6 Mayıs 2019 Pazartesi

DENİZ’İ GÖREN KÖYLÜ

DENİZ’İ  GÖREN  KÖYLÜ  

Yaşanmış öykümüz, siyah beyaz Türk filmlerinin burnumuzun direğini sızlatan o ünlü kömürlü trenden iniş sahnesinin sonrasında, Haydarpaşa tren istasyonunun boğaza bakan taş merdivenlerinin hemen önünde başlar.

Henüz sadece gar olan, gar gözüyle bakılan, hiç kimsenin ‘gardır, gar kalacak’ diye helak olup yollarına yatmadığı şu bizim Haydarpaşa garı.  O tarihte hiçbir rezidans ve alış-veriş merkezi bağımlısı piyasacı yamyamın tehdit ve saldırısı altında olmayan, böyle olunca elbette ona göz dikecek olanların yakasını bırakmayacak olan değer bilir demiryolcuların, emek dostlarının ortalıkta henüz görünmediği Haydarpaşa…    

.  .  .

Kara tren ahşap, isli vagonlarında günlerdir, salkım saçak, sersem sepelek konuk ettiği gurbet kuşlarını az önce boşaltmıştı gara. Ürkek bakışlı insanların sırtlarında eşya denkleri, ellerinde yoksulluklarının göstergesi derme çatma tahta bavullar ve gözlerinde nasıl sonlanacağını bilemedikleri yolculuklarının derin kaygıları vardı.

İstanbul’un boz bulanık, ıslak-puslu, soğuk bir kış gününe daha henüz uyanmadığı sabahın çok erken bir vakti… Elinde bavulu sırtında kirli torbasıyla, kemiği çıkmış çıplak ensesini kaşıyıp kasketini düzeltmeye çalışan bir köylü ürkek bakışlarla, onu uzaktan süzmektedir.   İlk kez gördüğü yedi tepeli kentin devasa, sis çökmüş silueti karşısında hayli dalgın ve düşüncelidir.

Boğazın engin, mavi sularına bitimsiz yorgun uykularda düş görüyormuşçasına bakakalmıştır… Tekinsiz sokak başlarının Arnavut kaldırımlarına kaç kabadayının nice fısıltılı konuşmaları ve gayrı meşru yaşamın nice hoyrat pazarlıkları sinmiştir.

Yitik sıla öykülerinin ve umutsuz, geleceksiz aşkların tanığı İstanbul sokakları her daim, hesapsız kitapsız taşra düşlerinin başladığı, umut bulduğu ve aynı zamanda da bir daha asla düşlenmemek üzere tüketilip bitirildiği yer olmuştur.  Mavi boğazı görmeyen uzak kuytuluklarında bile, günün hemen her saatinde martı çığlıklarının telaşı içindedir İstanbul sokakları.  

Kendi kavlince harmanlanıp, asileşip, celallenip durur.  Böyle de efelenen heyheyli bir yüzü vardır, belli etmez. Fettanlığı düşman başına... Tekinsizliği ve de güvensizliği öyle ilk bakışta, hemen belli olmaz. Yollarında yürünür, sefası sürülür gibi görünse de, halden anlamazlığının ve aman vermezliğinin ayırtına ancak ocağına düşünce varılır. Yoksul Anadolu insanının ille de garibanının, savunmasızının gün görmemiş yüz güldürmeyen düşlerini yutmaya ve öğütmeye günün her saati hazırdır.  

.  .  .

Günün ilerleyen saatlerinde aynı köylü, Galata Köprüsü’nün demir korkuluklarına yaslanmış, yine aynı dalgın, aynı hayran, aynı şaşkın bakışlarla, çalkalanan boğazın mavi serin sularını, vapurlarının ardı sıra köpüklenen dalgalarını, itiraz eden, ortalığı şamataya boğan martı kaynaşmasını izler.  Sonra tahta bavulunun üzerine çökecek, siperliğine işaret parmağı ile dokunup şapkasını arkaya yıkacaktır. Sert yüzü bozkır yanığıdır.  Geniş çizgili alnını, kararıp duran, ne edeceği belirsiz göğe kaldırır, uzun uzun bakar.  Bir sigara sarar. 

Giderek aydınlanan ve kaynaşan günün ilerleyen saatlerinde, Karaköy’ün yaşlı fakir sokaklarındaki amele kıraathanelerinden birinde, sıcak suyun gurbette insana yararı olduğu köylülük içgüdüsüyle çayını yudumlarken görülecektir. Ensesinde boza pişirmeye hazırlanan 'devlet baba'nın antenlerinin etrafında çalıştığından habersiz, ortalık yerde, oradakilere Anadolu ağzının içtenliği ve olanca saflığı, bir o kadar da heyecanla bir şeyler anlatmaktadır.

Orada, o fakirhanede el kol hareketleriyle anlattığı, yaşamı boyunca ilk kez gördüğü denizin büyüleyici maviliğinden, insanı boğabilecek dev dalgalarının heybetinden, ihtişamından, çalkalanıp durmasından ve önüne çıkar çıkmaz, daha ilk göründüğü anda kendisini nasıl 'ürküttüğünden' başka bir şey değildir.

Ne var ki zaman kötü, sokaklar, insanlar güvensizdir.  O günlerde, ülkenin dört bir bucağında fellik fellik aranan bizim Deniz’imizi çağrıştıracak, öylesine bir heybetten uluorta söz etmek tekin bir sohbet değildir. Çok geçmeyecek, en yakındaki kolluk kuvvetine ihbara layık görülecektir.  1971 yılının, o alacakaranlık ilkyaz günlerinde, bilmeyerek de olsa, kabaran o denizi dillendirmenin bedeli, oracıkta derdest edilip acil kaydı ile muamele görmek ve en yakın merkezde, Beyoğlu Polis Karakolu’nun izbe bir köşesinde en iyimser tahminle birkaç gece ağırlanmaktır. Öyle de olur.

.  .  .

Kentin talihsiz konuğu, o güne dek tanık olmadığı gözdağı ve tehditten, yaşamadığı şiddetten olacak ki, sorgu memurlarının ondan beklediği ve duymak istediği içerikte bir ifade veremez. Oysa hayatında ilk kez tanıştığı denizi kara trenden gara iner inmez gördüğünü, o muhteşem devle, o koca köprüde ikinci kez karşılaştığında, bağrını açıp serin rüzgarlarına gönül rahatlığı içinde dönerek hayretler içinde seyrettiğini yöresel ağzı ile ne de güzel anlatmaktadır.

O böyle 'dalga geçer' gibi kendi kavlince anlattıkça, bir köşede sopalama de sürer gider. Tabanlarında falaka izleri… Salya sümük iç çeker.

Köylüsünün aklına uyup bilmediği bu kente gelmenin geri dönülmez pişmanlığı içinde, ayakları şişmiş, kemikleri sayılabilecek denli çelimsiz bedeninde, elmacık kemikli yüzünde darp edilmenin ekimozu, katışıksız bir güney Ege ağzıyla polis şefine ağlayıp sızlanır. Yalvar yakar, acınası haldedir: 

“ Aha oracıkta, trenden daha yere atladığımda, merdivenlerin başında, annacımda gördüm Komser beyim, gözüm korktu” der. “Çalkantılıydı. Telaşlıydı. Yalan değil ürkmüşüm, Allah sizi inandırsın altıma eder gibi oldum… Amirim!?.. Köyümden… İş, aş aramak için yani… Bundan başka da bir bilmişliğim, köylümden gayrı birini tanımışlığım, görmüşlüğüm ve dahi benim başka da bir günahım yoktur.  Beyim!?”

Onlarca sakallı genç insanların kirli yüzlerini öne çıkaran siyah beyaz fotoğrafların sıralandığı, boy boy  'Aranan Anarşistler' afişlerini,  zavallının çıplak boynundan kıskıvrak yakalayıp burnunun ucuna getirerek öfke krizi içinde hoyratça sorarlar:

“ Haydi, öt bakalım Denizli horozu!  Şimdi sen bu şehir eşkiyalarından, bu Allahsız kitapsızlardan hangisini gördün? ”

“Korkunun ecele yararının olmadığı” sözünü dedesinin ağzından kim bilir kaç kez duymasına karşın,  daha başından beri dizlerinin bağı çözülmüş,  neredeyse aklını kaçıracak duruma gelmiştir. Yaşanan 12 Mart diktasının emir komuta çarkına bağlı, korku ikliminin işgüzarlığına kilitlenmiş insafsızlardan boş yere aman dileyen yakarı sözcükleri, gitgide kısık ve anlaşılmaz çıkmaktadır ağzından.

Diz üstü çökmüş durumdadır. Copu sırıtarak avucunun içinde sadistçe hareket ettiren, falaka sopasını hırsla kullanan, bağışlanmayı dilediği ellere bir boş anda kapanıp yüz sürmek ister:  “ Yapmayın!  Kulunuz, köleniz olem! ” 

Denk getiremez, dengesini yitirir.  Olduğu yerde yüzüstü kapaklanır.  İnler gibi, bir kez daha umutsuzca yineler:  “ Yapmayın, kulunuz… ”…   Bitiremez.  Bayılır.

.  .  .

Tabanlarına insan kusmuğu bulaşmış ayakkabılarıyla, ter içinde kalmış kirli başına basarlar.  Kara günün ilk uğursuz dakikalarından bu yana, dilinden düşürmediği pişmanlık ve bağışlanma sözcüklerini ağlayıp sızlanarak yineler durur.  Ne var ki, içinden, ilk kez -kendine- itiraf ettiği farklı sözleri, oradakilerden hiçbiri duyamaz :  

“ Uyup birine, bir daha bu şehre gelenin de… Gelip görenin de… Görüp anlatanın da…     Eşşekler kovalasın!!! ”

Yanağı yere dayalı yüzükoyun uzandığı beton zeminde,  gözlerinin önüne eski bir gazetenin buruşmuş sayfasını açarlar.  Arkadan kafasını sertçe bastırarak :  

“ İyi bak ulan eşşoğlu. Gördüğün bu fotoğraftaki hayduta benziyor muydu? ” 

Resimdeki gür siyah saçları dağınık,  sakalı uzamış ve yanık tenli esmer genci görür görmez -elbette oradakilerin ayırtından uzak- köylünün ilk yaptığı şey genç adamın dal gibi ince uzun boyu karşısında gözlerini kırpıştırmak olur.

“ Vay be ”der içinden.  Haydut, eşkıya, şaki… Bu kara yağız delikanlıysa?!   Bizim oraların Çakal Hafız’ı, Molla Ömer’i, Tefeci Rüstem’i ne ola ki?  Böyle bir yiğit için, bunca adamakıllı sopa yemenin hakikatli bir sebebi hikmeti olsa gerek.”

Yine de içinden geçen son sözleri zapt edemez: “ Yok beyim” der, bilgece:  “ Bu fotoğraftaki çocuk ne ki, bana görünen koca bir derya denizdi… ”   

Daha o tertemiz naif zamanlarında, gürültülü, patırtılı, zamana özgü karışıklıkları içinde olan İstanbul’un hayhuyunun,  bıktıran, kök söktüren takip, soruşturma ve cebelleşmelerinin üstüne,  bir de bildiğini ve gördüğünü anlatmaktan aciz, bu 'kör cahil adam'la uğraşmak memurları da bıktırmıştır.

Haydarpaşa da hatırı sayılır uzaklıktadır.  Üstüne üstlük;  şimdi daralan günün şu dar saatinde, emektar ciple kalkıp ta oralara gitmek… İhtimaldir ki korkunun ürünü, ne idüğü belirsiz bir şüphelinin peşine düşmek her birine ölümden öte gelir.  Durum böyle olunca, o bölgenin karakol amirliğini telefonla arayarak mevcut durumu sözlü olarak rapor etmekle yetinirler.

İşgüzar baş komiser her şeye karşın, yine de günü kurtarmak, emekliliğine az kalmış memuriyetini garantiye almak derdindedir.  Haklı olarak titizlenmekte geri durmaz.

“ Peki, tamam” der, “Trenden indiğin yeri geçtik.  Bizi,  seni korkutanı ikinci defa gördüğün yere götür, bize orayı göster.  Söz;  seni bırakmayan namerttir. ”

İnsanların yanı başındakinden, komşusundan kuşku duyduğu,  olur olmaz asılsız ihbarlar yaptığı “12 Mart”günlerinde, giderek sıradanlaşmış ve alışılmış yakalama olaylarından biri olan bizim talihsiz gözaltı olayımız da sonuna gelmiştir. 

Beklenen an, ıslak, sisli günün akşamı, yer gösterme tutanağının tutulduğu emektar Galata köprüsünün üzerinde,  çevrelerini saran halkın meraklı bakışlarının arasında gerçekleşir.

Bunca eziyetli,  sözüm ona 'vatan, millet için gerekli' olan soruşturmanın sonucu, bir daha İstanbul’a gelmeye şimdiden tövbe etmiş bizim talihsiz köylü için can sağlığı, hızla çöken akşamın telaşında evine, çoluğuna çocuğuna dönebilme derdinde olan polis memurları için “Oh” dedirten bir mesai selametidir.

.  .  .

Devletin asıl bekçilerini, asıl kapıkullarını rahatlatan ve asıl “Oh” çektiren olaysa, Deniz’in, Yusuf’un ve Hüseyin’in yakalanması ve 6 Mayıs 1972 tarihinde alelacele asılmaları olacaktır.

.  .  .

İdamlardan altı gün sonra, 12 Mayıs 1972 günü, Deniz’in, Hüseyin’in ve Yusuf’un mezarlarına bir tutam kır çiçeği bırakırken apar topar gözaltına alınan bir demiryolu işçisi de, yaşamında denizi ilk kez gören köylü ile aynı eziyeti paylaşır.

Üç mezara bırakılan kır çiçekleri, kadim Anadolu toprağının bağrında çoktan yerini almış devrimin üç yediveren fidanını yad etmenin ötesinde, faşizmin karanlığa karşı sahiplenilen değerlere, tüm yaşananların anısına verilmiş bir yanıt, diğer yanıyla da adı bilinen bilinmeyen, zulmün acısını ve hüznünü paylaşanların tümüne, belki de “Haydarpaşa Dayanışması”na işçi tulumuyla çok önceden çakılmış hakikatli bir selamdır.


Hasan Oğuz Bilgen, 06.05.2019, Bağarası-Ilıpınar.