23 Ocak 2015 Cuma

SYRIZA: KOMŞUNUN TEK SEÇENEĞİ Mİ?

SYRIZA: KOMŞUNUN TEK SEÇENEĞİ Mİ ?




Yakın geçmişte Papandreu’ya görevinden ayrılmaktan başka bir seçenek bırakmayan siyaset dağının görünmeyen bölümünden gelen, kayda değer baskılama, komşuda önemli politik gelişmelere yol açacak olan gebeliğin ilk doğum sancıları gibiydi. Yukarıda, buzdağına atıfta bulunarak anlatılmak istenen belirleyici baskı erki, AB Komisyonu-Avrupa Merkez Bankası ve IMF müfettişlerinden oluşan kutsal ittifaktır. Özgün adı ile Troyka…

Komşuda, emekçi halka 2012 seçimlerine gelinceye kadar hoyratça dayatılan vahşi kemer sıkma ve yoksullaştırma uygulamaları, köleleştirmeyi meşrulaştırma çalışmaları söz konusu ittifakın dört yıl boyunca, Yunan devletine rekor düzeyde kredi musluklarının açılmasının, bankaların yüzlerce milyarlık batık kredi borçlarının silinmesinin bir sonucuydu. Ülkemizde dayatılan yeni liberal politikalardan da anlaşılacağı üzere, ağırlaşan ve risk arz eden sistemi yeniden canlandırma ve kurtarma operasyonları, krizin külfetlerinin Yunanistan emekçilerinin omuzlarına yıkmak için yapıldı.

Kutsal ittifak Troyka’nın Teknokrat Papademus’u başbakan yapmasının özünde, PASOK’u ve Yeni Demokrasi Partisi’ni dize getirmesi esprisi vardı. Bir başka deyişle, Troyka bir yandan ekonomiyi ve yatırımları yönetirken, bir yanda da siyaset arenasının sınırlarını ve derinliğini de (Tabi ki kendi çıkarları doğrultusunda) belirliyordu. Kuraldır. Isınan hava yükselir ve olayın doğası gereği kendi mecrasında bir hava akımı yaratır. Toplum biliminde de iktisat biliminde de etki tepki kuralının sonuçları sarsıcıdır ve dahi kaçınılmazdır.

Bu kaçınılmazlığın hayatın içindeki ‘eşyanın doğası’ olarak açıklanabilecek karşılığı, güvencesi ve geleceği olmayan koşullarda darlık ve yokluk içinde yaşayan, çalışan halkın, üzerlerine yıkılmaya çalışılan vergilere, borçlara, sefalet politikalarına karşı yaygın protestolar ve genel grevler olarak duruşudur. Troykanın acımasız yeni liberal politikalarını ısrarla sürdürmesinin doğal sonucu olarak yükselen emekçi muhalefetinin halkın değişik çalışan kesimlerini de içine alması, muhalif güçlerin değişik renklerini toplumun yeni ilerici dinamiklerine dönüştürmesi, komşuda yaşamı hızla 2012 Haziran seçimlerine getirdi.

2012 seçimleri, SYRIZA için, siyasal hedeflerini ve amaçlarını ifade etmek, hızla sefalete itilen çalışan kesimlerin yeni liberalizmin serbest piyasacı uygulamalarına layık olmadığını, başka bir Yunanistan’ın mümkün olduğunu düşüncesini duyurmak/tanıtmak noktasında bulunmaz bir fırsattı. Radikal Sol Birlik (SYRIZA) bunu yaptı. O gün için geçilen eşik, bir sonraki karmaşık ve zorlu mücadelenin henüz merdiven başıydı. Devlet borçlarını ödemeyecekleri, yapılan anlaşmaları tanımayacakları, ne var ki Avro’ dan da çıkmayacakları kırmızı çizgisinin politik olarak korunması gerekiyordu. Açılımı Radikal Sol Birlik olan SYRIZA’nın gelişmesi, tanınması ve öfkeli kalabalıklarla buluşması, bu siyasal ve iktisadi iklimde gerçekleşti. Halkın yükselen muhalefetinin içinden çıkan bu siyasal, kolektif birlik, IMF baskılamasını ve ikili anlaşmaları tanımadıklarını, acı reçetenin muhatabı olmadıklarını söyleyen, bir ifadeyle gökkuşağı, bir başka ifadeyle de şemsiye projesiydi.

Sokakları ısınan 2012 Haziranına yaklaşırken sermaye cephesinin tutumu:   Troyka, girilen seçim atmosferini kontrol etmekte kararlıydı. Mevcut sistemin kemer sıkma politikalarından bıkmış emekçi halkın umutlarının, beklentilerinin SYRIZA’nın seçim programı ile örtüşmesinin yarattığı olumlu havanın dağıtılması gerekiyordu. Baş vurulan yöntem, alışılmış biçimi ile tehdit ve göz dağı oldu:     “ Ola ki kazanırsanız, Avrupa Birliği’ni kaybetmiş olacaksınız. Avro’yu da unutacaksınız.” propagandası, hemen her platformda sıkça yapıldı. Tehdit ve şantaj tuttu; Yeni Demokrasi Partisi % 29,7 oranında bir oyla seçimin galibiydi. Ancak, PASOK’la yapılacak bir koalisyonla hükümet olabilecekti. Böylesi bir siyasal denge, Avrupa bağımlısı Yunanistan sermayesi için sorun oluşturmuyordu. Önemli olan, AB Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF üçlü birlikteliğine dayanan zenginler kulübü TROYKA’nın, daha fazla esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma, daha fazla sömürü, daha fazla yoksulluk programının sürdürülebilir olmasıydı.

2014’e gelindiğinde IMF ve Avrupa Merkez Bankası kredileri ile finanse edilmiş serbest piyasa ekonomisi -ücretler ve alım gücü- dibe vurmuş, kamuda daralma, işsizlik, yoksullaşma tavan yapmıştır. Komşudaki bu mali fırtına, Mayıs ayında SYRIZA’nın yelkenlerini şişirmesine yarar. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Sol Birlik, % 27 oy oranıyla, yani 3-4 puan gibi sınırlı bir farkla Yeni Demokrasi Partisi’nin önüne geçer.

15 Eylül 2014’te SYRIZA yayınladığı Selanik Manifestosu’nda, önceki görüşlerinden öz olarak pek farkı olmayan, içinde kaynakların nereden ve nasıl bulunacağını belirten oldukça detaylı bir mali program açıklar. Bu manifestoda göre SYRIZA, her şeyden önce gökkuşağı renklerini içeren şemsiye yapı olma özelliğini koruduğunu yinelerken, Yunanistan’ın Avro bölgesinden çıkmasından yana olmadıklarını en başında ifade etmelerinin yanı sıra “sosyal kalkınma” için sosyal yatırımların öncelikle hangi alanlara ve nasıl yapılacağını sorusuna doyurucu yanıtlar verir. Program, yer altı ve yer üstü kaynaklarının dış borç faizlerine akmasını önleyerek, eşit, adil ve akılcı biçimde, insan merkezli, emek eksenli uygulamalarla değerlendirileceğinin altını kalın çizgilerle çizer. Halktan yana, halk için programın önemli başlıklarına göz atarsak:

·         Ücretsiz elektrik hizmeti, gıda üretim ve tüketiminde destek tasarıları…  
·         İşsiz yurttaşlara ücretsiz ulaşım hakkı.
·         Sağlık alanında yaygın, eşit, adil ve ulaşılabilir bir hizmet.
·     Isınmak için gerekli enerjiye ulaşma kolaylıkları, bunun için halka ağır yük getiren özel vergilerin  kaldırılması.
·         Emeklilere yıl sonunda 13. Maaş.
·         Sosyal güvenlikte ve barınma hakkında insanla buluşan yenilikler…
·   Küçük ve orta boy işletmeleri desteklemek, borçların tahsili için düzene sokulması…
·    İkili anlaşmaların Memorandum’u (Dış Borçlanma) ile gasp edilen hakların işçi sınıfına tekrar  kazandırılması.
·         Özellikle mevcut asgari ücreti, herkes için eşit bir yaşam kalitesi sağlayacak bir düzeye getirilmesi.
·   Toplu iş sözleşmelerini emekten yana tekrar düzenleyecek üç yıl süreli sözleşmelerin geri getirilmesi.
·    Çalışma yaşamında güvensizliğe ve ahlaki çöküşe yol açan ayrımcı ve kötü yönetime, yolsuzluğa,  rüşvete ve kayırmacılığa son verilmesi. 
.   .   .

15 Eylül 2014 Selanik Manifestosu’nun satır aralarına girildiğinde, savunulanın ve yapılmak istenenin Yunanistan’ı Avro Bölgesi’nden çıkararak ‘hayatın doğal ve zorunlu akışının dışına çekmek olmadığı’, Yunanistan halkının kendi öz yurdunda AB’nin kiracısı konumunda değil, ‘ortak kullanılan bir evde beraber yaşamanın gerekliliğini’, hatta zorunluluğunu kanıtlamaya yönelik olduğu görülecektir. Prof.H.Kozanoğlu, “bedava elektrik, gıda sübvansiyonu, alış-veriş  kuponu, işsize ulaşım kartı.” için gerekli olan kaynakların nasıl yaratılacağının açıklanmasına karşın, manifestonun “sol Keynesyen bir program” içerdiği, buna dayanarak SYRIZA’nın asla “radikal sayılamayacağı” görüşündedir.

Korkut Boratav’ın yorumu farklı olmasa da, açıklayıcıdır:  SYRIZA, 2012 yılındaki ‘dış borçların ödenmeyeceği’ çizgisini terk etmiş, Avro’dan ayrılma seçeneğini yeğlememektedir. Öncelikli olarak, belli bir yapılandırma çerçevesinde, özellikle özel sektör borçları ödenecektir. Avro Bölgesi’nin devlet alacakları için ise “müzakere” başlatılacaktır. Bu esnekliğin yarattığı ılımlı havadan ve ağırlıklı olarak belirsizliğinden olsa gerek, bu politika, gökkuşağının sol kanadı, kimi sosyalist, akademisyen çevrelerce ve Komünist Parti tarafından teslimiyetçi, uzlaşmacı bir siyaset tarzı olarak değerlendirilmektedir.     
.   .   .

Her ne kadar adlarının başına ‘Radikal’ sözcüğünü koyup, “kurulu sistemi alt üst etmek için geldiklerini” her fırsatta söylüyor olsalar da, izleneceği doğrulanan politik çizgi, özellikle de ödeme programlarını tanıtmak ve taraftar bulmak amacıyla Avrupa’nın finans çevreleri ile kurulan ve sürdürülen ilişkiler, hedeflenen dengeler göz önüne alındığında tablo ortadadır:   
·     Her şey bir yana, siyaset biliminin uzmanlarınca “Radikal” bir kurama, aksiyona sahip olmadığı tanıtlanan SYRIZA, Marksist terminolojiye göre de devrimci bir örgütlenme değildir. Açıklaması: Devlet cihazının ve ilişkilerinin kırılıp, oradan kaldırılması gibi bir zorunun olmaması.  
·  Bu güne dek açıklanan ve kayıt altına alınan tüm politik tavırlarının ve eleştirilerinin egemen yapı Avrupa Birliği’nin varlığına karşı olmadığı, sadece onun plan, program, kurgu ve icraatlarına dönük olduğu söylenebilir.
    Halka kısa vadede soluk aldırabilecek bir dinamiği ve kararlılığı taşıdığı ifade edilebilir.   
· SYRIZA’nın, sınıfların, sömürünün, işten çıkarmaların, iş yeri, fabrika kapatmalarının, baskıcı, yasakçı, ayrımcı karakteristiğinin tek nedeni olan kapitalizmi hedeflemediği, üretim araçlarının özel mülkiyetini sorgulamadığı, ancak en temel hak ve özgürlükler üzerinden, an itibari ile -Yunanistan konjonktüründe- çözümün, adaletin ve umudun temsilcisi olduğu da bir gerçek.
.   .   .

25 Ocak 2015 Yunanistan seçimleri, yakın zamanda ülke emekçilerinin Avrupa ve Yunanistan sermayedarlarının vahşi neo-liberal uygulamalarına, dayattığı iş yerlerinde uzun çalışmalara, sokaklarında zorbalığa karşı, Atina ve diğer metropolleri yangın yerlerine çevirdiği genel grev ve büyük kitlesel direnişlerin anlamlı bir finali ya da rövanşı gibi…  Komşudaki sermayenin ve medya baronlarının fincancı katırlarını ürkütmesi anlamında, SYRIZA’nın Mora yarımadası semalarında dolanan 21. yüzyılın hayaleti olması ironisi, işin epeyce eğlenceli yanı doğrusu… Öyle ya, Latin Amerika’da kanıtlanan, faşistlerin uykusunu kaçırtan devrimci performans, ya Avrupa’da da gösterilir, Portekiz’deki ‘Sol Birlik’, İspanya’daki ‘Pademos’, ardı sıra diğerleri, domino taşları gibi hareketleniverirse…

Böyle bakıldığında, Yunanistan emekçi sınıflarının, tüm çalışanlarının, 25 Ocak seçimlerinde ciddi anlamda bir demokrasi, adalet ve insan hakları sınavı vereceği çok açık. Başka deyişle, parlamentoda, başta ekonomi ve yaşamın diğer alanlarında egemenliklerini korumak, Avro Bölgesi’nin uzun vadeli çıkarlarını ülkede pekiştirmek telaşında olan sermayenin, emekçilerin SYRIZA rüzgarı ile seçmen sandıklarını sallayabileceğinden de korktuğu gün gibi ortada.

Sınıf mücadelelerinin tarihinin emeği gönendiren zaferleri ve düş kırıklığı yaratan yenilgileri dikkate alındığında, komşudaki emek dostlarının zorlu sınavı, emperyalistlerin ve işbirlikçileri lehine sonuçlanabileceği başka bir gerçeklik… Bu da, sol sosyalist güçlerin sosyal demokrasi çıkmazının karamsarlık balçığında güç ve moral yitirmemesi, sonrası için devrim ve sosyalizm perspektifine daha güçlü sarılması, uzun sözün kısası, Yunanistan’daki sınıf kavgasının çok uzun vadede artısı olarak kabul edilebilir.

Hasan Oğuz Bilgen, 22 Ocak 2015, Aliağa     

   

16 Ocak 2015 Cuma

BİTTİ, BİTTİ, BİTMEDİ...

BİTTİ, BİTTİ, BİTMEDİ…


"Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime,
  Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime..."




Şimdilerde neo-liberalizmin dünyaya bakış ve ele alış yöntemi olarak baş tacı yaptığı post modernizmin, işine gelen konunun ya da olayın içini boşaltıp manipüle etmek, canını sıkanı, huzurunu kaçıranı ise yok sayması, yok etmesi, Zati Sungur ustanın kemiklerini sızlatacak cinsten… Politikanın en uzağında olan birisinin dahi anlayabileceği üzere, Cherokee örneği ilginçtir. Beyaz adam, zengin ve bereketli topraklarından sürerek canlarına ot tıkadığı, yok ettiği, doğaya ve insana ancak bir karınca kadar zararı olan Cherokee yerlisininin varlığını, tarihini yok hükmünde kabul ederken, onun adını -güç ve dayanıklılık timsali olarak- 4x4 Jeep’lerine vermekten zerre kadar utanmaz.

Uzak topraklardaki Kızılderili dostlarımızın hüzünlü öyküsünden, yakın coğrafyamızın uzak ve yakın zamanında yaşananlara gelindiğinde de bu gerçek değişmez. Öne çıkmış isimler ya da olaylar, yaratılmış değerler, resmi ideolojinin müsamere sahnesinde, altlarında yatan gerçeği asla günışığına çıkarmayan, açıklanmayan durumların yinelenmesi gibi fasit daireler olarak döner dururlar.

Bol parfümlü Lions gecelerinde ağlak yüzlerin gözpınarlarını harekete geçiren ünlü Sarı Gelin türküsünün, aslının “Sari Gyaln” olduğu, soyuna sopuna kibrit suyu, ocağına incir ağacı reva görülmüş bir çilekeş halkın kültüründen geldiği gerçeği bu çözümsüz dairelerden birisidir. Ya “Dersim Dört Dağ İçinde" türküsü!?.. Olasılıktır, Ahmet Kaya'nın linç edildiği Magazin Gazetecileri Gecesi’ndeki kılıç kalkan, çatal bıçak meraklılarını bile duygulandırıp terennüm ettirebilir! Dersim’in kaç dağ içinde olduğunun, sözlerinin ve ezgisinin tarihin hangi karanlık, soğuk, vefasız kesitinden damlayıp geldiğinin önemi yoktur!

Toto Karaca eşsiz bir "Türk" tiyatrocudur; Nubar Terziyan ünlü bir “Türk” sinema sanatçısı… Hepsi budur, burada durulmalıdır. Bu emekçilerin etnik kimliklerinden hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir biçimde söz edilmez. İnsanların ait oldukların sosyal doku, dinsel ve inançsal kimlikleri, geldikleri yerler, geçmişleri, yaşadıkları her daim bir sır, bir ayıp gibi saklanmaya, perde arkasında tutulmaya çalışılmıştır. Maazallah farklı toplumsal köklerden, kültürlerden, etnik kimliklerden konuşmak insanı vatan hainliğine kadar götürebilir. Bu anımsadığımız sanatçı adları insanın aklına ilk gelenlerdendir. 

Bir de, bizim el yordamı terazi becerisi çıraklığından gelen, mimarlık yeteneği uzak diyarlara ulaşmış yapı ustamız var ki, anmamak haksızlık olur. Sinan, ustaları ve ameleleri işlerini yapmışlar, övünmek Osmanlı’ya kalmıştır. Mimar Sinan, Anadolu’nun kültürünü eşsiz yapıtlarla yıllarca yaşatan Ermeni mimarlardandır. Ne var ki, Sinan’ın Kayseri’li bir Ermeni olduğunu söylemek, pehlivan tefrikalarıyla büyüyüp, Battal Gazi, Malkoçoğlu destanları ile yetişmiş bir yurttaşa “affedersiniz” ya da “estağfurullah” çektirir.

Sonuçta yüzleşme cesareti gösterilemeyen ve halının altında saklanmaya çalışılan bir konuda, siz ne derseniz deyin, söz konusu kişi tarih kitabının okuma bölümünde geçiştirilen “Yüz Türk Büyüğü”nün ötesinde bir anlam ve önem taşımayacaktır.

Denilebilir ki toplumda kabul görmüş, evrensel değerlerde bir sanatçının etnisitesinden söz etmek neyi değiştirir ya da neyi kanıtlar? Elbette hiçbir şeyi… Ancak insanların ait oldukları, alışkanlıklarını, geleneklerini, dillerini, inançlarını taşıdıkları toplumlar, bizzat mevcut devletin baskın gücü tarafından itilmiş sürülmüş, soyulmuş sövülmüş, topluca ya da lokal anlamda yok edilmeye çalışılmışsa önemlidir elbette.  

Tarih ve toplum biliminin kayıtlardaki verileri kanıtlayacaktır ki, Tanzimat döneminde kısmen ya da temsili anlamda elde ettiği eşit ve adil yurttaşlık hakkını, sonradan İttihat ve Terakki’nin devletçi ve statükocu anlayışının denetim ve kontrolüne teslim edecek olan Ermenilerin, bu topraklardaki varlığı, tarihin epeyce derinliklerinden, yerkürenin M.Ö 6 ’ncı Yüzyıl kesitinden gelmektedir. Köklerini tarihin işte bu kesitinden alarak, sarsıcı bir sarmal içinde Cumhuriyet dönemine getiren usta yazar Vedat Türkali -farklı kimliklerin barış içinde bir arada yaşaması, eşit, adil ve güven dolu bir geleceği kurabilmek adına- iki yüz sayfayı bulmayan bir çalışmayla yıllarca sığ sularda, kirli, paslı söylemlerle körüklenen düşmanlığın ve ayrımcılığın insanlara ne bedeller ödettirdiğini göstermiştir.

Güçlü bir roman kurgusu içinde kısa, öz ve sade anlatımla önümüze dikilen olayların tarihsel verilerle desteklenmesi, kitaba yadsınamayacak türden belge niteliği de kazandırmaktadır.

Vedat Türkali, yeni yapıtı “ Bitti, Bitti, Bitmedi ” adlı romanında, üzerinde büyüyüp ekmeğini yedikleri Anadolu topraklarına “anayurdum” demeyi içine sindirmiş Ermenilerin hala yüz yüze gelemediğimiz, yazmaktan çekinilen, boğazımıza düğümlenen hüzünlü özgeçmişinden söz ediyor cesurca… An itibari ile, roman salt -yalın anlatım tekniği gibi- yazınsal değeriyle değil, ağırlıklı olarak siyasal ve toplumsal geçmişimize mercek tutup bizi kendimizle, birbirimizle yüzleşmemize, tekrar tanışmamıza neden olduğu, söylenemeyenleri söylediği, yok sayılanı, unutturulmaya çalışılanı anımsattığı için kayda değer olsa gerek. Vedat Türkali, resmi ideolojinin en süslü hikayesi ve ikiyüzlü teranesi olan “Farklılıklarımız zenginliğimizdir” nakaratının içini gerektiği gibi doldurmuş, gözlerimizin önüne çok dilli, çok dinli, çok kimlikli ve çok kültürlü bir eser getirip bırakmıştır.

Hem de “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette, hizmetçi ve köle olma hakkından başka hiç bir haklarının olmadığı…”  kelamını buyuran dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’u, adını havaalanına gururla verdiğimiz Dersim fatihi, Türk kuşu pilotu Sabiha Gökçen bombardımancısını konuşturup, devlet kayıtlarını yalanlayan samimi itiraflarına yer vererek… 

                                                                                                 Kitapta daha neler yok ki:
  • 1914 yılının haziran ayında Talat, Enver ve Cemal Paşa’lara suikast yapılacağı asılsız ihbarı ile Sosyalist Hınçak Partisi’nin 120 üyesinin tutuklanması, Ermeni katliamının  ilk sinyalleridir. 15 Haziran 1915’te derdest edilen sosyalistlerden, aralarında Paramaz adlı doğal önderin de bulunduğu 21 güzel insan idam edilir. İdamların tek canlı tanığı Kalust Boğosyan’ın yazılarında Paramaz’ın üzerine çıktığı sehpayı tekmelemeden önce “Yaşasın Sosyalizm” diye bağırdığını belgeler.
  • 1915 yılının başlarında bırakalım yazar çizer, aydın, gazeteci, hukukçu tutuklamalarını, milletvekili Krikor Zohrab alıkoyulanlar arasındadır. Onun felaketi, İstiklal Caddesi Cercle d’Orient Kulübü’ndeki akşam yemeği sonrasında, Talat Paşa’nın yanağına kondurduğu ölüm öpücüğü ile birlikte gelir. Zohrab çok şaşırmıştır,  
  • “ Bu ne iltifat ” diye sorar. Paşa “ İçimden geldi ” der. Birkaç gün sonra, Urfa yolu üzerinde Erzurum milletvekili Vartkes beyle birlikte başları parçalanmış biçimde bulunur… Ölüm öpücüğünden sonra verilen yargısız infaz talimatını yerine getiren, İttihat tetikçisi Çerkez Ahmet’tir. Bizzat İttihatçı Talat’ın keyfiyetiyle, bir milyona yakın Ermeni’nin kırıldığı Der-Zor’da Suriye çöllerindeki kıyımdan kurtulan ve yaşadıklarından, gördüklerinden akıl sağlığını yitiren, karşısına çıkan ağaçları üzerine gelen askerler olarak gören, besteci,  müzikolog ve orkestra şefi Rahip Gomidas’tır.
  •  915’te Anadolu’nun dört bir yanından devlet talimatı ile sürülenlerin ortak yönü Der-Zor çölleridir. Kimi kafileler eksile eksile de olsa Suriye içlerine varırlar. Ne var ki, kimileri onlar kadar şanslı değillerdir; hastalar, yaşlılar ve çocuklar hiç ulaşamazlar… Golgotha yolunda, Kürtlerden oluşma Hamidiye Alayları’nca öbek öbek öldürülüp, yol boylarınca bırakılırlar. Kimilerini doğa kıyar; açlıktan, susuzluktan ve hastalıklardan ölürler.   
  •  Abdülhamid’in 1864’de ve 1866’da toplam iki yüz bin Ermeni’yi Urfa’dan kırsal alana çıkarıp kıydırtması... Bölge Kilise kayıtları, kıyıma uğrayan insan sayısının üç yüz bin olduğunu belgeliyor. Adı geçen katliamla ilgili, Abdülhamid’e muhalif olan, ne var ki İttihatçı da olmayan Tevfik Fikret’in, Talat Paşa’nın uzattığı elini “ Ben bu kanlı elleri sıkmam…” diyerek geri çevirmesi “Yüz Türk Büyüğü” masalının büyüsünü bozan cesur çıkışlardandır.
  •  Hozat’ın Ergen Köyü -yeni adı Geçimli- Kayışoğlu Yarması…Orada sıkıştırılan ahaliyi öldürmeye kurşun yetmeyeceği anlaşılınca, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın bellerinden birbirlerine bağlanarak, uçuruma zorlanırlar… Görgü tanığı, aynı köyden Kamer Ağa, canhıraş hengamede, küçük bir kız çocuğunun annesinden ayrılmamak için eteklerine yapışmasını, bırakmamasını; onun da diğerleri ile birlikte, salkım saçak yardan aşağı uçtuğunu anlatır.
  • “ Musa Dağ’da Kırk Gün” Türkçe çevirisi yoktur ve Franz Werfel tarafından Fransızca yazılmıştır. Sözcüğün gerçek anlamıyla insan sefaletini, bir halkın yok oluşunu, yok edilişini anlatan bir eserdir. 1933’te yayınlanır, yankısı güçlü olur. Yahudi Gettolarında da okunmaya başlanınca, bunun salt Ermenilerle ilgili olmadığı, savaş tamtamları ile Avrupa’da yaklaşmakta olan Yahudi soykırımının müjdecisi olduğu yayılır. Bu tarihsel öngörü, Goebbels’in yasaklama kararıyla karartılmış olacaktır. Kitabın başına gelenler bile çarpıcı bir ironi, Yahudi halkının başına geleceklerin habercisi gibidir.
  • " Musa Dağ’da Kırk Gün”den Vedat Türkali’nin aktardığı ilginç ayrıntıda, tüm halkların barış içinde yaşama hakkı olan bu topraklarda yıllarca hamaset nutuklarıyla insanları birbirine düşman eden siyasetçilere Tarih Babanın parmak sallaması gizlidir: İstanbul hükümetini tehcir kararından döndürmek isteyen, insan dostu Alman Papaz Johannes Lepsius, Enver Paşa’yı ikna etmeye çalışır. Somut tarihsel bir veri olarak tarihe geçen o talihsiz görüşmedeki Paşa’nın sözleri, bu güne kadar yapılan tüm polemiklerin, öne sürülen tezlerin pabucunu dama atmaya yeterlidir: 
  • "Ekselans” der Johannes, “Kurmak istediğiniz imparatorluğun temelinde Ermeni halkının cesedi olacak… Bu hayır getirir mi? ”  Paşa’nın yanıtı epeyce serttir:  “İnsanla veba mikrobu arasında barış olmaz.”  Johannes da sözünü esirgemez; ancak onun bu cesareti görüşmenin de sonunu getirecektir:  “ Demek ki siz, harbi, Ermeni milletini tamamen yok etmek için kullanmak istediğinizi kabul ediyorsunuz? ”

.   .   .

Canımızı sıkan, olasılıktır belki tadımızı bile kaçırmış, hatta yorgun bir akşamın sakin vaktinde “asaplarımızı” bozmuş olabilecek olan, yukarıdaki “iç karartan” bunca ayrıntıdan sonra, bir sanat eserinin öyküsünden söz etmek iyi gelebilir.

Kemani Sarkis Efendi, uzunca bir aradan sonra o nahoş öpücüğün atıldığı İstiklal Caddesi'ndeki Cercle d’Orient Kulübü’nde demlenmektedir. Şatafatlı salonun pahalı masalarından birinde son kadehini yuvarladıktan sonra, günlerdir beklediği ilham perisi de sazının tellerine konuverir. Vuslat anıdır… Üstat Sarkis Efendi, Vedat Hocanın kitabında anlattıkları ile haşa, uzaktan yakından ilgisi ve bağlantısı olmayan (!) “ Kimseye etmem şikayet; ağlarım ben halime. Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime ” şarkısını besteler.
.   .   .

1915’in, bir halkın dağların kuytuluklarında, yol boylarınca salkım saçak kırılmasının üzerinden yüz yıl geçmesine karşın, bizim hala, çoktan kabullenilmesi gereken bir sosyal travmayı kanıtlamaya çalışıyor olmamızı, derin bir hüzün, çokça şaşkınlık hali içinde izleyen bir Sarkis Efendiyi gözlerimizin önüne getirebilsek bile, onun 2015 ikliminde nasıl bir beste yapabileceğini düşlemek zor.


Hasan Oğuz Bilgen, 15 Ocak 2015, Aliağa. 

3 Ocak 2015 Cumartesi

"İKON FOTOĞRAF'ININ ya da KÜBA DEVRİM'İNİN 50. ZAFER YILININ ANISINA



"İKON FOTOĞRAF"ININ ya da KÜBA DEVRİM'İNİN 50. ZAFER YILININ ANISINA


Bu yazı, Küba Sosyalizminin bilimsel öğretilerine ve evrensel değerlerine sahip çıkılarak, devrimi ve sosyalizmi yaşatan Küba’nın emekçi halkına, Moncada Kışlası'nda, Domuzlar Körfezi'nde ve sonrasında düşen öncü gerillaların, tüm isimsiz kahramanların devrimci anılarına ithaf edilmiştir.
                             
         

 "İKON FOTOĞRAF"ININ ya da KÜBA  DEVRİM'İNİN 50.YILININ ANISINA.


Ne zaman vitrinlerde, sokak başlarındaki seyyar satıcıların tezgahlarında, kalabalık kitap fuarlarının stantlarında ticari kaygılarla basılıp, özellikle gençlerin devrimci heyecanlarına bolca slogan edebiyatı sosu ile servis edilmiş, hafızalarımıza kazılı bildik bir kumandan Ché Guevara posteri ya da rozeti görsem babamın:

 “ Gazetede daha ilk gördüğümde etkilendiğim ve gözlerimi alamadığım, başında yıldızlı beresi, dalgalı uzun saçlı siyah beyaz fotoğrafın ilerleyen yıllarda dünyaya bakışıma yeni ufuklar kazandıracağını, belleğime ve de vicdanıma yerleşip siyasal kimliğime yön vereceğini, o toy ve yeniyetme günlerimde elbette bilemezdim.” deyişini anımsarım.   

"Devrim", “Sosyalizm”, “Gerilla” sözcüklerinin tahmin edebileceğimden çok fazla derinlikte anlamlar içerdiğini, ait oldukları toprakların  emekçi halklarının, ezilenlerinin çarpıcı, yakıcı öykülerini taşıdığını anlamaktan uzak, körfez martılarının kanatlarında düşten düşe uçtuğum, meltem sarhoşu başımın üzerinde delikanlı rüzgarların estiği Karşıyaka Gazi Lise’si günlerimdeydim.

Hangi sıkıntılı ve çekilmez günlerimden birinde, ne tür bir ergen sorununun sıkıştırdığı zorunlu baba kız konuşmasında geçmişti bu söz?  Hep öyle olurdu;  pat diye kitabın orta yerinden konuşuverirdi. Sözünü ettiği konudan yaşantıma ve geleceğime ilişkin mutlaka bir ders, bir sonuç çıkarırdı… Sıkıldığımın ayırtına vardığında da gereksiz konuşmadığını, sözcük aralarında benim de konuşmamı, görüşlerimi ve duygularımı belirtmemi ima ederken gözlerimin ta içine bakar;  benden umutla yanıt beklerdi.

Ergen başımda dolanan, yakın zamanda durulacağa pek benzemeyen, ne yapsam söz geçiremediğim zapt edilemeyen delifişek fırtınaların etkisiyle olsa gerek, konuşmalarını çoğu kez dinlemez; dinlemezliğimi belli ettiğimi anladığımda da dinliyormuş gibi yapardım.  Hoş, dinlemeye çabalasam da neler anlattığını, neyi açıklamaya çalıştığını anlayamazdım ki zaten…  İşte o gün de, sürekli okuduğu gazetede çıkan fotoğrafın öyküsüne ilişkin konuşmasında da öyle olmuştu…

Fotoğraf dikkatini çeker çekmez oradaki bakışlara takıldığını, duruşuna anlam yüklemeye çalıştığını belirttiği o insanın öyküsü birlikte yaşantısının, insana, olaylara, yaşama bakışının nasıl değiştiğini, en önemlisi de bunu yıllar sonra ilk kez bana anlattığını, bulutlardan inemediğim, adımlarıma söz geçiremediğim günlerimde nasıl bilebilirdim ?!

Neyse ki, kendi ayaklarımla yere basmanın tadını, bunun ne demek olduğunu anladığım üniversiteyi bitirdiğim yıl, duvarlarına sinmiş öğrenci kokusunu ve sefaletini silip atamadığım evimde, malum fotoğrafa ilişkin anlattıklarını kendi yorumumla birlikte yazıya dökmeye karar vermiştim. Babamın uzun yıllar en yakın çevresine bile anlatmadığı ve yanlız benimle paylaştığı “Ché ile tanışma” duygularını dillendirme olanağını yakaladığım bu deneme metni, türlü yazınsal kaygılardan uzak, ne ki hata yaparım endişesinden olsa gerek yazıp yazmama konusunda üzerinde gereğinden fazla düşündüğüm bir yazıydı. Büyükbabamın açık kumral bir tene ve saç tellerine, yeşil gözbebeklerine sahip, Köy Enstitülü emekli bir öğretmen olarak tanıma fırsatım olduğundan, babamın da o değerli insana,  yapısal duyarlılık, incelik, duygusallık, ten ve göz rengi yönlerinden ne kadar çok benzediğini çok, pek çok düşünmüşümdür.

Büyük olasılıkla bu nedenle olsa gerek,  ilk dizelerime başlamadan Köy Enstitülü bir babanın oğlu olmanın nasıl bir şey olduğu, olabileceği nirengi noktasında uzunca bir süre kafa yorduğumu anımsıyorum. Bu yüzden “Sarışın oğlan çocuğu” sözcükleriyle başlayan metnin ilk dizelerinde, babamdan önce büyükbabamın bilgeliğini, kişiliğini, birikimlerini ve yaptıklarını yad ettiğimi itiraf etmekte hiçbir sakınca yok:    

“ Sarışın oğlan çocuğunun ilkokul son sınıfı okuduğu yıl, elbette yaşının gereği, henüz koşullarından, yaşadığı toplumsal ve siyasal gelişmelerinden habersiz olduğu uzak, denizaşırı bir ülkede, trajik olduğu kadar isyan edilesi, CİA örgütlü bir cinayet, yargısız bir infaz, düpedüz bir katliam gerçekleşmişti… ”

Tipik öğrenci savrukluğundan olmalı ki, ilk nüshası acemice yitirilen çıraklık dönemi metni muhtemelen aşağıdaki paragraflarda olduğu gibi, gerçeğine yakın ya da benzer anlatımlarla sürüyordu:  

“ Gazetelerin belki üçüncü, belki de dördüncü sayfalarında basit ve sıradan bir asayiş haberi, dağa çıkan eşkıyaya, tipik köylü cehaletine ilişkin gayrı meşru bir vukuatmışçasına yansıtılan olay, ne kötüdür ki - Devlete baş kaldırmış bir asinin hazin sonu-  olarak geçiştirilmeye çalışılmıştı.

“ Bu olaydan ve konunun özünde yatan gerçekten habersiz yaşadığı, aradan geçen üç ders yılının sonunda, ortaokulun son sınıfını okuduğu günlerden birinde, satılmak ya da kese kağıdı yapılmak üzere ayrılmış gazetelerin haber sayfalarını karıştırır. Babasının kaçırmadan, düzenli olarak okuduğu, kamuoyunda iflah olmaz, aşırı (öyle duyardı) solculuğu ile tanınan Akşam ve Cumhuriyet gazeteleri idi bunlar… İşte o gazetelerden birinde, ısrarla unutturulmaya çalışılan Kontra cinayetinin yıldönümü nedeniyle, diğer gazetelerden çok farklı olarak gerçekçi  bir haber yapmıştı. Haberin ayrıntısında kendisini duyuran ciddiyetin, verilen mesajın, ondan üç yıl önceki magazin gazetelerinde olayla ilgili yapılan kara propaganda ve pespaye çarpıtmayla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu…

“ Dünyayı ve olayları kavramaktan, olup biteni algılamaktan uzak çocuk belleğini, ergenlik hezeyanlarını epeyce geride bırakmasına karşın, okudukları karşısında aklı haberin satır aralarına takılı kaldı. Şimdi ise algı kanallarının kıvrımlarında donup kalmış olan olanca gizemi ve anlamlı suskunluğu ile portre bir resim vardı. Yüzünde belirgin ve kararlı çizgilere sahip, Latin esintilerine teslim etmiş özgür saçlarını kontrol etmeye çalışan basit beresi ile, birçok kişinin gözünden kaçma olasılığı olan resmin insanın adalet duygusuna dokunan canlılığı, adil, özgür ve insanlık değerlerinin korunduğu bir dünyayı görmek isteyen bir çift gözden kaçmayacak ayrıntılardandı.

Resmin hemen altında, “… aradan üç yıl geçti…” diye yazıyordu...  “ Yaralı olarak tutulduğu köy okulunda, yargı önüne çıkarılmadan infaz edilen gerilla önderi, Bölge halkının, ezilen, sömürülen Latin insanlarının yüreğinde Aziz olarak hak ettiği yeri bularak ölümsüzleşti…”

.  .  .

“ Aslında efsane çok önceden, halk için, halkı uğruna, yoldaşlarıyla birlikte silaha sarılıp isyan etmesiyle başlamıştı. Kontra cellatları onu kurşuna dizmekle, farkında olmadan halkın gözünde on yıllarca, yüz yıllarca yıkılmayacak, yok sayılamayacak bir ikon yaratmıştı. Ne karşı çıkılacak, isyan edilecek bir infaz, nasıl da haksız bir ölümdü… O ne ölüm haliyle anıtlaşma, o ne sonsuzlaşmaydı öyle. İlk bakışta yakalanamayan, ayırtına varılamayan derinliği resmin bir yerlerine saklanmış gibiydi…”

“ Dağınık dalgalı saçlı genç adam, başını usulca ama çok mağrur, belli belirsiz devinimle hafifçe yukarı kaldırmış, tam olarak omuz başından olmasa da, hafifçe sağ yana dönük, uzaklara, belki de uğrunda canını verdiği halkın, Küba Devrimi ile kavuştuğu geleceğine, eşit ve adil bir düzenle özetlenebilecek parlayan güneşine bakmakta idi.  Delip geçen, kendinden emin bir bakıştı bu.  Ne ki, düşünceliydi…

“ Düşünceli olduğu kadar, meydan okuyan, bir yerlere seslenen bir hali vardı. Yana doğru, uzaklara yönelmiş bu bakış, belki de bereli başın anlık bir devinimi ile oluşmuş ve tam da o hali ile objektife yakalanmıştı. Gelip geçici, uçucu, yitip gitmeye, bir o kadar da belgelenmeye, ölümsüzleştirilmeye hazır o an, böylece emektar makinesinin deklanşörüne basan sanatçının olağanüstü yeteneği ve refleksi ile sonsuza dek hayat bulmuştu.

“ Kapanmış, çizgi haline gelmiş dudaklarının suskunluğu, kişinin kendinden, inandıklarından, uğruna ölümü pahasına kavga ettiği değerlerden emin, rahat ve durgun akan ırmaklarca dingin görünümü ile tam bir ayniyet ve uygunluk içindeydi...  Hani aralanıverseler, sonsuza dek mühürlenmiş o bilge dudaklardan ipliği pazara çıkmamış  kaç eli, dili, cüzdanı kanlı haraminin foyası ortalık yere saçılacak, kaç dolar, kaç petrol çılgını, kaç tekel karı yamyamı bundan payına düşeni alacaktı.

“ Mütevazi tek bir yıldız iddiasız beresinin önüne, tertemiz, onurlu alnının tam ortasına gelecek biçimde yerleştirilmişti.

.   .   .

“ Kafasını ne kadar yorduysa da, doktorluk mesleğinin rahatlığı, hatta Küba’daki bakanlık kariyerinin avantajları ile yaşamının geriye kalan bölümünü kayda değer bir sorun yaşamadan sürdürebilecekken, emperyalizmin orantısız ölüm makinesinin karşısında, küçük  gerilla müfrezesi ile gönül rahatlığı ile durmasına bir anlam yükleyemedi. Adını koyamadığı, ayrıntısına inemediği bir şeyler içini acıttı, vicdanını rahatsız etti.  Öylesi bir zorbalığa, adaletsiz ve zamansız ölüme (Hoş geldin, sefa geldin) denebilir miydi?  İnsanın sonunu hazırlayan böylesi hak edilmeyen ölüme, ancak insanlığını yitirmemiş, en sıradan, masumane değerleri taşıyan bir insanın gösterebileceği ürpertiyle sarsıldı. 

“ Damarlarında alev alev dolaşan kanın da etkisiyle, yaşadıkları günlerde herkes tarafından kavranamayan, dahası pek de kabul görmeyen yenilikçi, toplumcu düşüncelerin heyecanlarını, coşkularını, sarıp sarmalayan sıcaklığını saklıyordu etrafından.

“ Aydınlanmasının ve ufkunun açılmasının önünde engel olarak gördüğü birileri tarafından ayıplanmaktan,  ötelenmekten, olur da okul yönetimi ya da disiplin kurulunca fişlenmekten gizliden gizliye çekinerek yapıyordu bunu… Akranları okulun servi boylu, çıtkırıldım güzel kızlarının peşinde komik duruma düşüp,  sıska bedenlerini çekişmeli okul maçlarının iddialı koşuşturmaları ile dermansız bırakırken, o ilk bakışta göze çarpan başkaldıran, karizmatik düşüncenin özgür ve asi havasından kendisini alamıyordu.”
.  .  .     
     


                                      Zamanın kavak yellerinin önünde gittiği günlerdi…

“ Üstlendiği ödevin konusu olabilecek olayı, beklemediği bir günde babasının sektirmeden okuduğu günlük gazetesinde bulmuştu. Not derdiyle sıkıldığı o günlerde, elişi dersinden baskı teknikleriyle ilgili verilen ödevin üstesinden gelmeye çalışıyordu. Önerilenler ve arkadaşlarının başvurduğu birçok yöntem arasından ağaç baskı uygulamasında karar kılmıştı. Ancak karışık kafasında henüz, işte budur, bu olmalı diyebileceği bir konu yoktu… Yaşadığı bulanık günlerde kafasında yeni yeni biçimlenen siyasal düşünceyle örtüşecek konu için günlerdir araştırıyordu. Sonunda onu rahatlatacak bir şey olmuştu işte; aradığı konu babasının atmaya kıyamadığı gazetelerin birindeydi.

.   .   .

“ Ağaç baskının resim kağıdı üzerinde matbaa mürekkebinin krom siyah rengiyle uygulanması, resim öğretmeni tarafından pek çok beğenilmiş ve okulun hemen girişinde ödüllendirilmiş resimlerin sergilendiği resim panosuna asılması uygun görülmüştü. Bu başarılı çalışmadan elbette öğretmenin de koltukları kabarmıştı. Zayıf, uzun boylu, ince narin parmaklı, eğitimciliği, yeteneği, yağlı boya yapıtları ile öğrencilerini etkileyen genç resim öğretmeninin, o günlerde henüz  edebiyatçı kimliği ortaya çıkmamıştı. İlerleyen yıllarda ‘Ağda Zamanı’ adlı öykü kitabı ile yazarlığa ilk adımını atacaktı. Henüz Kahramanmaraş, kanlı Maraş olmamıştı. O da, bu yüzden ‘Kıran Resimleri’ kitabını henüz vicdanlarımıza ve yüzlerimize çarpmamıştı.

Görünüm olarak ince ve kırılgan bir yapıdaydı; becerilerine ve eğitimciliğine diyecek yoktu. Kendine özgü bir duruşu, bakışı, kendince sanatçı bir ağırlığı vardı. Yapılan yağlı boya, sulu boya resimlere, türlü el işlerini eleştirirken oldukça ciddi yüz ifadesi takınırdı. Ama notu boldu, kötü de olsa emek verilen, üretilen şeyi över, yapılan çalışmaya değer verdiğini belli ederdi. Daha ders yılının başında etkilenmişti ondan.”

“ Sonraları, bu genç öğretmeni düşünmek istediğinde ise, onu, zayıf bileklerindeki pastel renkli kalın ağaç bilezikleri, uzun ve kemikli parmaklarına taktığı yine kendisinin  eseri  olan abartılı, ama  gösterişli  yüzükleri  ile  anımsayacaktı…
 
Kendisinin tasarlayıp ürettiği el emeği göz nuru, her biri renk renk, göz alıcı abartılı takıları takmayı belli ki çok seviyordu… Yakıştırdığı süslerin iriliklerine ve çarpıcı renklerine karşın, ince ruhlu bir insan olduğu açıktı. Yeni yetme sarışın çocuk onun titizliğinden ve de seçiciliğinden olsa gerek ona ‘İnci ruhlu öğretmen’ derdi içinden. Ne ki, ne o genç resim öğretmenin ne de sonrasında ‘İnci Aral’ olarak ünlenecek olan yazarın ilerleyen yıllarda bundan hiç haberi olmayacaktı. Şimdi üzerinde mavi atölye önlüğü, kollarını birbirine göğsünde kavuşturmuş; tüm sınıfı, yeni yetme delikanlının imrendiği, gizliden sevdalandığı sakin bakışları ve makyajlı, kraliçe Nefertiti’nin gözleriyle süzüyordu… Ödevlerin bitirilmesinin sonrasında, ortaya konulan yapıtların değerlendirilmesi, konuları ve başvurulan tekniklerle ilgili konuşmalar, eleştiriler neredeyse birbirinin aynıydı.

Hemen her fırsatta ileri geri konuşan, akıllarına ilk gelen eleştiri sözcüklerini pat diye söyleyiveren,  bilmiş öğrencilerin nedense bu kez ağızlarını bıçak açmıyordu. Bu alışılmışın dışındaki sessizlik, resmin kendine özgü çizgilerinin o güne dek yapılanların ötesinde değişik görselliğinden, belki de ödeve konu olan kahramanın kimliğinin açıklanmamış oluşundandı. Siyah ağaç baskısındaki bu derinlik ve gizem bir farkındalık yaratmıştı…

Yine de sıkıntılıydı işte… İçini kaplayan, bahar dallarınca devrimci duygularına yakıştıramadığı korkularla oturduğu sırasında suspus beklerken öğrencilerden birisinin ödevine suretine veren insanın adını söyleyiverecek diye avuçlarının içine ve sırtına ter basmıştı. Sonunda o gizliden gizliye beğendiği, değer verdiği, alay konusu olur diye sınıftan, sınıfın şımarık çocuklarından sır gibi sakındığı, ilk gençlik uykularını kaçıran o sarışın kız bozmuştu yine sessizliği :  
“ Hocam! Bu şey değil mi ?.. Hani, şu Güney Amerika ülkesinde… askerlerin öldürdüğü ... ”

Kız, cinayetin geçtiği ülkenin bulunduğu kıtayı tutturmuştu tutturmasına da… Katledilenin adı, kimliği sınıfın soru baloncuklarıyla dolu havasında kocaman bir çengelli soru işareti olarak asılı kalakalmıştı… Bu güdük ve hedefine ulaşmayan sözcüklerin ardından, daha başka kem küm edilen, konuyla uzak yakın ilgisi olmayan yakıştırmalar, acemi, çocuksu yorumlar geldi… Ancak bunlardan hiç birinin gücü boşlukta asılı kalakalan soru işaretini bulunduğu yerden aşağıya indirmeye yetmeyecekti… Delikanlı yanı başında oturan sıra arkadaşına belli etmeden, az önce soluğunu tutarak cezalandırdığı ciğerlerini dışarıya koyuverdiği kocaman bir solukla rahatlatmıştı.”

“ Yüreğinin bir yanı sevinirken,  diğer yanı tüm korkularına, çekincelerine karşın, o gerilla adının bir kerecik olsun sınıfın duvarlarında yankılanmamasına, uçarı haylazlara, kulaklarına dek kızarmasına neden olan ‘İnci Ruhlu Öğretmen’e dek ulaşmamasına üzülmüştü... Çakılıp kaldığı okul sırasında böylesi anlaşılmaz ikilemleri yaşarken, içinde gidip geldiği ruh hali, mevcut düzen karşısında yasa dışı konuma düşmüş bir yetişkinin durumuna, parmak ısırılarak herkeslerce kınanacak yaramazlıklar yapmış, ‘çok çirkin’ ve ‘çok ayıp’ şeyler düşünmekle suçlanan bir çocuğun psikolojisine dönüşmüştü. 

‘ Nasıl…’  demişti bir diğeri…  ‘ Bizdeki Köroğlu, Dadaloğlu gibi mi yani ? ‘ 
‘ Yok artık ’ diye atıldı, kızların aşık olduğu basketçi çocuk: ‘ İnce Memed ?! ’  

Bunu derken  konuyu sulandırmak, yani dersi kaynatmak için kolladığı fırsatı yakalamıştı. Doğaldır ki, ardı sıra gelen gülüşmeler… Bu ara teneffüs zili de çalmıştı. ”

Yazı böyle bitiyordu.
.   .   .

                                                                                       7 Ekim 1967, La Higuera...

Gerilla komutanı Dr. Ernesto Ché Guevara, emperyalizmin ölüm meleğine Latin Bolivya coğrafyasının La Higuera kırsalında, hiç de adaletli olmayan, cehennem ve felaket habercisi bir çatışmanın hemen sonrasında yakalandığında bacağından yaralı durumdaydı ve kan kaybediyordu… Ché’nin içinden çıkamadığı, kendisini ve yoldaşlarını kurtaramadığı pusu, aylardır tasarlanan emperyal komplonun vardırılan en kalleş noktasıdır… Pentagon güdümlü Barrientos'un  profesyonel askerleri tarafından yarasına müdahale yapılmaksızın köyün eskimiş okuluna kapatılır.  Takvimler 1967 yılının, ekim ayının yedinci gününü göstermektedir…  O ekim gecesinin havası kurşun gibi ağır ve boğucudur. Ardı sıra gelen iki günse, kumandan Ernesto Ché Guevara ve gelecekleri için savaşıp ölümü göze aldığı, komşu evlerde çoktan yasına durmuş yöre halkı için  çok uzun olacaktır…

Ernesto Ché Guevara,  9 Ekim 1967 günü,  kiralık faşist, Kontra katillerden Mario Teran denen alçağın dokuz hain kurşunu ile katledilir.
.   .   .  

Yaşamın hiçbir koşulunda ve zamanında tekdüze çizgi izlemeyen, aynı yaşamın diyalektik akışı içinde karşılaşılan ve yaşanılan bazı “an” lar, monoton yaşamın alışılmış, kanıksanmış gidişini bir anda değiştiriverir.  Böylesi tarihsel anlarda, o güne dek uyulan, ezberlenen kurallar, tabu bellenen dengeler bir anda alt üst olup yerle yeksan bozulabilir.

Sistemin üniformalı, üniformasız resmi ağızlarınca kutsanıp tescillenmiş kabul görmüş taşlar yerinden oynayabilir. İnsan vicdanında, beyninin kıvrımlarında şimşek çakımları yaratansa; bir film, bir kitap, bazen bir resim, darağacında edilen tek bir sözcük, tekmelenen taburedir… Kimi zaman, son nefesi savunmasız tabanca kurşunuyla alınmış, sırt üstü uzanmış yatan, halkın gözünde öykünün ta başından beri ikonlaşmış gerillanın kımıltısız bedeni, uzamış dalgalı siyah saçlarıdır…

Kişi yaşadığının, gördüğünün sonrasındaki günlerde, bazen yıllar sonra kitabın, fotoğrafın ve daha  fazlasına izin vermeyen darağacın gölgesinde atılan sloganın etkisiyle yaşantısının ve bakış açısının nasıl farklı mecralara sürüklendiğini anlar. Başına gelenin ayırtına varır varmaz da, güvenilir bulduğu yakın çevresine, sevdiği dostlarına yaşam ırmağının nasıl kendi halinde akıp dururken yaşadığı gerçekliğe ilişkin; o ana dek kendisinden başka kimsenin bilmediği bir takım samimi itiraflarda bulunur… Henüz ergen yaşının, ilk karmaşık günlerindeki kız çocuğuna anlatılmaya çalışılan öykü belki de böyle bir öyküydü.

Yaşamın bir çocuk elini tutar gibi elinizden tutarak, sizi alıp dokunaklı anlamlar, değişik değerler yüklü çok daha sıcak ve renkli dünyaların karışık yollarında, yine kendi halinize, yaşantınızın olanca doğallığı içine bırakıvermesi ne ilginç?  Ne dönüştürücü, ne paylaşımcı! Nasıl da anaç?  Eli öpülesi dostlar gibi vefalı… Bu dost sizi alır götürür, değiştirir. Gayretkeşliğiniz nafiledir; işin ne inceliğine, ne de sırrına varabilirsiniz. Önceki günlerdeki ‘siz’, siz değilsinizdir artık. Kendinizi yenilemenizin, değişime uğratmanızın hızını ve temposunu yakalamanız biraz zordur artık. Ayrıntılara girememeniz; çok önemli ya da çok sıradan bir günden sonra gelen yeni günde, hemen ertesi gün aynı durgunlukta, kendine özgü yatağında uslu bir çocuk gibi devinimsiz akan nehrin, aynı nehir olmadığını anlayamamanıza benzer.
.  .  .

Kız çocuğunun yitirdiği notlarından:

“ Yıllar sonra, yazın yeteneğine ‘erişilmez ve ulaşılmaz’ kabul edilen, sonradan Nobel ödülü alacak ünlü yazarımızın ‘ Bir kitap okudum hayatım değişti…’ dizesi ile başlayan, uzun anlatımlarla detaylandırılmış, insanın ve yaşamının değişikliğe uğraması noktasında, bende hiçte heyecan uyandırmayan romanını okudum… Yine de bunun, babamın insana bakışını, dünyayı yorumlama ve ele alış tarzını, kısacası yaşam gerçekten de inanılması güç biçimde değiştirdiğini ‘ söylediği, o siyah beyaz fotoğrafla ilgili bana anlattığı öyküsünden çok daha çarpıcı, daha sarsıcı, daha etkileyici geldiğini söyleyemem. ”

Değişim ve yenilenme, ciddi tarihi sorumluluklar ve görevler üstlenen önemli kişiliklerin çağının dobra tanığı olmasıyla, yaşananların karanlıkta bırakılmaya çalışılan ayrıntılarını, özünü, izleyicilerine, sevenlerine yalansız, dolansız, yani sözü dolandırmadan insanlara yansıtmasıyla anlamlı…

.  .  .

" Kötülüğün başarısı için gerekli olan her şey, doğru insanların iyilik adına hiçbir şey yapmamasıdır."  Edmund Burke.   


Halka ve can alıcı sorunlarına dokunan gerçekçi yapıtlar üretilmediği sürece, düzenin popüler kültürü, elbette biraz siyah beyaz Türk filmlerinin tadında, acılı ve kırılgan 12 Eylül açık faşizm döneminin sıradan ve gerçekten mağdur edilmiş insanlarını Orhan Pamuk yemlemesiyle Masumiyet Müzesi’ne koyarak; eli kanlı darbecilerini, bilumum katillerini hasıraltı etmeye çabalayacaktır. Doğaldır ki, Marmaris beldesinde kanlı ellerden çıkan Nü resimleriyle insanların gözlerini ve zihinlerini boyamaya yeltenecek, sindirdiği, yoksullaştırdığı, sendikasızlaştırdığı emekçilerle alay etmeyi sürdürecektir.

Yıllardır yaptığı gibi, dünya halklarının ikonlaşan fotoğrafını da, ucuz rozetlere, kuşe posterlere, kahve fincanlarına, iç çamaşırlarına ve kolyelere basarak, o muhalif, teslim olmayan devrimcinin ruhunu, kimliğini ve sosyalist kuramını unutturmayı deneyecektir… Düzenin onca devlet olanaklarına, yanıltmalarına ve saldırılarına karşın, işçi sınıfının tarihini çarpıtmayı başaramadığını, tam tersine eline yüzüne,  kalemine,  tuvaline  ve  objektifine  bulaştırdığını  söylemek  gerek.
.  .  .

Yitirilen notlara son ek:

“ Ticari metaya, içi boşaltılıp duygusal bir imgeye dönüştürülmeye çalışılan, başkaldırmanın simgesi bereli fotoğrafın taşıdığı tarihsel misyonu, onun esprisini bilen ben, yaşıtlarıma göre şanslı olmalıyım… İyi ki de, bazı şarlatanların meze yapmaya çalıştığı resmin nasıl bir iklimden geldiğini ve nasıl bir tarihi kişiliğe, nasıl bir erişilmez misyona ait olduğunu bilenlerdenim… İyi ki… İyi ki… ” 
.  .  .



                                                                                            5 Mart 1960, La Coubra anması …

ABD Emperyalistlerinin desteklediği hain sabotajla batırılan La Coubra gemisinde yaşamını yitirenler için cenaze töreni düzenlenmektedir. J. Paul Santre ve Simone de Beauvoir’un da onurluca dikilerek hazır bulunduğu tören alanında, Fidel Kastro kürsüde tarihe not düşen etkileyici, duygulu konuşmasını yapmaktadır. Orada, alanda bulunanların üzerine ağır ve hüzünlü bir hava çökmüştür. Yaşamı boyunca resmiyetten ve sıkıcı protokollerden uzak durmaya özen göstermiş Ché Guevara, kürsünün hayli uzağında, o an, orada suskunluğu tercih etmiş kederli insanların arasındadır.

Uzaktan görülebildiği kadarı ile hayli yaslı ve düşüncelidir. Deyim yerindeyse, ağzını bıçak açmaz.  Küba’lı fotoğraf sanatçısı Alberto Korda, Fidel’i ve ünlü devrimci konuklarını onlarca kare ile belgeleme pozisyonuna sahipken, onun sanatçı duyarlılığı ile tüm dikkati, basından ve meraklı gözlerden uzak durmaya çalışan efsane gerillanın üzerindedir. Korda hedefine kilitlenmiş usta bir nişancı gibidir;  Ché’yi görüntülemek içinse fazla zamanı olmadığının bilincindedir..  

Mesleği gereği zor olanın üstesinden gelmenin ve gelecek nesillere aktarılması gereken tarihi anı ölümsüzleştirmenin eşiğindedir. Geçilmesi gereken bu eşikse, öyle ortalık yerde görünmeyenin, öne çıkmayanın, hak edenin ve her an halkın içinde olmayı yeğleyenin bir anlık duruşunu yakalayabilmektir. Alberto Korda, saniyelerle sınırlı bir zaman diliminin içinde bunu başarır.    

Yıllar sonra ezilen halkların, dünya yoksullarının, doğdukları günden bu yana evsiz, işsiz, aşsız ve güvencesiz olanların kalbinde ruhunda ve bilincinde adeta ikonlaşacak, dolar ve medya baronlarının, düzen şakşakçılarının istismar etmek için can atacağı ölümsüz fotoğraf böyle ortaya çıkar.  

.  .  .

Ernesto Ché Guevara bu nedenledir ki, insanların arasında olduğundan, onların dertleri, sorunları ile kavrulduğundan, “ Haşin olmalıyız, sevgimizi ve şefkatimizi hiç yitirmeden” diyebildiğinden dünya emperyalistlerinin gözüne fena halde battı.  Ché Guevara kusursuz ve kıskanılacak bir biçimde sürdürdüğü devrimci yaşamında var olanlarla, elindekilerle yetinmedi; görev ve sorumluluklarında, hemen her koşulda bir fazlasını istedi.  ABD Emperyalizminin, halkların devrim/ sosyalizm, barış, kardeşlik mücadelesinde en sinsi, en ölümcül tehlike olduğu gerçeğinden yola çıkarak, bunun çözümünü cesurca, çok açık biçimde  “ … iki, üç daha fazla Vietnam ”  şiarı ile ifade ettiğinden, başta ABD olmak üzere dünya faşistleri ve gericileri tarafından hedef tahtasına konuldu.


“ Kar, sömürü ve istismar amaçlı ticari değerlerin, sembollerin egemen olduğu emperyalizmin tek kutuplu sisteminde, yıldızlı bereli resmin değeri,  bu ülkenin fabrikalarında, üniversitelerinde, ovalarında, tarlalarında ve de tutukevlerinde eylem adımlarıyla yürüyenler için, babam için neyse benim için de odur.

Birçok halk önderi gibi, abartılarak ‘yakışıklılığı’ bilinçli olarak öne çıkartılan, sinsice utanmazca içi boşaltılmaya, özünden, kimliğinden, tarihinden koparılmaya çalışılan Ché’ nin duruşu, devrime ve sosyalizme inanmışlığı, sıkı kuramcılığı ve mücadeleci ruhu ezilen dünya halklarının umudu ve yol göstericisi olmaya devam edecek… ” 


Cihan Bilgen 26 Ekim 2008 Karşıyaka. Güncelleme 03 Ocak 2015 H.Oğuz Bilgen