16 Nisan 2016 Cumartesi

17 NİSAN KÖY ENSTİTÜLERİ'NİN ANISINA

17 Nisan 1940 
Köy Enstitüleri'nin Kuruluş Yıldönümü Üzerine


Anadolu'nun bozkırında yalnızlıkta açan kır çiçeklerinin, tüm Köy Enstitülü öğretmenlerimin anısına…



O, BİR KÖY ENSTİTÜLÜ İDİ.

Orada ılık ekim yağmurları altında ürperdiğimiz, sonrasındaysa hastalıkların yorduğu zayıf bedenine sarılıp çökmüş yanaklarından ve iki ellerinden, bir daha öpme mutluluğuna erişemeyeceğimiz talihsiz bir gündü. Çatısı akan basit, mütavazı emekli evinde son soluğun verilmesinden toprağa veriliş anına dek, uzun saatler bir çeşit korunma içgüdüsüyle arkasına gizlendiği hüznün perdesini “ Elli yıllık yol arkadaşımdı.” sözü ile aralamıştı.

Sevgili annemin üniversite hastanesinde yattığı uzun zamanlardan ve giderek ağırlaştığı son günlerinden bu yana, içinde düştüğü sıkıntılı, ağır durumun koyu renk tonları ile gölgelenen yüzü, insana sonu gelmeyecek, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen suskunluğunu bozup konuştukça ışıdı.  Giderek aydınlandı.

“ Onunla yıllar boyu ne çok şey paylaştık. Yanımda olmasaydı, bana moral ve omuz vermeseydi, köy yollarında ardımız sıra el sallayan mutlu, umutlu ve aydınlık yüzlerindeki iki gözleri çakmak çakmak parlayan, kendisine ve bilgisine güvenen, okuyan, çalışkan, üretken çocuklar bırakamazdım…”  Böyle demişti gönenerek.

Onca eğitimciliğine, enstitüde öğrendiklerine, orada kazandığı deneyimlerine, becerilerine, kendince iyi bir hayat insanı oluşuna karşın, karşısındakine nasıl da ellerinden tutulmaya, yardım edilmeye gerçekten gereksinimi olan  -hak etmediği kaba deyişle- nasıl da düşmüş, düşkün ve acınası bir insan izlenimi veriyordu. Toplumun insana yakıştırdığı ve zorunlu gördüğü son dinsel tören için hazırlanmış çukurun başında dikilirken, onu yuvadan uçmayı denediği daha ilk gün düştüğü soğuk zemin üzerinde titreşen, tüyü bitmemiş yavru kuşa benzetmiştim. Annemizin bizlere en son vedasının ruhumuzun derinliklerine bıraktığı acı, bu acıyla birlikte gelen kimsesizlik ve kalakalmışlık duygusu karşısında bile yine de insanı şaşkına çevirecek derecede soğukkanlı idi.

 “Elli yıllık yol arkadaşını” ıslak bir ekim günü çıkarmıştık son yolculuğuna. Düşüncelere dalmış başlarımızın üzerinde telaşlı devinimlerle dolanan, sonra hızla uzak yerlerde kümelenen, sabırsız güz yağmurlarını yüklenmiş sıkıntılı bulutların mavi kara yansımaları…

Omuzlarımızda, ince uzun çakılı tahtalarının aralıklarından kendisine özgü ve o ana dek başka hiçbir yerde karşılaşmadığım günlük tütsüsünün mistik havası insanın içini ürpertirken, diğer yandan kesif gülsuyu, defneyaprağı ve çörekotu kokularının geldiği ahşap tabut…

O an için geçerli bir anlam yükleyemediğim ahşap korumanın yanılsamalı, gerçeküstü, gerçekdışı ağırlığı altında, ölüm gerçeğinin yüreklerimizi akkor ateşlerce yakmasının her geçen an içimizde büyüttüğü, içimizi acıtan bir boşluk, bir yokluk duygusu ile yarım yamalak bir alacakaranlıkta ilerliyorduk. Üzerimize doğru artarak öbekleşen, hızla kararan bulutların telaşı ve uzaklarda yağmur suları ile yıkanmış parlayan dağların ardında belirsiz aralıklarla çakan şimşekler…

Tuhaf bir sessizlik içinde insanı rahatsız edecek denli bir suskunluk ve durgunluk havasında usulca ilerlenen ve geleneksel alışkanlıklardan kopmadan nihai amacına ulaşmayı hedeflemiş sıradan bir cenaze ritüeliydi bu. Sabahın erken saatlerinde son hazırlığı tamamlanmış gömütlüğe vardığımızda daha demincek ne yapacağı kestirilemeyen, homurdanan, kavgacı hava birdenbire açılıvermişti.

Alışılmış törenin son sahnelerinde, yaşamın son bulduğu o ıslak, keskin toprak kokulu çukurun içindeki birkaç kişi şaşılacak bir doğallık ve rahatlıkla görevlerini yerine getiriyordu.  Enstitülü babamın insan emeğinin yüceliğini ve çalışan insanın üretkenliğini merkezine koyan yaşam felsefesine inanmakla, öğütlerini tutmakla, söylediklerini yapmakla ne kadar da doğru yapmışım.  Orada, o taşlı çakıllı toprak yığınının başında, iyi ki onun oğlu olarak doğduğumu ve düşüncelerini paylaşmış olmakla ne kadar şanslı olduğumu düşünürken yakaladım kendimi.

Az önce çatık kaşlarıyla çalım satan, tehdit eden bulutların işimizi kolaylaştırmak için, bir anda uzaklarımıza, gözlerden ırak köşelere çekilivermesi, kendilerini içinde bulundukları durumun törensel atmosferine kaptırmış topluluğun ilgisini çekmekten hayli uzaktı. Fikri Hoca’nın öğretmenlik yaşamının, ruhunu Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde aldığı eğitimciliğinin iyi kötü günlerinde hep yanında, ona destek olmuş “hayat arkadaşını” kendi halinde bırakıp oradan ayrılma zamanı geldiğinde, yağmur yine sersem sepelek, ardından iri damlalar halinde hoyrat patırtılarla tekrar yağmaya başlayacaktı.

Diğerlerine göre daha fazla gururlu oluşu, kendine özgü duyarlılığından, ince ruhlu oluşundandı. Bu yüzden anlaşılmamasına epeyce çaba harcadığı, ne var ki yüzüne daha ilk bakışta ayırt edilmesini önleyemediği yüreğinin yükü, tepemizde gezinen dolu dolu bulutlarla eşdeğerdeydi. Ruhunun inceliğinde, yufka yüreğinin kenarında köşesinde olup bitenin, kopan kasırgaların, altüst oluşunun, savrulmalarının her anının en küçük karesinin ayırtındaydım.


O, bu kırılıp dökülmeleri yaşarken, oradaki topluluğun, dost-akrabanın arasında kendimi etkisinden kurtaramadığım, istediğim halde içinden çıkamadığım bir belirsizlik içindeydim. Orada sanki sadece ikimiz vardık!  Bir de hemen ardımızda, neredeyse bir ömür boyu süren iflah olmaz sayrılıklarının verdiği yorgunluk ve yıpranmışlıkla çoktan derin ve huzurlu uykuların kollarına kendisini teslim etmiş olan yaşlı kadın.  Annem… 

Orada, her ikisinin yanında sessizce durmuş;  artık uğurlanan ve de umutları son bulmuş yolcunun bindirildiği trenin hareket etmesini ve ardından yitip gitmesini bekliyordum. Kurgusu yüz binlerce, milyonlarca kez yaşanmış deneyimden gelen tekdüze gömütlük ritüelinin kaderci havasına çoktan girmiş olanların hatırı sayılır çoğunluğunun, sözcüklerini yakalayamadıkları, anlamını bilmedikleri bir dilde uzun uzun okunan duaların verdiği can sıkıntısını belli etmemek için nasıl çabaladığını ilgiyle ama göz ucuyla izliyordum.

Fikri Hoca, merak edenlerimizin siyah beyaz fotoğraf arkalıklarından, canlı tanıklarının, yaşayanlarının anılarından, sözlü öykülerinden, yazdıkları öz yaşam öykülerinden, anı-romanlarından, bir yanı hep eksik kalmış çok az sayıdaki film ve belgesellerden öğrendiğimiz Köy Enstitülerini yaşamanın, havasını solumanın, odun ateşinde karabuğday ekmeğinin tadına varmanın ayrıcalığını bizzat yaşamış ve duyumsamıştı. Bense yeniyetme on dört yaşımın şimdi anımsayamadığım belirsiz bir gününde, ödevlerimi yaparken başıma gelerek önüme bıraktığı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanını onun sayesinde okumuş olmanın mutluluğunu tadabilmiştim sadece.

En küçük çalı çıtırtısının, kuşkanadının değdiği yeşil daldan çıkan taze ve kırılgan yaprak kıpırtısının kulağıma ulaştığı köyün ıssızlığında, toprağa sinen yağmurun içimizi açan mis kokusu duygu sağanağımıza karışıyordu.  Kızılçullu Köy Enstitüsü'nün ağırbaşlı ve arkadaş canlısı öğrencilerinden olan iki emekli öğretmen de, az ötemizde kımıltısız beklerken, yaşanan anın canlı tanığıydı. İkisinin de başları nasıl da dimdik ve aydınlık, alınları açık, her ikisi de nasıl onurlu ve güleç, ne kadar sevecen ve tertemizdi.
    
Şimdilerde İzmir'in Şirinyer semtinde -besbelli ki NATO amaçlı- ama her nedense "Orgeneral
 Vecihi Akın Kışlası” adı ile kullanılan, o zamanlar birkaç taş binanın ve geniş toprakların bulunduğu bölgeye ulaştıklarında, ellerindeki bez torbalarda köy ekmeğinin sertleşmiş dilimleri, acı çekişte, tuzlu kara zeytin, kurumuş yufka ekmeği vardı.  Bir de beraberlerinde getirdikleri kırsalın yokluk ve yoksunluk havası, nergis kokulu bereketli ovaların, zambakların, dağ lalelerinin tepelerce yayıldığı bayırların ürkek, şaşkın ve ıssız bakışları… Aynı günlerdi…  Birbirlerinin başlarına yerleşmiş bit öbeklerini sabırsızlanmadan bekleyerek sıralarını, tek tek bıkıp usanmadan yine kendi elleriyle ayıklamışlardı.  

Sonra kendileri gibi birbirine yakın günlerde okula gelen diğer çocuklarla tanışıp kaynaşmışlar, hısım akrabalıktan, karındaşlıktan öte,  yol arkadaşı, gönül yoldaşı olmuşlardı.  İşte o katışıksız, o temiz, sımsıcak günlerden diplomalarını aldıkları güne, oradan göz ucuyla birbirlerini kolladıkları şu gömütlüğün acılı buruk anına dek birbirlerini bir daha hiç bırakmamışlar. Tıpkı Enstitü günlerde olduğu gibi… Birbirlerine hala gönülden gönüle, yürek yüreğe yaşattıkları derin, sarsılmaz ve de güçlü kanallarla, yaşlandıkça eskittikleri, ancak gelgeç ilişkilerle tüketmedikleri ve asla yıpratmadıkları bağlarla bağlıydılar.

Şimdi örtülüp boylu boyunca upuzun yığılmış, fazla olanlarının kenarlara saçıldığı taze toprağın etrafında, iki ellerinin avuç içleri yan yana ve yüzlerine dönük biçimde, her birinin dudaklarında anlamlarını bilmedikleri duaların mırıltılarıyla son görevin son dakikalarını yaşayan kalabalığın biraz uzağında şahince izlemeye almışlardı Fikri Hoca'yı...

Hani, nemli gözlerini diktiği toprak yığınının amber kokusunu solurken, tozlu köy yollarına alışık dizlerinin bağı aniden çözülüverecek olsa…  Kalabalığın üzerinden süzülüp yere düşmesine izin vermeden, kollarıyla sarıvereceklermişçesine hazırda… İşte öylece uyanık, atik ve de delikanlı bir duruşları vardı. 

O ise, daralan yüreğinin uçurumlarında esen hırçın rüzgarlarla, inatla biat etmeden, duasız, inançsız ve rüzgara karşı, ısrarla aykırı, dudakları bıçakla açılmaz, suskun ve kıpırtısızdı.

Tanımı güç, tuhaf, uğultulu an, zaman sarkacının salınımlarının ağırlaştığı, insana, geçmişe ve yaşanmışlıklara dair kafalardan geçen siyah beyaz fotoğrafların donuk bir görünüm aldığı, silikleştiği, anlamsızlaştığı ve flulaştığı bir mekandı. İnsanları bir an önce oradan ayrılarak işlerine güçlerine, evlerine dönme duygusunun sardığını anlıyordum. Üç Enstitülü ve ben, bu erken, bu sıradan ve bu bencil duygunun çok ama çok uzağında, belleklerimize yazdığımız bizi onurlandıran ortak değerlerimizin tadını damıta damıta, yaşaya yaşaya çıkarıyorduk. 

Bu kararlılık ve direnç gösterisinde onu ele verense, önceleri nemlenmekle kalıp sonradan ıslanmalarını engelleyemediği yeşil gözleri olacaktı. Bir de sanki üşümüş, uyuşmuş da ısıtmak ve rahatlatmak istermişçesine sürekli ince uzun parmaklarını ovaladığı elleri...  Ayaküzeri tüketilen, kalan son dakikalarla sınırlı, dar, kasvetli zamanda, derin bir iç huzuru arayan gözlerimizle birbirimizi anlıyor oluşumuz,  birbirimize kaçamak bakışlarımızdan, gözbebeklerimizdeki pırıltılardan okunuyor, anlaşılıyor olmalıydı. Yaşamı boyunca tanığı olduğu olayları, biriktirdiği deneyimlerini, bilgilerini, köylerde çocuklarla ve insanlarla paylaşan yüreğini ortaya koyan insan, o an, oracıkta kahretmişliğini, yalnızlığını ve kederini paylaşmakta nasıl içine kapanık, nasıl da bencildi!?  

Kendi deyişiyle “çapar” gözleri, insana yapayalnız kalakalmışlığı iliklerinde duyumsatan eski gömütlüğün taş duvarına yakın bir kuytulukta yağmur altında ıslanan, dalları mora çalan kırmızı, bordo çitlembiklerle ağırlaşmış karaağacın yaşlı gövdesine takılı kalmıştı. Yaşlı belleği ise yüksek ve kalın dallarından birinde, bıçkın köy delikanlılarının babalarının kullanılmayan hayvan koşumlarından aşırdıkları urganlarla kurdukları, yüksekliği küçükleri ürküten salıncağa…

Ağacın iki yanına dizilmiş, uzun ve düzenli salınımlar yapan salıncağı coşkuyla izleyen kızlı erkekli öbekler, uzaktan uzağa birbirlerine tertemiz duygular ve kaçamak gülücüklerle göz süzmelerde… Uzak, yüksek dallara değebilmek için kendilerini sallayanları, meydan okuyan seslenmelerle yüreklendirmeye çalışan, kanı kaynayan cesur biniciler çığlık çığlığadır.  Aşağıdakilerse gülümseyen gözlerle salıncağın sırasının kendilerine gelmesini bekleşirken sabırsız…

İçlerinden bıyıkları yenice terlemiş yeniyetme günlerinde olanları ise, kendilerini izleyen gül yanakları al al, birbirlerini dürtüp kıkırdaşarak kendi aralarında dalgalanan, çocukluktan yenice kurtulmuş köy kızlarına caka satma yarışında. Renkli bir cümbüş havası içinde kaynaşan genç kalabalıkta, allı güllü entarileri ile yerlerini almış taze gelinlerse, ele avuca sığmaz delişmenlere bakıldığında, kayda değer ölçüde daha ağır, daha ölçülü, kendilerince özgün, yaşlarına ve konumlarına uygun sakınganlıktadır.

*   *  *
Kederini paylaşmakta nasıl da içine kapanık, nasıl da bencildi. Başlarımızın üzerinde bir garip kuş dönüp duruyordu.  Sonra gidip karaağacın en uçta, en ıssız, en kıyıda kenarda dallarından birine konuyordu.

Telaşlı devinimlerle, sanki tuhaf bir karmaşa içinde hızla bir araya gelen,  mavi kara tonlarda, tekinsiz bulutlar tarafından kuşatılıyorduk.  Onu, yorulmak yakınmak, pişmanlık ne kelime;  pes etmek, yılmak nedir bilmeyen o köy öğretmenini çok iyi tanıyordum. 

 *   *  *
“An geldi; sıkıntı sona erdi. Kükreyen duran, ne zaman ve nereye çökeceği belirsiz hoyrat hava durulmuş, kara bulutlar dağılmıştı. Güneş açtı; onunla birlikte erik ve badem çiçekleri, papatyalar, ortalığı yangın yerine çeviren kırmızı laleler, alev alazı gelincikler, sarı, mor renklerin bin bir çeşidine bürünmüş kır çiçekleri, çığlık çığlığa, pür neşe dört bir yanımızı sarıverdi. Pırıl pırıl bir on yedi nisan günüydü. İlkyazdı…

“Bizler Enstitü'de neler öğrendiysek, nasıl öğrendiysek her zaman yaparak öğrendik, öğrendiklerimizi hayatla sınadık.” diyerek sürdürüyordu konuşmasını.

“ İlk görev yerim Manisa’nın Horozköy’ündeydi.  Sene 1944 idi… 

“ Lojmanın arkasında uzayıp giden Sultaniye üzümü bağları… Serin suları tulumbadan çekerdik tertemiz.  Keçilerimiz vardı… Tavuklarımız…  Yumurtalar kırmızı içliydi. Kızarmış domateslerin, biberlerin, taze soğanın ne kadar yıkasak ellerimizden çıkmayan kokusu…

“ Çocuklara bilginin, çalışkanlığın, üretken olmanın yüceliğinden, evrensel değerlerden,  insana yakışan insanlığın erdemlerinden söz ederdim. Sadece ABC’yi, okumayı yazmayı, matematiği değil; düşünmeyi, soru sormayı, karşı çıkabilmeyi de öğrettim. Önüme çıkan çakırdikenlerine, paçalarıma dolanan onca karaçalıya ve tabanlarımdan ayıkladığım pıtraklara rağmen. Anaları ile, babaları ile kul, tebaa değil, yurttaş olmaları, yurttaş gibi davranmaları, asla biat etmemeleri gerekti...

“ Bunun için de çabaladım. Sindirme, yıldırma amaçlı müfettiş denetlemeleri, soruşturmalar aydın olmanın yaşadığım çağdan, suyunu içtiğim, ekmeğini yediğim topraklardan her koşulda sorumlu olmamım, ama bir türlü benimsenemeyen yeni olandan, demokrasiden, hak ve hukuktan da söz etmemim bedeliydi… Ödedim.

Kısa bir soluklanmadan sonra, bıkmadan, yılmadan arkasında durduğu sözlerinin doğruluğundan kesinlikle emin, ödün vermeye pek niyetli görünmeyen bir tavırla sürdürüyordu konuşmasını;  “ Ben evlatlarımı da, böyle yetiştirmeye çalıştım”.

*   *  * 
O, kendine de başkalarına da saygılı bir insandı.

Saçı sakalı uzamış halini görebilmiş tek bir şanslı insan dahi yoktur. Yaşamı boyunca babaca tuttuğu ellerimizi bırakmazdan birkaç ay önce, kentin üniversitesi hastanesi koğuşunda yatarken, sabahları daha doktorlar koğuşları dolaşmadan sakal tıraşını yetiştirdiğimde, taşınması insana zulüm gelen ağır bir yükü omuzlarından atmış gibi ne denli rahatladığını, çocuklar gibi mutlu olduğunu, hastane arkadaşlarına takılarak onlarla şakalaştığını dün gibi anımsarım…   

Kullanmadığı zamanlarda, karton korumaları içinde bulundurmaya özen gösterdiği  ‘jilet bıçakları’ benim için değer biçilmesi olanaksız olan birer hatıradır. Tüketim ekonomisinin açgözlülüğünün, değer bilmezliğinin gereği, şimdilerde kullanıp atmanın, çarçur etmenin revaçta olduğu, iki ucu açık, plansız programsız ‘modern’ zamanlarda artık üretilmelerine gerek yoktur!  Bu jilet bıçaklarından bana kalanları, traş takımımın sakin bir köşesinde ve hiç açmadığım özgün plastik korumalarının içinde, doğal ve iddiasız halleri ile atıl ve sitemsiz dururlar. Onları bırakın kaldırıp atmayı, kullanmam dahi olası değildir.

Plan defterlerinin konu başlıklarını karbon siyahı mürekkebe batırarak özenle kullandığı kesik divit uçla belirginleştirir; aynı ders planlarının konularını da emektar dolmakaleminden dökülen el yazısı ile sürdürür. Defterlerinin sayfalarını süsleyen el yazılarının her tümcesinin her sözcüğünde dikkatli bir hat ustasının titizliği ve inceliği vardır.  Hiçbir sayfanın hiçbir dizesinde tek bir harfin hatalı yazılmasına, sıradan ve olağan gelebilecek en küçük düzeltmeye ve silinti kazıma olayına denk gelmeniz olası değildir.

Uzun sözün kısası güzel insandı; güzel yazı yazardı. Yaşadığı anı gözler, zamanı kavrar, önünü görür, geleceği tasarlardı. Olayı değerlendirir, yorum yapar, sorgular ve sorgulatırdı. Onlara haklarını bilen birer yurttaş olmanın bilinci ve sorumluluğu, bilgi, emek ve deneyimlerle birlikte sevgiyi, yokluğu, varlığı da paylaştıkları Köy Enstitülerinde fazlasıyla verilmişti.  Geceler boyu kullandığı dolma kalemi ne büyük, ne değerli mirastır… Saklarım.

Ömrü boyunca iş yapmak, üretmek için düşünen; elbette çalışırken, tezgah başında, karatahta başında yorulan terleyen insanlardan olmanın huzuru ile yaşadı. El yazısı gibi, kimi defter sayfalarının boş yerlerinde, kimi ders planlarının başında sonunda, özene bezene yazdığı sözler de güzeldir:  “ Ancak ölüler üretici değildir!..”

İçindeki ışığı içinde hapsetmediğini, çevresine de yansıttığını bilirim. Çağdaş, aydın bir yurttaş olarak izlenmesi ve inatla yürünmesi gereken yolu kendine özgü yöntemlerle, günümüzde artık uğraşılmayan, uğraşılmaya, emek verilmeye değer görülmeyen, belki de hiç bilinmeyen, tümüyle el yapımı ders araç ve gereçleri üreterek, cilt işleri yaparak, okulların sıralarını, masalarını onararak, çalışarak gösterdi.  

O, en doğal, en insan haliyle, her zaman ve her koşulda çalışan, üreten, iş gören, iz gösteren, basit bir devrimci ve de gerçek bir eğitimci olarak bu dünyayı bıraktı gitti.  Ağaç saplı tornavidası, kerpeteni ve lehimle yapılmış teneke kutusu içinde su terazisi takım çantamda durur. Onları yitirmek Fikri Hoca’yı yitirmek, değerlerimi  yitirmektir. Yitirmek tüketmek, tükenmektir… Yoksullaşmak, yolun sonuna gelmek gibidir. Başıma gelebilecek en büyük, en son felakettir.

Böylesi talihsiz bir duruma düşmekten ödüm kopar. Un ufak olur, biterim…

Pek uzun olmasa da, yine de yetmiş dört yıllık yaşamı boyunca, motosiklet dışında hiç motorlu araç kullanmamıştı.  Şimdilerde birçoğumuzun kolayca edinip, kimilerimizin cebinde, çantasında kimlik olarak taşıdığı bir sürücü belgesine sahip olmamış, böylesi bir olanaktan yararlanmamıştı. Bizler gibi bir sürücü değildi; ama tozlu, bol hendekli, bozuk bağ yollarında “balon” tekerlekli, direksiyonu naylon şerit süslerle renklendirilmiş eski bisikletini kullanmada hayli iddialıydı.

Yaşamı kolaylaştıran, insanın üretkenliğini hızlandıran sıradan, bu basit bir aletin uzun süre iş görmesi, insana yararını sürdürmesi için; kullanılan eşyaya, araca gerece sahip çıkmasını, onu onarmasını ve de devamlılığını sağlamasını bilenlerdendi. Bu konuda da birçoğumuzdan, benim diyenlerden ayrılırdı. Söz konusu işin inceliğini, çok insanın es geçebileceği, önemsemeyeceği teknik ayrıntıları, nasıl bir ciddiyet ve sabırla anlattığını, öğrettiğini anımsarım. Issız bir ova yolunda patlayan bisiklet lastiğinin hangi pratik yöntemle yamanacağını… Zincirinin hangi aletle takılacağını ve yağlanacağını…

“ Benim bir adım önümde ol, zoru başar, olmaz deme, yapılmayanları yap, bizlerin yaşayamadıklarını yaşa, yararlanamadıkları olanaklardan yararlan. Arabana bin, sen sen ol üç kuruşluk benzinine acıma, ancak ihtiyacı olan, ola ki yardım bekleyen insanların yararına kullanmayı unutmadan.”

Fikri öğretmen yaşlandıkça yaşamdan fazla bir şey beklemeyen, yani sıradan insanların özlemini çektiği sakin bir yaşamın “huzurlu” köşesine çekilip çiçek soğan çapalayacağına, üretken, gücü kuvveti, olanağı yettiğince paylaşımcı, katılımcı olan yaşam biçimini seçti. En çalışkan, en eğitici haliyle göçtü gitti.

Seçkin ve değerli bir insanın anısı, birçok şeyde yaptığımız gibi, onu gereksiz konuşarak tüketmek, bitirmek, eskitmek, anlamsızlaştırmak, içini boşaltmak için değil, kalbimizde, ruhumuzda ve bilincimizde yaşatırken, onun sıcaklığı, ayrıcalığı ile durulabilmek, dinginleşebilmek,  “ Şu dünyada aldığım ve dahi verdiğim her soluk sizlerin eseridir, iyi ki vardınız, bize örnek oldunuz ve bizlerle birlikte aynı yaşamı paylaştınız.” diyebilmek içindir.

*   *  *
17 Nisan 1940 yılında din, dil, ırk, renk, cinsiyet, inanç, kültür, bölge ayırımı gözetilmeksizin bozkıra, köylüklere ekilen aydınlanma çekirdeğini bağrında taşıyan Köy Enstitüleri aynı yıl Anadolu topraklarının yirmi bir diyarda birden sürgün verdi.

Yıl 1940...

Ülke, kız erkek öğrencilerin aynı derslikte, aynı sırada oturduğu karma eğitimin çağdaş ve demokrasiden yana yüzünü gördü… Geleceğin ışık dolu genç beyinleri Dünya Klasikleri ile tanıştı. Uygarlığa hoşgörü, barış ve demokrasi ile ulaşılabileceği, kalkınmanın ise, ancak bağımsız, özgür ve kardeşçe, birlikte yaşanan topraklar üzerinde üretim ile, başkalarına, başka güçlere bel bağlayarak değil, sadece kendi özgücüne güvenerek, bağımsızlık ve özgürlük ruhu ile olabileceği kanıtlandı.

Yıl 1940… 

Ülke tarihinde ilk kez öğrenciler bir anfi-tiyatro yapar; orada saz, keman, piyano konserleri verir, Cehov'un, Moliere'nin, Gogol'un ünlü oyunlarını sergiler. Hafta sonları okul alanında müdüründen aşçısına dek herkesin katıldığı tartışma, eleştiri ve değerlendirme toplantıları yapılır. Bu demokratik toplantılarda sorunu olan, herhangi bir uygulama ile ilgili şikayeti, eleştirisi olan öğrenci, kalkar özgürce konuşurdu.

Okul müdürlerinin dahi eleştirildiği bu toplantılar, yazılı belgelerde, anılarda yeterince geçer. Bu anlamda da, Köy Enstitüleri projesi bir demokrasi ve insan hakları projesidir.

Yıl 2011…  Diyanete ayrılan dev ödeneklerle tarikat eksenli örümceklenme genç beyinlere yerleşiyor. Aydınlığa, bilgiye susuz kız öğrencilerinin cetvelle etekleri ölçülüyor.  Öğrenciler ticarethanelere dönüştürülen okullarda, yarış atları gibi birbirleriyle yarıştırılıyor.  Malum ÖSYM skandalının rezil şifreleri ile umutları, gelecekleri çalınıyor.

Yıl 2011… Ülkem insanı çalışmaya, kafa yormaya, üretime, bilime, sanata yabancılaştırılıyor.  Tüketime koşullandırılıyor.  İş isteyenler azarlanıyor, barış isteyenler ötekileştiriliyor. İncirlik üssünü kullanan uçakların yükünü, devletin Çankaya zirvesi dahil kimse bilmiyor…

Yıl 2011... 70 yıl önce sevginin, barışın, üretimin çiçeklerini yeşerten kadim topraklar, bu gün ölüm tarlalarına, asit kuyularına dönüşmüş, kemik, silah, patlayıcı, yanmış insan giysilerini, oligarşik diktanın yeniden biçim ve düzen verdiği derin devletin resmi belgelerini ve toplu mezarlarını, midelerinin kaldırmadığı yine kendi pisliklerini kusuyor.


                                                           Hasan Oğuz BİLGEN, Aralık 1996
                                                            Son düzenleme; 17 Nisan 2011

hasanoguzbilgen@yahoo.com.tr
http://www.evrensel.net/news.php?id=4327
http://www.ozgurmedya.org/newsdetail.asp?CatID=25&NewsID=5298

Haber Tarihi: 06/12/1996, Haber Editörü: Özgür Medya, Haber Kaynağı: Özel,                  
++ Ozgur Medya ++ info@ozgurmedya.org,                                                                   
Sitede yer alan yazılar yazarlarını bağlar. Yazı içeriklerinden site yönetimi yasal sorumlu değildir. Tüm yazılar Telif Hakları Yasası Gereğince korunur.

7 Nisan 2016 Perşembe

DAĞLARINA BİBER GAZI GELMİŞ MEMLEKETİMİN


DAĞLARINA BİBER GAZI GELMİŞ MEMLEKETİMİN…

2016 Türkiye’sinde arşınladığımız yolları, kaldırımları yapan, ekmeğimizi soframıza koyan, hayatın şalterini ellerinde tutan çalışan insanlık üzerinde planlanan oyunları duysa, az ötede yıkılmış Sur’u Cizre’yi görse, Cerrattepe’yi yaşasaydı ne denli üzülüp kahrolacağını tahmin etmek çok zor değil. Yazı başlığı için şiirin ustası Ahmet Arif’ten ne denli özür dilesem azdır.  Aslında bunu büyük ustanın yapmasını isterdim;  milletin bir yerlerine koymakla, ihalelerle, tahtla postla, mızraklı ilmihalle, kadının hayat dolu şen kahkahası,  Fırtına Deresi ile kafayı yemiş edepsizlerin taş kafalarına birer şarjör dolusu dokuz milimetrelik şiir boşaltsın diye…

*  *  * 
Bir 23 Nisan Bayram gününde, rutin konuşmalardan ve bildik törenlerden sonra ağaçtan yapılma müsamere sahnesine fırlayan deneyimli sihirbaz suspus olmuş çocukların meraklı gözlerine adeta görsel bir ziyafet çeker. Beklenmedik gösterinin sonunda bol çocuk çığlıklı bir şamata kopar. Alkış korosunda sadece ön sırada oturan sarışın çocuk yoktur; ertesi gün öğretmen sınıfta çocuğa nedenini sorar.  “O adam hepimizi kandırdı!” yanıtı karşısında da “Bunu iyi niyetle yaptı, kötü niyetle değil.  Hem bu, onun mesleği…” gibisinden bir iki laf yuvarlar.   Öğretmenine karşın, ikna olmayan çocuk aldatma becerisinin Yahya Demirel’in ilk hayali ihracat hokkabazlığıyla nasıl gelişime uğradığının, ondan sonraki yıllarda siyasi elitlerin ‘hünerli’ ellerinde nasıl birer ballı, ikballi bir meslek durumuna dönüşebileceğinin, dönüştürüleceğinin canlı tanığı olacaktır.    

*  *  * 
İlüzyonistin, Türkçe’siyle sihirbazın zor olduğu kadar, çokta kolay sayılabilecek keyifli bir görsel sanatı uyguladığı söylenebilir. Yapılan işin zorluğu, olmayan bir şeyi varmış, orada duruyormuş gibi göstermesinden, bir bakıma da aslında olan bir cismi çok, insanı şaşırtacak denli, çok farklı yansıtmayı becerebilmesinden gelmektedir. Hakkını vermek gerekir ki, sihirbazlık tekniğinin temelinde çok az insanın sahip olabildiği üstün bir beceri, yine kolay bulunmayan bir yetenek yatmaktadır.

-2-
Algı yanılsamasından başka bir şey olmayan eğlenceli olayımızı, halkımız “göz yanılması”,  “el çabukluğu marifet” gibi basit, yalın ifadelerle açıklamıştır. Tamam da, o zaman kolaylığı nerededir?  Kolaylığı da, bu işin ustasının karşısında, bulundukları mekanı sorgulama şansı olamayan, ışığın değişik açılardan kırılmasından,  perdeleme numaralarından ve oturduğu koltuğun teknik dizaynından habersiz, aldanmaya, kanmaya, kandırılmaya uygun bir insan kitlesinin bulunmasıdır. Bu özel durum, futbolcunun deyimiyle “saha avantajı” gibi bir şey.
Konjonktürel durumla ilgili konunun uzmanına kulak verilecek olsa, açıklama eminim çok daha net ve anlaşılabilir olacaktır:  “Hal böyle olunca, sonuç elbette ülke seçmeninin  % 51’ inin, işçisinden köylüsüne, profesöründen sanatçısına, gazetecisine, herkese saldıran, cana kasteden zalime, her hak talebini kendisine karşı komplo olarak gören devlet refleksine ve paranoyasına karşın, içeride, dışarıda memleketin güllük gülistanlık olduğuna inanması şeklinde olacaktır.”

Ayrıca,  bu % 51 efsanesinde bir de ahlaki boyut -daha doğrusu ahlaksızlık boyutu- gizli ki, düşman başına. Hem de, etik olmayan tam da bu allanıp pullanan ‘%51 çoğunluğun’ içinde.  Bu %51’in de, en az yarısının hokkabaza ve yarattığı paranoyaya inanmasa bile -elbette çıkar uğruna- inanmış gibi yapması, sanki şaka içinde bir başka şaka gibi. Yoksa, ilüzyonist yanlış algı yüklediği, hipnotize ettiği hayranları üzerinde yüzde yüz başarılı olsaydı; bu gün itibari ile belleklerde bile asılı tabelası kalmamış olan ANAP, neredeyse İstanbul’un fethinden önce Anadolu’da gerçekleşmiş salt bir kız kaçırma vakası öneminde, lütfen kabilinde hasbelkader anımsanıyor olur muydu?

*  *  * 
Parlamento ahırının tarihinde ilk sihirbazlığın hangi partinin hangi vekili marifeti ile, hangi zaman yapıldığı, siyaset biliminin geçmiş eski sayfalarında tabi ki vardır. Ne var ki, konu bu gündür ve mesleğin bugün eriştiği düzeydir. Popüler AVM hayatının popüler deyimiyle son “canlı performans”a,  kısmi zamanlı çalışma, kiralık işçilik ve özel istihdam bürolarını içeren  “Torba Yasası”nın komisyon görüşmelerinde ve beklenen “taşeron işçisine beklenen kadro” konusunda, kamuoyuna “büyük müjde” verilirken tanık olundu.  

29 Ocak 2016 tarihinde “Kadın istihdam paketi” adı altında, “Ailenin ve dinamik nüfusun korunup kollanması”, “doğum yapan, çalışan kadın işçinin gözetilmesi” üzerinden yapılan laf cambazlığı, kadın işçinin adını ve haklarını kullandığı, malzeme yaptığı için gayrı ahlaki bir yasadır. Doğumla boşalan çalışma alanına ‘kiralık işçi büroları’ aracılığı ile kiralık iş gücü yani kiralık işçi temin edilmesi planı, kazanılmış haklarını gasp etmeyi, kiralık, yarı zamanlı ve güvencesiz çalışmayı meşrulaştırmayı amaçlamaktadır. Bu yasadan “doğum yapan kadın işçi yarı zamanlı çalışarak...” yararlanıyor gibi (elbette şimdilik) görünse de,  bir kurala bağlı olmayan bu esnek, kaygan zeminli uygulama ilerleyen yıllarda tüm işçileri kapsayacaktır.

*  *  * 
-3-
İkinci ve son sihirbazlık gösterisi de, melon şapkadan “taşeron işçiye kadro” değil de, “Özel Sözleşmeli Personel” çıkarılması biçiminde olmuştur. Başbakan 21 Mart 2016 konuşmasında bir türlü kadro dememiş, diyememiştir. Konuşma dili ve sözcükler dil uzmanları tarafından dikkatlice belirlenmiş, özenle seçilmiştir. “Özel Sözleşmeli Personel olarak kamuya alıyoruz” diyor. Ne, 657 sayılı (4-A) Devlet Memurları Yasası’ndan, ne aynı yasanın 4-D maddesinden (iş sözleşmeleri ile çalıştırılan sürekli işçi kadrolarından) söz ediyor, edebiliyor…

Söz edemez; çünkü kamuda kadrolu olarak çalışma mevzuatı yukarıda belirtilen ve de ilgili yasanın iş güvencesi altında olan iki ana çalışma statüsü üzerine kuruludur.  Bu durumda, açıklanan “Özel Sözleşmeli Personel” ne olduğu belli olmayan, hiçbir yönetmeliğe ve yasal statüye oturmayan, sözcüğün gerçek anlamı ile bir ucubedir. 

ÖSP konumuna getirileceği söylenen taşeron işçisinin tüzel pozisyonu, ne 4-A maddesinden ne de 4-D maddesinden 657 sayılı yasa ile ilintilidir.  Ne 4-A bendine göre “devlet güvencesi altında” çalışacaktır,  ne de 4-D bendine göre “belirsiz süreli iş sözleşmeleriyle çalışan sürekli işçiler” olarak mevcut “İş Yasası” hükümlerine tabi olacaktır. 

Diğer anlatımla, bu ülkede ister beyaz gömleği ile masa başında, kara tahta ya da bilgisayar başında kafa emeği ile çalışsın, isterse de iş tulumu, iş eldiveni ile tezgah başında kol emeği ile çalışsın,  çalışanın kadrolu oluşundan söz edebilmek için, 657 sayılı yasanın belirttiğimiz iki pozisyonun birisi üzerinden istihdam edilmesi gerekmektedir.

Bu yüzdendir ki, tam bir Drakula örneği olarak AKP kafasından doğup gelen, muhtemelen önümüzdeki günlerde çalışma yaşamımızın tam göbeğine yerleşecek olan “Özel Sözleşmeli Personel” profili tam bir ucubedir.  Demirci Arif Usta’nın “Ucube, ucube diyordun, al sana ucube.” dediği, tam da budur. Hiçbir yasada adı sanı geçmeyen, hak hukuk sınırları belirsiz, mevcut hiçbir yasal kalıba sığmayan ve hiçbir mesleki kabı doldurmayan tam bir ucube…

Özel Sözleşmeli Personel, ne “İş Yasası” ne “Devlet Memurları Yasası” ile belirlenmiş ve adı konulmuş bir işçi/ memur olmadığından tıpkı taşeron işçileri gibi, siyasal iktidar tarafından kamuda ucuz işgücü kaynağı olarak, güvencesiz ve savunmasız biçimde çalıştırılacaktır.                  

“Tipitip” kılıklı Başvekil, “Dışarıda tek bir işçi kalmayacak” ve “Hepsini kamuya alıyoruz” derken, akıl hocaları tarafından önüne konulmuş kağıdı çok dikkatli okuduğu, suflörünü iyi dinlediği belli. Buraya dikkat, “Kadroya alıyoruz” demiyor, diyemiyor. Kadro vermeleri ve bir sicil kadro numarası ile çalıştırmaları asla söz konusu olmadığı gibi, taşerondaki mevcut işçilerinin tümünün alınacağı da doğru değil. Ancak, emekli olmayan, devlet memuru olma koşullarını taşıyanlar,  adli sicil kaydı “temiz”(!) olanlar,  sadece on iki (12) ay boyunca tam zamanlı çalışanlar ve  kimler tarafından yapılacağı belli olmayan iki ucu açık yazılı ve sözlü sınavları kazananlar,  ancak Özel Sözleşmeli Personel olabilecek.  

-4-
Yukarıda belirttiğimiz engelleri “ezkaza”, “hasbelkader” aşarak Özel Sözleşmeli Personel olma hakkını kazanan işçilerden bu kez, başka şartlar(!) istenecek:   O güne kadar işveren aleyhine açmış oldukları davalardan vaz geçmeleri, o günden sonra da, hak arama amaçlı dava açma ve başka yasal/meşru haklardan gönüllü olarak feragat etmeleri gibi… Burada varılan hukuki durum, istisnasız ve de koşulsuz işveren lehine olan, burjuva demokrasisi hak ve hukukunda da olsa, hiçbir “hakkaniyet” ölçülerine sığmayan, bir kez daha işveren lehine gönüllü bir “sulh”durumudur. Buna Batı kültüründe çok özel durumlarda “Uygar Teslimiyet”, “Medeni Uzlaşma” deyimlerinde rastlanmaktadır.

Özel Sözleşmeli Personel, “İş Yasası”na da, “6356 sayılı yasa”ya da tabi olmadığından hak alma amaçlı iş bırakma eylemliliği, hareketliliği başta olmak üzere,  hiçbir biçimde serbest toplu pazarlık yapma/ sürdürme hakkına sahip olamayacaklardır. Durum böyle olunca da gelen her yeni seçim döneminde siyasal iktidarın oy deposu olmaktan kurtulamayacaklar,  bitmedi kendi iradeleri ile özgürce bir sendikaya üye olamayacaklar,  kamu istihdamında konumlandırılmış işçilerinin yararlandıkları sosyal haklardan ve devlet ikramiyelerinden yararlanamayacaklar.  Ayrıca iş akitleri de üç yılla sınırlandırılmış sözleşme dönemlerinin akıbeti ile belirlenecektir.  Bu sonuç, iş güvencesini fiilen ortadan kaldırması nedeniyle can alıcı önemdedir.

Teknik detaylarını kabaca ele aldığımız, çıkarılmak/ uygulanmak istenen yasaya genel olarak bakılacak olursa, bırakın İslamcı AKP Diktatörlüğünün şapkadan tavşan çıkmasını, kurtarıcı olarak lanse ettikleri, allayıp pulladıkları, abarttıkları dağ fare bile doğurmamıştır. 

Son bir kez yineleme:
2016 Türkiye’sinde, arşınladığımız yolları, kaldırımları yapan, ekmeğimizi soframıza koyan, hayatın şalterini ellerinde tutan çalışan insanlık üzerinde planlanan oyunları duysa, az ötede yıkılmış Sur’u Cizre’yi görse, Cerrattepe’yi yaşasaydı ne denli üzülüp kahrolacağını tahmin etmek çok zor değil. Yazı başlığı için şiirin ustası Ahmet Arif’ten ne denli özür dilesem azdır.  Aslında bunu büyük ustanın yapmasını isterdim; milletin bir yerlerine koymakla, ihalelerle, tahtla postla, mızraklı ilmihalle, kadının hayat dolu şen kahkahası, Fırtına Deresi ile kafayı yemiş edepsizlerin taş kafalarına birer şarjör dolusu dokuz milimetrelik şiir boşaltsın diye…

Hasan Oğuz Bilgen, 10.04.2016, Naldöken Şantiyesi.



2 Nisan 2016 Cumartesi

ERTELENEN DERBİ MAÇI 13 NİSAN’DA…

ERTELENEN DERBİ 13 NİSAN’DA…

Süper Lig’de 20 Mart Pazar günü oynanması programlanan Galatasaray - Fenerbahçe derbi maçının “güvenlik” nedeni ile ertelenmesinden günler sonra beklenen büyük karşılaşmanın 13 Nisan’da gerçekleşeceği açıklandı. ( Gazeteler )

 *  *  *  
Yaşı ellilerde, altmışlarda olan hemen her yurdum insanı, çocukluğunda ya da yeniyetme yaşlarında, yarı şaka yarı ciddi ama mutlaka uluorta söyleniveren  “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu.” tekerlemesini dün gibi anımsayacaktır.  Bu basit, biraz da sokak ağzından esintiler taşıyan bu çocukça söz, o zamanlar hepimize ciddi bir lakırtı gibi gelir; derin bir dünya görüşünü şakayla karışık anlattığı, insanın duruşuna ve de durduğu yere işaret ettiği düşünülürdü.  

Sonra kavak yellerinin deli başlarımızı ağır ağ terk etmeye başladığı yıllarda  -tekerlemenin genç beyinlerde yarattığı algının değişikliğe uğramasından olacak- sanki akıl verir, nasihat eder gibi söylenmeye başlandı. “Ben böyleyim, böyle yaparım, sen de öyle ol !” mealinde…

Ama ok yaydan çıkmıştı bir kez.

Ağır ağabeyler dün kısa pantolonlarıyla,  boş arsalarda “mahalle maçları” yapmalarıyla dalgalarını geçtikleri çocukların, artık ağır eylem adımlarıyla akan sulara karşı yürümeye başladıklarının ayırtında değillerdi.  Bilgiç pozlarda, yüzümüze karşı pişkince, kabak tadı veren o boş sözü yinelediklerinde, biz de içimizden “görürsek söyleriz” diyor, birbirimize bakıp hınzırca gülüyorduk. Nasıl yapmışsa yapmış, devrimci mücadelenin açık denizlerinde kulaç atmayı, yüzebilmeyi öğrenmiştik.  

Şimdi…
An geldi; yukarıdaki tarih sayfası ile bu satırların yazıldığı  “deneyim ve bilinç hali” arasına yaklaşık elli yıllık bir zaman dilimi sığışmaya çalışırken, aslında her ikisi arasında nasıl da bir ince çizgi bulunduğunu hayretle gördüm.  Buna neden olan, demirci Arif Usta’nın çay molasında, uzaktan uzağa  “ Derbi 13 Nisan’da ” diye bağırması ve kendine özgü komik ve manidar bakışlarıydı. 

Tecrübeyle sabittir:  Şantiye tarihinin hiçbir gününde, demirci Arif Usta’nın güncele ilişkin (kıdem tazminatı, kiralık işçilik, istihdam büroları v.s. dahil)  hiçbir yüksek sesli haberi, bu kadar sıcak bir ilgi ve heyecanla, bu denli yoğun bir şamatayla karşılanmamıştır.  Bu son dakika haberinin detaylarını sabırsız ve ateşli konuşmalarla tartışan kalabalığın arasından çaktırmadan sıyrılıp gelen bilge adam, hinoğluhin bir gülümsemeyle kulağıma fısıldamakta gecikmiyor:  “ Bu seferki yazının başlığı bu olacak!..  Başka yolu yok!..”

“Güvenlik” nedeniyle ertelenen derbi karşılaşmasının yapılacağı “Büyük gün”!!  
  Diğer deyişle 13 Nisan !?

Seri çocuk tecavüzlerinin, otomatiğe bağlanmış iş ve kadın cinayetlerinin işlendiği, utanmaz kahramanlık nutuklarının atıldığı, aklın, vicdanın çukura, insanın bodruma tıkıldığı, “İğfal ediyorlar, öldürüyorlar ama çalışıyorlar” denilmesine ramak kalmış bir ülkede, işin doğrusu meraklanmadan edemiyor insan:  “O büyük gün geldiğinde ne olacak?”( ! )  

Yani nasıl denir?!  Aklını ve vicdanını henüz yitirmemiş bir insanın “görmedim, duymadım, bilmiyorum” diyemeyeceği türden çılgınlıkların yaşandığı günlerde, daha demincek “akrep gibi” olan insanların, aniden pürdikkat 13 Nisan’a kulak kesilmesi olayı, üzerinde durulması ve analiz edilmesi gereken klinik bir ruh hali olsa gerek.

 *   *   *   
Ya, 13 Nisan 1938!?

13 Nisan 2016 Çarşamba günü oynanacak derbi maçının sonucu ne olursa olsun, kim nereye dikkat kesilirse kesilsin bundan tam 78 yıl önce,  yine bir nisan günü, 13 Nisan 1938’de Viyana’da oynanan “dostluk maçının” muhteşem final sahnesi kadar çarpıcı, sarsıcı ve de beyinlerde iz bırakıcı olamayacağı şimdiden söylenebilir.  Nasıl mı?

Şöyle…
Nazi ordusu ve başındaki Führer gözünü Avusturya’ya dikmişti… 
Hitler 1938 yılının mart ayı başında, “Avusturya’nın hiçbir zaman kendi başına bir ülke olmadığını, olamadığını, olsa olsa güçlü bütünün bir parçası olabileceğini” söylerken, bu ülkenin çok yakın tarihte Almanya’ya bağlanacağının ilk işaretlerini de vermiş oluyordu.  İşgal ve ilhak düşüncesini oldubittiye getirip üzerini örtmenin en uygun yolu, “dostluk karşılaşması” adını verecekleri bir futbol maçını ustaca (siz ‘ahlaksızca’ okuyun) kullanmaktan geçiyordu.  “ İki ülkenin birleşmesi”( !) 13 Nisan 1938 tarihinde, Viyana’da gerçekleştirilecek bu dostluk maçı ( !) ile tescillenmiş / meşrulaştırılmış olacaktı.   
Maç öncesi futbolcular soyunma odalarında sivil giyimli sert görevlilerce oldukça ciddi tarzda uyarılır.  Maç ‘dostça’ oynanacak, ‘yeneni ve yenileni olmayacak’ ya da en fazla ‘gollü bir beraberlikle’ bitecekti. 

Santiago stadyumunda olduğu gibi, insanlık tarihinde faşizmi ve faşistleri çileden çıkartan bir Victor Jara her zaman olmuştur ve olacaktır. 

Bu maçın Victor Jara’sı da, savaşa, ırkçılığa ve faşizme karşı nefretini açığa vuracak kadar cesaret sahibi olan, Avusturya takımının ünlü oyuncusu Matthias Sinderal’dır. Faşizmin propaganda ve reklam oyununa, ahlaksız talimatına fazla dayanamayacağı bellidir.  Maçın son on dakikası içinde, Alman kaleciden dönen topa sertçe ama akıllıca dokunur.  Başta Adolf Hitler, Göbels olmak üzere oradaki tüm faşistlerin gözlerinde şimşekler çakar.  Matthias Sinderal tedbiri elden bırakmaz;  vakit geçirmeksizin Nazilerin olduğu tribünün önüne gider ve golünü coşkulu bir biçimde, çılgınca kutlayarak şovunu tamamlar.

Bu gol, özellikle de onca izleyicinin şaşkınlık ve hayranlık dolu bakışları önünde sergilediği görsel şölen onun ölüm fermanı olacaktır.

 *   *   *   
Futbol yaşama, yaşamın doğasına nasıl da benziyor, onunla ne denli örtüşüyor.  Doğrudur, top yuvarlaktır. Doksan dakika içinde akılları uçmuş, vicdanları kurumuşları ve her şeylere egemen olduklarını sananları, hiç beklemedikleri bir anda çileden çıkaran aykırı durumlar olabilmektedir.  Farklı zamanların farklı coğrafyalarında, parlamento ahırlarında, fabrika, işlik, ofiste yani ezcümle çalışma alanlarında, mahkeme salonlarında kafalarına göre düdük çalıp yaşamımızı yönlendirmeye çalışan siyasi hakemlerden bu gün kaçının adı anılıyor? 
Top yuvarlak, tamam… Ne ki hareketi idealist felsefenin fasit dairesinin dönüşüne hiç ama hiç benzemiyor…

 *   *   *   
Ya, 25 Nisan 1947!?

25 Nisan 1947’de Amsterdam’da, Ajax stadına bakan yoksul bir mahallede doğar. Adı Johan Cruyff’dır.  On yaşında Ajax’ın çocuk ekibinde top çevirirken, annesi de kulübün kantininde çalışmaktadır.  Johan Cruyff yine doğduğu ay olan nisan ayında, geçtiğimiz günlerde parlak ve efsanevi bir futbol yaşamına sessizce veda etti.  

Anılarında “Karşılaşma başlamazdan önce takım oyuncularının maçı kazanmak için küçük bir odada dua etmesine ve tanrıya yakarmalarına anlam veremediğini” açıklamasının metafiziğin akıl hocalarının, idealizmin antrenörlerinin, oyun ve sistem kurucularının, bilumum düzen çalıştırıcılarının sinirlerini adamakıllı bozduğu söylenebilir. Johan Cruyff, nam-ı diğer “Sarı Fare”.  Futbol tarihinde dünya transfer rekoru kırarak Barcelona’ya gitti. Ajax başkanı onu Real Madrid’e göndermek istedi. Faşizmden ve faşist diktatör Franco’dan nefret ettiğinden çok daha fazla para vermelerine karşın, öneriyi kabul etmedi. Yıllar sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide “Bu faşizme meydan okumaydı.” diyebilme cesaretini gösterecekti.     

Ya, St.Pauli topçusu!?

Bizim futbol dünyamızda da oldukça “sinir bozucu” şeyler olabiliyor. Almanya’da, St.Pauli takımındaki bol akçeli futbol geleceğini bırakıp Gençlerbirliği’ne gelen Deniz Naki gibi… O da M.Sindelar, Carlos Caszely, J.Cruyff, Metin Oktay gibi statükonun kalıplarına sığmayan, sığdırılamayan bir futbolcu… Dilinde küfür ve nefret olmayan, barıştan, kardeşlikten yana olduğunu da söylemekten bıkıp usanmayan, belki de sırf bu yüzden Ankara’nın göbeğinde meydan dayağı atılan bir sporcu…

Döğmeleri yüzünden ne “Piç” liği, ne “Vatan hain” liği kalan…  Kurtlu, sopalı, palalı, dört bir koldan saldırıya, tacize,  dört bir yandan linçe uğrayan…

 *   *   *   
Ya, yazının orta yerinden çıkıp gelen Metin Oktay!?  Tek sözcükle “Yazısız”…

 *   *   *   
Maçın  -uzatma dakikaları dahil- doksan dakikası, yani futbol renkleri, zenginlikleri, zıtlarının birliği, etkileri tepkileri ile yaşama ve yaşamın tam da kendisine benziyor.  Meşin yuvarlak vurulan ustaca bir tekmeyle harekete geçiyor, -yer çekimi yasası karşısında boynu bükük- ancak fiziğin diğer yasalarına uygun olarak verilen bir falsoyla bazen ağlara,  bazen de “Kralın Çıplak” olduğu hedefe doğru aykırı bir ayakkabı ya da muhalif bir yumurta misali süzülüyor. 

Şimdilerde kapitalist ekonomilerin sultası altına alınmış, popüler kültürün rant çöplüğünde kokuşturulmaya, çürütülmeye çalışılan endüstriyel futbol, “Çarşı”sı, “Sol Açığı”, aykırı, muhalif ve sivri tiplemeleri ile garip bir biçimde yaşamın diyalektiğine uygun kendi mecrasında akıp gidiyor.

Hangi fincancı katırını nerede ürküteceği, hangi diktatörü, hangi egemen zihniyeti ne zaman ve hangi kalede ters köşeye yatıracağı belli olmuyor.


Hasan Oğuz Bilgen, 30. Mart. 2016, Naldöken Şantiyesi.