19 Temmuz 2014 Cumartesi

"CRAZY HORSE" AMA MAKUL YANIT



CRAZY HORSE,  AMA MAKUL YANIT…

Şantiyede işbaşı saatine beş kala… Hani, kıdem tazminatları ile ilgili toplantıda, soruları ile sendikacıları çıldırtıp çileden çıkaran, demirci Arif usta vardı ya; çay ocağında önümü kesiyor. Her zamanki gibi, yine damdan düşercesine: 

“Tamam.” diyor, anladık… Enflasyonla ilgili, işsizlikle, Torba Yasa ile ilgili soruları bildin!.. Şimdi söyle bakalım, bu memleketin yeni reis-i cumhuru kim olmalı? Kime oy vereceksin? 

Sonra, yanıtımı beklemeksizin, soluk soluğa, daha dün İstanbul’daki Crazy Horse konserinden, orada, cesur müzik ustası Neil Young’un, “Mevcut iktidarların, yani kurulu düzenlerin yanında değilim. Hiçbir zamanda olmadım. Hep halkların yanındaydım…” biçimindeki tehlikeli konuşmasından söz ediyor… "Onca atölye telaşının içinde... Pes doğrusu." demeye fırsat bile bulamadan, işbaşı zili çalıyor.
.  .  .

Kilometre taşları vardır… Bizi insanlığımızdan, en insancıl, en masumane haklarımızdan ve tabi ki uygarlıktan, aydınlıktan ne kadar uzaklaştığımızın göstergesi olan taşlar... Onlarda rakımı da görebilirsiniz; deniz seviyesinden, evrensel ve ahlaki değerlerden ne kadar yüksekte, ya da tam tersine ne kadar alçakta olduğumuzu da…

Yakın geçmişimizin, son otuz, kırk yıllık zaman diliminde, bu göstergelerden, insanlarımızın sosyal, siyasal ve travmatik kırılmalarından epeyce var. Birisi, Çorum’da, Maraş’ta, Madımak’ta toplu kıyım, Mamak’ta, Diyarbakır’da barbarca işkence, diğeri Kozlu’da, İzmir-Alaybey Tersanesi’nde, Soma’da iş cinayetleri olarak durup duruyor. Diğeri, kuşkulu asker ölümlerinin ve asker intiharlarının her birinin hemen yanında, bir başkası, tekinsiz sokaklarda, dere yataklarında yatan çocuk gelin, meçhul kadın cesetlerinin başucunda… Bir başkası, Santral/Baraj/Otoyol/Havaalanı çılgınlığına kurban giden ormanların, bitki örtüsünün ve onca börtü böceğin küllerinin içinde…      
.  .  .

Fincancı katırlarını ürküten, huysuzlaştıran konular bunlar; gözaltında yitmeler, faili meçhuller, isimsiz, kimliksiz mezarlar ve dahi taşı, yatanı olmayan toplu mezarlar… Asit kuyuları, kuytuluklardan ele gelen insan kemikleri, yanmış giysi parçaları… Her birinin şifresi de, meali de bizde saklıdır. Birilerinin övündükleri 1980 sonrası sivil(!) parlamenter demokrasi yıllarında vücut ve de cesaret bulmuştur onlarcası… Bu yüzden, Berfo Ananın hasreti, bizim en kıymetli hazinemizdir. Ahdimizdir... Sol göğsümüzün altında atan cevahirimizde korunmakta ve büyütülmektedir.  
.  .  .

TSK’nın “Eğitim Zayiatı”, “Askeri Zayiat” olarak, içini boşaltıp önemsizleştirdiği, devlet ısrarı ile üstlerini örtmeye çalıştığı kuşkulu asker ölümleri ve meçhul asker intiharları, önemli ve acıklı gündem maddelerinden birisidir aslında.

Görkemli, içi boş törenlerde, bayrağa sarılı tabutların içinde ana babalara teslim edilen her evlat, kanayan bir Türkiye gerçeği, tabuların maskesini düşüren trajik bir Türkiye hikayesidir: Ulusalcı teranenin “kırmızı” çizgileri içinde hapsolmuş “Ülkesiyle, milletiyle…” ve “Vatan sağolsun.” ezberinin dışına çıkamayan ZAK (Zorunlu Askerlik Kafası) tabusunun kışkırttığı militarizmin, kör değneği misali sürdürülen kirli savaşın ve homofobinin elbette açık ve gizli kurbanları olacaktı. Resmi tarihin dayattığı, "Meçhul Asker Anıtı"nın, biraz da böyle bir gerçek yüzü var.

Türkiye kuşkulu asker ölümlerinde ve intiharlarında, hala Avro bölgesinin ve de dünyanın ilk sıralarında, Mehter marşının cenk adımları ile ilerliyorsa, bunun bir nedeni de, toplumda, kayıplarının peşini bırakmayan “Cumartesi Anneleri”nin aktivizmine ve muhalif duruşuna benzer bir karşılığını koyamamış oluşumuzdandır.
.  .  .     

İşin istatistiğinde ve meta işlemlerinde yapıldığı üzere sayısal değerleri üzerinde duranlardan değiliz. Ortalık yerde, fütursuzca, göstere göstere işlenen, faili ve kışkırtıcısı belli kadın cinayetlerinde, dünyanın parmakla gösterilen ülkelerden birisi olduğumuzu, hadi kamuoyu olarak yeterince ezberimize yazdık diyelim de, sağır sultanlar duydu mu bilinmez.

Ya, kaza, kader sözcükleri ile, rüya yorumlanır gibi yorumlanan iş cinayetleri… Bakın, bunda açık ara ile Avrupa birincisi olduğumuz kesin. Üstelik vahşi sistem, her geçen gün kendi rekorunu yine kendisi kırmakta. Nasıl mı?  Daha önceki gün, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 2014 yılının ilk altı ayında, en az 978 işçinin iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiğini açıkladı. Yaklaşık bin kişi… Asla yanlış yazmadık ve asla yanlış duymadınız. İnan olsun, rakı balık sohbetlerinin tadını ve huzurunu kaçırmak istemezdik! Rakam budur... Aşımızı ekmeğimizi soframıza koyan, yakacağımızı, giyeceğimizi, bineceğimizi, tükettiğimizi ve dahi tüketeceğimizi bizlere, altın tepside sunan, yaptıkları hak grevi “insan sağlığı ve güvenlik” safsatasıyla ertelenen insanlarımızdan söz ediyoruz… Efendiler! Ballı ihalelerden, yeşil dolarlardan değil…

Söz sırası gelmişken; bu “yaklaşık bin kişi”, yeni ihaleler ya da “ekmek” için yola çıkan iki “reis” adayı için ne anlam ifade eder?  Mikrofon karşısında, altılı ganyan rakamlarından söz eder gibi yinelediğiniz, "kaza kurbanlarınızdan" sayılan, bu "bin kişi",  bu iki muhteremin seçim bildirgelerinin hangi satır arasında geçer, diye sormak boynumuzun borcudur.
.  .  .

Halklarının asırlar önce ve asırlardır kız alıp kız verdiği, bu yüz sürülesi canım topraklarda, ölümlerden, cinayetlerden, katliamlardan söz etmek kanıksanır oldu, alışkanlık yaptı ya artık… Son bir -bilinçli ve devlet örgütlü- cinayetle, santral çılgınlığı ile işbu kanlı örnekleri sonlandıralım dedik:

Akdeniz deniz suyunun sıcaklığındaki artışın, olası fizibilite raporunda adı geçecek olan neden ve koşulları araştırılırken, derelerimize, vadilerimize, cennet beldelerimize saldıran termik ve nükleer santrallerden yapılan sıcak su deşarjında, Türkiye’nin tüm Akdeniz ülkeleri arasında başı çektiği anlaşıldı. (CARMA Karbon İzleme Platformu ve Hollanda Delft Üniversitesi, Enipedia Projesi ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu verileri.)
.  .  .

Neyse ki, “reis” seçimi sonuçlarının, buraya kadar -bilinenin yinelenmesinden başka bir şey olmayan- sabıkalarını sıraladığımız ülkede, ola ki, Ekmeleddin seçeneği gerçekleşse bile, vesayet değişiminden geriye kalan son birkaç taşın yer değiştirmesinin dışında pek fazla bir şeyi değiştirmeyeceği ortada…

Bir başka deyişle, seçimden önceki Türkiye, seçimden sonraki Türkiye diye, değişik iki ülke olmayacak. Yine, taşeron ocağında, ölüm meleğinin kollarında son uykusuna dalan madencinin belleğindeki son görüntü, gelinlikler giyinmiş kızının, gül yanaklı utangaç hali olacak… Yine, söz dinleyen, battal ellerinin ana şalterin üzerinde olduğunun ayırtında olmayan asgari ücretli, gelecek maaş gününü olmayacak, türlü düşlerle süsleyecek… Yine Diyarbakır’ında okuduğum bir ülkenin, yolunu izini bilmediğim dağlarının, tekin olmayan bir koyağında, bir ana, yine oğlunun yeri belirsiz kemiklerini arayacak…
.  .  .

Şimdilerde, eskiden, eylül aylarında girdiğimiz “tek ders” sınavlarında olduğu gibi sıkıştırıyorlar ya insanı… Bu günlere dek, halının altına süpürülmüş, hala içimizi yakan, kuşça canımızı acıtan sorunlar çözülmüş de, ortalık sütliman ve de güllük gülistanlık olmuş gibi, soruyorlar ya insana “Ülkenin reisi kim olacak?..” ve hemen arkasından “Oyun kime?..” diye…

Yanıtım uzun, sıkıcı gelse de, canları sıksa da, smokinli resmi baloların kırmızı çizgileri içinde yaşamaya alışmış, sağ-milliyetçi-muhafazakar dar alanda güdükleşmiş kişi için hüsran olsa da. Diyorum ki, öldür Allah sağır dilsiz, kör karanlık kuyulara seslenir gibi:

Tercihi isabetli midir ya da talihsizlik midir bilemem; ekmeği simge yapan “reis” adayı, eskilerin kadayıfçı hocasının çok daha fazla okumuşuna, ağzının suyunun akmayanına ve de Avro bölgesinin normlarına uyumlu “Batı Taklidi”ne benziyor. Halklarımıza nasıl da sevdirtmeye, benimsetmeye çalışıyorlar ama; “Bakın, kaç okul bitirmiş, kaç dil biliyor, bilmem kaç ülkenin oturma organına parmak atmış.” derken… Dünyanın en ağır, en aşağılık işkencesi, yakışık almayan birisinin toplumda kabul edilmesi, onay görmesi için bin bir dereden su getiriliyor olması gerek.

“Kaç dil biliyor, kaç ülke gezmiş, kaç devlet adamı tanımış.” şifresi, “Siz kim, devlet başkanlığı kim? Siz veya sizden biri, bu ülkeyi yönetemez.” nasihatini, ince yollu bir gözdağını içermektedir. “Ekmek için Ekmeleddin.” şifresi ise “Size ancak ekmeği biz veririz. Biz olmasak açsınız.” göndermesini kapsamaktadır. (Stilist gözüyle bakıldığında da, kibar beyfendinin elindeki ekmek somununun, henüz son provası yapılmamış İngiliz kumaşından giysinin üzerinde teğellenmiş gibi durduğu söylenebilir.)

Önümüze konulan, ancak iki seçeneği olan tabldot yemeğine benzeyen “reis” seçimi de, bu güne dek hep ayak takımından sayılmış, horlanmış, ötekileştirilmiş halkların reis-i cumhur makamını kendisine değer bulması noktasında, bu ülke için can alıcı kilometre taşlarından birisidir. Bu kilometre taşında, on yıllardır bu topraklarda hasret kaldığımız kalıcı ve adil bir barışın hep birlikte, içimize sindire sindire yaşayacağımız kardeşlik günlerine ne kadar yaklaştığımız yazmaktadır.

Bizi sınıfsız ve sömürüsüz bir düzene götürmediğini biliyor olsak da, yerinde ve doğru seçenek, üzerimize biçilmeye çalışılan kefene ve korku gömleğine itiraz etmemizi kolaylaştıracak, "bir hayali olan", içinde barış ve eşitliğin, halkların kardeşliğinin ruhunu taşıyan üçüncü seçenektir.

Crazy Horse’un cesur gitaristi Neil Young’un deyişi ile, “İktidarların yanında değil halkların yanındayım. Artık birlikte olma vaktidir...”

Hasan Oğuz Bilgen, 20.07.2014, Aliağa   

15 Temmuz 2014 Salı

YA BENİMSİN YA KARA TOPRAĞIN

YA BENİMSİN YA KARA TOPRAĞIN...

Yazı başlığımız mademki bu kez, hazin bir melodramı çağırıştırırdurur oldu; o halde konuya, henüz üç gün önce yaşanmış gerçek bir vahşi dram örneği ile giriş yapmak yerinde olacaktı. Böylece, yazarın ilk bakışta karalar bağladığı sanısını uyandıracak konu başlığı, anlatılmak istenenle örtüşecek, unutmakla mustarip belleklerimizde küçük ama yararlı, safiyane metaforlar oluşturabilecekti.

Sapanca İl ormanında, birlikte olduğu nişanlısından kan gelmeyince, “bakire olmadığı” varsayımı ile bıçaklayıp gömen genç adam: “ Beni aldattı. Onun kız olmadığını anlayınca kendimi kaybetmişim. Kendime geldiğimde, elim yüzüm, üstüm başım kan içindeydi.” biçiminde kendince geçerli, pek de ‘gururlu’ bir mazeret üretir!..

Anlamakta zorlanmayacağımız üzere olay, tipik bir erkek egemen kültürünün bir orman kuytuluğunda hortlamasından, artık toplumda kanıksanır duruma gelmiş statüko geleneğinin klasik savunma refleksinden başka bir şey değildir.

Konunun uzmanlarına saygısızlık olarak kabul edilmesin; suç sonrası suçlunun mevcut duygu durumu, eğitim, kültür etkenleri, cüzdanla ilgili mali durumlar, etnik kimlikler ya da bölgesel mekanlar farklılık gösterse de, çok bilinmeyenli suç denkleminin değişmeyen ortak paydası, genellikle depresif kırılmanın uzun ve derin suçluluk hali, trajikomik günah çıkarma biçimi oluyor.

Bilinen neden-sonuç ilişkisinin sosyoekonomik sarmalı sonucunda ateşi yükselen, -savcılıklara verilen onca korunma istemi içeren dilekçelere karşın- önlenemeyen bu öfke ve öç alma durumunu anlarım. En azından, ilk duyuşumda anlamaya çalışmışımdır.

Ne ki, gerek eşitsiz, çağdışı yasalar, gerekse gayrı meşru ya da aleni yollar ve bizzat egemen güç devlet marifetiyle, ya da -hadi biraz hafifletelim- mevcut resmi kurumların vurdumduymazlığı, ihmali ile hayata geçen suçlar, bilumum cinayetler, toplu cinayetler de var. Normal bir nörolojik yapıya sahip birisinin dahi kimyasını ve ruh halini altüst edebilecek bu cinayetlere dair yapılacak en küçük bir yorum, birilerince “dirliği ve düzeni hedef alan bir fesatlık” olarak anlaşılabilir. Maazallah, “vatan hainliği” ile filan iştigal ettiğiniz düşünülebilir, sıradan bir savcılık talimatı ile kovuşturmaya bile uğrayabilirsiniz.

Kavgada şamar aranmaz; biz olabileceklere, başımıza gelebileceklere değil, öncelikle olanlara, gözümüzün önünde olup bitene, gözlerimize, zihinlerimize sokulana bakalım:

İnsanların, ilişkilerin, var olan yaşamların, hatta gelecekteki yaşamların meta yerine konulup, alınıp satıldığı, piyasanın dar/ticari kafasına teslim edildiği bir ülke düşünelim.

Eğitimden sağlığa, konut sorunundan sosyal güvenliğe, oradan çalışma alanlarına, işyerlerine her şey kar mantığı ile, yap, yapıştır, besle, sömür, sat sav, sakat bırak, işten at, açlığa, olmadı müebbete mahkum et ya da öldür, yok et güdüleri ile yapılıyor olsun… Burada, devlet cihazının devasa gücünü ve sihrini kullanarak, insanların adeta beyin hücrelerine, aklına ve vicdanına nüfuz eden iktidar, yukarıda sayılan fiillerin tümünü misliyle ve başarı ile uyguluyor olsun.

Ezcümle, işbu hükümranlığın topyekun Hızır paşalarının, cellatlarının, vakti zaman eriştiğinde, o derin suçluluk çukuruna yuvarlanıp, günah çıkarmak için diz çöküp gerdan kırdıklarında, Sakarya il ormanındaki, o zavallı adama dönüşeceklerine kuşkunuz olmasın. Böylesi basit bir öngörüde bulunmak için ruh bilimci ya da kriminal uzman olmaya gerek var mı, diye kendisine sormadan edemiyor insan.

Durum böyle olunca, Yeşilçam filmlerine metin olabilecek senaryoların olası replikleri, devletin yasal zırhınca korunan, resmi kimlikleri, önceki ve şimdiki makamları belli olan katillerine gelsin:

“ Ah, benim kardeşlerim… Kaç kere ikaz etmiştik. Romanlarındaki, şiirlerindeki, türkülerindeki sözlerine, üniversitelerdeki konuşmalarına dikkat etmeleri için. Kaç kere!? Sivas’ta bir araya gelip, devlete meydan okumalarına, milletle alay etmelerine de bir şey demedik; ta ki, elebaşlarının halkı tahrik edene kadar… İnançlı insanlar elbette şuurunu kaybedecekti… Kendimize geldiğimizde otel, içindekilerle birlikte küle dönmüştü. Allahtan, oradaki halka bir şey olmadı! ”
. . .

Tarihe en büyük cezaevi katliamı olarak geçen, “Hayata Dönüş, Ölüme Selam” operasyonuna dair: Toplu tutuklu katliamının baş sorumlusu, bebek yüzlü ölüm meleği, zamanın bakan eskisi, gül bebeklerimizin yüzünü kızartan utanmazlığı, pişkinliği ve de ağır abi pozlarında, kameraların karşısındadır:

“ Fazla bir şey istememiştik oysa, demir yumruğa biat etmelerinden, devletimizin müşfik elini öpmelerinden başka… Mamafih baş kaldırmayı seçtiler. Sütliman cezaevlerini uzun namlulu silah ve patlayıcı deposuna çevirdiler. Kaleşnikoflarla askerimizi rehin aldılar. Biz de insanız… Dengemizi kaybetmemiz mümkün olamaz mı? Kıssadan hisse, kendimize geldiğimizde olan olmuştu.”
. . .

Zonguldak’tan İstanbul’a uzanan örgütlü ve derin komplonun devlet silsilesi içindeki en sıradan sorumlusu, halkın huzurunda diz çöktüğünde, salya sümük şunları söyler: “ Hrant Dink, insan emeğinden, sevgisinden, onurundan yana, ileri geri yazılar yazıyor, barış ve kardeşlik gibi tehlikeli laflar ediyordu. Valiliğe çağırtıp uyardık, boyun eğmedi. Kendimi kaybetmiştim. Kendime geldiğimde, zavallının yerde yüzükoyun cansız yattığını ve bir ayakkabısının altının delik olduğunu gördüm. Perişan olmuştum… Allah sizi inandırsın ağlamaktan telef oldum.”
. . .

Sonraları, Avrupa’da çeşitli basın ödüllerine layık görülecek gazetecilere, suya sabuna dokunmadan yazmalarını, davaları AİHM’den dönecek olan seçilmişlere, fitne-fesat siyaseti, bölücülük yapmamalarını yasal yollardan, kibarca tavsiye ettik. Uğraştık, didindik, dinletemedik. Neredeyse aklımı yitirmiştim… Kendime geldiğimde her birini memleketin dört bir yanında tutuklanmış, pek bi modern cezaevlerinde yatıpdurur buldum.”
. . .

“ Kutsal Misak-ı Milli sınırlarımızda kaçakçılık yapmalarına, malı götürmelerine, bu yolla servetlerine servet katmalarına ses çıkarmadık. Netekim, onlar bizim uslu ve söz dinleyen vatandaşlarımızdı. Ama, bu gidip gelmelerinde içlerine, vatanı ve milleti bölmeye çalışan teröristleri de alınca, işin rengi değişti. Buna, insansız hava araçlarımızın yanlış istihbaratı da eklenince, iş çığırından çıktı. Elden ne gelir, moralimiz bozulmuştu bir kere.

İşin aslı, bize göre Uludere, onlara göre Roboski’ydi… Bu işte bilinçli bir kasıt, belki de dış güçlerin parmağı vardı. Gözümüzü açtığımızda, bizim köylülerimiz -çok affedersiniz- merkeplerine battaniyelere sarılı cenazelerini yüklemişlerdi bile. Ne yazık ki, bizim yapabileceğimiz bir şey kalmamıştı…”
. . .

“ Memlekette onca işsiz varken, madende iş buldukları yetmiyormuş gibi, bir de verilen maaşla geçinemediklerinden, çocuklarını okutamadıklarından yakınıyor, kışkırtıcılık yapıyorlardı. Sanki onları hiç düşünmüyormuşuz gibi, işçi sağlığı ve iş güvenliğinden, aşırı ve kontrolsüz üretimden, Soma’ya özgü olan kömürün için için yanmasından, günlerden beri bazı galerilerden genizleri yakan gazların gelmesinden, evlerde, kahvelerde, servislerde uluorta konuşuyorlardı.

Sonuçta biz de, etten sinirden yaratılmayız, bir an dikkati kaçırabiliyoruz…

Bir sabah kuş tüyü yatağımda gözümü açtığımda, şu an adını hatırlayamadığım, kara gözlüklü, badem bıyıklı ciddi bir yetkili, sadece 301 kişinin kimliğinin basına açıklandığını, ortalık yatışana kadar ortalıkta görünmemem gerektiğini kulağıma fısıldadı.”
. . .

“ Bir an toparlanır gibi olduğumda, başımızı göğe erdirecek projelerimizden biri olan, AVM’li, çılgın kule inşaatlarımızdan birinin şantiyesinde, lütufta bulunup kaçak göçek çalıştırdığımız işçiler naylon barakalarında uyurken -kendi sigara izmaritlerinden olsa gerek- çoktan yanıp kavrulmuştu.”
. . .

“ Çok çalışıp ihale peşinde koşmaktan bozulan asabım tam da düzeldi derken, cahil cühela, dikkatsiz bir operatörün, lastikleri kabak iş makinasıyla birlikte, üçüncü hava limanı alanındaki göletlerden birinin dibine boyladığı haberini aldım. İşin yoksa tekrar doktora… Tansiyon ölçtür…”
. . .

“ Tam tansiyonum düzeldi derken, kulağıma, yine bir gölet üzerinden geçen enerji nakil hattının bakımı için, şişme bot üzerinde çalışan Tedaş işçilerinin yüzme bilmedikleri için boğulduklarını, hele içlerinden birisinin saatlerce yardım isteyen çığlıkları sonucunda sulara gömüldüğünü tısladılar.”
. . .

“ Buzlu viskimden serin bir yudum almaya ramak kalmıştı ki, eşantiyon gelen dizüstü bilgisayarıma uğursuz bir e-mail geldi; tadım kaçtı… Dereleri, bitkileri, balıkları kurutacak deseler de, yine de vatana, millete, cüzdana faydalı olacak baraj şantiyelerimizden birinin, su tutan kapağının patlamasıyla, henüz sayısını bilemediğimiz amele takımı boğulup heba olmuştu. Sırtımı, halis mi halis deri koltuğa yasladığımda dahi henüz cesetleri bulunamamıştı, inan olsun.”
. . .

Onlar kendilerine geldiğinde, canım memleketimin insan manzaraları hep aynı oluyor: Yüzler gözler çamur, kömür karası… Çoğunlukla kan revan içinde, dibini paylaştıkları ölüm çukurlarında, sınıf kardeşliği içinde koyun koyuna yatan, yoksul insan bedenleri. Cellatlar kendilerine geldikçe, ortalık kan gölüne, açlık, yoksulluk, işsizlik çölüne dönmüş oluyor; cümle alem daha bir kararıyor.

Tam da burada, kitabın ve dahi kelamının tam da orta yerinde diyorum ki:
Bir kez de, biz kendimize gelsek, şöyle karşı konulmaz gibi gelen derin ve ağır uykulardan bir uyansak diyorum.

Bir kez de bizler… Şu cefakar toprakların yoksul insanları, ekenleri biçenleri, elleri tornada, hayatın şalterinde olanları, beyaz gömleklisi, mavi yakalısı, düşüneni düşünmeyeni, açlığı, işsizliği sineye çekenleri…

Bir kez olsun, şart olsun, şöyle bir kendimize gelebilsek…

Ol nedenle hiçbir yere gitmiyoruz; görülecek hesabımız var… Ne daha fazla vahşi kapitalizmin oyuncağı ve dahi kadavrası olacağız, ne de “kara toprağın” olacağız… İnancımız ötürü, bizim gidebileceğimiz başka bir dünya yok… Barbarlığın cücelerinin gideceği bir yer var ama, tarih baba onlara çöplüğünün en seçkin köşesinde, “ Baltanın ve tahta çıkrığın yanında” yerlerini ayırdı bile.
. . .

Ne kıyımlar, ne mangal yürekli isimsiz kahramanlar ve ne sahte, “Derviş”ler gördü bu topraklar… Bu gözler ne “kurtarıcı” Derviş’leri…

Şimdilerde, o, Kemal Derviş önermesi olduğu rivayet olunan, kibar İslamcının kurtarıcılığı ile pompalanıyor ortalık… “ Ekmek için ” yola çıktığını açıklayan ve seçim bildirgesine Fatiha Suresi ile başlayan, ithal reis adayı, “ Elli yedi ülkeyi yönetmenin” dayanılmaz nezaketinden ve hafifliğinden olsa gerek, siyaset üstü bulutlarda uçuruluyor şu günlerde.

İşte bu zat “ Türkiye’nin en yoksul kesimini bir basamak yukarı çıkarmak.” gibi bir mukaddes kehanette bulunmuş. Ya da, buyurmuş mu desek? 


Bir basamak!? Yanlış duymuş olmayalım?!  " Bir basamak"mı!?

Lütfen zahmet buyurmayınız; elinin dünyanın şalterinin üzerinde olduğunu bilen, ne ki kudretinden bi-haber olan er kişi lütuf istemez. Acem halılarını serdiğiniz, sırça köşklerin merdiven basamakları sizin olsun. Onlarda gözü olanın gözü çıksın.

Biz, fabrikaları, tarlaları, zaten bizim olan yeraltı, yerüstü kaynaklarını, elinizde tuttuğunuz, sömürü aracı olarak kullandığınız tüm üretim araçlarını istiyoruz.

Özcesi siyasi iktidarınızı, onun tüm araçlarını ve dahi kırıp parçalamak için, yerine yenisini, halktan, işçi sınıfından yana olanını koyabilmek için devletinizin kendisini istiyoruz…

Korumak ve kollamak için dağların ormanlarını, nehirlerin güldür güldür akan sularını… Yaşatmak için derelerin balıklarını, ovaların canımın içi bitki örtüsünü ve dahi doğada kıpır kıpır olan biten tüm börtü böceği istiyoruz…

Başka bir şeyi değil.

Hasan Oğuz Bilgen, 14.07.2014, Aliağa

2 Temmuz 2014 Çarşamba

NURETTİN KARABAŞ: BİR İMECE GÖNÜLLÜSÜ


BİR İMECE GÖNÜLLÜSÜ; NURETTİN KARABAŞ

Eylem adımları ile geçilen caddelerde, sorgu labirentlerinde ya da içerde ölmeyip de, yıllar sonra kendisini dışarıda bulan devrimcilerin değişik mekanlarda yaşama tutunmaya çalıştığı zamanlardı… 

Yaşayanlar bilir; inceden inceye bir yalnızlık ve kimsesizlik duygusunun, çok değişmiş bulduğu dış dünyada yeni bir soluk borusu bulmaya çalışan insanın içine çöreklenmesi, işkence tezgahlarında dönen çarkların, askı ve falaka düzeneklerinin eziyetinden beterdir. 

Ol nedenledir ki, o günlerde yaşamın hayhuyu içinde çarşı pazar birbirleriyle karşılaşan bu arkadaşların, yaşadıkları Gayya kuyusu cezaevlerini, üstü kapalı “özler” ve de “arar” mealinden esprili sohbetlerine tanık olan ve dahi yaşayan insanlardan birisiyim.

İşte o dar günlerin daralan insanlarına, onların sessiz imdat çığlıklarına yetişen “Hızır”, Nurettin Karabaş adında, sözcüğün gerçek anlamıyla dayanışma fedaisi birisiydi.

Çoğumuzun elinden tutuşunu, bıyık altından sırıtıp “hadi bakalım bizim oğlan” deyişini dün gibi anımsarım. Avukatımız olan sevgili Gültekin Köktürk Suvarlı ağabeyimizi eşofmanıyla derdest edip, Lada Samara’sıyla Ankara’ya, oradan da Gaziantep’e uçurup arkadaşımızı tahliye ettirdiğini, ilerleyen günlerde diğer insanlarımıza iş bulduğunu, iş kurduğunu, yetmedi işyerini,  kurulu düzenini teslim ettiğini bilirim. 

Gün geldi, zaman eridi.

Turgutlu Devlet Hastanesi’nin vasat dahiliye odasından, sol dirseğinden kuvvet alıp dışarısını sert ve kızgın, ne ki tükenmiş bakışlarla süzdüğü unutulmaz anlar belleklerimizde tazeliğini hala korur, elbette koruyacaktır.  Nurettin Karabaş 2 Temmuz 2006 sabahının alacakaranlığında elleri ellerimizden kurtuldu, gitti… 

O güzel insanın, Madımak yangınının Sivas ellerini tutuşturduğu, o yangın yerinden milyonlarca insanımızın yüreklerine kor düştüğü bir toplu katliamın yıl dönümünde, güzel günlerin, hesapsız kitapsız naif ilişkilerine gölge düşüren vefasızlıkları protesto edercesine bizi terk etmesi, boğazlarımızda düğümlenen bir ironi miydi diye, düşünmedim değil doğrusu?! İçerde dışarıda, askıda zindanda öldür Allah hiçbir itirafım ve dahi pişmanlığım yoktur; ömrümde tek bir itirafım olacaksa, o da, bu olsun… 

- 2 -

O, bizler için, duvarların dışarısında, anneannelerinin, büyükbabalarının yanında kalan çocuklarımız için çok şey yaptı. Bizler, onun için -kemoterapi şeanslarına götürüp getirmenin dışında- hiçbir şey yapamadık. Duvarı ören, tuğla üzerine tuğla koyan oydu. Onun ördüğü imece duvarından tuğla çekenlerse bizlerdik. Şöyle de denebilir; geçim derdinin girdabına kapılmış sürüklenen bir çok insanımızın kendisini kurtarmaya çalıştığı doksanlı yıllarda, o çevresini kurtarmaya, çevresindekileri kalkındırmaya çalıştı.

Şimdilerde, bir yerlerde -düşünün ki rakı sohbetlerinde- Nurettin Karabaş adı geçtiğinde, insanların -özellikle de duvarından tuğla çekenlerin- “Alkolün ne denli kaka olduğuna…” ilişkin, “Eğitim şart” güzellemesini çağrıştıran uzun ve pişkin söylevlerini susarak, içim sızlayarak dinliyorum.

Yerine ve zamanına göre, bazen tüm teoriyi Kuranı bir kenara bırakıp kitabın tam da orta yerinden konuşmak yeğdir ve de elzemdir. Dahası, bir kez olsun böylesi bir yürekli adım yüzümüzü gerçeğin ışığına çevirmemizi, kendimizle yüzleşmemizi sağlar. 

Nasıl mı? 

Şöyle: 

Nurettin Karabaş’ın adeta yaşama küsmesine, şen şakrak neşeli, önceleri cin gibi çalışan başını lanet olası pislik şişelere gömmesine neden olan, söylemesi kolay kabullenilmesi çok zor, on harfin bir araya gelmesi ile oluşan bir sözcükten ibaretti:

V-E-F-A-S-I-Z-L-I-K …

Nurettin Ağabey! Tito’nun memleketi Yugoslavya doğumlu, ey koca göçmen… Her tükenen günde, her çürüyen ve her kokuşan ilişkide seni, takılmalarını, geceler boyu sohbetlerini, fedakarlığını, sıcaklığını, babacanlığını, beyfendiliğini daha çok özlüyoruz… Seni daha çok, çok daha çok arıyoruz… 



Ağustos 2007, Karşıyaka                              
Hasan Oğuz Bilgen, Güncelleme 02.07.2014, Aliağa.