiçeği içime çeker, hak bildiğim devrim yolunda yürür giderim...

275.748 Görüntüleme
Yaşar Kemal Anısına
Grup Yorum - İnce Memed Basın Meclisi

BEYLER ÇOK ÜZGÜNÜZ! SEVDALILARINIZ KOMÜNİSTTİ!

BEYLER ÇOK ÜZGÜNÜZ !
SEVDALILARINIZ KOMÜNİSTTİ !



Bundan yaklaşık otuz yıl önce, dönemin Gümrük Tekel Bakanı Cahit Aral beyefendinin televizyon ekranından elindeki çay bardağını gözümüze sokar biçimde çayını iştahla höpürdetip:  “ Bakın ben içiyorum… Müsterih oluna.”  mealinden, kamuoyuna, sözüm ona moral ve güven verici açıklamasını yaparken, kimse 2005  yılının 25 haziran gününde Kazım Koyuncu adındaki genç bir yeteneğin sanat yaşamının henüz baharında kanser belasından solup gideceğini düşünemezdi.
         
Bu talihsiz ülkenin güzelim insanları, tarihinin hemen her döneminde, özellikle de yazılı ve görsel basının etkisiyle kendisine sunulan menünün dışında, beden ve ruh sağlığı için asıl yararlı olanları seçme alışkanlığını edinemediğinden, hep kendisine sunulanlarla yetinmek zorunda kalmıştır. Ömürler tükenmiş, siyasi iktidarlar değişmiş, o, hep gösterildiği kadar bilmiş, izin verildiği düzeyde öğrenmiş, dünyaya ve olaylara her zaman yaşamak zorunda bırakıldığı yerden bakmıştır… 

Doğal olarak sorgulaması da, belleği de zayıf kalmıştır. Her daim boynu bükük, biat ve tevekkül ruh hali içinde sessiz sakin, hiçbir şeye karşı olmaksızın yönetilmesine, hiç sogulamamasına, hiçbir karara ve uygulamaya karşı çıkmamasına neden olan önemli bir sosyal eksiklik ve zafiyettir bu. Tarihin bu yaşamsal gerçekliğinin uzandığı, tutunduğu kökler eşelendiğinde de, kaçınılmazdır ki, epeyce eskilere, çok gerilere gidilecektir.  

- 2 -

1923 İzmir İktisat Kongresi’nde TBMM çoğunluğunu oluşturan Kemalist, devletçi ve statükocu kadroların  “ Yabancı sermaye çevrelerine, ekonominin gelecekte alacağı biçimini ve niteliğini belirlemek ”,  “ İç ve dış sermaye çevrelerine güvence vermek ” özellikle de,  “ Yabancı sermayeye karşı olmadığını açıklamak ” gibi, her yerde dillendiremediği ciddi bir derdi ve sıkıntısı vardır.

1923 İzmir İktisat Kongre’nin yabancıya göz kırpan ve onun yatırımlarına kapıyı aralayan, üzeri örtülü ve ürkek açılımları,  yakın gelecekteki dışa bağımlı ekonomik siyasi politikaların tarihsel zeminlerini hazırlaması bakımından yabana atılmaması gereken bir ayrıntıdır.  

Çok partili dönemde DP’li Adnan Menderes’in  “ Her mahallede bir milyoner, her  köyde bir traktör.”  şiarıyla örtüşen ekonomik ve siyasal vaatlerini, AP’li Morrison Süleyman’ın uluslararası tekelci sermayeye çağrı yapan cüretkar programlarının yanı sıra ABD ile böbürlene böbürlene yapılan  “ İkili Anlaşmalar ”,  yabancı finans kurumları ile ileriye dönük, planlı programlı çok daha uzun vadeli siyasi flört planları izler.

Yabancılarla atılan her imza, görünümde el etek öpen, özünde dışa bağımlılığı güçlendiren -uygulanan- her politika, emperyalist güçlerin tahakkümünü, savaş ve işgal barbarlığının boyunduruğunu kırmış Anadolu Hareketinin ulusal kurtuluşçu, ileriye ve aydınlanmaya dönük demokrat tavrının ve anti-emperyalist göreceli kazanımlarının birer hazin kırılma noktaları olmuştur.

‘Milli Şef’ döneminden sonraki çok partili yıllarda, dış politikada ve sermaye hareketlerinde yeni uygulamalar, alışılmışın ötesinde sorumsuz, kaba bir cesaretle hayata geçirilir. Palazlanan ulusal sermayenin sözcüsü yönetici kadrolarının gözünü kararttığı bu “Cesur” dönem, “ İkili Anlaşmalar ” gereği uluslararası finans kapital sisteminden “karşılıklı iş birliği” kıvırması ve mazereti ile alınan yeni krediler, daha açık deyişle yeni borçlanmalar dönemidir.

- 3 -

Aslında yaşanan, çok uzun vadeli taslak plan üzerine oturtulan, ciddi kabuk değişimidir, kurumsallaşmadır. Geleneksel, statükocu devletçi politikaların, “yerli malı” kültürünün öksüz çocuk gibi kenara bırakıldığı körüklü Kuvayı Milliye çizmesinin Anadolu’nun engebeli yollarını, sıcak savaş meydanlarını görmüş ayaklardan çıkarılarak bir daha kullanılmamacasına kaldırıldığı bir değişim…

Yasal düzenlemelerle kurumsallaştırılan ve yapısal köşe taşları yerlerine oturtulmaya çalışılırken, kamu vicdanına da pembe gelecek tabloları biçiminde lanse edilmeye çalışılan işbirlikçi yerli sermaye hareketi, bir yanıyla Batı’ya göz kırpan İzmir İktisat Kongresi’nin;   
 
·        Öz kaynakların değerlendirilmesi,
·        Yerli mallarının, ulusal üretimin desteklenmesi,
·        Günlük çalışma süresinin sekiz saati geçmemek üzere sınırlandırılması,
·        Çalışanlara ücretli izin, hastalık, doğum, ölüm, sosyal güvenlik önlemleri, evlenme yardımı ve sigorta ve dahi iş güvenliği sağlanması,
·        1 Mayıs’ın - diğer ülkelerdeki gibi -  İşçi ve Emek Bayramı olarak kutlanması,
·        Yeni açılacak çalışma alanlarındaki tüm işlerin Türklere verilmesi,       
·        Özel girişimciliğin her daim desteklenmesinin ve canlı tutulmasının yanında, kredi, iş ve yatırım olanaklarının, eğitim, ulaşım, sağlık, haberleşme gibi altyapı ve teknik hizmetlerin devletçe sağlanması,
·        Tüm bunlar için yasal düzenlemelere gidilmesi…                   

gibi, çalışanlara sağlanacak hak ve özgürlüklerden hareketle önemli ve can alıcı ayrıntıları gündeme getiren, o günlere göre hayli ilerici ve yenilikçi maddelerinin budanması, kamu yanlısı devletçi damarlarının boğulması anlamına geliyordu.   

*    *    *

- 4 -

Uzun vadelerle alınan yüksek faizli kredilerin, ülke geleceğinin yıllarına, on yıllarına yayılacak olan adaletsiz yükü, Çanakkale’de, Dumlupınar’da şehit düşen ayağı çarıklı Mehmet’in aç açık büyüyen sefil perişan çocuklarının çıplak sırtına hayasızca yüklenmiş, böylece dışa bağımlı gelişen süreç hızlandırılmış, ulusal ekonominin kendi dinamikleri ile gelişmesinin ve kendi soluk borularını kullanmasının önüne geçilmiştir.

Yabancı sermayenin ülkenin cılız ekonomisine yerleşen, yaşamın birçok alanında etkisini arttıran siyasal ve mali iradesinden, elbette uluslaşma süreci de nasibini alacaktır. Ülkenin öz dinamiklerinin üzerine düşen yabancı gölgesi, yerli ticaret burjuvazisinin planlı bir müdahalesi değil, başka bir güce ve ondan gelecek desteğe bel bağlayan mali politikaların zorunlu ve kaçınılmaz bir sonucudur.

Doğal olarak emperyalizme başından beri bağımlı olarak gelişen bu çarpık iktisadi yapılanma üzerinde gelişen hayatın diğer toplumsal alanlarındaki sosyal/ kültürel biçimlenmeler ülkenin uluslaşma sürecinin arızalı/özürlü basamakları olarak yakın tarihe not düşecektir. Yabancı vesayetinde oluşturulan göbekten bağımlılık, bir   ayağı kırsal alanda olan işbirlikçi sermayedarlar tarafından ortak bir kabulle yeşil ışık yakılan yabancı sermayenin ülke üzerinde nüfuz alanını genişlettiği ve giderek güçlendiği sürece tekabül etmiştir. Yabancıların tekel karı iştahı içinde, yine aynı güçlerin insaf ve inisiyatifinde kurulan sömürü ve hegemonya ilişkileri, elbette ki Anadolu Kurtuluş Hareketi’nin ruhunu, onun anti emperyalist yönünü örselemekte, adeta ablukaya almaktadır.

Ülkenin yazgısını belirleyecek olan bu mali modelin ta başındaki mimarlar da, ilerleyen yıllarda olup bitenden haberleri yokmuşçasına, sıkılmadan “ memleketin geri kalmışlığından hayıflanan”  günümüzün akıl hocaları da aynı zihniyetin sorumlularıdır. Ol nedenle ülkenin ve insanlarının geleceğinin derdinde olan devrimcilerin, sosyalistlerin “geri bıraktırılmışlık” realitesini öne çıkarmaları, Emperyalizmin 2. Paylaşım Savaşı’ndan, yani (1945’lerden) sonraki emperyalist sömürü ve istismar biçimlerinin, emperyalistler arası yeni ilişki ve çelişkilerinin doğal sonucu “gizli işgal” ve “ içsel olgu ” boyutlarının altını çizmeleri bu yüzdendir.  ( Bilgi için, Bütün Yazılar, Kesintisiz Devrim II-III, Mahir Çayan )

- 5 -

Anadolu coğrafyası ve onun vefalı, çilekeş insanları bu güdümlü, geleceği karartan, onur kırıcı uygulamalara  -eski deyişle- “ iktisadi müstemleke ” modeline “ reva ” görülürken, kıta Avrupası, daha on yıllar önce iktisadi yapısında hangi nitel değişimleri hangi kendine özgü dinamiklerle, hangi tarihsel misyonla yerine getirmişti?  Tarihin filmini geri saralım, bir kez de oradan bakalım:
         
Daha 17. Yüzyılda Batı dünyası bünyesinde varlıklarını henüz sürdürmekte olan feodal üretim çelişkilerine ve ilişkilerine göre daha gelişmiş daha ileri bir üretim tarzı olan kapitalist üretim düzeni, kendi öz kaynaklarının, öz dinamiklerinin, güçlü, olgunlaşmış sınıf çelişkilerinin iticiliğinde, elbette ki muhteşem alt üst oluşlar içinde geçen yapılandırmayla oldukça yol almıştı. Yüzyılın sonlarına doğru, kendi mecrasında yol alan ve palazlanmakta olan tekelci burjuvazinin yeni doğan,  ilerici, dönüştürücü ve geliştirici sınıf olma özelliğinden ötürü dönemin tartışılmaz toplumsal lokomotifi oluşu, tekelci sermayenin gelişim sürecini yönlendiren önemli bir etkendir.

Lokomotif enerjinin marifetiyle eskimiş, çürümüş, ölmekte olan feodal üretim ilişki, yöntem ve çelişkileri alt yapıdan hızla arındırılmış, temizlenmiştir.  Öncekine göre daha yeni olan ve ilerici nüveler taşıyan genç sistem alt yapısından üst yapısına yerine otururken yükselen devrimci lafızlar;  “ özgürlük, eşitlik, adalet, demokrasi ”  sözcükleriyle sloganlaşan değerler, değişen Avrupa’nın kale burçlarına  ( İlerleyen yıllarda ilerici, yurtsever kimliğinden uzaklaşacak olan burjuvazi tarafından, teker teker geminin bordosundan aşağı atılmak üzere…) bayraklaştırılarak dikilmiştir. (1789 Fransız Devrimi)

Şaşmamak gerekir ki, tüm bu olup bitenleri yıllar sonra; “ Yaşamda hiçbir toplumsal hareketin, bağrında geliştirdiği, var olmasını sağladığı diğer bir sosyal oluşumu dışlayacağı, dışarıda tutacağı söylenmemeli. İşte o zamana, o doğuma kadar toplumların her genel yeniden kuruluşunun ve oluşumunun arifesinde toplum biliminin son sözü Kavga ya da Ölüm, Kanlı Mücadele ya da Yok Olma biçiminde olacaktır. ” sözleriyle özetleyecek olan Karl Marks’ı haklı çıkararak…

- 6 -

Tek partili dönemde çıkış noktası yakalayarak yayılma zemini bulan, 50’li yılların çok partili döneminde uygun yasal düzenlemelerle “içsel olgu” olma yolunda, zaman ve mekan kavramlarıyla ayniyet ve uygunluk içinde kurumsallaşan çok uluslu tekelci sermayenin ekonomik ablukası bizde ise, tek kelimeyle “ucube” denebilecek istikrarsız bir mali yapılanmanın varlık nedeni olmuştur.

Avrupa’da yurttaşa ve kurumlarına olumlu anlamda tanımlanan, kapitalizmin demokratik hak ve özgürlükler yüzü “burjuva demokrasisi” olarak adlandırılırken, bu bizim gibi ülkelerde, kimi haklı yorumlarda ‘Sömürge Tipi Faşizm’ ya da ‘Filipin tipi’, “Nispi demokrasi” açıklamalarıyla karşılığını bulmuştur.

Güdümlü yeni sömürge ülkelerin emekçilerinin işgücü üzerinden tekel karı adı verilen, iktisadi cambazlıklarla semizlenen, savunucularınca kimi zaman gereğinden fazla abartılan Batı kapitalizminin demokratik/kültürel gelişmişliği, hakkını hukukunu aramasını bilen, eleştiren ve sorgulayan bir yurttaşlık bilincini de bağrında taşır.

Yoksa, çöken köprüden kendisini ve bakanlığını sorumlu gören Hollanda’lı ulaştırma bakanının politik hayatına son vermesini, ölümlü bir iş kazasında istifa eden Norveç’li tersane müdürünün durumunu, sıradan bir Fransız çalışanının sosyal duyarlılığını sorumlu bakanın yakasına yapışacak kadar ileri götürmesini ya da vicdanı ile hesaplaşması sonucunda harakiri yapan Japon yetkilinin tutumunu daha başka bölgesel, kültürel denebilecek özel (konjonktürel) nedenlerde aramamız, eylemlerinin biçimlerini de cesaret, çılgınlık, umarsızlık, bir anlık hezeyan ya da cehalet gibi soyut kavramlarla açıklamamız gerekirdi.

Kabul etmek gerekir ki, sık olmasa da günlük basında izleyebileceğimiz yukarıdaki kayda değer tip örnekler, gelişmiş demokrasi kültürünün bize gösterdiği Batının insan profilinin genel karakteristiğidir.  Başka anlatımla, ilk bakışta bireysel veya öznel gibi algılanan kişisel bir duruşun, bir davranış biçiminin, bir olgunun beslendiği bazı toplumsal kaynakları, belirleyici yönü olsun ya da olmasın sosyolojik ayağının olacağı, olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır.
- 7 -

Özetle bu derinlikte etik tutumu, özeleştiri, sorgulama kültürünü gelişmiş toplumların yaşam tarzının dışında başka yerde göremeyeceğimizin altını çizmek gerek.

Bu önemseme daha yukarıda açıklamaya çalıştığımız Fransa, İngiltere, Almanya gibi demokratik devrim süreçlerinin çözücü, ayrıştırıcı ve de sonlandırıcı gücü sayesinde aşılan pre-kapitalist üretim biçimlerinin, ilişkilerinin tamamen tasfiye edilmesi konusu ile birlikte anımsandığında gerçek anlatımını ve anlamını bulacaktır.  Buraya kadar vurguladığımız olumlamalar, emperyalist sistemin gerek metropollerinde, gerekse çarklarının içine aldığı bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelerde çıkarları söz konusu olduğunda, hangi saldırgan politikalarla neler yaptığını ve dahi neler yapabileceğini görmemizi engellemiyor.     

Halkların gözyaşları ve ucuz işgücü pahasına kasalarına aktardıkları tekel karının, talan düzenlerinin sürmesi için en temel insan haklarını ayaklar altına alan her gayrı meşru yola, her tür ahlaksız yönteme başvurmayı gerekli gördüklerinde, “uygarlık kriterleri”, ‘yurttaşlık bilinci’, ‘demokrasi kültürü’, ‘etik değerler filan kalmıyor…

Şu dillere pelesenk olan, meşhur duvarların yıkılmasıyla tek kutuplu dünyanın jandarmalığı görevini, yine tek taraflı olarak üstlenen Amerikan Emperyalizminin sicil karnesindeki adalet, insan hakları ve demokrasi notları, morarmış ayak başparmağında ‘Made in USA’ plaketi asılı Guantanamo ölülerinin, gözlerine kendisi gibi aç sineklerin üşüştüğü Afrika’lı çocukların, Afganistan’lı, Irak’lı, Malezya’lı,Tayland’lı yoksulların, Bangladeş’te yıkıntılar altında hak etmediği ölümü yaşayan taşeron tekstil işçilerinin sayısı kadar sarsıcı ve yakıcıdır.

Boyunduruğu altındaki işgal topraklarında bu denli militarist, haydut, barbar olmasının perde arkasında, endüstriyel tarıma elverişli zengin ve bakir topraklar, talan edilmeyi bekleyen el değmemiş ham maddeler, yer altı ve yerüstü kaynakları, örneğin petrolün çekici rengi ve getirisi, üstüne üstlük esnek, güvencesiz ve geleceksiz çalıştırılabilecek insanlar, bunların havadan, sudan ucuz işgücü vardır.

- 8 -

Yerkürenin zenginlikleri ve insanının el emeği göz nuru böylesi kontrolsüz bir barbarlıkta bir taciz ve tecavüz altındayken, “ Irak topraklarında nükleer silah yoktu. Hiçbir zaman da olmadı.” biçimindeki hiç beklenmedik açıklama, dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı’na aitti.  Ve açıktı ki, “ Irak’ın işgal edilmesi, orada yaşayan halkların can ve mal güvenliklerini tehlikeye atılması için hiçbir geçerli neden yoktu.  Ne çare ki, petrolün ve doların ilahları bir kurban istiyor…”  anlamına geliyordu… 

Sömürgeci ve saldırgan gözüyle, ister jeopolitik isterse de stratejik açıdan bakılsın bu talihsiz kurban Irak’tı. Üstelik bu ülke, ‘efendisine diklenen’ bir ülkeydi ( ! ) Orada akılların ve düşlerin alamayacağı kadar petrol vardı, bir… İkincisi, bu zengin topraklar, bir başka “söz dinlemeyen ülke” İran’a uzanan en uygun ve en zahmetsiz basamaktı.  Irak için de, fincancı katırlarını ürküten açıklamasıyla İngiltere Bakanı için de karar verilmişti. Nedeni bilinmeyen sürpriz trafik kazasında verilen ileti netti:  Adım Militarizm… Her türlü savaş kışkırtıcılığını, aklınıza gelmeyen çılgınlığı, yalancılığı ve çirkinliği yapabilirim… Şaşmayın, şaşırmayın…

Baskın üretim biçimi feodalizmin bağrında olgunlaşan koşulları yaşamın diyalektik yasalarına uygun olarak dönüştüren, demokratikleştiren tekelci sermaye, bizim gibi ülkelere göre ileri düzeyde olan demokrasilerden dem vururken, onca hukuksuzluğunu, gayri ahlakiliğini, yasa dışılığını bu ‘gelişmişlik ve uygarlık’ kibirlenmesiyle gizlemeye,  örtmeye çalışmaktadır. 

Sözünü ettiğimiz “talihsiz kaza” ( Siz lütfen cinayet olarak okuyun ) söz sırası geldiğinde, gelmediğinde, başımıza adalet ve demokrasi havarisi, insan hakları savunucusu kesilen malum ülkelerin egemenlerinin,  dönen çarklarına taş konulduğunda, çıkarlarının önüne geçildiğinde ne kadar vahşi, nasıl da acımasız, barbar olabileceklerinin çok açık bir göstergesidir.

Beynelmilel gayrımeşruluk, aktivist, düşünür Tarık Ali’nin altısı kurgu, altısı araştırma olan on iki kitabında detayı ile analizini yaptığı “ABD Emperyalistleri müttefiklerinin suçlarının üzerini örter.” sözü ile sağlamlık kazanıyor…

- 9 -

Ve aynı malum kaza burjuva demokrasisinin meşaleli, mağrur “Miss. Özgürlük” anıtının gölgesine sığınmaya çalışan emperyal düzeninin, tüm ayıpları ile birlikte asıl yüzü konusunda dikkate değer ipuçları veriyor.

İngiltere Dışişleri Bakanının başına örülen çorap insan hakları ve demokrasi söz konusu olduğunda mangalda kül bırakmayan Amerikan ve AB emperyalistlerinin yere göğe sığdıramadıkları modern hayatlarının ve de gelişmiş demokrasilerinin gölgesinde kalan, gelgelelim çuvala da sığmayan Gladyo mızrağının sivri ucudur. Yerkürenin elitleri, egemenleri emperyalistler iletişim teknolojisi başta olmak üzere, bu alanda tekelleşmiş yazılı ve görsel basının başındaki baronlarının öylesine ensesindedir ki; bu nedeni ve kaynağı apaçık gözler önünde durup duran aleni cinayet karşısında medya arenasında adeta yaprak kımıldamamıştır.

Aleni cinayetten sorumlu Amerikan Emperyalizminin erk sahibi malum sınıf ve zümrelerini, temsilcilerini, düzenbazlarını, dalkavuklarını, yaşamı dolara, petrole bağlı vampirlerini burada konudan uzaklaşıp eleştiri konusu yapmamız abesle iştigal etmek olur. Eşkiyanın talan ve yağma kervanının yürümesi adına it itliğini puşt puştluğunu neden yapmasın?

Serbest piyasa ekonomisinin yılmaz savunucusu kaşarlanmış liberallerini, medya baronlarını bir kenara bırakırsak, belki de eleştirilerimizi asıl yöneltmemiz gereken, peşlerinden gittikleri partilerinin tabelalarına iddialı ve ciddi sıfatlar ekleyen çevreler ve yüreklerinin sol cenahta attığını her fırsatta sürekli yineleme pişkinliğini gösteren dünyaca bilinen ya da bilinmeyen yazarlar, çizerler, gazeteciler ve sanatçılardır.

Avrupa Burjuvazisi’nin 18. Yüzyılda, kendi dinamikleri ile ekonomik yapıdan mevcut sistemin üst yapısına doğru başardığı gerici feodal mütegallibe takımını etkisizleştiren demokratikleşmenin aynısı ya da benzeri nitelikte bir tasfiye hareketinin üstesinden gelemeyen yerli egemenler sosyal yaşamda da, iç politikada da, uluslar arası arenada da, ülkeyi hiçte hak etmediği çarpık ve güdük bir yazgıya, görünümde kara mizah, özünde trajik-hazin bir tabloya mahkum etmiştir.

  - 10 -

Bu nedenle yüzünü Batı’ya dönmeye çalışırken, kendini ve yaşantısını Şark kültürünün feodal alışkanlıklarından alamayan insanının tebaa ve kul muamelesi görmeye uygunluğu, boyun eğmeye, kabullenmeye olan yatkınlığı, “ Burjuvazinin ahırı ” (Marks) meclise yerleşmiş egemen sınıflara yönetme, erk olma kolaylığı sağlamaktadır. Yazgısı yabancılar ve işbirlikçileri tarafından çizilmiş, dirlikle düzenin, mutlulukla kardeşliğin ve dahi barış içinde bir arada yaşamanın hasretini ve sevdasını çektiğimiz toprakların hüzünlü manzarası on yıllardır ne yazık ki hiç ama hiç değişmemiştir.

1980 sonrasında 24 Ocak Mali Kararları ile birlikte IMF/Dünya Bankası kontrollü akıl hocalarının bildik kapitalizmi allayıp pullayıp, yeni pişmiş taze yemek gibi, Yeni Dünya Düzeni diye ortaya koymasını izleyen günlerde, ülkemizde de “ Global Dünya ” teranesiyle, bir  “ Globalleşme ”  modası almış başını yürümüştür.

Serbest piyasacı neo-liberalizme yeni hareket alanları için gerekli koşullar yaratılarak, emek dünyasının başına bela edilen özelleştirme politikalarının gereği olarak ve devletin mali yatırım ve kamu çalışma alanlarından  - başta sağlık olmak üzere -  el çektirilmesinin yollarını açacak yeni  yıkım ve talan yasaları çıkartılmış, ünlü   Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler “  başıbozukluğuna devletin en yetkili ağzından  “ Benim memurum işini bilir! ”  vecizesi ile meşruluk kazandırılmıştır.

Ol ‘rahmetli’ devlet erbabının toplumun ar damarının çatlatan edepsiz çözüm önerisi, popüler deyişle  “ ahlaksız teklifi ”  ekonomiden siyaset kültürüne, günlük yaşama, oradan yaşamın hemen her alanına pıtrak gibi yayılan  -günümüzde de artçı şoklarını fazlasıyla hissettiğimiz ve kötüsü, bizzat yaşadığımız-  ahlaki aşınmanın gerçek başlangıcı olmuştur.

Ülkem insanının geleneksel değerlerinin tam kalbindeki bu can alıcı kırılma, toplum bilimcileri ve pedagoglar tarafından da onaylanan, birey ve toplum belleğindeki olumsuzluğu on yıllar geçse de silinmesi zor olan sosyal bir travma olarak ülke tarihe geçmiştir.

- 11 -

Durum böyle olunca, kapitalist dünya coğrafyasında pek eşine örneğine rastlanamayacak bu tür sosyal bir travmayı yaşamış  ülkede, bakanlık almış birisi   TV ekranlarında,  elbette malum çay sefasını yapabilecektir.  Bir başka bakanı da tarlada telef olan ürününe ağlayan çiftçiye  “ gözünüzü toprak doyursun ”,  başefendisi ise önünü kesen vatandaşına  “ Al ananı git ” diyebilecektir. Daha dün Adalet Bakanı, sözcüğün gerçek anlamı ile kamu vicdanının örselenmesi, taze yaranın kanatılması örneği olarak, cezaevinde  “ kötü muamele sonucu ”  işkence ile öldürüldüğü devlet raporları ile kesinleşen Engin Çeber için:  “… öldürdük, kusurumuza bakmayın, pardon…” özrü ( ! ) ile kamera karşısına çıkabilecektir. 
.  .  .

BİZDEKİ FİLM HEP AYNI FİLM :  “  KRİZ MIRİZ YOK…

Dert yanan vatandaşa, iş arayan işsize, soru soran öğrenciye, birikimini (üstelik din istismarı yapan vurguncularına) kaptıran vatandaşa kuru sözler eden, efelenen, diklenip  “ yatırırken bana mı sordun ” diyen,  “ Big Brother’s ”  karşısına gelince el pençe divan duran Kasımpaşa’lı başefendi, tapındığı, nemalandığı ve kıble bellediği kapitalist sistem, kriz nedeni ile kıçını dibe vurup çömleğini kırınca tevekkülle karışık durumdan  “ haberdar ” ve duruma hakim pozlara bürünüveriyor :  “ Hamdolsun sağlamız. Velev ki bize uğrarsa, atlatırız Allah’ın izniyle…” diyor. Üstüne üstlük, bir ara nasıl olduysa ağzından kaçırıp  “ krizi fırsata dönüştüreceğiz ”  buyuruveriyor.

Orada bulunan ve pattadak  “ Bunu nasıl yapacaksınız? ” diye soran Evrensel muhabirinin sorusu üzerine de, değişmeyen bilgiç halleri içinde kaşlarını çatıyor, kem küm ediyor ve de bir şeyler biliyormuş gibi yaparak,  “ Şimdi, siz orasını fazla karıştırmayın, her şeyi ortalık yerde söyleyecek değiliz ya! ” gibisinden imalı ve gizemli havalara giriyor.

Uluslararası tekelci kapitalizmin, aslında tarihinin hiçbir aşamasında içinden çıkamadığı genel bunalımının buz dağının su altındaki görünmeyen bölümü, yattığı yerde doğrulsa bile bir türlü yataktan çıkamayan hasta esprisini içeren diğer

- 12 -

etkenlerin de bir araya gelmesiyle su yüzüne çıkınca kendini tekrar gösterdi. Mevcut düzen şakşakçılarının 1980’lerde  “ Global dünya ” ve “ Globalleşen Dünya”  ( x ) diye diye dillerine pelesenk ettikleri şatafatlı deyişlerinin ardından, bu kez de, bir  “ Global kriz ”  tantanası koparacaklarını beklemedik değil doğrusu…  Nur topu doğan bebeklerinin adını, nedense öyle koymadılar da “ küresel kriz ” deyiverdiler. 

Hepimiz şişmiş kredi yayılmasının ve denetimsizliğinin gün ışığına çıkmış bu bölümünde, tekelci kapitalizmin değişmeyen kronik hastalığı aşırı kar elde etme hırsından hareketle, cazip yatırım alanları olan yeni sömürgelerde kendi paralarını dahi kontrol altında tutamamalarını, metropollerde ucuz kredi ile çekilen borçların patlaması demek olan rantiyeci bankacılık sistemi olduğunu gördük.

Rantiyeci bankacılık sistemi derken anlatılmak istenen şuydu: Sistemin sürekli ve genel bunalımının ateşinin yükselmesi, bu kez, tüketimi kontrollü/bilinçli (aslında bilinçsizce demek daha doğru) biçimde körüklenen konut sektöründe görüldü. Krediler çok uzun ve de karşı konulmaz vadelerle tüketiciye sunulurken, oldukça çekici duruma getirilmiş konut  -ya da toplu konut- kredileri ile kapitalizmin sömürü bataklığına çekilmiş ABD’li orta kesim, buna ek olarak dar gelir düzeyindeki emekçiler…

Öngörülebilirliği çok güç olmayan, hatta şu günlerde açıkça tanık olunmaktadır ki, doyuncaya tıkınan, tıkındıkça tıkanan, sonra tıksıran, en sonundaysa doğal olarak çiğnemeden hortumladıklarını kusan bir sistem…

(x) Neo-liberalizmin, sicili şaibeli emperyalizm sözcüğünü kullanmamak, açlığı, sefaleti, savaşı, Vietnamı anımsatan yanını zihinlerden silebilmek için, sözcükleri yalan yanlış kullanarak bilgi kirliliği yaratmaktadır. TDK sözlüğü  “ global ”in, “ küresel”  anlamına geldiğini söyler. Şimdi  “ …anlama bir şey katmayan, bir anlam bildirmeyen ama kulağa hoş gelen ve çok gösterişli.” (TDK ) tumturaklı deyişlerini Türkçe’ye  çevirecek olursak, onun  “ Dünyalaşan Dünya ”  anlamına da geldiği görülecektir.

- 13 -

Elbette, sistemin havuzuna geri dönmeyen inşaat/  konut kredilerinin tetiklediği ABD kökenli kriz finans piyasalarını salladı. Finans kapitalin o görkemli simgesi, o devasa fildişi kulesi yüz elli yıllık Lehman Brother’s karizmayı çizdiren ilk banka oldu. Bu denli hasarlı ve yıkımlı olmasa da ardı sıra diğerleri…

Aslında emperyalist sistemin etki ve sömürü alanı içinde iktisadi tahakküm, siyasal abluka altına aldığı ülkelerde açlık, susuzluk, yoksulluk, işsizlik ve bebek ölümleri yıllardır, on yıllardır yok muydu?  İnsanlık için asıl kriz, asıl konuşulması, sorgulanması gereken “küresel kriz” yalanı ve laf kalabalığı ile geçiştirilmeye çalışılan küresel çürümüşlük, küresel kokuşmuşluk bu değil miydi? 

Mevcut sistemin ana arterinin geçtiği metropollerde, ardından geri bıraktırılmış ülkelerde işsizlik ve sömürü, savaş ve militarizm karşıtı toplumsal karşı duruşların yaygınlaşmasına, muhalif seslerin yükselmesine neden olan, şimdilerin cehennem yeri Irak’ta, önceleri siyasal ve etnik anlamda öyle uzun boylu bir sıkıntı yoktu. Her şey, ABD emperyalistlerinin burnunu bölgeye fiilen sokmasıyla başladı.  Irak Savaşı, henüz yolun başındayken dünya kamuoyuna  “ Teröristlerin yasadışı yollarla geliştirdikleri nükleer faaliyetleri önlemek ” için, “ özgürlük götüren ” adil bir operasyon olarak lanse edilmeye çalışılmıştır.

 Ne var ki, bu serüven, özünde petrolün talan edilmesine dayalı oluşunu, kar bağımlısı emperyalist haydutların karşı karşıya kalacağı ekonomik maliyeti ve sürekli bunalımın uyku halini bilenler için, dört yanı sarsacak ve bağlı ülkelere ulaşabilecek kadar sarsıcı bir krizin habercisiydi.  Öyle de oldu.

Yoksa yeşil dolar baronlarının, medyanın, finans kapitalin efendilerinin, tekel karlarından zarar ettiklerinde durumu “kriz” yaftası ile geçiştirmeye, faturasını da kanlarını, gözyaşlarını ve alın terlerini emmekle kalmayıp onlara şatafatlı, renkli yaşamlar,  iş merkezleri, gökdelenler, milyon dolarlık Ferrariler, ışıltılı ve pahalı AVM’ler, havuzlu/akıllı villalar sunan işçi sınıfına ve emekçilere yıkmaya çalışmaları hiçte inandırıcı değildi.

- 14 -

Yıllarca sayesinde semizlendikleri, servetlerine servet kattıkları sevgili bankaları batınca, daha doğrusu batar gibi yapınca, kendileri mi aç, açık ve işsiz kaldı, yoksa iş gücünü ve alın terini satarak geçinmeye ve yaşamaya çalışanlar mı?  Zurnanın zırt dediği, turnusol kağıdının renk verdiği yer tam da burası olması gerekti!... (x)

Mevcut sistemin ana arterinin geçtiği metropollerde, ardından geri bıraktırılmış ülkelerde işsizlik ve sömürü, savaş ve militarizm karşıtı toplumsal karşı duruşların yaygınlaşmasına, muhalif seslerin yükselmesine neden olan, şimdilerin cehennem yeri Irak’ta, önceleri siyasal ve etnik anlamda öyle uzun boylu bir sıkıntı yoktu. Her şey, ABD emperyalistlerinin burnunu bölgeye fiilen sokmasıyla başladı.

Irak Savaşı, henüz yolun başındayken dünya kamuoyuna  “Teröristlerin yasadışı yollarla geliştirdikleri nükleer faaliyetleri önlemek” için, “özgürlük götüren” adil bir operasyon olarak lanse edilmeye çalışılmıştır. Ne var ki, bu serüven, özünde petrolün talan edilmesine dayalı oluşunu, kar bağımlısı emperyalist haydutların karşı karşıya kalacağı ekonomik maliyeti ve sürekli bunalımın uyku halini bilenler için, dört yanı sarsacak ve bağlı ülkelere ulaşabilecek kadar sarsıcı bir krizin habercisiydi.  Öyle de oldu.

Uykulu hali çoğunlukla sakin, sancısız, yumuşak, etkisiz periyotlarda seyreden örtülü bunalım, kimi aşamalarda (Geçmişte Vietnam, şimdilerde Afganistan, Irak v.b.) artan askeri harcamaların, günbegün katmerleşen mali yükün (geri dönmeyen borçlanmalar) tetiklemesiyle zaten var olan buhran lokal ölçekte kendini duyurmuş, evrilerek mali krize dönüşmüştür.

(x) Uluslararası finans kapitalin, çuvallar, hararlar dolusu tekel karlarından zarar ettiği sözüm ona parasal krizine başka pencereden bakacak olursak: 
2001 yılının eylül ayına gelinceye dek, her zaman her koşulda sürekli ve genel bir bunalım yaşayan tek kutuplu yerkürenin akla gelen, gelmeyen her diyarında keyfince öten ve önüne gelene horozlanan ABD’yi görürüz.

- 15 -

Uluslar arası Tekelci kapitalizmin doğasına ilişkin bir gerçek de; devrevi bunalımlarının tümünde ( örneğin 2. Dünya Savaşı’nın sonrasında da, öncesinde de…) her kriz salınımlarından önce uzun ya da kısa  “ iyilik halleri ”  mutlaka yaşanmış ve yaşanacak oluşudur.  Ne var ki, bizde  “ Hamdolsun iyiyiz ”  mealinden  “ kriz vardı, yoktu ” eveleyip gevelemeleri sürerken; baba evinde başlayan, sisteme dönüş yapmayan şişen konut kredilerinin yarattığı depremin artçı şokları sistemin arka bahçelerine, bize kadar ulaştı bile.
         
Bu bölümü bitirmeden, belediye iş kolunun sıradan bir Fen İşleri şantiyesinde, 2003 yılında yapılan atölye çalışmalarından birinde -sonradan aynı işçilerce kaleme alınacak olan- geçen sözleri burada aktarmak yerinde ve anlamlı olabilir. O şantiye tartışmalarında çalakalem tutulan notları noktasından virgülüne dokunmadan, o günkü değerlerinden rakamlarıyla aktarmak, konunun doğallığını ve esprisini korumak anlamına gelecekti.  Ben de öyle yapıyorum :

                                                                                        MÜNAKAŞA NOTLARI :

            “ EKONOMİ BUNALMA SİNYALERİ VERİYOR.

·        AKP hükümete geldiğinden bu yana hep büyüme rakamları veriyor.  “ Döviz uslu duruyor, benzine zam yapmıyoruz “ diyor.  Bize hep ihracat rakamlarını veriyor.  Onlara göre ekonomide tatlı rüzgarlar esiyor ve mutfaklarda yangın mangın yok.
·       
       Yaptığı hep rakamlarla oynamak, ama bunu halk anlamıyor.  Çalışan emekçilere, cüzdanlara küçük de olsa bir iyilik yansımıyor.  Aslında büyüme filan yok, çünkü üretim yok…
·        Bu nedenle kriz sinyalleri var.  İşten çıkarmalar, işsizlik, ücretlerdeki gerileme, çiftçi borçları, fabrika, atölye açmama, tersine kapatma Türkiye’ nin asıl meseleleri işte bunlar…
·        1 milyon insan ortalama 103 milyon maaşla açlık sınırında. Bu Bir.
·        19 milyon insan temel ihtiyaçları alamadan yoksulluk pençesinde . Bu İki
·        136 bin insan günde 1 dolara çalışıyor. Bu Üç

- 16 -

·        2 milyon insan 1 dolar 15 kuruş altında gelirle… Dört
·        21 milyonu ise, Günde 4 Dolar yövmiye ile yaşıyor. Bu  da  Beş .        
·        2003de 139 bin esnaf kepenk kapattı. 33 bini iflas etti.  Ücretler yüzde iki düştü  
·        Özelleştirmelerde işten atılmalar tam 3 bin… ( ertelenen grev 3 dür.)
·        Tarım can çekişiyor.  Ziraate ve kredi kooperatiflerine borçlu çiftçiler var. Bu günkü tarihli bir gasteye göre sayı 1.100.000. dür.                      
·        Bu borç ve alacak batağı demek.  Bu kış birde don ve sel vurdu, zarar 250 tirilyon.  İMF borcu 250 katirilyon. Pek tabi faturayı çalışan kesimler ödüyor.
·        1 milyon açlık sınırında.  2,5 milyon işsiz var…  2004’te de işten atmalar sürecekmiş… “

 Bornova Belediyesi Fen İşleri Şantiyesinde,                                                                             2003 yılı kasım ayında yazılmış tutanaklardır …


POSTMODERN BİR WESTERN :   SİSTEMİMİZDE YANLIŞLIKLAR VAR !..

Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) eski başkanı, Temsilciler Meclisi Denetleme ve Reform Kurulu üyesi A.Greenspan, dünya finans kapitalizminin temel taşlarını yerinden oynatan, sistem lokomotifinin istim yitirmesine neden olan malum krize değinirken alışık olmadığımız itiraflarda bulundu.
         
ABD’nin sermaye ve borsa düzenini sarsan, oradan dünyanın ve tüm eklentilerinin tatlı uykularını kaçıran finans krizinin patlak vermesinde “ kısmi sorumluluğu bulunduğunu…” söyleyen FED eski başkanı A.Greenspan biraz da erken ezber bozuyordu… “ Kendisinin ekonomiyi algılama modelinde bir yanlışlık olduğunu ” kabul ederken, “40 yıldan fazla süredir bu sistemin doğru çalıştığını düşünüyordum.” diyen eski başkan, düzenin goygoycularına ibretlik, çok açık seçik olmasa da, bir inceden günah çıkartmış olmalıydı. 

- 17 -

Sözün özü, bu güne dek uygulamış oldukları ekonomik politikalarında “yanlışlıklar” bulunduğuna, her yerde sosyalizmin öğretisinin karşısında göklere çıkardıkları kapitalist sistemin sandıkları gibi “iyi çalışmadığına” ilişkin itirafları, kapitalist sistemin nihai açmazını doğruluyor, Das Kapital’in haklılığına ve doğruluğuna serzenişte bulunuyor gibiydi. Çok geçmedi ikinci tarihsel itirafname ve kabulleniş, yine ABD’de 700 (Yedi yüz) milyar dolarlık ünlü düzen kurtarma paketinin mali denetimini üstlenen Pricewaterhouse Coopers’tan geldi.

Pricewaterhouse Coopers “ ivedi ” kaydı ile yayınladığı raporda  “ Birçok ülke gibi, Türkiye’de de, büyüme olanakları ( Kapitalistlerin büyümesi demek istiyor. a.b.a.) finansal kriz nedeni ile darbe yedi ” (Birgün Gazetesi, 27.10.2008) 
Raporda, “ Finansal yatırım alanlarında yaşanan mali akışkanlık, gelişmiş -ileri- ülkelerde giderek yavaşlayan büyüme ve yükselen enflasyonun, kalkınmakla meşgul ülkeleri olumsuz yönde ve içerikte etkileyeceği… ” belirtilirken, gelişmeleri inşallahla, maşallahla karşılayan çokbilmiş kurmaylarımızın kulaklarını çınlatılıyordu.
         
Zehir zemberek itiraflar ardı ardına patlarken, bizim başefendi ve şürekasının kıblesi olan “ana bahçe”de ne tür bir bağbozumu yaşanıyordu? 
Şimdi ona bir göz atalım:

·           Büyük uluslararası finans kurumlarının karları   ( Başta Lehman Brother’s ve Bank of Amerika olmak üzere )  hızla düştü.
·            Otomotiv devleri General Motor’a bağlı Opel şirketi, Wolksvagen ve Ford’un, Alman devi Mercedes’in pazarı daraldı.
·             Sanal alemin ABD’li devi “ebay”, ülkelerinde yaşanan krizden en az zararla ( tabi ki kardan zararla! ) kurtulmanın çaresini, çalışanlarının % 10’unu işten çıkarmakta buldu.
·             Bunun yanında Yahoo’nun karı % 64 geriledi. Yaklaşık 15 bin kişiye iş alanı yaratan Yahoo 1500 işçisini üretim dışı bırakacağını açıkladı. Yahoo, 2008 yılının şubat ayında da 1000 çalışanının işine son vermişti.

- 18 -

·             Yaşanan aynı günlerde, Ford ve Opel’in Saarlouis fabrikası’nda da, üretimde kısıntıya gidileceği ve yarı zamanlı mesai yapan 250 işçinin işine son verileceği açıklandı.
·             Alman otomotiv devi Mercedes firması da, işçi çıkartmasa da, yavaşlayan araç satışlarını gerekçe göstererek üretimi 5 (beş) haftalığına durdurma kararı aldı.
·             BMW de Leipzig de ana şalteri indirirken, üretimin ancak 2009 yılında başlayabileceğini açıklaması yaşanan artçı şoklardan sonuncusu oldu. (a.g.y.)

.  .  .

Eğer, ciddiye alınıp incelenecek olursa:

Ülkemizde de, yukarıda örneklerini verdiğimiz benzeri daralma olaylarına tanık olunabileceğini, söz konusu mali krizin, ekonomimizin hiç de kenarından köşesinden geçmediğini, tam tersine yeni zamlar, daha fazla vergi artırımları ve işten çıkarmalarla işçi sınıfına, tüm emek dünyasına zarar verdiğini, gelirlerinin -alım güçlerinin- orta vadede ve uzun vadede reel kayıplara uğratıldığını, haklı grevlerinin bakanlar kurulu kararı ile ertelendiğini,  nisbi rahatlama yaratabilecek toplu iş sözleşmelerinin imzalanmadığını görmüş oluruz.

Son olarak, imparatorluklarının dünya çapında ifadesi olan Ford-Opel-BMV kulelerinden üretimi kısacaklarını açıkladıktan sonra, yapay kriz ortamını fırsat bilen otomobil sektöründeki yerli tekelci sermayedarlar da,  bu amaca uygun davranacakları konusunda asla ikircikli davranmayacaklarını öğrenmiş bulunuyoruz.

“ Yüksek ücretlerle çalışan işçilerin işine son vermekte asla çekingen davranmayacaklarını, krizi başka bir yolla atlatmalarına ve maliyetleri aşağı çekmelerinden başka yol ve olanak bulunmadığını. ” cesurca duyurmuşlardır. ( DİSK,  Birleşik Metal-iş Sendikası basın bildirisinden. )

- 19 -

Her fırsatta kamuoyuna seçeneksiz olarak sundukları kapitalizmin handikapını gözler önüne seren bu son gelişmeleri yaşanan günlerde yazılı ve görsel basın, “ Otomotiv Devleri Üretime Ara Veriyorlar ”,  “ Üretimde Küçülme Sinyalleri ”,  “ Fabrikada Şalter Başka İniyor.” gibi farklı puntolarla, içleri boşaltılmış ve saptırılmış biçimlerle de olsa haber konusu yapmak zorunda kalmışlardır. Yine Birgün gazetesinin haberine göre, Çorlu Organize Sanayi Bölgesi’nde, yaşanan kredi krizinden olumsuz etkilenmeler sonucu yaklaşık 60 deri fabrikası kapısına kilit vurmuştur.

Son olarak, Bornova’da yarattığı ciddi ölçülerdeki çevre ve görüntü kirliliği nedeni ile, yöre halkının ( Naldöken Köyü ve civarı ), duyarlı örgüt ve kuruluşların hedefi haline gelen –BATIÇİM- Çimento Fabrikası’nın yaklaşık 40 kırk yıldır, çok önemli arızalar ve olağan yıllık bakım-onarım günlerinin dışında kesintisiz çalışan ana kazanında geçtiğimiz günlerde duraksamalar ve  “ ağır tempo çalışmaları ”( ! ) görülmüştür.
         
Yaşanan tıkanma sürecinin kaçınılmaz uzantısı olarak, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda yabancı sıcak paranın çekilmesiyle çoğunluk hisselerin değer yitirdiği, yine bu olup bitenlerle paralellik ve uygunluk içinde doların 1.70 Ytl’yi gördüğü de herkesçe bilinmektedir. Dizginlenemeyen artı-değer ve tekel karı sömürüsü, sermayenin gelişmesi ve temerküzü temelinde şişen, tıksıracak duruma gelen sistenin çıkmaza girmesinin belirtileri olan arz-talep dengesizliğindeki daralma, ciddi borsa düşüşleri, döviz yükselmeleri, istikrarsız ve güven vermeyen cari açık hareketleri, ekonominin literatüründe hangi sözcük ya da ifade ile karşılığını bulur? 

Kurulu sistemin doğasından gelen ve kaçınılmaz olan krizler hep vardı ve hep var olacaktır.  Son kredi krizi de bunlardan biridir. Şimdi, pek bilmiş, pişkin seçilmişlerimiz, Anadolu halklarını yıllarca yanılttıkları, manipüle ettikleri Kürt sorunu konusunda olduğu gibi, burada da mı  “ Düşük yoğunluklu dalgalanma ” ya da “ Düşük ölçekli kriz” deyip, yeni zamlar, yeni vergi artırımları, işten çıkarmalar, esnek, güvencesiz, sendikasız çalışma alanları dayatmaları ile emekçilere yıkılmaya çalışılan sorunun üzerine sünger çekecekler ?! 

- 20 -

Kasımpaşa’lı Başefendi  ve  onun  hükümetinin  aylardır  türlü  laf  cambazlığı  ile   topluma lanse etmeye çalıştığı  “ Ekonomideki umut verici gelişmeler ”  ve “ Büyüme” masalı, denetlenmediğinde, programlanmadığında ciddi çıkmazlara götürebilecek cari açığın dengelenmesinde olsun, ulusal gelirin, ayrıca dış ticaretin göreceli iyileşmesinde olsun belirleyici olan yabancı yatırımcının pek kıymetli ve pek nazlı sıcak parasıdır.

Bu sıcak para da artık, sistemin metropollerindeki kredi sisteminin çökmesi ile geride bıraktığımız eylül ve ekim aylarından itibaren “ Vakit tamam seni terk ediyorum.” frekansından  yayın yapmaya başlamıştır.         

Ol nedenle, naçizane önerimiz, içinden ne yaparsa yapsın kurtulamadığı çukurla başı yeterince dertte olan kapitalist sistemin amigolarının, takipçilerinin ve bilumum şakşakçılarının alıcılarının frekanslarını bu gerçeğe göre ayarlamalarıdır. Bizzat sebebi olduğu ve ortalık yerde bıraktığı cenazeyi tek başına kaldırmaya ve zararını paylaşmaya, yabancı yatırımcı elbette yanaşmayacaktır.

Ne fayda ki, yıkıntının bedeli yatırımların yapıldığı ülkenin işçilerinin, işsizlerinin, üreticilerinin, memur ve emeklilerinin, tüm çalışanlarının omuzlarındadır artık.  Ortada duran gerçeğe rağmen Kasımpaşa’lı Başefendi ve hükümeti yurt dışından  “ bavulla ” gelecek ( ! ) ne idiğü belli olmayan paradan medet umadursun; gerçek olansa, her alanda büyüyen işsizlik, alım gücünün hızla düşmesi, faiz ödemelerine yapılacak parasal tutarın çok, ama çok altındaki miktarlarda sağlığa, eğitime ve sosyal güvenliğe v.s. bütçe ayrılmasıdır.            
         
Ürettiği değerlere, yarattığı şu dünyanın nimetlerine hiçbir zaman ortak edilmeyen kafa ve kol emekçileri, kemiklerinin iliğine dek sömüren kapitalist düzeneğin marifetinin ve çürümüşlüğünün doğal sonucundan başka bir şey olmayan krizin faturasını açlık, sefalet, işsizlik, eğitimsizlik, yetmedi sağlıksız ve adaletsiz bir yaşam olarak ödemek zorunda değildir.

- 21 -

Karl Mars’ın  “ Kendi mezar kazıcısını yarattığını ” söylediği, günbegün çürüyen ve iğrenç kokusu emekçi sınıfların üzerine bulaşan meşhur sistemlerinin  “ Ancak külfetleri paylaşabiliriz… Nimetleri asla…”  mantığının mumu, tıpkı Deniz Feneri gibi sönmüştür.

·        Yıllarca üzeri örtülmeye çalışılan ve sistemin her tıkanışında su yüzüne çıkan bu gerçeği, buz dağının su altında kalan görünmeyen yüzünü halka göstermek, nedenlerini ve sonuçlarını anlatmak solun temel görevlerinden birisi olmalıdır.

·        Kurulu düzenle, iş gücünü patrona ucuza satma ilişkisi dışında bir yakın ilişkisi olmayan, her koşulda sistemin külfetlerini yüklenmek zorunda bırakılmış işçi sınıfına, emekçi halka, tekrar haksız bir bedelin ödettirilmek istendiği anlatılmalıdır.

·        Başta sosyalistler, devrimciler olmak üzere, her ilerici yurtsever, her demokrat kişi tüm fırsatlarını ve olanaklarını cesaretle değerlendirerek “Kazan çömlek patladı!” ve “Kral Çıplak!” diye bağırabilmelidir.

Gün, haklı ama mağdur durumda olan, üretken ve namuslu seslerin, tüm düzen yanlısı, çanak yalayıcısı utanmaz ve namussuz sesleri bastırmaya çalışması, bu mücadeleyi her platforma taşıması gerektiği gündür…
          
Emperyalizm karşıtı ( ATTACK ) hareketinin kurucusu, öğretim üyesi ve profesör İgnacio Ramanet   “ Türkiye’yi krizden en çok etkilenecek üç ülke arasında ”  görüyor ve  “ Krizden sonra ABD’nin ulusal ekonomisini tekrar kuracağını  ( tabii ki enkazlarını kendisine bağımlı yeni sömürge ülkelerde bırakarak… a.b.a.),  bu krizin ABD’ye savaşları bıraktıracağına ve silahlanma harcamalarında kısıtlamalara yöneltebileceğine… ”  inanıyor.


- 22 -

Günümüzde Küba halkına ve sosyalizme yapıldığı gibi, on yıllarca emperyalizmin hedef tahtasına konulan, “tu kaka” edilen, revizyonist, oportünist uygulamaları ile de olsa SSCB’nin bürokratik sosyalizmini, olasılıktır ki, bilimsel sosyalizm öğretisini akladığının ayırtında olmadan sürdürüyor:  “ Evet, bizim sorumluluklarımız arasında planlı ekonomi de var… Devletler bu gün, bir zamanlar komünist ülkelerde olduğu gibi, Beş (5) yıllık kalkınma  planlarından söz etmek zorundalar.” (a.b.ç.)  ( Birgün Gazetesi, 21.10.2008 )   
         
Karl Marks’ın haklılığının kabul edildiği ve öğretisinden neredeyse özür dilendiği bu gün; ünlü savunmasında  “ Tarih beni haklı çıkaracaktır !..” diyen Fidel Kastro’yu da atlamamak gerek.
         
Halkı ile 50 yıldır ambargoya direnen Kastro’nun elini sıkarak  “ pardon ” diyen “ Yanke Emperyalistleri ”nin utangaçlığını ve yaşlı gerillanın sakalını sıvazlayarak hınzırca gülümsediğini belgeleyen fotoğraf karesini şimdiden görür gibiyim.  Aynı fotoğrafın arka fonunda, türlü yalan ve spekülasyonlarla saldırdıkları, duvarların yıkılmasını şampanya ile kutlayıp, öğretisi için  “Öldü! “ diyenlere sakallı adam, sol elinin işaret parmağı ile sol gözünün alt perdesini aralayıp  “ Pışkk” yapıyor… “ Ne haber ?! “ 

Bu ironik  “ Pışkk ” malum televizyon kanalının Siyaset Meydanı’nda, “ Bu krizi, daha önce Karl Marks’ın da bildiğini…” ( ! ) söyleyerek, aklı sıra lütufta bulunan eski sosyalist, yeni-liberal iktisatçı amigo Mehmet Altan’a ve yol arkadaşlarına da gidiyor…
Ne eğlenceli değil mi?..

Onca olumsuzluklara, pisliklere ve üzerimizden eksik olmayan açlığın, işsizliğin, pahalılığın, güvencesizliğin, geleceksizliğin, savaşların gölgesine karşın, içimizi açan eğlenceli Kriz Oyunu’nun görkemli final sahnesi meğer bir başka komünist Rosa Lüksemburg’a nasipmiş.

- 23 -

Hani şu, kendisi için özel  “ linç ” mahkemeleri kurulan, küçük bedeninde taşıdığı mangal yüreği ile alanlarda, gözaltında işkencelerde, savaş ve ölüm çığlıkları atan faşistlerin üzerine gözünü kırpmadan yürüyen cesur kızıl kadın…

Alman Komünist Partisi’nin kurucusu... Tüm yaşamı, kavgası boyunca militarizmin, şovenizmin, barbarlığın karşısına dikilen, “ Özgürlük yalnızca ve daima farklı düşünenlerindir.” diyen Rosa Lüksemburg.  Savaş tüccarlarının kanlı maşası faşistlerce, son kez gözaltına alındığında, yoldaşı Karl Liebknecht ile birlikte kafasına dipçikle vurularak yakındaki su kanalına atılmıştı hani.   

“ Vardım, varım, var olacağım…”  derken,  ne de güzel özetlemiş kavgasını… 
Dünyanın tekerleğini döndüren, denge kazığını yerinde ve elinde tutan büyük insanlık, onun yüce emeği… Ve Rosa… Ve tabi ki Marksizm… Hep vardınız,  var olacaksınız.
         
Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç beyefendi, bizim Rosa Lüksemburg’un bir Marksist olduğunu,  savaş karşıtlığında ısrar ettiği için katledildiğini, bir an gaflete düşüp unutmuş olacak ki, o da diğerleri gibi, ahir ömründe eski bir komünisti yad etmeden yapamadı…

Oylama sırasında AKP’nin ceza almaması yönünde oy kullanan Haşim Kılıç Bey, akıllara zarar görüşlerini ‘babalar gibi’ bizim kızıl Rosa’dan alıntılar yaparak destekledi.  Öyle ya, “Özgürlük yalnızca ve daima farklı düşünenler için” değil miydi?! Doğru söze ne denir ki? 

Haşim Efendi ve ağzına baktığı akıl hocaları unutmamalıdır ki, savundukları ahlaksız sistem nasıl komutan Che’yi savunmasız katletmişse, Rosa’mızı da, dün Sebahattin Ali’mizi de, bu gün Engin Çeber’imizi  de, aynı savunmasızlık, aynı panik ve aymazlık içinde, yine aynı vahşilikle katletmiştir.

- 24 -

Onca çamı devirip, onca haltı yedikten sonra, hiçbir şey olmamış, yaşanmamış gibi sevdalandıklarınız; o müthiş, o mükemmel, çok az kişinin düşleyebildiği insanlığın son ütopyasını düşleyen başlarını parçaladıklarınız, bedenlerini kurşunladıklarınız rüyalarınıza girsin ki:  “Sevdalılarınız ” Komünistti…

Dünyayı omuzlayan insanlığa, tüm ‘ayak takımına’ eşitlik, özgürlük, adalet ışığını saçan tüm sosyalizm önderleri gibi, tıpkı Ché Guevara gibi, Marks da, Rosa da ucuz demagoji ve polemiklere malzeme yapılmaya, sınıfsal görüşlerinden ve duruşlarından soyutlanmaya çalışılıyor.
         
Sosyalistlerin, devrimcilerin sezdikleri, yakaladıkları her yalanı, en küçük manipülasyonu halka deşifre ederek, sosyalizmin mirasını ve bilimsel öğretisinin evrensel değerlerini, sağcı politikacılara, yobazlara, faşistlere, neo-liboşlara bırakmadan; ayrı yanlarını değil aynı yanlarını öne çıkararak, bir arada durmaları, birlikte davranmaları, dayanışma, paylaşım, özveri göstermeleri zamanıdır.

Ve elbette ki onlar bizimdir… Onlar bizim geleceğimiz, ilk göz ağrılarımız, sevdalılarımızdır… Övünerek söyleyelim ki, sevdalılarımız komünisttir.
       
                                                                                         
Hasan Oğuz Bilgen, 06.Kasım.2008, Son Biçim 24.04.2014



Haber Tarihi: 30/04/2012  
Haber Editörü: Özgür Medya
Haber Kaynağı: Özel  ++ Ozgur Medya ++info@ozgurmedya.org                                    
Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar. 
Site yönetimi yasal sorumlu değildir. 
Telif Hakları Yasası'nca korunur.