30 Nisan 2014 Çarşamba

GECİKMİŞ ONURLU BİR KARARA DAİR ya da 1 MAYIS'A KATILMAK İÇİN 15 NEDEN

GECİKMİŞ BİR KARARA DAİR.

AYDINLIĞA, SÖMÜRÜSÜZ, SINIFSIZ VE DE SINIRSIZ BİR DÜNYAYA DÖNÜK, YENİ BİR 1 MAYIS EMEK, ÖZGÜRLÜK VE KAVGA GÜNÜNE DİSK-GENEL İŞ ÜYESİ OLARAK GİRİYORUM. NE MUTLU BANA.

DİSK-AR'IN 1 MAYIS'A KATILMAK İÇİN 15 NEDENİNİ, DİSK SAFLARINA KATILARAK İŞÇİ SINIFININ MÜCADELESİ İÇİNDE YER ALMAK GEREKTİĞİ ANLAYIŞINI, 24 NİSAN 2014 PERŞEMBE GÜNÜ İTİBARİ İLE HAYATA GEÇİRMİŞ BULUNUYORUM.

İŞÇİ SINIFININ BİRLİK, DAYANIŞMA VE MÜCADELE GÜNÜNE, DEVRİMİN VE SOSYALİZMİN YOL GÖSTERİCİ IŞIĞI ALTINDA, DİSK-GENEL İŞ ÜYESİ OLARAK GİRMEKTEN GURUR VE ONUR DUYUYORUM.

TÜM SINIF VE EMEK DOSTLARINA, YAKIN ARKADAŞLARIMA VE KAMUOYUNA, "GÖRÜLMÜŞTÜR" DAMGALI BİR AÇIK MEKTUP OLARAK, YÜREĞİM VE AVAZIM YETTİĞİNCE DUYURUYORUM.

H. OĞUZ BİLGEN

. . .

DİSK-AR: 1 MAYIS'A KATILMAK İÇİN 15 NEDEN
DİSK-AR / 29 Nisan 2014

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü (DİSK-AR), 1 Mayıs’a giderken kapsamlı bir rapor hazırladı. Raporda işçilerin 1 Mayıs’ta Taksim meydanında olması için 15 Neden sıralandı. Raporda iş kazalarından, çalışma sürelerine, asgari ücretten, sendikalaşmaya, işsizlikten, kadın istihdamına ve taşeronlaşmaya kadar pek çok sorun alanı ortaya konuluyor.

1- HER DAKİKA BİR İŞ KAZASI, HER SAAT BİR ÖLÜM

Rapora göre Türkiye’de her saat 80 iş kazası oluyor. Yılda 706 bin işçi ise iş kazası gerçeği ile yüzleşiyor. Her on iş kazasından yalnızca bir tanesi SGK kayıtlarına yansıyor. Son yayınlanan SGK istatistiklerinde 2012 yılı için iş kazası sayısı sadece 74 bin 871 iken TÜİK 2013 verilerine göre bu rakam 706 bin olarak görülüyor. İki veri arasında zamansal uyumsuzluk bulunsa da aradaki devasa fark kayıt dışı iş kazalarının ne kadar yüksek olduğunu ortaya koyuyor.

2- HER ÜÇ İŞ CİNAYETİNE BİR YENİSİ EKLENDİ

Raporda TÜİK verilerine göre iş kazalarının sayısı SGK verilerinin yaklaşık 9,5 katı. Aynı veriye göre her 100 kayıtlı iş kazasının yaklaşık 1’i ölümlü olarak gerçekleşiyor. Söz konusu oran TÜİK verilerine yansıtıldığında 2002 yılı için iş cinayetinde kaybettiklerimizin sayısı 7 bine ulaşıyor. Buna göre her gün 20, yaklaşık her saat bir işçi hayatını kaybediyor. 2002-2005 yıllarında ortalama kayıtlı iş cinayeti sayısı 898 iken 2006-2012 yıllarında bu sayı 3’te 1 oranında artarak bin 223’e ulaşmıştır. Rapora göre her üç kayıtlı iş cinayetine bir yenisi eklenmiş durumda.

Raporda AKP hükümetleri döneminde resmi rakamlarla 11 bin 282 kişi iş cinayetlerine kurban gittiği belirtiliyor ancak kayıtdışı iş kazalarının oranları dikkate alındığında ölenlerin sayısının on binlerle anılacağından şüphe olmadığına dikkat çekiliyor.

3- FİZİKSEL VE RUHSAL SAĞLIĞIMIZ RİSK ALTINDA

Rapora göre işe bağlı sağlık problemi yaşayanların sayısı 895 bin kişi. Çalışanların yüzde 80’i fiziksel sağlığını, yüzde 9’u ruhsal sağlığını olumsuz etkileyecek etmenlerle birlikte çalışıyor. Yüzde 19 kaza riski ile çalışırken, yüzde 14 kimyasal madde, toz duman veya zararlı gazlara muhatap kalıyor. Yüze 15 ise zor duruş şekline veya harekete maruz kalıyoruz. Her yüz çalışandan 7’si zaman baskısı ve aşırı çalışma yükünün basıncı altında ruhsal sorunlar yaşıyor.

Madenciler en çok iş kazası yaşayan ve en çok sağlık sorunu yaşayanlar. Her 10 işçiden biri yıl içinde iş kazasına muhatap kalırken, her 20 işçiden biri işe bağlı sağlık sorunu ile karşılaştı.

4- ÖLÜMLÜ İŞ KAZALARININ % 94’Ü TAŞERONDA

Rapora göre Türkiye’de resmi rakamlara göre kayıtlı taşeron işçi sayısı 2002-2011 yılları arasında 387 binden 1 milyon 687 bine yükseldi. Taşeron işçi sayısı 2002-2007 yılları arasında yaklaşık 3 kat, 2007-2011 döneminde ise yüzde 50 oranında artış gösterdi. Sağlık sektöründe 2002 yılında 11 bin 685 olan taşeron işçi sayısı AKP hükümetleri döneminde 10 kattan fazla artış göstererek 2013 yılında 131 bin 201’e yükseldi.
Rapora göre madenler için 2008 yılı verisi alındığında Türkiye’de milyon ton taş kömürü üretimi başına düşen ölüm sayısı Çin’den 6 kat, ABD’den ise 361 kat daha fazla. Sektörde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Kazası İnceleme Raporlarına göre incelenen ölümlü iş kazalarında asıl işveren işçilerinin sayısı 2, alt işveren işçilerinin sayısı 30′dur. Bu verilere göre alt işveren işçilerinin toplam iş cinayetlerindeki ölüm oranı %94′e ulaşıyor.

5- ÇALIŞMAKTAN YAŞAMAYA FIRSAT KALMIYOR

Raporda resmi çalışma sürelerinin AB ülkeleri ortalamasında 38,6 saat olduğuna dikkat çekilirken. Türkiye’de bu rakam 45 saat olarak belirlendiği hatırlatılıyor. Buna göre Türkiye’de işçiler Avrupa Birliği üyesi ülkelerle karşılaştırıldığında ortalama 6,4 saat daha fazla resmi haftalık çalışma süresine sahip. Fiili çalışma sürelerine baktığımızda ise Türkiye’de tam zamanlı bir işte çalışan bir işçinin fazla mesailer dahil ortalama haftalık çalışma süresi, Norveçli bir işçinin 14,5 saat Avusturyalı bir işçinin 9,7 saat üzerinde.

6- İKİ MİLYONA YAKIN KİŞİ KÖLE GİBİ ÇALIŞIYOR

Raporda 50 saat ve üzerinde haftalık çalışma süresine sahip olanların sayısının 9 milyon 622 bin olduğu ifade ediliyor. Bu kişiler toplam iş başındaki çalışanların yüzde 40’ını oluşturuyor. Her dört kişiden biri ise haftalık 60 saatin üzerinde çalışıyor. Çalışmak haricinde bir şey yapma imkanı olmayan ve 72 saatin üzerinde çalışma süresine sahip olanların sayısı 1 milyon 611 bini, oranı ise yüzde 7’yi buluyor. Bu kişiler haftada 7 gün çalıştığı takdirde günlük en az 10 saat çalışmak durumunda.

7- TÜRKİYE YILLIK ÜCRETLİ İZİNDE 3. LİGTE

Raporda 99 Dünya ülkesi üzerinden yapılan hesaplamaya göre Türkiye 14 günlük asgari yıllık ücretli izin hakkı ile en düşük ücretli izin hakkının bulunduğu 35 ülke arasında. Buna göre Türkiyeli işçiler, Angola, Fas, Güney Afrika, Kamboçya, Cezayir başta olmak üzere söz konusu Dünya ülkelerinin 4’te 3’ünden daha az ücretli izin hakkına sahiptir. ,

8- HASTA DA OLSA ÇALIŞIYORUZ

Rapora göre Türkiye 4,6 gün ile, Avrupa ülkeleri dikkate alındığında en az hastalık izni alan işçilerin ülkesi. Bulgaristan’da hastalık izni 22 günle başı çekerken, Türkiye’de işçiler hastalansa da çalışmak durumunda. Hastalık izni kullanılan gün sayısı Portekiz’de 12, Norveç’te 10, Romanya ve Fransa’da 8, Almanya ve İtalya’da 7 gün.

9- TATİL HAYAL, EVİ ISITMAK ZOR, YOKSULLUK BİZİ BOĞUYOR

Rapora göre evden uzakta bir haftalık tatil masrafının karşılayabilecek olanların oranı sadece yüzde 14. Buna göre 63 milyon 223 bin kişi evden uzakta bir haftalık tatil yapamıyor. 41 milyon kişi iki günde bir et, tavuk ya da balık içeren yemek yiyemiyor. 27 milyon insan kışın ısınamıyor.
Rapora göre 12 milyonu aşkın kişi günlük 12 TL gelir ile karnını doyurmaya, barınmaya ve ısınmaya çalışıyor.

10- İŞSİZLİK KRONİK SORUN

Rapora göre AKP öncesi 11 yıllık dönemde ortalama geniş tanımlı issizlik oranı % 10,1, AKP’li dönemde geniş tanımlı işsizlik oranı ortalama % 16,7’dir. Bu ciddi bir artışa denk gelmektedir. AKP öncesi 11 yıllık dönemde resmi issizlik oranı ise % 7,9’dur. AKP’li yıllarda ortalama resmi işsizlik oranı ise % 10,1’dir. AKP öncesi 11 yıllık dönemde işsiz sayılmayanların sayısı ortalama 509 bin iken AKP’li dönemde işsiz sayılmayanların sayısı ortalama 1 milyon 760 bine ulaşmıştır.

11- İŞSİZİN PARASINI HÜKÜMET VE SERMAYE YİYOR

Rapora göre 5 milyon geniş tanımlı, 3 milyona yakın resmi işsizin varlığına rağmen, işsizlik fonundan sadece 255 bin kişiye ödeme yapılıyor. Mart 2014 tarihinde yapılan bu ödemelerin toplamı 129 bin TL. Buna karşın fonun toplam varlığı 73 milyar TL’ye ulaştı. Fondan aktif işgücü programları için ödenen para işsizlere ödenen paranın üstünde. Örneğin 2010 yılında hükümetin yapması gereken yatırımların önemli bir kısmı fondan karşılandı, söz konusu rakam işsizlere ödenen paranın 4 katını aştı. Fona hak kazandığını düşünen her dört kişiden biri hayal kırıklığına uğradı ve ödenekten faydalanamadı. Rapora göre Fonda biriken parayla, fona yeni ilave olmaksızın, 2,5 milyon işsize beş yıl işsizlik bedeli ödenebilir. Buna karşın fonda biriken paranın yağmalanması, sermaye kesimleri ve hükümet için kaynak haline gelmesi temel hedef haline getiriliyor.

12- AKP DÖNEMİNDE KREDİ BORÇLARIMIZ SABİT FİYATLARLA 19 KART ARTTI

Rapora göre Şubat 2014 tarihinde Tüketici kredileri toplam 332 milyar TL seviyesine yükseldi. Bu rakam devletin 2014 yılında yapmayı hedeflediği “askeri ve faiz dışı” harcamalara denk. AKP döneminde halkın kredi borçları sabit fiyatlarla 19 kat artış gösterdi Borç batağından çıkamayanların toplam borcu 10 milyar TL’yi geçti. Bu tutar 5 milyon asgari ücretlinin 2 aylık maaşından fazla.

13- ASGARİ SEFALET DEVAM EDİYOR

Raporda AKP döneminde Asgari ücret yaklaşık 3 kat artarken, asgari ücretlinin kira ve konut harcamaları 3,4 kat, ulaştırma harcamaları 6,5 kat artış gösterdi. Bu nedenle gıdaya daha az pay ayırmak zorunda kaldı. Rapora göre Eşi çalışmayan ve iki çocuklu bir asgari ücretli 2014 yılının ilk altı ayı için elde ettiği geliri ile gıdaya günlük ancak 9 lira 96 kuruş ayırabiliyor. Buna göre asgari ücretlinin üç öğün için kişi başına ayırabildiği tutar 2,5 TL olurken, öğün başına bu tutar sadece 83 kuruş düzeyinde kalmakta. Asgari ücret kişi başına milli gelir oranında bir artış kaydetseydi bugün net 1634 TL olacaktı.

14- KADIN İŞÇİNİN ÖNÜNDE DUVARLAR VAR!

Rapora göre kendisine gelir sağladığı bir faaliyette çalışan kadınların oranı ise toplam çalışabilir çağdaki kadınların sadece yüzde 18,6′sı. Ekonomik bir faaliyette çalışan kadınları yüzde 30′u ücretsiz aile işçisi ve yaptıkları çalışmanın karşılığında bir ücret almıyorlar. Yüksekokul mezunu kadınlarda işsizlik yüzde 15,2 ile yüksekokul mezunu erkeklerin yüzde 6,5’lik oranının iki katıdan Başta umudu kesik olanlar olmak üzere son 3 aydır iş arama kanallarını kullanmayan ancak işe başlamaya hazır olduğu halde işsiz sayılmayanların % 58’i kadın. Geniş tanımlı işsizlik kadınlar için yüzde 23 oranında.

15- SENDİKAL HAKLAR GASP EDİLİYOR…

* Rapora göre tüm bu olumsuz koşullar altında sendikal haklar gasp edilmeye, dünyada emsali olmayan işyeri ve işkolu barajları ile işçilerin iradesi baskı altına alınmaya devam ediliyor.
* İşverenlerin işçi üzerindeki keyfiyetine son veren toplusözleşme düzeni tahrip ediliyor.
* Toplusözleşmeden faydalanan işçilerin oranı 1988 yılında % 22,9 iken 2011 yılında % 5,4 seviyesinde geriledi.
* Yeni çıkartılan sendikalar yasası grev hakkını kısıtlayan ve işçi işveren arasında devlet müdahalesini kalıcı kılan anlayışı ile 12 Eylül hukukunu devam ettiriyor.
* Yasanın koyduğu yetki barajları ile 5 milyon 870 bin işçi için fiili toplusözleşme yasağı gündemde.

Rosalina, 29, works in the "Turkmenbashi Tekstil Kompleksi" - the biggest textile factory in Central Asia. The new technologies used at the factory are said to be environmentally friendly and constitute no danger to the health of the population. Over 3 thousand people, 95 percent women, work in the textile factory.
" EMEĞİN GÜNDEMİ "
Sosyal Medya
BASIN AÇIKLAMALARI
www.youtube.com/user/diskinsesi
CopyLEFT © 2014
DİSK
www.youtube.com
Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Basın-Yayın Dairesi...
Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Basın-Yayın Dairesi Sosyal Medya ve Haber Merkezi Servisi
youtube.com

DÜNYANIN TÜM NİMETLERİNE, KAYNAKLARINA, ZENGİNLİKLERİNE YAPIŞMIŞ SÜLÜKLER...

DÜNYANIN TÜM NİMETLERİNE, KAYNAKLARINA, ZENGİNLİKLERİNE YAPIŞMIŞ SÜLÜKLER, İNSAN EMEĞİ, ALINTERİ İLE GEÇİNEN ASALAKLAR, DÜNYANIN ÇARKINI ÇEVİREN İŞÇİ SINIFINA VE ONUN BAYRAMINA SELAM ÇAKIN. 
YAŞASIN 1 MAYIS...

Yeni bir 1 Mayıs’a emperyalizmin yeni sömürgecilik sisteminin kıymetlisi ve "esas oğlan"ı yerli finans kapitalin, tekel karı ve artı değer sömürüsüyle palazlanırken, dümen suyunda özelleştirme ve ihale vurgunlarıyla semizlenen işbirlikçi yerli para babalarını da, -çok ağır da olsa- beraberinde kendi pislik çukuruna sürüklediği günlerde giriyoruz.

Emperyalist boyunduruğun yaptırımları ve dayatmaları ile geri bıraktırılmış, yeni sömürge tipi bir ülkenin yaşadığı vicdanın ve aklın yitirildiği bu günler, türlü pasifikasyon yöntemleri ve medya gücü kullanılarak toplumun algı / algılama ayarları ile oynandığı kör, sağır ve dilsiz günlerdir. Ne acıdır ki, halkımızın takdiriyle seçilmiş sermaye elitleri yasakçı ve baskıcı politikalarla giderek yüzsüzleşmekte, adeta gemi azıya almaktadır.

Kuşku ve tartışmaya yer bırakmayacak denli açıktır ki, egemen sınıfların hüküm sürdüğü tarihe bakıldığında, böylesi sözün ve aklın geçerli olmadığı günlerde, fabrikada tezgah başındakilere, işlikte, tarlada, mutfakta, fırında çalışanlara, dünyanın işini, derdini omuzlarında taşıyan emekçilere, akıl almaz zulümlerin, acıların yaşatıldığına tanık olunacaktır.

Bu iddialı söylem, halkın kendi sistemlerine uymaktan başka seçeneği olmadığını savunanların sinirlerini gerse de, yer altı / yerüstü nimetlerinin egemen sınıflara altın taslarda sunulduğu, külfetlerinin ve günahlarınınsa dünyanın çarkını çeviren emekçilere yıkıldığı yakıcı gerçeği ile örtüşmekte.

1 Mayıs 1886’da, insanca çalışmanın, iş güvenliğinin, sendika hakkının çok uzağında, Amerika’da, abartısız gün doğumundan gün batımına dek çalıştırılan işçiler, “ Sekiz saat çalışma, sekiz saat dinlenme, sekiz saat canımız ne isterse. ” sloganı ile yola çıkıp, yine aynı insani istemle greve giderler. İlerleyen yıllarda, oradan ta günümüze dek bir kapitalizm klasiği haline gelecek olan “ kan-barut-dipçik ” maharetini her daim elinin altında tutan Yankee devletinin, yine aynı yöntemle grevcilere saldırması sonucunda yüzlerce yaralı işçi alanları doldururken dört grevci işçi de öldürülür.

Vahşi saldırı ve sonucundaki katliam 4 Mayıs 1886’da, büyük bir mitingle protesto edilir. Gösteri olaysız dağılırken, nereden geldiği ve kimin yaptığı belli olmayan bir bombalama sonucunda yedi polis memuru yaşamını yitirir. Ardından polis devleti, yoğun bir tutuklama kampanyasıyla yeni bir saldırıya girişir. Tutuklanan işçilerden Albert R.Parsons, August Spies, Samuel J. Fielden, Michael Schwab, Adolph Fischer, George Engel ve Louis Ling -hiçbir kanıt ve tanık olmaksızın- tamamen düzmece gerekçelerle, doğrusu “ Yediye yedi ” öç alma duygusu ile idam edilir.

1889’da 2.Enternasyonal 1 Mayıs gününü, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kabul eder.

İşçi sınıfı da, kapitalizmin sömürüsüne, adaletsiz paylaşımına, örgütsüzlüğü dayatmasına karşılık, sekiz saatlik çalışma ve sendika hakkının kavgasını, sınıfsız-sömürüsüz bir dünya istemi ile birlikte farklı zaman ve coğrafyalarda vererek günümüze dek gelir.

Kapitalizm doğası gereği, kar sisteminin sürdürülmesi ve korunması için, işgücünden başka satacak bir şeyi bulunmayan işçilerin, güvencesiz-örgütsüz ortamlarda gün doğumundan gün batımına esprisine uygun olarak çalıştırılmaları gerekmektedir. Bu güne dek olagelen de budur; posalar çıkıncaya iliklere dek sömürülmeler, iş cinayetlerine kurban gitmeler… Yani, kapitalist sistemin özünde ve işleyiş biçiminde, 128 yıldır onca değişim ve gelişime karşın fotoğraf aynı fotoğraf…

Hiç kuşku yok ki, Adıyaman Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Günkar Tekstil’de, çalışma süresinin 12- 13 saati aşması, kapitalizmin esnek, güvencesiz, vahşi çalışma uygulamasını gözümüze sokan yüzlerce örnekten sadece biridir. ( Evrensel Gazetesi, 26 Nisan 2012 )

İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre 2012 yılında yazılı ve görsel basına yansıyan işçi cinayetlerinin sayısı, ocak ayında 62, şubat ayında 42, mart ayında 59, nisan ayının bitiminde ise, iş ve işçi cinayeti sayısı 80’in üzerindedir.
Bu kurumsal ihmal ve hoyratlıkların gerçek sayısının, basına haber konusu olan “ölüm”lerin üzerinde olduğu tahmini bile, işgücü ve alınteri düşmanlığının, emekçi halkların geleceğine, yaşamına, onuruna yönelik hainliğin yeterince açık bir belirtisi ve göstergesidir.

Bu belirti ve göstergelerin üzerimize gelmekte olan buzdağının su yüzeyinde olan, görünen bölümü olarak kabul edersek, işçi sınıfını, emek ve demokrasi güçlerini altına alarak ezecek olan suyun altında kalan bölümü ise Ulusal İstihdam Stratejisi adı altında yaşama geçirilmek istenen sinsi ve vahşi plandır...

Ve elbette, hain planın içinde saklı “ Torba Yasa” ile… Bu güne dek kazanılmış hakları ve özgürlükleri, dahası geleceği, çocuklarımızın, gelecek nesillerin dünyalarını ve umutlarını gasp etmeye kilitlenmiş sinsi plan, şu ana başlıklar altında özetlenebilir:

* Kıdem Tazminatlarının orta vadede, kazanılmış hak olarak uygulanmasının kaldırılması planı...
* Asgari ücretin daha da düşürülmesinin önünü açacak “ Bölgesel asgari ücret ” uygulaması düşüncesi…
* Taşeronlaştırmanın, taşeron sisteminin daha kolay uygulanabilir olmasını sağlayacak yeni hak kayıplarının devreye sokulması.
* Kişinin iş seçme iradesini “Özel İstihdam Büroları”na devredilmesini yasal zeminini hazırlayacak kölelik uygulamalarına geçilmesi.
* Esnek ve kuralsız çalıştırmanın, güvencesiz bir iş ortamının koşullarının yaratılması.

Yeni bir 1 Mayıs’ın öngününde Türkiye İşçi sınıfına ve emekçi halklarına doğru sinsice, bir panter sessizliğinde, ama örgütlüce yaklaşan tehlikenin çalışma yaşamı ayağında yatan bunlardır. Yaklaşan tehlike açıksa, hedeflerimiz ve taleplerimiz de açıktır:

1. Sınıfsal, ulusal, cinsel sömürü esaslı kölece çalışmaya,

2. Sendikasızlaştırmaya, taşeronlaştırmaya, her türden hak kayıplarına, düşük ücretlere ve saldırı-zulüm yasalarına,

3. Açlığa, sefalete, işsizliğe eğitimde ve sağlıkta müşteri gibi karşılanmaya,

4. Doğal bitki örtüsünün, börtü böceğin, havanın, toprağın, suyun kapitalist haydutlarca yok edilmesine, ez cümle ekolojik katliam tasarı ve girişimlerine,

5. Ülkenin kan kaybetmesinin ve kötü karne getirmesinin başlıca nedeni Kürt Sorununun demokratik ve barışçıl çözüm yöntemlerinin önünü tıkayan "tek"çi ve "ben bilirim"ci mantığa, "ben yaparım, olur" dayatmacılığına,

6. Özcesi, kapitalizmin her türlü, her türden haydutluğuna, haramiliğine ve terörizmine karşı,

HAYDİ 1 MAYIS’ A …

EMEĞİN, DAYANIŞMANIN, MÜCADELENİN

VE ÖZGÜRLÜĞÜN BAYRAMINA …

Hasan Oğuz Bilgen, 29.04.2014

1 MAYIS KAVGA GÜNÜDÜR



1 MAYIS KAVGA GÜNÜDÜR.

Yukarıdaki başlık, en önemli belirtisi ağızdan çıkan ya da yazıya dökülen her sözcüğü polemik konusu yapmak olan çocukluk hastalığımızı nüksettirme endişesi yaratıp, inceden bir goşizm, anarşizm havası estirse de, durum o kadar hafife alıp geçiştirilecek ya da abartılarak çarpıtılacak cinsten değil...

Şimdi… Değişik dil, din, etnik özelliklere sahip bir ülke düşünün ki, suyunun üzüm gibi baskılanarak çıkarılmasına rıza gösteren insanlarının %50’si sağa eğilimli, tutucu ve milliyetçi damarları sertleşmiş olsun… Yine, nüfusunun kabaca yarısı internet kullanmıyor, hatta böyle bir iletişim mucizesiyle hiç tanışmıyor, hatta hatta bu oran, ülkenin doğusuna, güneydoğusuna doğru gidildikçe %70’lere, %80’lere tırmanıyor olsun… Bu tür bir Suudi, Molla Bedevi çağrışımlı ‘Cehiliye Devri’ tablosunun öne çıkan görüntüsü, -SS üniformalı, Adolf bıyıklı olmasa da- öfkeyle, kötü kötü bakan bir diktatör bozuntusu olmasın da, kim olsun…

Padişah Kafalı Diktatörlük, uzun süredir, kentleri, fabrikaları, parkları, alanları, dağları, ormanları, dereleri, bilcümle koca bir ülkeyi teslim almaya, rantiye mantığı ile peşkeş çekmeye çalışırken, bir yandan da akıl hocalarının yardımıyla uzmanlaştığı algı ve irade mühendisliği sayesinde, okuldan eve, atölyeden tarlaya toplumun hamuruna kafasına göre şekil vermeye çalışıyor. Aile düzeninden, çocuk sayısına, ortak alanlarda, parkta, okul sırasında insanların cinslerine göre nasıl oturması gerektiğine, mimarının, mühendisinin, kent plancısının, yani bilim insanının dünyaya ‘Kanal-İstanbul’, ‘3.köprü’ gözlüğünden bakmasına, üniversitenin hocası, öğrencisiyle Darwin’i filan karıştırmadan akıllı, uslu, itaatkar olmasına, yargıçların mümkün olduğunca birlik-beraberlik masalına uygun kararlar almasına kadar...

Çok çalışıyor yani, hummalı, sabırlı bir çalışma bu; gerektiğinde işten atıp işsiz bırakması, olmadı yetim bırakmasıyla, abasıyla, sopasıyla, olmadı, ‘Palalı’sıyla, gerektiğinde suyun hiddeti, biberin gazıyla, gerektiğinde sürgünleriyle, sürpriz atamalarıyla, süresiz tutuklamalarıyla… Adeta bir ‘İstiklal Harbi’; öyle geçiyor balkon nutkunda... Son olarak, Kayseri müftüsü kılığında, onun ağzından seslendi malum zat, hükümranlığı altındaki topraklarda yaşayan insanlara: Zinhar isyan etmeyin, ibadet edin!.. Biat geleneğinden şaşmayın. İtaatkar olun, asla şikayet ve dahi itiraz etmeyin. Türkçeye çevirirsek: Alın terinizi, emeğinizi, kadınlarınızın kimliğini, çocuk işçiliğini çaldık, çalıyoruz. Şimdiyse geleceğinizi ve umutlarınızı istiyoruz. Çark aynı çark, film aynı film denebilir. Doğrudur. Lakin, bu kez çark daha sesli ve hızlı dönmekte, filmin ikinci makarasıysa tam bir klasik "Vahşi Batı"...

Aslında, -daha doğrusu devrimciler için- yeni bir şey değil tüm bunlar. Oligarşinin iktidar erki postal çıkardı, üniforma sıyırdı, takunya, cübbe giydi; Silivri’den önce Metris vardı. Hepsi bu…

Bu ülke, bu ülkenin güzel ve aydınlık insanları, komünistleri 12 Eylül’den 12 Mart’tan önce serin suların ürpertisini Karadeniz’in derinliklerinde duydu, gecenin ayazını, falakanın hasını ‘1950 Tevkifatı’nda yaşadı. 1971 Mart’ından sonra Ziverbey Köşk’ünün tirajikomik öykülerini duymayan var mı? Taburelerini tekmeleyen üç THKO savaşçısını… Ya da Kızıldere Manifestosunu... Salya sümük Ergenekon askerlerinden önce, bu ülkenin zulüm tezgahlarından, ‘hadi öt bakalım’ denildiğinde benzersiz horoz taklidiyle sorgucunun ruh sağlığını bozan, ama Kaypakkaya’nın yüzünü de ağartan bir Hasan Şensoy geçti.  Daha, ne diktaların zindanlarını yaran, fincancı katırlarını ürküten nice isimsiz devrimciler. Hiçbiri mağdur değildi, olmadı. Orada, zincirsiz ve prangasız günlere giden yolun üzerinde, kırılması, parçalanması gereken bir devlet mekanızması vardı. Görevler belliydi.     

“Ağlak solculuk dönemi bitti” diyor, 1970’lerden bir dost M.Ender Öndeş, doğru diyor. Sözün arka yüzünü de, ben okuyorum kendi kavlimce: Aynı yılların Tercüman’ında çıkan ‘Pehlivan Tefrikaları’na taş çıkartan durum analizleri yapma, “broşür yazma” dönemi bitti!.. Bilineni, olup biteni birbirimize, ama hep birbirimize yineleyip durma dönemi sona erdi. Neticede it üreyecek, kervan yürüyecek ve dahi kavgada şamar aranmayacaktır. Aslolan artık ne yapacağımız, ne yapmamız, nasıl yapmamız gerektiğidir. Anmalarımızın, eylemlerimizin, kalkışmalarımızın içlerini gereğince doldurup doldurmayacağımızdır; bütün mesele budur. 

Sizce, ülkenin geleceği, genç nesillerin eğitimi, sağlığı, sosyal güvenliği açısından, ters dönmüş, tükenmiş bir Toma’nın görüntüsü, devamlı su sıkan ve kustuğu gazla kimyasal yayan, faal bir Toma’dan daha mı az sanatsal ve estetiktir?!  İptal olmuş bir Akrep aracı, gaz kapsüllerinin hedefi olmuş, oyulmuş gözlere daha hoş gelmez, ezilmiş ruhlara biraz olsun soğuk su serpmez mi? 

Biz bu soruların yanıtlarını düşünelim, tartışalım duralım, uzun koşunun daha başında görüşlerini heyecanla okuduğumuz ustanın, “Halkın öğretmeni olmadan öğrencisi olmalı” mealinden görüşünü kanıtlayan gelişmeler de olmakta. Nasıl mı?  Ünlü analizlerimizden, tahlillerimizden bihaber köylüler HES’lerin dozerlerine karşı ormanlarını, derelerini beklemeye başladı bile.

Yatağan işçileri Ankara kapılarında kendileri zincirlemede.. Greif işçileri sendika bürokrasisine, sendika-patron uzlaşısına karşın, çuval fabrikasının çatısında… Kazova, Feniş işçileri esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma koşullarına, taşeronlaştırmaya karşı eylem adımlarıyla yürüyüşte... Mahalle halkı parklarında, tarihi bostanlarında AVM şeytanlığını bozmak, çılgın projelerin milyonlarca kuşun katlini durdurmak için nöbette…

Belki çoğumuzun gözünden kaçan bir haber bülteninde, Karadeniz’li yaşlı bir amcayla, Muğla’lı köylü kadın oturduğu toprağa yapışmış, kendinden emin, -farklı bölgesel ağızla olsa da- kararlı bir yüz ifadesi ile aynı şeyi söylüyordu. “Değil bu derenin bir balığını, bu ormanın bir ağacını, tek bir börtü böceğini, tek bir çöpünü, dal parçasını vermeyiz, vermeyeceğiz.”  Şairin “Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım.” dediği yer, tam da burasıdır. Buradan sözü uzatmaktan çok, kıssadan hisse çıkarmaya gidilir.      

En son Kayseri müftüsü kılığında görünen egemen güç, “Şımarmayın, Taksim’den uzak durun.” derken, umutlarımıza ve geleceğimize de rest çekiyordu. Müftü postuna bürünmüş kurt, son sözünü söyledi, bam teline dokundu. Bu tehlikeli dokunuş, Marks’ın “Önce siz ateş edin mösyö burjuvazi.” sözünü anımsatıyor.
.  .  .
Bundan tam kırkbir yıl önce, henüz 16 yaşındaki lise ikinci sınıf öğrencisi çocuk, babasının öğretmenlik yaptığı ilkokulun müdür odasına gizlice girer. O yıllarda, defterlerde kullanılan kırmızı, mavi çerçeveli etiketlerin üzerine, okulun daktilosuyla bu yazının başlığını slogan olarak yazar. Aynı günün geç bir akşam vakti, o etiketleri mahalle bekçisine görünmeden lisenin giriş kapısına ve iç kapının camlarına yapıştırır. Ertesi gün, kentin tek polis cipi okula gelir!.. Okulda ve kahvelerde ileri geri laflar edilir; hatta ‘faili meçhul etiketler’ Cumhuriyet gazetesinde haber bile olur. Çocuğun korkmadığını söylemek yalan olur. Ne ki, kendisiyle övündüğünü, yaptığı işten heyecan duyduğunu da yazmak gerek.

Kırk yıl önce  içerdiği amaçtan, işaret ettiği hedeften habersiz, çocukça ama heyecanla, taşra kentinde hiç alışılmadık biçimde duyurulan bu slogan, 2014 koşullarıyla nasıl da örtüşüp uyuşmakta. Koca ülkenin teslim alınmaya çalışıldığı bir zaman ve mekanda, 1 Mayıs kavga günü değildir de nedir?!

H.Oğuz Bilgen, 30.04.2014, Bornova.                 

23 Nisan 2014 Çarşamba

MOĞOLLAR ve TÜRKÜCÜ






MOĞOLLAR ve TÜRKÜCÜ

                                                        
 " İnsanlık tarihinde hiçbir toplumsal sorun yoktur ki, merkezinde insan olan sosyal kaynağınainilmeden halka karşın halk için çözümlenebilmiş olsun. "

 


Daha düne dek “kart kurt”la geçiştirilmeye çalışılan ve parasal karşılığı, ülkenin IMF borçlarını kapatabilecek düzeye ulaşmış olan malum Kürt sorununun, ülkenin değişik kurum ve platformlarında tartışılıyor gibi yapılması, hatta kıyısından köşesinden tartışılması ya da dillendirilmesi, siyaset ve toplum bilimi uzmanlarınca bir arpa boyu yol almak biçiminde açıklanıyor olsa da, köyleri haritadan silinmiş, insan dışkısı yedirilmiş, kuyulara atılmış insanların kederli yüzlerinde, nicedir yabancısı oldukları bir umut ışığı yanmıyor değil.

Gelinen nokta umutlandırıcı mı?  Hadi -bir şey yitirmeyiz- bir an için iyimser olalım, bardağın dolu  yanını görelim ve  “umutlandırıcıdır” diyelim.

Ah bir de… Yani bir de  “Devletin 86 yıllık inkar ve imha politikasına, Kürt halkının kültürel hak ve istemleri doğrultusunda son verilip, beklenen haklar ve özgürlüklerle ilgili yasal düzenlemeler yapılabilecek mi?”,  “ Bu özlemler yeni bir demokratik, adil bir anayasa şemsiyesi altında garanti altına alınabilecek mi?",  "Böylesi bir anayasal değişimi kaldırabilecek toplum bilincinin, uzlaşı ve kardeşliğin psikolojik ve toplumsal zeminini yaratmak adına gerekli çaba harcanıyor mu?" sorularına olumlu yanıtlar verilebilseydi ! . .

İnsan bu soruların yanıtlarını düşündüğünde paragraf başındaki pembe tümce ile anlatmaya çalıştığımız bardağın dolu yanını görme noktasının ister istemez gerisine düşüyor. Ardından yanıtlarını vermeye kalktığında en azından şu an itibari ile olumlu yanıtlar verilemeyeceğini söylemenin toplum ya da siyaset bilimcisi filan olmayı gerektirmediğini görüyor.

- 2 -
Konu ile ilgili olarak oligarşik devlet cihazının yeni liberal-dinci hükümetini kuran partinin, ona muhalefet eden partilerin, yine düzenin değişik siyaset kurumlarının farklı nüanslarda da olsa, sorunu salt  terör ve güvenlik sorunu görüp, terörle mücadele etmek ve kökünü kazımak saplantısına takılarak hep aynı histerik, ırkçı, kafatasçı ruh hallerinde, ama hep tıpkı bir hıyar gibi ikiye bölünme ve parçalanma paranoyası ile dillendirilen tepkiler, bu tabuların ve statükocu tutumların toplumun zaten acılı, yaralı insanlarında olan korkuları, kaygıları ve umutsuzlukları arttırması sorunun çözümsüzlüğünün en açık kanıtı. 

Şimdilik Amerikan Emperyalizminin, onunla bütünlemiş ılımlı İslamcı yerli, egemen oligarşik yapısının gölgesinde, içi boş sözler üzerinden seyreden iyi niyet gösterileri ve “üslup görüşmeleri” sığlığındaki süreç, bir yandan devletin yüksek ve “haki” renkli burçlarından, bir yandan da “derin” yerlerinden sakin ama sert ve şahin bakışlarla izlenirken, bu güne dek çözümsüzlükten başka bir şey üretmemiş, sözcüğün tam anlamı ile soruna hep tıkaç, takoz olmuş militarist, şoven ve ulusalcı anlayışların felaket tellallarınca günbegün yokuşa sürülmekte…

Durum böyleyken Kürt halkının iş, aş, eşitlik, anadili, kimlik ve barış beklentileri  olarak somutlaşan hem ekonomik ve siyasal hem de kültürel istemlerinin istismar edilerek türlü manipülasyonlara tabi tutulması, üstüne üstlük tehlikeli, vebali ağır ve spekülatif mecralara çekilmesi de sorunun ayrı bir endişe verici yanı. 

Oysa sorunun çözümü, kökleri tarihin derinliklerinden gelen mevcut devletin imha, şiddet, inkar geleneğinden beslenen resmi politikası ile kurumsal anlamda ciddi  bir yüzleşmede saklı.

Geleneksel, resmi anlayışının sorgulanması, dolayısı ile mevcut inkarcılığın,  “kart kurt” yalan demagojisinin tek ve aleni savunucusu olan MHP denilen kafatasçılığın etkisinin silinip, barış karşıtı militarist baskısının ve egemenliğinin kırılması, halk düşmanı provakatör, ırkçı ve savaş yanlısı yüzünün açığa çıkarılması, en azından şimdilik pek olanaklı görülmüyor.

- 3 -

CHP cephesinde ise yeni bir şey yok…  Lideri de yönetici konumda olanları da, Kıbrıs konusunda “ezeli tıkaç” görevini üstlenmiş Rauf Denktaş’ı kıskandıracak derece de, her zaman olduğu gibi olup biteni trafik kulesinden bakıp izlemenin kolaycılığında... Çoktandır  “Bekle ve gör”,  “Her şeyi eleştir” , “Kör tıpa ol.” tutumunu korumaktalar. Hemen her gün, her fırsatta geleneksel misak-ı milli bakışının " Tekçi " kafası ile,  savaş ve felaket tellallığını en sıkı ulusalcı beylere, Başbuğ’un neferlerine bırakmadan, azimle,  kuşku, endişe ve korku imparatorluğunun temellerini güçlendirmekte.      
               
Moğol istilasından bu yana, bu denli pervasızlıkta, bu denli vahşet boyutunda bir emek, doğa, tarih yağmasının, kültürel talanının, insan kıyımının yaşanmadığı kadim Anadolu topraklarında, müzmin yaraya merhem olacak, toplumsal uzlaşıyı ve barışı tesis edecek iksirin bırakın uygun kıvama gelmesini, henüz bulunabilmiş, adı konulabilmiş bile değil.

Yok  “ Önce sen vurdun ” çocuklaşmasıyla, “ Bölmeye kalktın “, “ Öyleyse tek dil Türkçe ” ve “ Dediğim dedik çaldığım düdük “ biçiminde özetlenebilecek ısrarcı, inkarcı ve de ayrılıkçı ezber yinelemesi üzerinden akıl ve vicdan tutulması sürdükçe, yara da kanamaya, hasta da kan yitirmeye devam edecektir.

Gerçekliğini sevgili Celal Başlangıç’ın bir söyleşi dizisinden öğrendikten sonra, yazıya dökerek dillendirmeye çalıştığım yaşanmış olay “Türkücü”, yıllardır iflah olmaz bir kısır döngü içinde, sorunu salt  “ güvenlik ve terörle mücadele " sorunu olarak görüp,  Battal Gazi refleksi ile çözmeye çalışan asker kafaların değişmesi gerektiği noktasında bizlere traji-komik iletiler sunmakta. . .
- 4 -

Diyarbakır-Bingöl karayolu kesilmiştir…

Ay ışığı gecenin ıssız karanlığında omuzlarda asılı silahlarının namlularında parlamakta… Pötikareli poşularıyla yüzlerini örten adamların sesleri  kapalı ağızlarından biraz sert ve boğuk, biraz da sinirli çıkmaktadır. 

“ Herkes aşağı insin ”  diye bağırır, diğerlerine göre biraz önde dikilen uzun boylusu.

Yolcuların erkek olanları kirli kasketli, poşulu, yöreye özgü şalvarlı ve yeleklidir. En traşlısı en az bir haftalık sakallıdır. İstisnasız tümü kara bıyıklı erkeklerin hemen arkasından, allı morlu libasları, başları yine yöresel bağlanışlarıyla tülbentli, iki elleri her daim utangaç durumda ağızlarında, sessiz, ürkek, her halleriyle ezik Kürt kadınları, birer birer geçer otobüsün ölgün far ışıklarının önünden...

Erkeklerinin arkasında saf tutar gibi, bedenleri, emekleri ve dahi ruhları ile hiçbir sığışacak yerleri olmayan erkek egemen kapital dünyasının onca günahını işlemişçesine başları önde sıralanırlar. Yollarını kesip onları külüstür otobüslerinden indirenler, bu yoksul, mahçup insancıkların alıkonulmalarına neden olacak bir şey yapmadıkları, hiçbir kötü muameleyi hak etmedikleri gerçeğinin ağırlığı altında biraz suçlu, yine de insanı ürküten bir sessizlik içindedirler.

Tam bu sırada, başlarına sardıkları poşularla yüzleri örtülmüş sert adamların en küçük bir hareketi kaçırmayan denetleyici bakışları, rahatlığından, biraz da keyfiliğinden olsa gerek, en sona kalmış birinin üzerinde şaşkın bakışlara dönüşür. Bölgenin bilinen, kanıksanmış giyim tarzına aykırı birisi belirmiştir merdivenlerde…
 
- 5 -
Kirli beyaz takım giysisi, boynunda o diyarlarda belki ilk kez görülen kravatı, dirsek ve diz yerleri çıkmış giysisinin rengine uygun abartılı rugan ayakkabıları ile tıpkı bir ayrık otu gibi, insanın hemen dikkatini çeken biridir bu. Üstü başı, garip tipi, rahat ve telaşsız hareketlerinin yanı sıra, muzip bakışlı bu adam için oradakiler pek anlam veremez…

Yolu kesenler beklemedikleri bu konukları karşısında ilk şaşkınlıklarını üzerlerinden atar atmaz, o hiçte tekin olmayan gecenin içinde ışıl ışıl parlayan adamı karşılarına alıp sorgular gibi;                
“ Hemşerim…  Gel hele…  Ne iş yaparsın sen? ”
“ Türkücüyem ”  der adam,  “ Türkü söylirem. ”
“ Yolculuk nere? ”
“ Bingöl’e dügüne… Türkü söylemeye gidiyem.  Sırtımdaki de sahne elbisemdir.   Eyle işte …" 

 
Namlularına mermi sürülü, ay ışığının şavkıyan beyazı altında ilerleyen gecenin gerginliğine karşın, kendisinin sadece türkü söyleyen biri olduğunu söyleyen adamın konuşması rahattır. Adamın komik yüz ifadesi, sıra dışı kılığı, duruşu ortamı hiç beklenmedik bir anda yumuşatıvermiştir.   

Alışılmamış kıyafeti ile gecenin karanlığında ışıyan, adeta göz kamaştıran çelimsiz adam, yolu kesen silahlı adamların merak kaynağı  olmuştur.

Diğer yolcularsa unutulmuş gibidir. Sadece gözlerini açıkta bırakan kafalarına sardıkları poşularının ve rahat giysilerinin içinde kendilerinden oldukça emin görünen adamlar bir süre ayrı ayrı düşünürler. Ortalık üzerinden çok geçmeyecek derin bir sessizliğe gömülmüştür. Kısa süre aralarında fısıldaşırlar.  Sonunda ortaklaştıkları kararı, ardı belirsiz yalçın dağların sabrı ile bekleşen insanlara yüksek sesle bildirirler.  Otobüsün sürücüsü yolları üzerindeki karakollara kesinlikle uğramayacaktır, böylece otobüs hiç durmadan yoluna devam edecektir.

- 5 -
“ Herkeş otobüse… Sen şofer, hiç durmadan gaza basacaksan... Sadece Türküçi kalacak… Onunla  işimiz bitmedi. Sallanma hade… Herkeş arabaya.  Marş marş ... ”

Otobüsten en son inen adam, kızdığı akşamın beklenmedik bir vaktinde, ortalık yerde, hiç tanımadığı ve ilk kez karşılaştığı insanların arasında bir başına kalakalmanın şaşkınlığına karşın soğukkanlılığını korumaktadır.  

“ Seni komutana götürelim… Gösterelim hele… Bakalım o ne diyecek ?! ”  diyerek, vururlar ardından dağlara.

Gecenin iflah olmaz söz dinlemez karanlığında, tek tük yanıp sönen ateş böcekleri, dağın dinginliğinin ayrıcalığına apayrı bir güzellik katmaktadır. Yürüyüş kolu düzeninde, tek sıra birbirlerini izlerler uzun süre;  hiçbir yakınma ve en küçük bir yorgunluk belirtisi göstermeden. Her gün diken üzerinde, çatışmalarla geçen yaşamlarının elektrikli havasını değiştirip renklendiren Türkücüye de arada bir takılıp aralarında şakalaşırlar.  Sarp dağ yolları boyunca pek keyiflidirler.

Sakin görünen adamınsa içten içe yüreğinin yağı erimektedir:

“ Poki yedik.” der içinden,  “ Dügün mügün kalmadi...  Aha şimdi poki yedik…  Bunlar bizim eşkiyalar… Dügün mügün kalmadi… Dinime imanıma sabbaha kadar nöbetteyiz. “ 

Kem gözlerden ırak, kuşku çekmeyen koyağın derinliğindeki, büyükçe iki  kayanın arasında kurulu gerilla kampına ulaşmaları biraz zaman alır. Ayaklarında “Mekap” ayakkabılar, sırtlarında yükleri belirsiz tıka basa dolu çantalar, boyunlarından sarkan fişekliklerle göğüs hizalarında sallanan el bombalı adamlarının arasında, gözüne hiç alışık gelmeyen kravatlı, tuhaf giysili birisinin kampa doğru geldiğini görünce komutan da şaşırır. Alışık olmadığı, hazır cevap adamın düğünlerde halkı eğlendiren birisi olduğunu öğrenince çocukça sevinmesi tutar.  Pek keyiflenir, yüzünde gülleri açar. Yoldaşları gibi, o da uzun zamandır köyünden, sevdiklerinden ayrıdır ve insanlara, halkına olduğu kadar türkülere de sevdalıdır.  

 - 6 -
Böyle olunca, oradakilerin her birisini yavuklusuna, yollarını gözleyen anasına, sılasına götürüp getirecek olan eğlenceli gecenin, Türkücü için epeyce uzun ve yorucu geçmesi elbette kaçınılmazdır. Komutan adamı bir süre dikkatle süzdükten sonra:  “ Oku bakalım bir türkü.” der. 

Türkücü çaresiz bir Kürtçe türkü tutturur. Komutan, yanık, yanık olduğu kadar da şen şakrak sesini beğenmiştir.  Türkücü değişik ve renkli ses tonuyla ortalığı inlettikçe, hep ortak yazgıları eziyet ve işkencede buluşmuş yaralı gönülleri kasıp kavurdukça, yüreği dağlanan komutan da coştukça coşar.

“ Bir tane daha, bir tane daha.” diye diye, sabahın ilk ışıklarına dek, çok sevdiği, çoğu zaman arkadaşlarıyla birlikte yüksek sesle eşlik ettiği, bildiği bütün Kürtçe türküleri söyletir adama.

Mor dağların meraklı gözlerden uzak, tahmin edilmeyen serin koyağında konuşlanmış kampın hayli aşağısında, yol kenarında bir jandarma karakolu vardır. Gecenin dinginliğinde Türkücünün gür ve yanık  sesi, iki dağı birden tutmuş, karakola dek gitmektedir.  Oradaki komutanın ve askerlerin şafak vaktine kadar, sadece dağdan geldiğini bilebildikleri, sözlerini anlamadıkları bir dilden avaz avaz söylenen coşkulu türküler sayesinde uykuları kaçmıştır. Türkücü yanık-gür sesiyle, gelen günün akşamında başına geleceklerden habersiz jandarma karakoluna ilk konserini verirken, askerler de tanımadıkları bu sesin sahibine dillerine geldiğince ağız dolusu sövüp sayarlar.
.   .   .
Tanyeri daha ağarmadan Türkücü’nün gözlerini bağlarlar. “ Türküden zarar gelmez;  sen söylemeye devam et.”  diyerek, kulaklarına gördüğü kampı ve insanları unutmasını salık veren kibar uyarı sözcüklerinı fısıldaya fısıldaya, onu önlerine katıp patika yoldan aşağıya indirirler. Uzun, yorucu bir yürüyüşün sonudur… İçlerinden tok sesli olanı silahının namlusunu adamın ensesine dayayarak, son kez ve yüksek sesle tembihler:

- 7 -
“ Sakın ola ki, hiç ama hiç susmayasan. Arkana bakmayasan. Göz bağını açmayasan… Hiç durmadan bayır aşağı söylemeye devam edeceksan. ”

Türkücü nerede olduğunu, nereye gittiğini bilmeden, gözleri bağlı, yokuş aşağı salar kendini. Sabaha dek, bilmem kaçıncı kez çığırdığı türküleri artık kararmaya ve bulanmaya başlayan beyninde sil baştan, tekrar sıraya koymaya çalışırken, bir yandan da tökezlenmemeye çalışmaktadır.  

Adamların eline ilk düştüğünde içinden geçen iki sözcük, artık sözleri birbirine karışan yorgun-uykusuz türkülerin, farkında olmadan doğal nakaratı olmuştur: " Poki yedik,  Poki yedik. " 

Uykusuzluk ve yorgunluktan sersem sepelek, nerdeyse el yordamı ile tökezleyerekten ilerlemeye çabalarken, dizlerinin dermanı gibi bitmez tükenmez bellediği soluğu da tükenmek üzeredir.  Bu arada geçen zaman nedir, poşulu sert adamlar nerede kalmıştır, hiç ama hiç ayırtında değildir.

Başlangıcını anımsayamadığı, sonunu kestiremediği zamanın belirsizliğinde gezinirken; bu kez çok farklı bir dilde ve ağızda bir ses :  “ Na’pıyon be hemşerim? ” der.

Bu kez, yolunu kesen aynı uykusuz geceden kalma, sinirleri bozulmuş askerlerdir.  Gözbağına dokunmadan, az önce kulaklarına fısıldanmış dostça tavsiyelerden habersiz, koltuk altlarına giren kuvvetli ve sabırsız eller, ayaklarını yerden kesip zaten bulutlarda gezinen çaresiz insanı sürüklercesine yürütürler…

Karşı dağın düzlüğünde, iki gözetleme kulesindeki ağır silahlarla korunan karakollarına ulaştıklarında gözlerindeki bağı açarlar, ellerini çözerler. Oldukça kızgın ve sitemlidirler:

 - 8 -
 “ Gel bakalım. ” der içlerinden birisi,   “ Seni komutana götüreceğiz ! ”
 
Üsteğmen rütbeli komutanın emrindeki askerlerden çok daha sinirli olduğu ahşap masa üzerindeki, çoğunluğu yarısında söndürülmüş sigara izmaritlerinin taşırdığı kül tablasından anlaşılmaktadır. Mesleği türkü söylemek olan mahçup adamı, bir süre parmaklarının arasındaki külü kıvrılmış sigarasıyla, burnundan soluyarak izleyen karakol komutanı sonunda sessizliğini bozar:

“ Ulan, ulan !.. ”  “ Sen miydin ulan sabaha kadar kafamızı ütüleyen ? ”   

Türkücü başına gelenleri tüm doğallığı ile anlatmasına karşın, komutan yine de kızmadan edemez.

“ Demek sendin ha !.. Bizi sabaha kadar uyutmayan eşşoğlu ?! ”,  “ Çık nakalım şu karakolun damına. Önce bağırarak İstiklal Marşı'nı oku…  Sonra bildiğin bütün Türkçe türküleri.   Akşama kadar da burada, Türkçe söyleyeceksin ! ”

Talihsiz adam bıkkın adımlarla kerpiç dama çıkarken ortalık çoktan ışımıştır. Güneş mor dağların doruklarından yeni bir güne göz kırparken, karşı tepelerin bir yerlerinde dağın sarp tepelerine doğru tırmanan silahlı insan siluetleri kapanmaması için çabaladığı  gözlerinde yitip gitmektedir.
                             
Hasan Oğuz Bilgen, Karşıyaka, 15.08.2009





Haber Tarihi: 06/05/2011,  
 Haber Editörü: Özgür Medya,  Haber Kaynağı: Özel
++ Ozgur Medya ++ info@ozgurmedya.org,  Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar.
Yazı içeriklerinden site yönetimi yasal sorumlu değildir. Tüm yazılar Telif Hakları Yasası'nca korunur.