"İKON
FOTOĞRAF"ININ ya da KÜBA DEVRİM'İNİN 50. ZAFER YILININ ANISINA
Bu yazı, Küba Sosyalizminin bilimsel öğretilerine ve evrensel
değerlerine sahip çıkılarak, devrimi ve sosyalizmi yaşatan Küba’nın emekçi
halkına, Moncada Kışlası'nda, Domuzlar Körfezi'nde ve sonrasında düşen öncü
gerillaların, tüm isimsiz kahramanların devrimci anılarına ithaf edilmiştir.
"İKON
FOTOĞRAF"ININ ya da KÜBA DEVRİM'İNİN 50.YILININ ANISINA.
Ne zaman
vitrinlerde, sokak başlarındaki seyyar satıcıların tezgahlarında, kalabalık kitap
fuarlarının stantlarında ticari kaygılarla basılıp, özellikle gençlerin
devrimci heyecanlarına bolca slogan edebiyatı sosu ile servis edilmiş,
hafızalarımıza kazılı bildik bir kumandan Ché Guevara posteri ya da rozeti
görsem babamın:
“
Gazetede daha ilk gördüğümde etkilendiğim ve gözlerimi alamadığım, başında
yıldızlı beresi, dalgalı uzun saçlı siyah beyaz fotoğrafın ilerleyen yıllarda
dünyaya bakışıma yeni ufuklar kazandıracağını, belleğime ve de vicdanıma
yerleşip siyasal kimliğime yön vereceğini, o toy ve yeniyetme günlerimde
elbette bilemezdim.” deyişini anımsarım.
"Devrim",
“Sosyalizm”, “Gerilla” sözcüklerinin tahmin edebileceğimden çok fazla
derinlikte anlamlar içerdiğini, ait oldukları toprakların emekçi halklarının, ezilenlerinin çarpıcı,
yakıcı öykülerini taşıdığını anlamaktan uzak, körfez martılarının kanatlarında
düşten düşe uçtuğum, meltem sarhoşu başımın üzerinde delikanlı rüzgarların
estiği Karşıyaka Gazi Lise’si günlerimdeydim.
Hangi
sıkıntılı ve çekilmez günlerimden birinde, ne tür bir ergen sorununun
sıkıştırdığı zorunlu baba kız konuşmasında geçmişti bu söz? Hep öyle
olurdu; pat diye kitabın orta yerinden konuşuverirdi. Sözünü ettiği
konudan yaşantıma ve geleceğime ilişkin mutlaka bir ders, bir sonuç çıkarırdı…
Sıkıldığımın ayırtına vardığında da gereksiz konuşmadığını, sözcük aralarında benim
de konuşmamı, görüşlerimi ve duygularımı belirtmemi ima ederken gözlerimin ta
içine bakar; benden umutla yanıt
beklerdi.
Ergen başımda
dolanan, yakın zamanda durulacağa pek benzemeyen, ne yapsam söz geçiremediğim
zapt edilemeyen delifişek fırtınaların etkisiyle olsa gerek, konuşmalarını çoğu
kez dinlemez; dinlemezliğimi belli ettiğimi anladığımda da dinliyormuş gibi
yapardım. Hoş, dinlemeye çabalasam da neler anlattığını, neyi açıklamaya
çalıştığını anlayamazdım ki zaten… İşte o gün de, sürekli okuduğu
gazetede çıkan fotoğrafın öyküsüne ilişkin konuşmasında da öyle olmuştu…
Fotoğraf
dikkatini çeker çekmez oradaki bakışlara takıldığını, duruşuna anlam yüklemeye çalıştığını
belirttiği o insanın öyküsü birlikte yaşantısının, insana, olaylara, yaşama
bakışının nasıl değiştiğini, en önemlisi de bunu yıllar sonra ilk kez bana anlattığını,
bulutlardan inemediğim, adımlarıma söz geçiremediğim günlerimde nasıl
bilebilirdim ?!
Neyse ki,
kendi ayaklarımla yere basmanın tadını, bunun ne demek olduğunu anladığım üniversiteyi
bitirdiğim yıl, duvarlarına sinmiş öğrenci kokusunu ve sefaletini silip
atamadığım evimde, malum fotoğrafa ilişkin anlattıklarını kendi yorumumla
birlikte yazıya dökmeye karar vermiştim. Babamın uzun
yıllar en yakın çevresine bile anlatmadığı ve yanlız benimle paylaştığı “Ché
ile tanışma” duygularını dillendirme olanağını yakaladığım bu deneme metni,
türlü yazınsal kaygılardan uzak, ne ki hata yaparım endişesinden olsa gerek
yazıp yazmama konusunda üzerinde gereğinden fazla düşündüğüm bir yazıydı. Büyükbabamın
açık kumral bir tene ve saç tellerine, yeşil gözbebeklerine sahip, Köy
Enstitülü emekli bir öğretmen olarak tanıma fırsatım olduğundan, babamın da o
değerli insana, yapısal duyarlılık,
incelik, duygusallık, ten ve göz rengi yönlerinden ne kadar çok benzediğini
çok, pek çok düşünmüşümdür.
Büyük
olasılıkla bu nedenle olsa gerek, ilk
dizelerime başlamadan Köy Enstitülü bir babanın oğlu olmanın nasıl bir şey
olduğu, olabileceği nirengi noktasında uzunca bir süre kafa yorduğumu
anımsıyorum. Bu yüzden “Sarışın oğlan çocuğu” sözcükleriyle başlayan metnin ilk
dizelerinde, babamdan önce büyükbabamın bilgeliğini, kişiliğini, birikimlerini
ve yaptıklarını yad ettiğimi itiraf etmekte hiçbir sakınca yok:
“ Sarışın
oğlan çocuğunun ilkokul son sınıfı okuduğu yıl, elbette yaşının gereği, henüz
koşullarından, yaşadığı toplumsal ve siyasal gelişmelerinden habersiz olduğu
uzak, denizaşırı bir ülkede, trajik olduğu kadar isyan edilesi, CİA örgütlü bir
cinayet, yargısız bir infaz, düpedüz bir katliam gerçekleşmişti… ”
Tipik öğrenci
savrukluğundan olmalı ki, ilk nüshası acemice yitirilen çıraklık dönemi metni
muhtemelen aşağıdaki paragraflarda olduğu gibi, gerçeğine yakın ya da benzer
anlatımlarla sürüyordu:
“ Gazetelerin
belki üçüncü, belki de dördüncü sayfalarında basit ve sıradan bir asayiş haberi,
dağa çıkan eşkıyaya, tipik köylü cehaletine ilişkin gayrı meşru bir vukuatmışçasına yansıtılan
olay, ne kötüdür ki - Devlete baş kaldırmış
bir asinin hazin sonu- olarak
geçiştirilmeye çalışılmıştı.
“ Bu olaydan
ve konunun özünde yatan gerçekten habersiz yaşadığı, aradan geçen üç ders
yılının sonunda, ortaokulun son sınıfını okuduğu günlerden birinde, satılmak ya
da kese kağıdı yapılmak üzere ayrılmış gazetelerin haber sayfalarını
karıştırır. Babasının kaçırmadan, düzenli olarak okuduğu, kamuoyunda iflah
olmaz, aşırı (öyle duyardı) solculuğu ile tanınan Akşam ve Cumhuriyet
gazeteleri idi bunlar… İşte o gazetelerden birinde, ısrarla unutturulmaya
çalışılan Kontra cinayetinin yıldönümü nedeniyle, diğer gazetelerden çok farklı
olarak gerçekçi bir haber yapmıştı.
Haberin ayrıntısında kendisini duyuran ciddiyetin, verilen mesajın, ondan üç yıl
önceki magazin gazetelerinde olayla ilgili yapılan kara propaganda ve pespaye çarpıtmayla
uzaktan yakından bir ilgisi yoktu…
“ Dünyayı ve
olayları kavramaktan, olup biteni algılamaktan uzak çocuk belleğini, ergenlik
hezeyanlarını epeyce geride bırakmasına karşın, okudukları karşısında aklı
haberin satır aralarına takılı kaldı. Şimdi ise algı kanallarının kıvrımlarında
donup kalmış olan olanca gizemi ve anlamlı suskunluğu ile portre bir resim
vardı. Yüzünde
belirgin ve kararlı çizgilere sahip, Latin esintilerine teslim etmiş özgür
saçlarını kontrol etmeye çalışan basit beresi ile, birçok kişinin gözünden
kaçma olasılığı olan resmin insanın adalet duygusuna dokunan canlılığı, adil,
özgür ve insanlık değerlerinin
korunduğu bir dünyayı görmek isteyen bir çift gözden kaçmayacak
ayrıntılardandı.
Resmin hemen altında, “… aradan üç yıl geçti…” diye yazıyordu... “ Yaralı olarak tutulduğu köy okulunda, yargı
önüne çıkarılmadan infaz edilen gerilla önderi, Bölge halkının, ezilen,
sömürülen Latin insanlarının yüreğinde Aziz olarak hak ettiği yeri bularak ölümsüzleşti…”
. . .
“ Aslında
efsane çok önceden, halk için, halkı uğruna, yoldaşlarıyla birlikte silaha
sarılıp isyan etmesiyle başlamıştı. Kontra cellatları onu kurşuna dizmekle,
farkında olmadan halkın gözünde on yıllarca, yüz yıllarca yıkılmayacak, yok
sayılamayacak bir ikon yaratmıştı. Ne karşı çıkılacak, isyan edilecek bir infaz, nasıl da haksız bir ölümdü… O ne ölüm
haliyle anıtlaşma, o ne sonsuzlaşmaydı öyle. İlk bakışta yakalanamayan,
ayırtına varılamayan derinliği resmin bir yerlerine saklanmış gibiydi…”
“ Dağınık
dalgalı saçlı genç adam, başını usulca ama çok mağrur, belli belirsiz devinimle
hafifçe yukarı kaldırmış, tam olarak omuz başından olmasa da, hafifçe sağ yana
dönük, uzaklara, belki de uğrunda canını verdiği halkın, Küba Devrimi ile
kavuştuğu geleceğine, eşit ve adil bir düzenle özetlenebilecek parlayan
güneşine bakmakta idi. Delip geçen,
kendinden emin bir bakıştı bu. Ne
ki, düşünceliydi…
“ Düşünceli
olduğu kadar, meydan okuyan, bir yerlere seslenen bir hali vardı. Yana doğru,
uzaklara yönelmiş bu bakış, belki de bereli başın anlık bir devinimi ile
oluşmuş ve tam da o hali ile objektife yakalanmıştı. Gelip geçici, uçucu, yitip
gitmeye, bir o kadar da belgelenmeye, ölümsüzleştirilmeye hazır o an, böylece
emektar makinesinin deklanşörüne basan sanatçının olağanüstü yeteneği ve
refleksi ile sonsuza dek hayat bulmuştu.
“ Kapanmış,
çizgi haline gelmiş dudaklarının suskunluğu, kişinin kendinden,
inandıklarından, uğruna ölümü pahasına kavga ettiği değerlerden emin, rahat ve durgun akan ırmaklarca dingin görünümü
ile tam bir ayniyet ve uygunluk içindeydi... Hani aralanıverseler,
sonsuza dek mühürlenmiş o bilge dudaklardan ipliği pazara
çıkmamış kaç eli, dili, cüzdanı kanlı haraminin foyası ortalık yere
saçılacak, kaç dolar, kaç petrol çılgını, kaç tekel karı yamyamı bundan payına
düşeni alacaktı.
“ Mütevazi
tek bir yıldız iddiasız beresinin önüne, tertemiz, onurlu alnının tam ortasına
gelecek biçimde yerleştirilmişti.
. . .
“ Kafasını ne
kadar yorduysa da, doktorluk mesleğinin rahatlığı, hatta Küba’daki bakanlık
kariyerinin avantajları ile yaşamının geriye kalan bölümünü kayda değer bir
sorun yaşamadan sürdürebilecekken, emperyalizmin orantısız ölüm makinesinin
karşısında, küçük gerilla müfrezesi ile
gönül rahatlığı ile durmasına bir anlam yükleyemedi. Adını koyamadığı,
ayrıntısına inemediği bir şeyler içini acıttı, vicdanını rahatsız etti. Öylesi bir zorbalığa, adaletsiz ve zamansız
ölüme (Hoş geldin, sefa geldin) denebilir miydi? İnsanın sonunu hazırlayan böylesi hak
edilmeyen ölüme, ancak insanlığını yitirmemiş, en sıradan, masumane değerleri
taşıyan bir insanın gösterebileceği ürpertiyle sarsıldı.
“ Damarlarında
alev alev dolaşan kanın da etkisiyle, yaşadıkları günlerde herkes tarafından
kavranamayan, dahası pek de kabul görmeyen yenilikçi, toplumcu düşüncelerin
heyecanlarını, coşkularını, sarıp sarmalayan sıcaklığını saklıyordu etrafından.
“ Aydınlanmasının
ve ufkunun açılmasının önünde engel olarak gördüğü birileri tarafından
ayıplanmaktan, ötelenmekten, olur da
okul yönetimi ya da disiplin kurulunca fişlenmekten gizliden gizliye çekinerek
yapıyordu bunu… Akranları okulun servi boylu, çıtkırıldım güzel kızlarının
peşinde komik duruma düşüp, sıska
bedenlerini çekişmeli okul maçlarının iddialı koşuşturmaları ile dermansız
bırakırken, o ilk bakışta göze çarpan başkaldıran, karizmatik düşüncenin özgür
ve asi havasından kendisini alamıyordu.”
. . .
Zamanın kavak yellerinin önünde
gittiği günlerdi…
“ Üstlendiği
ödevin konusu olabilecek olayı, beklemediği bir günde babasının sektirmeden
okuduğu günlük gazetesinde bulmuştu. Not derdiyle sıkıldığı o günlerde, elişi
dersinden baskı teknikleriyle ilgili verilen ödevin üstesinden gelmeye
çalışıyordu. Önerilenler ve arkadaşlarının başvurduğu birçok yöntem arasından
ağaç baskı uygulamasında karar kılmıştı. Ancak karışık kafasında henüz, işte
budur, bu olmalı diyebileceği bir konu yoktu… Yaşadığı bulanık günlerde
kafasında yeni yeni biçimlenen siyasal düşünceyle örtüşecek konu için günlerdir
araştırıyordu. Sonunda onu rahatlatacak bir şey olmuştu işte; aradığı konu
babasının atmaya kıyamadığı gazetelerin birindeydi.
. . .
“ Ağaç
baskının resim kağıdı üzerinde matbaa mürekkebinin krom siyah rengiyle
uygulanması, resim öğretmeni tarafından pek çok beğenilmiş ve okulun hemen
girişinde ödüllendirilmiş resimlerin sergilendiği resim panosuna asılması uygun
görülmüştü. Bu başarılı çalışmadan elbette öğretmenin de koltukları kabarmıştı.
Zayıf, uzun boylu, ince narin parmaklı, eğitimciliği, yeteneği, yağlı boya
yapıtları ile öğrencilerini etkileyen genç resim öğretmeninin, o günlerde henüz
edebiyatçı kimliği ortaya çıkmamıştı.
İlerleyen yıllarda ‘Ağda Zamanı’ adlı öykü kitabı ile yazarlığa ilk adımını
atacaktı. Henüz Kahramanmaraş, kanlı Maraş olmamıştı. O da, bu yüzden ‘Kıran
Resimleri’ kitabını henüz vicdanlarımıza ve yüzlerimize çarpmamıştı.
Görünüm
olarak ince ve kırılgan bir yapıdaydı; becerilerine ve eğitimciliğine diyecek
yoktu. Kendine özgü bir duruşu, bakışı, kendince sanatçı bir ağırlığı vardı.
Yapılan yağlı boya, sulu boya resimlere, türlü el işlerini eleştirirken oldukça
ciddi yüz ifadesi takınırdı. Ama notu boldu, kötü de olsa emek verilen,
üretilen şeyi över, yapılan çalışmaya değer verdiğini belli ederdi. Daha ders
yılının başında etkilenmişti ondan.”
“ Sonraları,
bu genç öğretmeni düşünmek istediğinde ise, onu, zayıf bileklerindeki pastel
renkli kalın ağaç bilezikleri, uzun ve kemikli parmaklarına taktığı yine
kendisinin eseri olan abartılı, ama gösterişli yüzükleri ile anımsayacaktı…
Kendisinin
tasarlayıp ürettiği el emeği göz nuru, her biri renk renk, göz alıcı abartılı
takıları takmayı belli ki çok seviyordu… Yakıştırdığı süslerin iriliklerine ve
çarpıcı renklerine karşın, ince ruhlu bir insan olduğu açıktı. Yeni yetme sarışın
çocuk onun titizliğinden ve de seçiciliğinden olsa gerek ona ‘İnci ruhlu
öğretmen’ derdi içinden. Ne ki, ne o genç resim öğretmenin ne de sonrasında
‘İnci Aral’ olarak ünlenecek olan yazarın ilerleyen yıllarda bundan hiç haberi
olmayacaktı. Şimdi üzerinde mavi atölye önlüğü, kollarını birbirine göğsünde
kavuşturmuş; tüm sınıfı, yeni yetme delikanlının imrendiği, gizliden
sevdalandığı sakin bakışları ve makyajlı, kraliçe Nefertiti’nin gözleriyle
süzüyordu… Ödevlerin bitirilmesinin sonrasında, ortaya konulan yapıtların
değerlendirilmesi, konuları ve başvurulan tekniklerle ilgili konuşmalar,
eleştiriler neredeyse birbirinin aynıydı.
Hemen her
fırsatta ileri geri konuşan, akıllarına ilk gelen eleştiri sözcüklerini pat
diye söyleyiveren, bilmiş öğrencilerin
nedense bu kez ağızlarını bıçak açmıyordu. Bu
alışılmışın dışındaki sessizlik, resmin kendine özgü çizgilerinin o güne dek
yapılanların ötesinde değişik görselliğinden, belki de ödeve konu olan
kahramanın kimliğinin açıklanmamış oluşundandı. Siyah ağaç baskısındaki bu
derinlik ve gizem bir farkındalık yaratmıştı…
Yine de
sıkıntılıydı işte… İçini kaplayan, bahar dallarınca devrimci duygularına
yakıştıramadığı korkularla oturduğu sırasında suspus beklerken öğrencilerden
birisinin ödevine suretine veren insanın adını söyleyiverecek diye avuçlarının içine
ve sırtına ter basmıştı. Sonunda o gizliden gizliye beğendiği, değer verdiği,
alay konusu olur diye sınıftan, sınıfın şımarık çocuklarından sır gibi
sakındığı, ilk gençlik uykularını kaçıran o sarışın kız bozmuştu yine
sessizliği :
“ Hocam! Bu
şey değil mi ?.. Hani, şu Güney Amerika ülkesinde… askerlerin öldürdüğü ... ”
Kız, cinayetin
geçtiği ülkenin bulunduğu kıtayı tutturmuştu tutturmasına da… Katledilenin adı,
kimliği sınıfın soru baloncuklarıyla dolu havasında kocaman bir çengelli soru
işareti olarak asılı kalakalmıştı… Bu güdük ve hedefine ulaşmayan sözcüklerin
ardından, daha başka kem küm edilen, konuyla uzak yakın ilgisi olmayan
yakıştırmalar, acemi, çocuksu yorumlar geldi… Ancak bunlardan hiç birinin gücü
boşlukta asılı kalakalan soru işaretini bulunduğu yerden aşağıya indirmeye
yetmeyecekti… Delikanlı yanı başında oturan sıra arkadaşına belli etmeden, az
önce soluğunu tutarak cezalandırdığı ciğerlerini dışarıya koyuverdiği kocaman
bir solukla rahatlatmıştı.”
“ Yüreğinin
bir yanı sevinirken, diğer yanı tüm korkularına, çekincelerine
karşın, o gerilla adının bir kerecik olsun sınıfın duvarlarında
yankılanmamasına, uçarı haylazlara, kulaklarına dek kızarmasına neden olan
‘İnci Ruhlu Öğretmen’e dek ulaşmamasına üzülmüştü... Çakılıp kaldığı okul sırasında
böylesi anlaşılmaz ikilemleri yaşarken, içinde gidip geldiği ruh hali, mevcut
düzen karşısında yasa dışı konuma düşmüş bir yetişkinin durumuna, parmak
ısırılarak herkeslerce kınanacak yaramazlıklar yapmış, ‘çok çirkin’ ve ‘çok ayıp’
şeyler düşünmekle suçlanan bir çocuğun psikolojisine dönüşmüştü.
‘ Nasıl…’ demişti bir diğeri… ‘ Bizdeki Köroğlu,
Dadaloğlu gibi mi yani ? ‘
‘ Yok artık ’
diye atıldı, kızların aşık olduğu basketçi çocuk: ‘ İnce Memed
?! ’
Bunu derken konuyu sulandırmak,
yani dersi kaynatmak için kolladığı fırsatı yakalamıştı. Doğaldır ki, ardı sıra
gelen gülüşmeler… Bu ara teneffüs zili de çalmıştı. ”
Yazı böyle
bitiyordu.
. . .
7 Ekim 1967, La Higuera...
Gerilla
komutanı Dr. Ernesto Ché Guevara, emperyalizmin ölüm meleğine Latin Bolivya
coğrafyasının La Higuera kırsalında, hiç de adaletli olmayan, cehennem ve felaket habercisi bir çatışmanın hemen
sonrasında yakalandığında bacağından yaralı durumdaydı ve kan kaybediyordu…
Ché’nin içinden çıkamadığı, kendisini ve yoldaşlarını kurtaramadığı pusu,
aylardır tasarlanan emperyal komplonun vardırılan en kalleş noktasıdır…
Pentagon güdümlü Barrientos'un profesyonel askerleri tarafından yarasına
müdahale yapılmaksızın köyün eskimiş okuluna kapatılır. Takvimler
1967 yılının, ekim ayının yedinci gününü göstermektedir… O ekim gecesinin havası kurşun gibi ağır ve
boğucudur. Ardı sıra gelen iki günse, kumandan Ernesto Ché Guevara ve
gelecekleri için savaşıp ölümü göze aldığı, komşu evlerde çoktan yasına durmuş
yöre halkı için çok uzun olacaktır…
Ernesto Ché
Guevara, 9 Ekim 1967 günü, kiralık faşist, Kontra
katillerden Mario Teran denen alçağın dokuz hain kurşunu ile katledilir.
. . .
Yaşamın
hiçbir koşulunda ve zamanında tekdüze çizgi izlemeyen, aynı yaşamın diyalektik
akışı içinde karşılaşılan ve yaşanılan bazı “an” lar, monoton yaşamın
alışılmış, kanıksanmış gidişini bir anda değiştiriverir. Böylesi tarihsel
anlarda, o güne dek uyulan,
ezberlenen kurallar, tabu bellenen dengeler bir anda alt üst olup yerle yeksan
bozulabilir.
Sistemin
üniformalı, üniformasız resmi ağızlarınca kutsanıp tescillenmiş kabul görmüş
taşlar yerinden oynayabilir. İnsan vicdanında, beyninin kıvrımlarında
şimşek çakımları yaratansa; bir film, bir kitap, bazen bir resim, darağacında
edilen tek bir sözcük, tekmelenen taburedir… Kimi zaman, son nefesi savunmasız
tabanca kurşunuyla alınmış, sırt üstü uzanmış yatan, halkın gözünde
öykünün ta başından beri ikonlaşmış gerillanın
kımıltısız bedeni, uzamış dalgalı siyah saçlarıdır…
Kişi yaşadığının,
gördüğünün sonrasındaki günlerde, bazen yıllar sonra kitabın, fotoğrafın ve
daha fazlasına izin vermeyen darağacın gölgesinde atılan sloganın
etkisiyle yaşantısının ve bakış açısının nasıl farklı mecralara sürüklendiğini
anlar. Başına gelenin ayırtına varır varmaz da, güvenilir bulduğu yakın
çevresine, sevdiği dostlarına yaşam ırmağının nasıl kendi halinde akıp dururken
yaşadığı gerçekliğe ilişkin; o ana dek kendisinden başka kimsenin bilmediği bir
takım samimi itiraflarda bulunur… Henüz ergen yaşının, ilk karmaşık
günlerindeki kız çocuğuna anlatılmaya çalışılan öykü belki de böyle bir
öyküydü.
Yaşamın bir
çocuk elini tutar gibi elinizden tutarak, sizi alıp dokunaklı anlamlar, değişik
değerler yüklü çok daha sıcak ve renkli dünyaların karışık yollarında,
yine kendi halinize, yaşantınızın olanca doğallığı içine bırakıvermesi ne
ilginç? Ne dönüştürücü, ne paylaşımcı! Nasıl da anaç? Eli öpülesi dostlar gibi
vefalı… Bu dost sizi alır götürür, değiştirir. Gayretkeşliğiniz nafiledir; işin
ne inceliğine, ne de sırrına varabilirsiniz. Önceki günlerdeki ‘siz’, siz
değilsinizdir artık. Kendinizi yenilemenizin, değişime uğratmanızın hızını
ve temposunu yakalamanız biraz zordur artık. Ayrıntılara girememeniz; çok
önemli ya da çok sıradan bir günden sonra gelen yeni günde,
hemen ertesi gün aynı durgunlukta, kendine özgü yatağında uslu bir çocuk
gibi devinimsiz akan nehrin, aynı nehir olmadığını anlayamamanıza benzer.
. . .
Kız çocuğunun yitirdiği notlarından:
“ Yıllar
sonra, yazın yeteneğine ‘erişilmez ve ulaşılmaz’ kabul edilen, sonradan Nobel
ödülü alacak ünlü yazarımızın ‘ Bir kitap okudum hayatım değişti…’ dizesi ile
başlayan, uzun anlatımlarla detaylandırılmış, insanın ve yaşamının değişikliğe
uğraması noktasında, bende hiçte heyecan uyandırmayan romanını okudum… Yine de
bunun, babamın insana bakışını, dünyayı yorumlama ve ele alış tarzını, kısacası
yaşam gerçekten de inanılması güç biçimde değiştirdiğini ‘
söylediği, o siyah beyaz fotoğrafla ilgili bana anlattığı öyküsünden çok daha
çarpıcı, daha sarsıcı, daha etkileyici geldiğini söyleyemem. ”
Değişim ve
yenilenme, ciddi tarihi sorumluluklar ve görevler üstlenen önemli kişiliklerin
çağının dobra tanığı olmasıyla, yaşananların karanlıkta bırakılmaya çalışılan
ayrıntılarını, özünü, izleyicilerine, sevenlerine yalansız, dolansız, yani sözü
dolandırmadan insanlara yansıtmasıyla anlamlı…
. . .
" Kötülüğün başarısı için gerekli olan her şey, doğru insanların iyilik adına hiçbir şey yapmamasıdır." Edmund Burke.
Halka ve can
alıcı sorunlarına dokunan gerçekçi yapıtlar üretilmediği sürece, düzenin
popüler kültürü, elbette biraz siyah beyaz Türk filmlerinin tadında, acılı ve
kırılgan 12 Eylül açık faşizm döneminin sıradan ve gerçekten mağdur edilmiş
insanlarını Orhan Pamuk yemlemesiyle Masumiyet Müzesi’ne koyarak; eli
kanlı darbecilerini, bilumum katillerini hasıraltı etmeye çabalayacaktır.
Doğaldır ki, Marmaris beldesinde kanlı ellerden çıkan Nü resimleriyle
insanların gözlerini ve zihinlerini boyamaya yeltenecek, sindirdiği,
yoksullaştırdığı, sendikasızlaştırdığı emekçilerle alay etmeyi sürdürecektir.
Yıllardır yaptığı gibi, dünya halklarının ikonlaşan fotoğrafını da, ucuz
rozetlere, kuşe posterlere, kahve fincanlarına, iç çamaşırlarına ve kolyelere
basarak, o muhalif, teslim olmayan devrimcinin ruhunu, kimliğini ve sosyalist
kuramını unutturmayı deneyecektir… Düzenin onca devlet olanaklarına,
yanıltmalarına ve saldırılarına karşın, işçi sınıfının tarihini çarpıtmayı
başaramadığını, tam tersine eline yüzüne,
kalemine, tuvaline ve objektifine bulaştırdığını söylemek gerek.
. . .
Yitirilen notlara son ek:
“ Ticari
metaya, içi boşaltılıp duygusal bir imgeye dönüştürülmeye çalışılan,
başkaldırmanın simgesi bereli fotoğrafın taşıdığı tarihsel misyonu, onun
esprisini bilen ben, yaşıtlarıma göre şanslı olmalıyım… İyi ki de, bazı
şarlatanların meze yapmaya çalıştığı resmin nasıl bir iklimden geldiğini ve
nasıl bir tarihi kişiliğe, nasıl bir erişilmez misyona ait olduğunu
bilenlerdenim… İyi ki… İyi ki… ”
. . .
5
Mart 1960, La Coubra anması …
ABD
Emperyalistlerinin desteklediği hain sabotajla batırılan La Coubra gemisinde
yaşamını yitirenler için cenaze töreni düzenlenmektedir. J. Paul Santre ve
Simone de Beauvoir’un da onurluca dikilerek hazır bulunduğu tören alanında,
Fidel Kastro kürsüde tarihe not düşen etkileyici, duygulu konuşmasını
yapmaktadır. Orada, alanda bulunanların üzerine ağır ve hüzünlü bir hava çökmüştür.
Yaşamı boyunca resmiyetten ve sıkıcı protokollerden uzak durmaya özen göstermiş
Ché Guevara, kürsünün hayli uzağında, o an, orada suskunluğu tercih etmiş kederli
insanların arasındadır.
Uzaktan
görülebildiği kadarı ile hayli yaslı ve düşüncelidir. Deyim yerindeyse,
ağzını bıçak açmaz. Küba’lı fotoğraf sanatçısı Alberto Korda,
Fidel’i ve ünlü devrimci konuklarını onlarca kare ile belgeleme pozisyonuna
sahipken, onun sanatçı duyarlılığı ile tüm dikkati, basından ve meraklı
gözlerden uzak durmaya çalışan efsane gerillanın üzerindedir. Korda hedefine
kilitlenmiş usta bir nişancı gibidir; Ché’yi
görüntülemek içinse fazla zamanı olmadığının bilincindedir..
Mesleği
gereği zor olanın üstesinden gelmenin ve gelecek nesillere aktarılması gereken
tarihi anı ölümsüzleştirmenin eşiğindedir. Geçilmesi gereken bu eşikse, öyle
ortalık yerde görünmeyenin, öne çıkmayanın, hak edenin ve her an halkın içinde
olmayı yeğleyenin bir anlık duruşunu yakalayabilmektir. Alberto Korda,
saniyelerle sınırlı bir zaman diliminin içinde bunu başarır.
Yıllar sonra
ezilen halkların, dünya yoksullarının, doğdukları günden bu yana evsiz, işsiz,
aşsız ve güvencesiz olanların kalbinde ruhunda ve bilincinde adeta ikonlaşacak,
dolar ve medya baronlarının, düzen şakşakçılarının istismar etmek için can
atacağı ölümsüz fotoğraf böyle ortaya çıkar.
. . .
Ernesto Ché
Guevara bu nedenledir ki, insanların arasında olduğundan, onların dertleri,
sorunları ile kavrulduğundan, “ Haşin olmalıyız, sevgimizi ve şefkatimizi hiç
yitirmeden” diyebildiğinden dünya emperyalistlerinin gözüne fena halde battı.
Ché Guevara kusursuz ve kıskanılacak bir biçimde sürdürdüğü devrimci
yaşamında var olanlarla, elindekilerle yetinmedi; görev ve sorumluluklarında,
hemen her koşulda bir fazlasını istedi. ABD
Emperyalizminin, halkların devrim/ sosyalizm, barış, kardeşlik mücadelesinde en
sinsi, en ölümcül tehlike olduğu gerçeğinden yola çıkarak, bunun çözümünü
cesurca, çok açık biçimde “ … iki, üç daha fazla Vietnam ”
şiarı ile ifade ettiğinden, başta ABD olmak üzere dünya faşistleri ve
gericileri tarafından hedef tahtasına konuldu.
“ Kar, sömürü
ve istismar amaçlı ticari değerlerin, sembollerin egemen olduğu emperyalizmin
tek kutuplu sisteminde, yıldızlı bereli resmin değeri, bu ülkenin
fabrikalarında, üniversitelerinde, ovalarında, tarlalarında ve de
tutukevlerinde eylem adımlarıyla yürüyenler için, babam için neyse benim için de odur.
Birçok halk
önderi gibi, abartılarak ‘yakışıklılığı’ bilinçli olarak öne çıkartılan,
sinsice utanmazca içi boşaltılmaya, özünden, kimliğinden, tarihinden
koparılmaya çalışılan Ché’ nin duruşu, devrime ve sosyalizme inanmışlığı, sıkı
kuramcılığı ve mücadeleci ruhu ezilen dünya halklarının umudu ve yol göstericisi
olmaya devam edecek… ”
Cihan Bilgen 26 Ekim 2008 Karşıyaka. Güncelleme 03 Ocak 2015 H.Oğuz Bilgen