17 Nisan 1940
Köy Enstitüleri'nin
Kuruluş Yıldönümü Üzerine
Anadolu'nun bozkırında yalnızlıkta açan kır çiçeklerinin, tüm Köy Enstitülü öğretmenlerimin anısına…
O, BİR KÖY ENSTİTÜLÜ
İDİ.
Orada ılık ekim yağmurları altında ürperdiğimiz, sonrasındaysa
hastalıkların yorduğu zayıf bedenine sarılıp çökmüş yanaklarından ve iki
ellerinden, bir daha öpme mutluluğuna erişemeyeceğimiz talihsiz bir gündü.
Çatısı akan basit, mütavazı emekli evinde son soluğun verilmesinden toprağa
veriliş anına dek, uzun saatler bir çeşit korunma içgüdüsüyle arkasına
gizlendiği hüznün perdesini “ Elli yıllık yol arkadaşımdı.” sözü ile
aralamıştı.
Sevgili annemin üniversite hastanesinde yattığı uzun zamanlardan
ve giderek ağırlaştığı son günlerinden bu yana, içinde düştüğü sıkıntılı, ağır
durumun koyu renk tonları ile gölgelenen yüzü, insana sonu gelmeyecek, hiç
bitmeyecekmiş gibi gelen suskunluğunu bozup konuştukça ışıdı. Giderek aydınlandı.
“ Onunla yıllar boyu ne çok şey paylaştık. Yanımda olmasaydı, bana
moral ve omuz vermeseydi, köy yollarında ardımız sıra el sallayan mutlu, umutlu
ve aydınlık yüzlerindeki iki gözleri çakmak çakmak parlayan, kendisine ve
bilgisine güvenen, okuyan, çalışkan, üretken çocuklar bırakamazdım…” Böyle demişti gönenerek.
Onca eğitimciliğine, enstitüde öğrendiklerine, orada kazandığı deneyimlerine, becerilerine, kendince iyi bir hayat insanı oluşuna karşın, karşısındakine nasıl da ellerinden tutulmaya, yardım edilmeye gerçekten gereksinimi olan -hak etmediği kaba deyişle- nasıl da düşmüş, düşkün ve acınası bir insan izlenimi veriyordu. Toplumun insana yakıştırdığı ve zorunlu gördüğü son dinsel tören için hazırlanmış çukurun başında dikilirken, onu yuvadan uçmayı denediği daha ilk gün düştüğü soğuk zemin üzerinde titreşen, tüyü bitmemiş yavru kuşa benzetmiştim. Annemizin bizlere en son vedasının ruhumuzun derinliklerine bıraktığı acı, bu acıyla birlikte gelen kimsesizlik ve kalakalmışlık duygusu karşısında bile yine de insanı şaşkına çevirecek derecede soğukkanlı idi.
“Elli yıllık yol
arkadaşını” ıslak bir ekim günü çıkarmıştık son yolculuğuna. Düşüncelere dalmış
başlarımızın üzerinde telaşlı devinimlerle dolanan, sonra hızla uzak yerlerde
kümelenen, sabırsız güz yağmurlarını yüklenmiş sıkıntılı bulutların mavi kara
yansımaları…
Omuzlarımızda, ince uzun çakılı tahtalarının aralıklarından
kendisine özgü ve o ana dek başka hiçbir yerde karşılaşmadığım günlük
tütsüsünün mistik havası insanın içini ürpertirken, diğer yandan kesif gülsuyu,
defneyaprağı ve çörekotu kokularının geldiği ahşap tabut…
O an için geçerli bir anlam yükleyemediğim ahşap korumanın
yanılsamalı, gerçeküstü, gerçekdışı ağırlığı altında, ölüm gerçeğinin
yüreklerimizi akkor ateşlerce yakmasının her geçen an içimizde büyüttüğü,
içimizi acıtan bir boşluk, bir yokluk duygusu ile yarım yamalak bir
alacakaranlıkta ilerliyorduk. Üzerimize doğru artarak öbekleşen, hızla kararan
bulutların telaşı ve uzaklarda yağmur suları ile yıkanmış parlayan dağların
ardında belirsiz aralıklarla çakan şimşekler…
Tuhaf bir sessizlik içinde insanı rahatsız edecek denli bir
suskunluk ve durgunluk havasında usulca ilerlenen ve geleneksel
alışkanlıklardan kopmadan nihai amacına ulaşmayı hedeflemiş sıradan bir cenaze
ritüeliydi bu. Sabahın erken saatlerinde son hazırlığı tamamlanmış gömütlüğe
vardığımızda daha demincek ne yapacağı kestirilemeyen, homurdanan, kavgacı hava
birdenbire açılıvermişti.
Alışılmış törenin son sahnelerinde, yaşamın son bulduğu o ıslak,
keskin toprak kokulu çukurun içindeki birkaç kişi şaşılacak bir doğallık ve
rahatlıkla görevlerini yerine getiriyordu.
Enstitülü babamın insan emeğinin yüceliğini ve çalışan insanın
üretkenliğini merkezine koyan yaşam felsefesine inanmakla, öğütlerini tutmakla,
söylediklerini yapmakla ne kadar da doğru yapmışım. Orada, o taşlı çakıllı toprak yığınının
başında, iyi ki onun oğlu olarak doğduğumu ve düşüncelerini paylaşmış olmakla
ne kadar şanslı olduğumu düşünürken yakaladım kendimi.
Az önce çatık kaşlarıyla çalım satan, tehdit eden bulutların işimizi kolaylaştırmak için, bir anda uzaklarımıza, gözlerden ırak köşelere çekilivermesi, kendilerini içinde bulundukları durumun törensel atmosferine kaptırmış topluluğun ilgisini çekmekten hayli uzaktı. Fikri Hoca’nın öğretmenlik yaşamının, ruhunu Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde aldığı eğitimciliğinin iyi kötü günlerinde hep yanında, ona destek olmuş “hayat arkadaşını” kendi halinde bırakıp oradan ayrılma zamanı geldiğinde, yağmur yine sersem sepelek, ardından iri damlalar halinde hoyrat patırtılarla tekrar yağmaya başlayacaktı.
Diğerlerine göre daha fazla gururlu oluşu, kendine özgü
duyarlılığından, ince ruhlu oluşundandı. Bu yüzden anlaşılmamasına epeyce çaba
harcadığı, ne var ki yüzüne daha ilk bakışta ayırt edilmesini önleyemediği
yüreğinin yükü, tepemizde gezinen dolu dolu bulutlarla eşdeğerdeydi. Ruhunun
inceliğinde, yufka yüreğinin kenarında köşesinde olup bitenin, kopan
kasırgaların, altüst oluşunun, savrulmalarının her anının en küçük
karesinin ayırtındaydım.
O, bu kırılıp dökülmeleri yaşarken, oradaki topluluğun,
dost-akrabanın arasında kendimi etkisinden kurtaramadığım, istediğim halde
içinden çıkamadığım bir belirsizlik içindeydim. Orada sanki sadece ikimiz
vardık! Bir de hemen ardımızda, neredeyse bir ömür boyu süren iflah olmaz
sayrılıklarının verdiği yorgunluk ve yıpranmışlıkla çoktan derin ve huzurlu
uykuların kollarına kendisini teslim etmiş olan yaşlı kadın. Annem…
Orada, her ikisinin yanında sessizce durmuş; artık uğurlanan ve de umutları son bulmuş
yolcunun bindirildiği trenin hareket etmesini ve ardından yitip gitmesini
bekliyordum. Kurgusu yüz binlerce, milyonlarca kez yaşanmış deneyimden gelen
tekdüze gömütlük ritüelinin kaderci havasına çoktan girmiş olanların hatırı
sayılır çoğunluğunun, sözcüklerini yakalayamadıkları, anlamını
bilmedikleri bir dilde uzun uzun okunan duaların verdiği can sıkıntısını
belli etmemek için nasıl çabaladığını ilgiyle ama göz ucuyla izliyordum.
Fikri Hoca, merak edenlerimizin siyah beyaz fotoğraf
arkalıklarından, canlı tanıklarının, yaşayanlarının anılarından, sözlü öykülerinden,
yazdıkları öz yaşam öykülerinden, anı-romanlarından, bir yanı hep eksik kalmış
çok az sayıdaki film ve belgesellerden öğrendiğimiz Köy Enstitülerini
yaşamanın, havasını solumanın, odun ateşinde karabuğday ekmeğinin tadına
varmanın ayrıcalığını bizzat yaşamış ve duyumsamıştı. Bense yeniyetme on
dört yaşımın şimdi anımsayamadığım belirsiz bir gününde, ödevlerimi yaparken
başıma gelerek önüme bıraktığı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanını onun
sayesinde okumuş olmanın mutluluğunu tadabilmiştim sadece.
En küçük çalı çıtırtısının, kuşkanadının değdiği yeşil daldan
çıkan taze ve kırılgan yaprak kıpırtısının kulağıma ulaştığı köyün
ıssızlığında, toprağa sinen yağmurun içimizi açan mis kokusu duygu sağanağımıza
karışıyordu. Kızılçullu Köy
Enstitüsü'nün ağırbaşlı ve arkadaş canlısı öğrencilerinden olan iki emekli
öğretmen de, az ötemizde kımıltısız beklerken, yaşanan anın canlı
tanığıydı. İkisinin de başları nasıl da dimdik ve
aydınlık, alınları açık, her ikisi de nasıl onurlu ve güleç, ne kadar
sevecen ve tertemizdi.
Şimdilerde İzmir'in Şirinyer semtinde -besbelli ki NATO amaçlı- ama her nedense "Orgeneral Vecihi Akın Kışlası” adı ile kullanılan, o zamanlar birkaç taş binanın ve geniş toprakların bulunduğu bölgeye ulaştıklarında, ellerindeki bez torbalarda köy ekmeğinin sertleşmiş dilimleri, acı çekişte, tuzlu kara zeytin, kurumuş yufka ekmeği vardı. Bir de beraberlerinde getirdikleri kırsalın yokluk ve yoksunluk havası, nergis kokulu bereketli ovaların, zambakların, dağ lalelerinin tepelerce yayıldığı bayırların ürkek, şaşkın ve ıssız bakışları… Aynı günlerdi… Birbirlerinin başlarına yerleşmiş bit öbeklerini sabırsızlanmadan bekleyerek sıralarını, tek tek bıkıp usanmadan yine kendi elleriyle ayıklamışlardı.
Sonra kendileri gibi birbirine yakın günlerde okula gelen diğer
çocuklarla tanışıp kaynaşmışlar, hısım akrabalıktan, karındaşlıktan öte, yol arkadaşı, gönül yoldaşı olmuşlardı. İşte o katışıksız, o temiz, sımsıcak günlerden
diplomalarını aldıkları güne, oradan göz ucuyla birbirlerini kolladıkları şu
gömütlüğün acılı buruk anına dek birbirlerini bir daha hiç bırakmamışlar. Tıpkı
Enstitü günlerde olduğu gibi… Birbirlerine hala gönülden gönüle, yürek yüreğe
yaşattıkları derin, sarsılmaz ve de güçlü kanallarla, yaşlandıkça eskittikleri,
ancak gelgeç ilişkilerle tüketmedikleri ve asla yıpratmadıkları bağlarla
bağlıydılar.
Şimdi örtülüp boylu boyunca upuzun yığılmış, fazla olanlarının
kenarlara saçıldığı taze toprağın etrafında, iki ellerinin avuç içleri yan yana
ve yüzlerine dönük biçimde, her birinin dudaklarında anlamlarını bilmedikleri
duaların mırıltılarıyla son görevin son dakikalarını yaşayan kalabalığın biraz
uzağında şahince izlemeye almışlardı Fikri Hoca'yı...
Hani, nemli gözlerini diktiği toprak yığınının amber kokusunu
solurken, tozlu köy yollarına alışık dizlerinin bağı aniden çözülüverecek olsa…
Kalabalığın üzerinden süzülüp yere
düşmesine izin vermeden, kollarıyla sarıvereceklermişçesine hazırda… İşte
öylece uyanık, atik ve de delikanlı bir duruşları vardı.
O ise, daralan yüreğinin uçurumlarında esen hırçın rüzgarlarla,
inatla biat etmeden, duasız, inançsız ve rüzgara karşı, ısrarla aykırı, dudakları
bıçakla açılmaz, suskun ve kıpırtısızdı.
Tanımı güç, tuhaf, uğultulu an, zaman sarkacının salınımlarının
ağırlaştığı, insana, geçmişe ve yaşanmışlıklara dair kafalardan geçen siyah
beyaz fotoğrafların donuk bir görünüm aldığı, silikleştiği, anlamsızlaştığı ve
flulaştığı bir mekandı. İnsanları bir an önce oradan ayrılarak işlerine
güçlerine, evlerine dönme duygusunun sardığını anlıyordum. Üç Enstitülü ve ben,
bu erken, bu sıradan ve bu bencil duygunun çok ama çok uzağında, belleklerimize
yazdığımız bizi onurlandıran ortak değerlerimizin tadını damıta damıta, yaşaya
yaşaya çıkarıyorduk.
Bu kararlılık ve direnç gösterisinde onu ele verense, önceleri
nemlenmekle kalıp sonradan ıslanmalarını engelleyemediği yeşil gözleri
olacaktı. Bir de sanki üşümüş, uyuşmuş da ısıtmak ve rahatlatmak istermişçesine
sürekli ince uzun parmaklarını ovaladığı elleri... Ayaküzeri tüketilen, kalan son dakikalarla
sınırlı, dar, kasvetli zamanda, derin bir iç huzuru arayan gözlerimizle
birbirimizi anlıyor oluşumuz, birbirimize
kaçamak bakışlarımızdan, gözbebeklerimizdeki pırıltılardan okunuyor,
anlaşılıyor olmalıydı. Yaşamı boyunca tanığı olduğu olayları, biriktirdiği
deneyimlerini, bilgilerini, köylerde çocuklarla ve insanlarla paylaşan yüreğini
ortaya koyan insan, o an, oracıkta kahretmişliğini, yalnızlığını ve kederini
paylaşmakta nasıl içine kapanık, nasıl da bencildi!?
Kendi deyişiyle “çapar” gözleri, insana yapayalnız kalakalmışlığı
iliklerinde duyumsatan eski gömütlüğün taş duvarına yakın bir kuytulukta yağmur
altında ıslanan, dalları mora çalan kırmızı, bordo çitlembiklerle ağırlaşmış
karaağacın yaşlı gövdesine takılı kalmıştı. Yaşlı belleği ise yüksek ve kalın
dallarından birinde, bıçkın köy delikanlılarının babalarının kullanılmayan
hayvan koşumlarından aşırdıkları urganlarla kurdukları, yüksekliği küçükleri
ürküten salıncağa…
Ağacın iki yanına dizilmiş, uzun ve düzenli salınımlar yapan
salıncağı coşkuyla izleyen kızlı erkekli öbekler, uzaktan uzağa birbirlerine
tertemiz duygular ve kaçamak gülücüklerle göz süzmelerde… Uzak, yüksek dallara
değebilmek için kendilerini sallayanları, meydan okuyan seslenmelerle yüreklendirmeye
çalışan, kanı kaynayan cesur biniciler çığlık çığlığadır. Aşağıdakilerse gülümseyen gözlerle salıncağın
sırasının kendilerine gelmesini bekleşirken sabırsız…
İçlerinden bıyıkları yenice terlemiş yeniyetme günlerinde olanları
ise, kendilerini izleyen gül yanakları al al, birbirlerini dürtüp kıkırdaşarak
kendi aralarında dalgalanan, çocukluktan yenice kurtulmuş köy kızlarına caka
satma yarışında. Renkli bir cümbüş havası içinde kaynaşan genç
kalabalıkta, allı güllü entarileri ile yerlerini almış taze gelinlerse, ele
avuca sığmaz delişmenlere bakıldığında, kayda değer ölçüde daha ağır, daha
ölçülü, kendilerince özgün, yaşlarına ve konumlarına uygun sakınganlıktadır.
* * *
Kederini paylaşmakta nasıl da içine kapanık, nasıl da bencildi.
Başlarımızın üzerinde bir garip kuş dönüp duruyordu. Sonra gidip karaağacın en uçta, en ıssız, en
kıyıda kenarda dallarından birine konuyordu.
Telaşlı devinimlerle, sanki tuhaf bir karmaşa içinde hızla bir
araya gelen, mavi kara tonlarda,
tekinsiz bulutlar tarafından kuşatılıyorduk.
Onu, yorulmak yakınmak, pişmanlık ne kelime; pes etmek, yılmak nedir bilmeyen o köy
öğretmenini çok iyi tanıyordum.
* * *
“An geldi; sıkıntı sona erdi. Kükreyen duran, ne zaman ve nereye
çökeceği belirsiz hoyrat hava durulmuş, kara bulutlar dağılmıştı. Güneş açtı;
onunla birlikte erik ve badem çiçekleri, papatyalar, ortalığı yangın yerine
çeviren kırmızı laleler, alev alazı gelincikler, sarı, mor renklerin bin bir
çeşidine bürünmüş kır çiçekleri, çığlık çığlığa, pür neşe dört bir yanımızı
sarıverdi. Pırıl pırıl bir on yedi
nisan günüydü. İlkyazdı…
“Bizler Enstitü'de neler öğrendiysek, nasıl öğrendiysek her zaman yaparak
öğrendik, öğrendiklerimizi hayatla sınadık.” diyerek sürdürüyordu konuşmasını.
“ İlk görev yerim Manisa’nın Horozköy’ündeydi. Sene 1944 idi…
“ Lojmanın arkasında uzayıp giden Sultaniye üzümü bağları… Serin
suları tulumbadan çekerdik tertemiz.
Keçilerimiz vardı… Tavuklarımız…
Yumurtalar kırmızı içliydi. Kızarmış domateslerin, biberlerin, taze
soğanın ne kadar yıkasak ellerimizden çıkmayan kokusu…
“ Çocuklara bilginin, çalışkanlığın, üretken olmanın yüceliğinden,
evrensel değerlerden, insana yakışan
insanlığın erdemlerinden söz ederdim. Sadece ABC’yi, okumayı yazmayı,
matematiği değil; düşünmeyi, soru sormayı, karşı çıkabilmeyi de öğrettim. Önüme
çıkan çakırdikenlerine, paçalarıma dolanan onca karaçalıya ve tabanlarımdan
ayıkladığım pıtraklara rağmen. Anaları ile, babaları ile kul, tebaa değil,
yurttaş olmaları, yurttaş gibi davranmaları, asla biat etmemeleri gerekti...
“ Bunun için de çabaladım. Sindirme, yıldırma amaçlı müfettiş
denetlemeleri, soruşturmalar aydın olmanın yaşadığım çağdan, suyunu içtiğim,
ekmeğini yediğim topraklardan her koşulda sorumlu olmamım, ama bir türlü
benimsenemeyen yeni olandan, demokrasiden, hak ve hukuktan da söz etmemim
bedeliydi… Ödedim.
Kısa bir soluklanmadan sonra, bıkmadan, yılmadan arkasında durduğu
sözlerinin doğruluğundan kesinlikle emin, ödün vermeye pek niyetli görünmeyen
bir tavırla sürdürüyordu konuşmasını; “
Ben evlatlarımı da, böyle yetiştirmeye çalıştım”.
* * *
O, kendine de başkalarına da saygılı bir insandı.
Saçı sakalı uzamış halini görebilmiş tek bir şanslı insan dahi
yoktur. Yaşamı boyunca babaca tuttuğu ellerimizi bırakmazdan birkaç ay önce,
kentin üniversitesi hastanesi koğuşunda yatarken, sabahları daha doktorlar
koğuşları dolaşmadan sakal tıraşını yetiştirdiğimde, taşınması insana zulüm
gelen ağır bir yükü omuzlarından atmış gibi ne denli rahatladığını, çocuklar
gibi mutlu olduğunu, hastane arkadaşlarına takılarak onlarla şakalaştığını dün
gibi anımsarım…
Kullanmadığı zamanlarda, karton korumaları içinde bulundurmaya
özen gösterdiği ‘jilet bıçakları’ benim
için değer biçilmesi olanaksız olan birer hatıradır. Tüketim ekonomisinin
açgözlülüğünün, değer bilmezliğinin gereği, şimdilerde kullanıp atmanın, çarçur
etmenin revaçta olduğu, iki ucu açık, plansız programsız ‘modern’ zamanlarda
artık üretilmelerine gerek yoktur! Bu
jilet bıçaklarından bana kalanları, traş takımımın sakin bir köşesinde ve hiç
açmadığım özgün plastik korumalarının içinde, doğal ve iddiasız halleri ile
atıl ve sitemsiz dururlar. Onları bırakın kaldırıp atmayı, kullanmam dahi olası
değildir.
Plan defterlerinin konu başlıklarını karbon siyahı mürekkebe
batırarak özenle kullandığı kesik divit uçla belirginleştirir; aynı ders
planlarının konularını da emektar dolmakaleminden dökülen el yazısı ile
sürdürür. Defterlerinin sayfalarını süsleyen el yazılarının her tümcesinin her
sözcüğünde dikkatli bir hat ustasının titizliği ve inceliği vardır. Hiçbir sayfanın hiçbir dizesinde tek bir
harfin hatalı yazılmasına, sıradan ve olağan gelebilecek en küçük düzeltmeye ve
silinti kazıma olayına denk gelmeniz olası değildir.
Uzun sözün kısası güzel insandı; güzel yazı yazardı. Yaşadığı anı
gözler, zamanı kavrar, önünü görür, geleceği tasarlardı. Olayı değerlendirir,
yorum yapar, sorgular ve sorgulatırdı. Onlara haklarını bilen birer yurttaş
olmanın bilinci ve sorumluluğu, bilgi, emek ve deneyimlerle birlikte sevgiyi,
yokluğu, varlığı da paylaştıkları Köy Enstitülerinde fazlasıyla
verilmişti. Geceler boyu kullandığı
dolma kalemi ne büyük, ne değerli mirastır… Saklarım.
Ömrü boyunca iş yapmak, üretmek için düşünen; elbette çalışırken,
tezgah başında, karatahta başında yorulan terleyen insanlardan olmanın huzuru
ile yaşadı. El yazısı gibi, kimi defter sayfalarının boş yerlerinde, kimi ders
planlarının başında sonunda, özene bezene yazdığı sözler de güzeldir: “
Ancak ölüler üretici değildir!..”
İçindeki ışığı içinde hapsetmediğini, çevresine de yansıttığını
bilirim. Çağdaş, aydın bir yurttaş olarak izlenmesi ve inatla yürünmesi gereken
yolu kendine özgü yöntemlerle, günümüzde artık uğraşılmayan, uğraşılmaya, emek
verilmeye değer görülmeyen, belki de hiç bilinmeyen, tümüyle el yapımı ders
araç ve gereçleri üreterek, cilt işleri yaparak, okulların sıralarını,
masalarını onararak, çalışarak gösterdi.
O, en doğal, en insan haliyle, her zaman ve her koşulda çalışan,
üreten, iş gören, iz gösteren, basit bir devrimci ve de gerçek bir eğitimci
olarak bu dünyayı bıraktı gitti. Ağaç
saplı tornavidası, kerpeteni ve lehimle yapılmış teneke kutusu içinde su terazisi
takım çantamda durur. Onları yitirmek Fikri Hoca’yı yitirmek, değerlerimi yitirmektir. Yitirmek tüketmek, tükenmektir…
Yoksullaşmak, yolun sonuna gelmek gibidir. Başıma gelebilecek en büyük, en son
felakettir.
Böylesi talihsiz bir duruma düşmekten ödüm kopar. Un ufak olur,
biterim…
Pek uzun olmasa da, yine de yetmiş dört yıllık yaşamı boyunca,
motosiklet dışında hiç motorlu araç kullanmamıştı. Şimdilerde birçoğumuzun kolayca edinip,
kimilerimizin cebinde, çantasında kimlik olarak taşıdığı bir sürücü belgesine
sahip olmamış, böylesi bir olanaktan yararlanmamıştı. Bizler gibi bir sürücü
değildi; ama tozlu, bol hendekli, bozuk bağ yollarında “balon” tekerlekli,
direksiyonu naylon şerit süslerle renklendirilmiş eski bisikletini kullanmada
hayli iddialıydı.
Yaşamı kolaylaştıran, insanın üretkenliğini hızlandıran sıradan,
bu basit bir aletin uzun süre iş görmesi, insana yararını sürdürmesi için;
kullanılan eşyaya, araca gerece sahip çıkmasını, onu onarmasını ve de
devamlılığını sağlamasını bilenlerdendi. Bu konuda da birçoğumuzdan, benim diyenlerden
ayrılırdı. Söz konusu işin inceliğini, çok insanın es geçebileceği,
önemsemeyeceği teknik ayrıntıları, nasıl bir ciddiyet ve sabırla anlattığını,
öğrettiğini anımsarım. Issız bir ova yolunda patlayan bisiklet lastiğinin hangi
pratik yöntemle yamanacağını… Zincirinin hangi aletle takılacağını ve
yağlanacağını…
“ Benim bir adım önümde ol, zoru başar, olmaz deme, yapılmayanları
yap, bizlerin yaşayamadıklarını yaşa, yararlanamadıkları olanaklardan yararlan.
Arabana bin, sen sen ol üç kuruşluk benzinine acıma, ancak ihtiyacı olan, ola
ki yardım bekleyen insanların yararına kullanmayı unutmadan.”
Fikri öğretmen yaşlandıkça yaşamdan fazla bir şey beklemeyen, yani sıradan insanların özlemini çektiği sakin bir yaşamın “huzurlu” köşesine çekilip çiçek soğan çapalayacağına, üretken, gücü kuvveti, olanağı yettiğince paylaşımcı, katılımcı olan yaşam biçimini seçti. En çalışkan, en eğitici haliyle göçtü gitti.
Seçkin ve değerli bir insanın anısı, birçok şeyde yaptığımız gibi,
onu gereksiz konuşarak tüketmek, bitirmek, eskitmek, anlamsızlaştırmak, içini
boşaltmak için değil, kalbimizde, ruhumuzda ve bilincimizde yaşatırken, onun
sıcaklığı, ayrıcalığı ile durulabilmek, dinginleşebilmek, “ Şu dünyada aldığım ve dahi verdiğim her
soluk sizlerin eseridir, iyi ki vardınız, bize örnek oldunuz ve bizlerle
birlikte aynı yaşamı paylaştınız.” diyebilmek içindir.
* * *
17 Nisan 1940 yılında din, dil, ırk, renk, cinsiyet, inanç,
kültür, bölge ayırımı gözetilmeksizin bozkıra, köylüklere ekilen aydınlanma
çekirdeğini bağrında taşıyan Köy Enstitüleri aynı yıl Anadolu topraklarının
yirmi bir diyarda birden sürgün verdi.
Yıl 1940...
Ülke, kız erkek öğrencilerin aynı derslikte, aynı sırada oturduğu
karma eğitimin çağdaş ve demokrasiden yana yüzünü gördü… Geleceğin ışık dolu
genç beyinleri Dünya Klasikleri ile tanıştı. Uygarlığa hoşgörü, barış ve
demokrasi ile ulaşılabileceği, kalkınmanın ise, ancak bağımsız, özgür ve
kardeşçe, birlikte yaşanan topraklar üzerinde üretim ile, başkalarına, başka
güçlere bel bağlayarak değil, sadece kendi özgücüne güvenerek, bağımsızlık ve
özgürlük ruhu ile olabileceği kanıtlandı.
Yıl 1940…
Ülke tarihinde ilk kez öğrenciler bir anfi-tiyatro yapar; orada
saz, keman, piyano konserleri verir, Cehov'un, Moliere'nin, Gogol'un ünlü
oyunlarını sergiler. Hafta sonları okul alanında müdüründen aşçısına dek
herkesin katıldığı tartışma, eleştiri ve değerlendirme toplantıları yapılır. Bu
demokratik toplantılarda sorunu olan, herhangi bir uygulama ile ilgili
şikayeti, eleştirisi olan öğrenci, kalkar özgürce konuşurdu.
Okul müdürlerinin dahi eleştirildiği bu toplantılar, yazılı
belgelerde, anılarda yeterince geçer. Bu anlamda da, Köy Enstitüleri projesi
bir demokrasi ve insan hakları projesidir.
Yıl 2011… Diyanete ayrılan
dev ödeneklerle tarikat eksenli örümceklenme genç beyinlere yerleşiyor.
Aydınlığa, bilgiye susuz kız öğrencilerinin cetvelle etekleri ölçülüyor. Öğrenciler ticarethanelere
dönüştürülen okullarda, yarış atları gibi birbirleriyle yarıştırılıyor. Malum ÖSYM skandalının rezil şifreleri ile
umutları, gelecekleri çalınıyor.
Yıl 2011… Ülkem insanı çalışmaya, kafa yormaya, üretime, bilime,
sanata yabancılaştırılıyor. Tüketime
koşullandırılıyor. İş isteyenler
azarlanıyor, barış isteyenler ötekileştiriliyor. İncirlik üssünü kullanan
uçakların yükünü, devletin Çankaya zirvesi dahil kimse bilmiyor…
Yıl 2011... 70 yıl önce sevginin, barışın, üretimin çiçeklerini
yeşerten kadim topraklar, bu gün ölüm tarlalarına, asit kuyularına dönüşmüş,
kemik, silah, patlayıcı, yanmış insan giysilerini, oligarşik diktanın yeniden
biçim ve düzen verdiği derin devletin resmi belgelerini ve toplu mezarlarını,
midelerinin kaldırmadığı yine kendi pisliklerini kusuyor.
Hasan Oğuz BİLGEN, Aralık 1996
Son düzenleme; 17 Nisan 2011
hasanoguzbilgen@yahoo.com.tr
http://www.evrensel.net/news.php?id=4327
http://www.ozgurmedya.org/newsdetail.asp?CatID=25&NewsID=5298
Haber
Tarihi:
06/12/1996, Haber Editörü: Özgür
Medya, Haber Kaynağı: Özel,
Sitede yer alan yazılar
yazarlarını bağlar. Yazı içeriklerinden site yönetimi yasal sorumlu değildir. Tüm yazılar Telif Hakları Yasası Gereğince
korunur.