CRAZY HORSE, AMA MAKUL YANIT…
Şantiyede
işbaşı saatine beş kala… Hani, kıdem tazminatları ile ilgili toplantıda, soruları
ile sendikacıları çıldırtıp çileden çıkaran, demirci Arif usta vardı ya; çay
ocağında önümü kesiyor. Her zamanki gibi, yine damdan düşercesine:
“Tamam.”
diyor, anladık… Enflasyonla ilgili, işsizlikle, Torba Yasa ile ilgili soruları
bildin!.. Şimdi söyle bakalım, bu memleketin yeni reis-i cumhuru kim olmalı?
Kime oy vereceksin?
Sonra,
yanıtımı beklemeksizin, soluk soluğa, daha dün İstanbul’daki Crazy Horse
konserinden, orada, cesur müzik ustası Neil Young’un, “Mevcut iktidarların, yani kurulu düzenlerin
yanında değilim. Hiçbir zamanda olmadım. Hep halkların yanındaydım…”
biçimindeki tehlikeli konuşmasından söz ediyor… "Onca atölye telaşının içinde... Pes doğrusu." demeye fırsat bile
bulamadan, işbaşı zili çalıyor.
. . .
Kilometre
taşları vardır… Bizi insanlığımızdan, en insancıl, en masumane haklarımızdan ve
tabi ki uygarlıktan, aydınlıktan ne kadar uzaklaştığımızın göstergesi olan
taşlar... Onlarda rakımı da görebilirsiniz; deniz seviyesinden, evrensel ve ahlaki
değerlerden ne kadar yüksekte, ya da tam tersine ne kadar alçakta olduğumuzu da…
Yakın geçmişimizin,
son otuz, kırk yıllık zaman diliminde, bu göstergelerden, insanlarımızın
sosyal, siyasal ve travmatik kırılmalarından epeyce var. Birisi, Çorum’da,
Maraş’ta, Madımak’ta toplu kıyım, Mamak’ta, Diyarbakır’da barbarca işkence, diğeri
Kozlu’da, İzmir-Alaybey Tersanesi’nde, Soma’da iş cinayetleri olarak durup
duruyor. Diğeri, kuşkulu asker ölümlerinin ve asker intiharlarının her birinin hemen yanında, bir
başkası, tekinsiz sokaklarda, dere yataklarında yatan çocuk gelin, meçhul kadın
cesetlerinin başucunda… Bir başkası, Santral/Baraj/Otoyol/Havaalanı
çılgınlığına kurban giden ormanların, bitki örtüsünün ve onca börtü böceğin
küllerinin içinde…
. . .
Fincancı
katırlarını ürküten, huysuzlaştıran konular bunlar; gözaltında yitmeler, faili
meçhuller, isimsiz, kimliksiz mezarlar ve dahi taşı, yatanı olmayan toplu
mezarlar… Asit kuyuları, kuytuluklardan ele gelen insan kemikleri, yanmış giysi
parçaları… Her birinin şifresi de, meali de
bizde saklıdır. Birilerinin övündükleri 1980 sonrası sivil(!) parlamenter
demokrasi yıllarında vücut ve de cesaret bulmuştur onlarcası… Bu yüzden, Berfo
Ananın hasreti, bizim en kıymetli hazinemizdir. Ahdimizdir... Sol göğsümüzün altında atan cevahirimizde korunmakta ve büyütülmektedir.
. . .
TSK’nın
“Eğitim Zayiatı”, “Askeri Zayiat” olarak, içini boşaltıp önemsizleştirdiği,
devlet ısrarı ile üstlerini örtmeye çalıştığı kuşkulu asker ölümleri ve meçhul
asker intiharları, önemli ve acıklı gündem maddelerinden birisidir aslında.
Görkemli,
içi boş törenlerde, bayrağa sarılı tabutların içinde ana babalara teslim edilen
her evlat, kanayan bir Türkiye gerçeği, tabuların maskesini düşüren trajik bir
Türkiye hikayesidir: Ulusalcı teranenin “kırmızı” çizgileri içinde hapsolmuş
“Ülkesiyle, milletiyle…” ve “Vatan sağolsun.” ezberinin dışına çıkamayan ZAK
(Zorunlu Askerlik Kafası) tabusunun kışkırttığı militarizmin, kör değneği
misali sürdürülen kirli savaşın ve homofobinin elbette açık ve gizli kurbanları
olacaktı. Resmi tarihin dayattığı, "Meçhul Asker Anıtı"nın, biraz da böyle bir gerçek yüzü var.
Türkiye
kuşkulu asker ölümlerinde ve intiharlarında, hala Avro bölgesinin ve de
dünyanın ilk sıralarında, Mehter marşının cenk adımları ile ilerliyorsa, bunun
bir nedeni de, toplumda, kayıplarının peşini bırakmayan “Cumartesi Anneleri”nin
aktivizmine ve muhalif duruşuna benzer bir karşılığını koyamamış oluşumuzdandır.
. . .
İşin
istatistiğinde ve meta işlemlerinde yapıldığı üzere sayısal değerleri üzerinde
duranlardan değiliz. Ortalık yerde, fütursuzca, göstere göstere işlenen, faili
ve kışkırtıcısı belli kadın cinayetlerinde, dünyanın parmakla gösterilen ülkelerden
birisi olduğumuzu, hadi kamuoyu olarak yeterince ezberimize yazdık diyelim de,
sağır sultanlar duydu mu bilinmez.
Ya, kaza,
kader sözcükleri ile, rüya yorumlanır gibi yorumlanan iş cinayetleri… Bakın,
bunda açık ara ile Avrupa birincisi olduğumuz kesin. Üstelik vahşi sistem, her geçen gün kendi rekorunu yine kendisi kırmakta. Nasıl mı? Daha önceki gün, İşçi
Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 2014 yılının ilk altı ayında, en az 978
işçinin iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiğini açıkladı. Yaklaşık bin kişi… Asla yanlış yazmadık ve asla yanlış duymadınız. İnan olsun, rakı balık sohbetlerinin tadını ve huzurunu kaçırmak istemezdik! Rakam budur...
Aşımızı ekmeğimizi soframıza koyan, yakacağımızı, giyeceğimizi, bineceğimizi, tükettiğimizi
ve dahi tüketeceğimizi bizlere, altın tepside sunan, yaptıkları hak grevi
“insan sağlığı ve güvenlik” safsatasıyla ertelenen insanlarımızdan söz
ediyoruz… Efendiler! Ballı ihalelerden, yeşil dolarlardan değil…
Söz sırası
gelmişken; bu “yaklaşık bin kişi”, yeni ihaleler ya da “ekmek” için yola çıkan iki
“reis” adayı için ne anlam ifade eder? Mikrofon karşısında, altılı ganyan rakamlarından söz eder gibi yinelediğiniz, "kaza kurbanlarınızdan" sayılan, bu "bin kişi", bu iki muhteremin seçim bildirgelerinin hangi
satır arasında geçer, diye sormak boynumuzun borcudur.
. . .
Halklarının
asırlar önce ve asırlardır kız alıp kız verdiği, bu yüz sürülesi canım
topraklarda, ölümlerden, cinayetlerden, katliamlardan söz etmek kanıksanır
oldu, alışkanlık yaptı ya artık… Son bir -bilinçli ve devlet örgütlü-
cinayetle, santral çılgınlığı ile işbu kanlı örnekleri sonlandıralım dedik:
Akdeniz
deniz suyunun sıcaklığındaki artışın, olası fizibilite raporunda adı geçecek olan neden ve koşulları
araştırılırken, derelerimize, vadilerimize, cennet beldelerimize saldıran
termik ve nükleer santrallerden yapılan sıcak su deşarjında, Türkiye’nin tüm
Akdeniz ülkeleri arasında başı çektiği anlaşıldı. (CARMA Karbon İzleme
Platformu ve Hollanda Delft Üniversitesi, Enipedia Projesi ve Enerji Piyasası
Düzenleme Kurulu verileri.)
. . .
Neyse ki,
“reis” seçimi sonuçlarının, buraya kadar -bilinenin yinelenmesinden başka bir
şey olmayan- sabıkalarını sıraladığımız ülkede, ola ki, Ekmeleddin seçeneği
gerçekleşse bile, vesayet değişiminden geriye kalan son birkaç taşın yer
değiştirmesinin dışında pek fazla bir şeyi değiştirmeyeceği ortada…
Bir başka
deyişle, seçimden önceki Türkiye, seçimden sonraki Türkiye diye, değişik iki
ülke olmayacak. Yine, taşeron ocağında, ölüm meleğinin kollarında son uykusuna
dalan madencinin belleğindeki son görüntü, gelinlikler giyinmiş kızının, gül
yanaklı utangaç hali olacak… Yine, söz dinleyen, battal ellerinin ana şalterin
üzerinde olduğunun ayırtında olmayan asgari ücretli, gelecek maaş gününü
olmayacak, türlü düşlerle süsleyecek… Yine Diyarbakır’ında okuduğum bir
ülkenin, yolunu izini bilmediğim dağlarının, tekin olmayan bir koyağında, bir
ana, yine oğlunun yeri belirsiz kemiklerini arayacak…
. . .
Şimdilerde, eskiden,
eylül aylarında girdiğimiz “tek ders” sınavlarında olduğu gibi sıkıştırıyorlar
ya insanı… Bu günlere dek, halının altına süpürülmüş, hala içimizi yakan, kuşça
canımızı acıtan sorunlar çözülmüş de, ortalık sütliman ve de güllük gülistanlık
olmuş gibi, soruyorlar ya insana “Ülkenin reisi kim olacak?..” ve hemen arkasından “Oyun
kime?..” diye…
Yanıtım
uzun, sıkıcı gelse de, canları sıksa da, smokinli resmi baloların kırmızı
çizgileri içinde yaşamaya alışmış, sağ-milliyetçi-muhafazakar dar alanda güdükleşmiş
kişi için hüsran olsa da. Diyorum ki, öldür Allah sağır dilsiz, kör karanlık
kuyulara seslenir gibi:
Tercihi isabetli midir ya da talihsizlik midir bilemem; ekmeği simge yapan “reis” adayı, eskilerin kadayıfçı hocasının çok daha fazla okumuşuna, ağzının suyunun akmayanına ve de Avro bölgesinin normlarına uyumlu “Batı Taklidi”ne benziyor. Halklarımıza nasıl da sevdirtmeye, benimsetmeye çalışıyorlar ama; “Bakın, kaç okul bitirmiş, kaç dil biliyor, bilmem kaç ülkenin oturma organına parmak atmış.” derken… Dünyanın en ağır, en aşağılık işkencesi, yakışık almayan birisinin toplumda kabul edilmesi, onay görmesi için bin bir dereden su getiriliyor olması gerek.
Tercihi isabetli midir ya da talihsizlik midir bilemem; ekmeği simge yapan “reis” adayı, eskilerin kadayıfçı hocasının çok daha fazla okumuşuna, ağzının suyunun akmayanına ve de Avro bölgesinin normlarına uyumlu “Batı Taklidi”ne benziyor. Halklarımıza nasıl da sevdirtmeye, benimsetmeye çalışıyorlar ama; “Bakın, kaç okul bitirmiş, kaç dil biliyor, bilmem kaç ülkenin oturma organına parmak atmış.” derken… Dünyanın en ağır, en aşağılık işkencesi, yakışık almayan birisinin toplumda kabul edilmesi, onay görmesi için bin bir dereden su getiriliyor olması gerek.
“Kaç dil
biliyor, kaç ülke gezmiş, kaç devlet adamı tanımış.” şifresi, “Siz kim, devlet başkanlığı
kim? Siz veya sizden biri, bu ülkeyi yönetemez.” nasihatini, ince yollu bir gözdağını
içermektedir. “Ekmek için Ekmeleddin.” şifresi ise “Size ancak ekmeği biz
veririz. Biz olmasak açsınız.” göndermesini kapsamaktadır. (Stilist gözüyle bakıldığında da, kibar beyfendinin elindeki ekmek somununun, henüz son provası yapılmamış İngiliz kumaşından giysinin üzerinde teğellenmiş gibi durduğu söylenebilir.)
Önümüze
konulan, ancak iki seçeneği olan tabldot yemeğine benzeyen “reis” seçimi de, bu
güne dek hep ayak takımından sayılmış, horlanmış, ötekileştirilmiş halkların
reis-i cumhur makamını kendisine değer bulması noktasında, bu ülke için can
alıcı kilometre taşlarından birisidir. Bu kilometre taşında, on yıllardır bu
topraklarda hasret kaldığımız kalıcı ve adil bir barışın hep birlikte, içimize
sindire sindire yaşayacağımız kardeşlik günlerine ne kadar yaklaştığımız
yazmaktadır.
Bizi
sınıfsız ve sömürüsüz bir düzene götürmediğini biliyor olsak da, yerinde ve
doğru seçenek, üzerimize biçilmeye çalışılan kefene ve korku gömleğine itiraz
etmemizi kolaylaştıracak, "bir hayali olan", içinde barış ve eşitliğin, halkların kardeşliğinin ruhunu taşıyan
üçüncü seçenektir.
Crazy Horse’un cesur gitaristi Neil Young’un deyişi ile, “İktidarların yanında değil halkların yanındayım. Artık birlikte olma vaktidir...”
Hasan Oğuz Bilgen, 20.07.2014, Aliağa