15 Şubat 2019 Cuma

WOLFGANG BORCHERT’İN ACILARI ÜZERİNDEN GÖNDERMELER…


WOLFGANG BORCHERT’İN ACILARI ÜZERİNDEN GÖNDERMELER…


“V.D. Bruyeviç. Halk Komiserleri Kurulu. Yönetim Müdürü’ne…
1 Mart 1918’den başlamak üzere maaşımın 500 rubleden 800 rubleye neye dayandırılarak artırıldığının bana bildirilmesi yolundaki kesin isteğimin yerine getirilmemesinden ve Halk Komiserleri Kurulu’nun 23 Kasım 1917 tarihli kararnamesini doğrudan ihlal eden ve Kurul Sekreteri N.P.Gorbunov’la birlikte keyfi olarak yaptığınız bu maaş artırmasının kanunsuz olmasından dolayı ve bu haksız işlem nedeniyle sizi şiddetle kınıyorum."

Halk Komiserleri Kurulu Başkanı, V.İ.Ulyanov Lenin. (Tüm Eserleri, Cilt 35,s.272. Aktaran Nadejda Krupskaya.)

.   .   .

Dolar ve petrol arsızları kapitalistlerin, günahları kadar sevmedikleri, görüşlerini her yerde her fırsatta hasıraltı yapmaya çalıştıkları Bolşevik Devrimi Önderi Lenin, yoksul halkın “bir lokma, bir hırka” misali, ama eşitlik ve özgürlük düşleriyle de yaşadığı günlerde, maaşının arttırılmasının yasal ve ahlaki olmadığını söylemekte, bunu yapan makamı kınamaktadır…

.   .   .

Yıl 1941.  Alman Nazi Saldırganlığının gemi azıya aldığı günlerdir. Yahudi’sinden aydınına, okur yazar, genç yaşlı insanların doldurduğu tren katarları, faşizmin hışmına uğramış farklı kentlerin istasyonlarından dönüşü olmayan bir yolculuğa doğru uzayıp giderler… Toplama kamplarının giriş bölmelerinde genç, yaşlı, kadın ve çocuk esirlerin bekletildikleri bölmeler ayrı ayrıdır.  Yaşlı ve hastalar duş bahanesiyle gaz odalarına, sonrasında fırınlara, genç olanlarsa cinsiyetlerine bakılmaksızın çalışma mekanlarına gönderilir.

Tümü mevcut giysilerinden arındırılmış, bavulları, özel eşyaları ellerinden alınmıştır.

Wolfgang Borchert, oracıkta diğerleri gibi yalnız ve korunmasız, henüz yirmisinde bir sıska delikanlıdır. Beraberinde getirdiği küçük sırt çantasını sinirli Gestapo şeflerine teslim ederken, kendisini bekleyen tehlikeli labirentlerin dehşetinden habersiz, sakin ve serinkanlıdır. Gestapo şefi, çantadan çıkan birkaç önemsiz eşyanın yanında bulunan, anlam bütünlüğü olmayan, birbirlerinden kopuk, küçük küçük, kurşun kalemle yazılmış notlardan ibaret olan eskimiş bir defterin ayırtına varamayacak denli yorgun ve öfkelidir.  Defterde tutulan ve gözden kaçan notlardan birisi, Nadejda Krupskaya’nın aktardığı, V.İ.U. Lenin’in maaşının  arttırılmasından ötürü sinirlenerek Halk Komiserleri Kurulu Yönetim Müdürü’nü “şiddetle” kınadığı, yapılan işlemin "kanunsuz" olduğunu belirttiği nottur.

.   .   .

1921 yılında Almanya’nın Hamburg kentinde dünyaya gelen Wolfgang Borchert, Avrupa’da faşizmin hırçın/deli rüzgarlarının estiği 1941 yılında, dünya kapitalistlerinin pasta paylaşım savaşı için askere alındığında henüz yirmi yaşındadır.

Ülkelerde insanların sınıflara bölünüp sömürülmesine, dili, dini, milliyeti nedeni ile ötekileştirilmesine, itilip kakılmasına, dahası birbirlerine yok yere düşman edilmesine, birbirleriyle savaştırılmasına karşıdır. Öfke ve nefretten, kan ve de gözyaşından, cinayetlerden ve de katliamlardan başka bir şey olmayan savaşlarla, emekçilerin, yoksulların ve de halkların uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını, her fırsatta dile getiren Wolfgang Borchert, bulunduğu birliğinde derdest edilip sığınağın bir köşesine kapatılır. Günlerce yanına kimse uğramaz.

Wolfgang Borchert, kendi vatanında esir tutulduğu sığınağın ücra köşesinde savaşın bütün acıları ile tanışır. Sarılık, difteri gibi hastalıklara yakalanır. Savaş karşıtı konuşmalarından ve söylemlerinden ötürü sorgulara alınır. “Bozguncu” damgası yer, oradan cezaevine atılır.  Cezasının bitiminden sonra tekrar cepheye, karşı olduğu ve de karşı olduğunu ısrarla belirttiği savaşın ortasına gönderilir.  

Wolfgang Borchert, cephede tekrar hastalanır. Çürüğe çıkarılır.  Sonrasında gelen bir keyfi emirle tekrar cezaevine atılır. Cezaevinde de, savaş karşıtı propagandasını ve söylemlerini sürdürür. Savaş karşıtı konuşmalarını hemen tümünü, geçmiş dünya deneyimlerinden, çekilen acılardan örnekler vererek yapar; hal böyle olunca da yeni baskı ve disiplin cezaları ile karşılaşır.

Wolfgang Borchert, zeki bir delikanlıdır… “Lenin sadece savaş ve sömürü karşıtı bir insan değildir.” der, cezaevi gardiyanlarına, gözlerini kan ve barut bürümüş savaş yanlısı radikal cahillere… “Lenin, haksızlığa, ayrımcılığa, adaletsizliğe, eşitsizliğe karşı da bir insandır…”

Az önce, kendisine linç edilmesi gözüyle bakan mahkumlar bir an duraksarlar.  Wolfgang Borchert, gergin ortamı yumuşattığının farkındadır. O anda, Lenin’in maaşının kendisinden habersiz artırılmasından duyduğu rahatsızlıktan söz eder, az önce üzerine gelenler konuyu anlamaya çalışırlarken, ortalık sus pus kesilir.

.   .   .

1945’de serbest kalınca uzun süre aç ve işsiz yaşar.  Ardından, duyarlı, aydın bir insanın yardımı ile Hamburg Devlet Tiyatrosu’nda reji asistanlığı yapar.

1946’da “Fener, Gece ve Yıldızlar” adlı şiir kitabını bastırır. 1946 sonbaharı sonlarında bir hafta içinde kaleme aldığı “Kapıların Dışında” oyunu 13 Şubat 1947 tarihinde Hamburg Radyosu’nda yayımlanıp, oldukça geniş bir ilgiyle karşılandığı sırada ağır hastadır. 

Oyununun gördüğü ilgi ona, “Bu Salı” (An diesem Dienstag) öykülerini yazma gücünü verir.

Ne yazık ki, ne bu kitabının (Bu Salı) basıldığını, ne de “Kapıların Dışında” oyununun yaklaşık otuz tiyatro sahnesinde birden oynandığını göremeden, 1947 şubatının soğuk ve karlı bir kış gününde, bir İsviçre hastanesinde yalnızlıklar içinde ölür.


Kesinlikle, hiçbir önemi olmayan bir not:   

Demirci Arif Usta, yine akşamın bir vakti iş bu onca yazılanların ve dahi yazdıklarımın hiçbir insanoğlu tarafından okunmadığını, her zamanki mahçup, bilge haliyle utanarak söylediğinde, ben dağdan yeni gelmiş, bahçede zeytin delicesini dikmekle meşguldüm. “Olsun” dedim, “Ustam benim, sen okuyorsun ya…” 

“Bak, bu böyle olmayacak” dedi, “senin elindeki Wolfgang Borchert’in, DE yayınlarından 1965 birinci baskısı (An diesem Dienstag-Bu Salı) kitabı var ya…  Bu kitabı, yukarıdaki yazıyı beğenen insana gönderelim.  “Tamam” dedim. “Kitapların ilk baskısı değerlidir;  insana ve dahi emeğe değer verdiğimizi gösterelim. Senin canın sağ olsun…”

Bizim demirci arif bir adam; ülkem insanına, okumaya, okuyucuya, sorgulamaya ilişkin mutlak bir bildiği var.

8 Şubat 2019 Cuma

ALLENDE’YE, CHAVEZ’E, MADURO’YA, ‘ŞANTİYE ÇAYCISI’NA DAİR BİRKAÇ SÖZ…


ALLENDE’YE, CHAVEZ’E, MADURO’YA, ‘ŞANTİYE ÇAYCISI’NA DAİR BİRKAÇ SÖZ…



Hani, hastane koğuşundaki son görüşmemizde “merak etmeye başladım senin şu Usta’nı, tanışmak istiyorum…” dediğin, Şantiyedeki Demirci var ya…  Soluğu ensemden eksik olmasa, yukarıda adlarını yazdığım değerler üzerinden sana bir inceden gönderme yapacağım ve de sapla samanın bilinçli olarak karıştırıldığı şu günlerde kendi kavlimce iki çift söz edeceğim filan yoktu.

Yaklaşık iki yıldır şantiyelerden bedenen ayrı olmama karşın, gün aşırı aramaları, soruları, uyarıları, sıkıştırmaları sayesinde, sağ olsun hemen her gün beraberiz. Dün akşamın bir vakti:  “Maduro’ya ve onun halkına saldırıyorlarmış, ellimizden bir şey gelmiyormuş, bir şey yapamıyormuşuz, yapmıyormuşuz, v.b ”  mealinde verdi veriştirdi, yanıp tutuştu telefonda.

Sonra mı?

Konuştukça duruldu. Uslu bir çocuğa döndü; aynı mahçup, aynı bilge hallerine. Sonra  “haklısın” dedi… Kırılmasına oldum olası dayanamam;  elbette teşekkür ettim, diğerlerinden farklılığı, duyarlılığı için. Yazıp paylaşırız, dedim;  için ferah olsun.

Sevgili Mehmet, Arif Usta enteresan bir adam, reis havalarındaki muktedirlerin günahları kadar sevmeyeceği birisi.  Lafın gelişi, “soğan stokçuluğu”,  “fiyatları yükselten açgözlü marketçi fırsatçılığı” türünden laf kalabalıklarına takılmaz da, kalkar,  yeryüzünün neresinde olduğunu dahi bilmediği bir ülkenin ümüğünün sıkılmasına, şamar oğlanı yapılmasına içi yanar, isyan eder. 

Anlatmak istediğim, ne var ki, şu anda adını anımsayamadığım  “küçük beyinler kişilerle, olağanüstü beyinler sistemlerle uğraşır”  bilimsel saptamasını yapan bilim insanı pedagog, bizim Arif Usta gibi bir kişilikten haberdar olsaydı nasıl karşılardı acaba?  İnanıyorum ki, öyle uzun boylu abartıp önemsemese de,  en azından bilimsel sunumlarından birinde, onu klinik bir örnek olarak aktarırdı eminim.
.   .   .

Soğuk mesai günlerinde, şantiye çalışanlarına sıcak, demli çaylar dağıtmaktan zevk aldığını ve dahi arkadaşlarına bu hizmetten gurur duyduğunu söylediğini unutursam yüreğim kurusun…

Futbolu ne çok severdin… Doksan dakika top peşinde koşulan yeşil sahalarda futbolcusundan hakemine, malzemecisinden top toplayanına, çimini sulayan emekçisine, amigosuna, emektarına… Nasıl da sınıf penceresinden, emeğin adı sanı anılmayanların dünyasından bakardın.

En çok hangi emekçisini severdin?  Nasıl unuturum;  tabi ki Lefter Küçükandonyadis’i…Hani, şu futbolun resmi ve meşru tarihinde gayrı Müslim bir Ermeni oluşundan asla ve haşa söz edilmeyen futbol dehasını…

Ha, bir de "Boduri" lakaplı, Aleksandr Nikola Büyükvafiadis vardı... İstanbul'un -fi- tarihinde -1940'larda topun destanın yazan ve hiç hak etmediği hazin sonu, bir "memleket hastanesi"nin fakir ve yalnız koğuşlarından birinde zatülcenpten olan.

En son olarak; futbolun -alışılmışın, ezberlerin çok dışında olan- bilinçli hocasını, Metin Oktay'ı severdin. Dahası örgütlü duruşundan, futbola kirli paraların kokuşmuşluğundan, çürümüşlüğünden bakmadığı için elbette. 

Şimdi bu sohbette, bu kara propaganda dünyasında, bu yalan/talan ortamında konu futbol mu?!  Ben sadece, senin bizim ellerimizi bıraktığın 23 Ağustos 1917 gün aralığından bakıldığında,  -senin hiç dilinden düşürmediğin deyimle-  topun gelişine göre vurmak istedim. Hepsi bu.

Diyelim ki, konu futbol. Hem de, senin de hep karşı çıktığın paranın, sermayenin futbolu. Yani haksız futbol… Diyelim ki konu, haksız, adaletsiz maçlardan biri… Seyircisine, taraftarına destek, tezahürat olanağı verilmeyen, sahası çamurlu bir maç.  Bunun adı bir final maçı olsun; hani ezeli rakiplerin ölüm kalım mücadelesi dedikleri nitelikte. Ölümcül karşılaşma da Venezuela’da olsun. 

Konuk takım Amerikangücü. Bizim Ankaragücü’nün çok çok gerilerinde ama. Siz, yine de siz olun Amerikangücü adını komplogücü, işgalgücü olarak okuyun. Önder Maduro ve yoldaşları çok eksik bir takımla, hayli orantısız cansiperane bir maç yapıyorlar. Tribünler ve tribünler ötesi dünyalar sağır ve dilsiz.  Şimdilerde duyabilenlerin,  konuşabilenlerin hatırı sayılır çoğunluğu üç maymunu oynuyor.
Saha da, hava da ağır mı ağır...  Hugo’nun sevgili anavatanının, Venezuela’sının semalarında görmemenin, duymamanın, bilmezden gelmenin kahredici hüznü olsun bir de.  

Üstüne üstlük maçın hakemi Donald Trump denilen, ar damarı çatlamış ve gemi azıya almış bir çatlak.

Ve her şey kötü olacak, kötüye gidecek değil ya:

Tribünlerde, kış ortasında bir güneş gibi doğan hiç beklenmedik bir pankart:

1970’LERDE ŞİLİ-ALLENDE… 2010’LARDA VENEZUELA-MADURO…

Duyarlı hafızalarda dalgalanan düş zengini bu pankart, kırk yıl çok uzun gibi bir zaman dilimine işaret ediyor gibi görünse de, aslında  “Gezi Günleri”nde kendi kaçınılmaz yazgılarına ilişkin söylemiş oldukları  “Tencere tava, hep aynı hava” amiyane tekerlemesinin gün yüzüne çıkıp, çürük, kokuşuk, ahlaksız bir sistemi deşifre etmesinden ibarettir.

Ve…

1970’lerde henüz yeniyetme bir devrimci olan lise öğrencisinin gözünde donan Şili fotoğrafı,  parlamentonun ve devlet başkanlığı binalarının bombalanmaya başlamasının hemen ardından, geç de olsa  -aslında başından beri gerekli olan-  kaleşnikof silahını omuzlamış S.Allende ve yoldaşlarının endişeli yüz ifadelerini yansıtan anın belgesidir.  

Fotoğrafın arka fonunda,  sermaye mühendisliğinden başka bir şey olmayan “Kamyoncu Grevi”nin caddeler boyu uzayıp giden yalana bulaşmış ihanet araçları …  

Şili’de, parlamenter/barışçıl yollardan çözüme gidildiğinden olsa gerek, hedefe konulan ve amaçlanan ne ölçüde gerçekleşmiştir?  Yine de, Allende’nin başarılı adaylığı arkasında durmuş olan politik partilerin koalisyonu Unidad Popular ne yapmıştır?  Neyi gerçekleştirmiştir dilimizde anılan adıyla ‘Halk Birliği’?
 
  • Emperyalist güçlerin ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinden petrole ve dolara bulaşmış ellerini çekmelerini. Mücadelenin devamında, ulusal özkaynakların millileştirilmesini.
  • Şili ülkesinde halkın özgür iradesinin ve de egemenliğinin tesisini.
  • İnsan emeğinin ve onurunun ürettiklerini/üretkenliğini eşitçe, hakça ve adilane paylaşılmasını.
  • Uzun sözün kısası, Şili halkının özgürlüğünün, Şili ülkesinin bağımsızlığının dünya kamuoyunda kayıtsız şartsız kabullenilmesini.
Peki, başta kıta Amerikası’nın semalarında gemileri karşılayan, pek bi özgürlük timsali(!) ‘Mrs. Amerika’ olmak üzere uluslar arası tekelci sermaye, ezber bozan bu değişimi hazmedip kabullendi mi?  ASLA… 

Öncesinde olduğu gibi şimdilerde de:

Dünyanın hemen her coğrafyasında emperyalist yamyamların dolar ve petrol bürümüş gözleri, vantuzladıkları ya da vantuzlamaya çalıştıkları ülkelerin yer altı ve yerüstü zenginliklerinde. Hala ülkelerin egemenlik haklarına salya akıtıyorlar. Ve hala hayasızca saldırıyor, taciz ediyorlar…  Ne ki, madalyonun diğer yüzü de var;  yalnız kendi iradelerine, haklılıklarına, güçlerine güvenen halklar ve onların önderleri ise, bu barbarlığa direniyor.  Dik duruyorlar. Ne aman diliyor, ne de el etek öpüyorlar.  Devrimin önderlerinin izlediği sarp, engebeli, tuzak dolu yolları dikkatle geliştirmeye, zenginleştirmeye çalışarak izliyorlar:
 
  • Kastro adı, hızını hiç kesmeyen hırçın bir Latin rüzgarının adı… Emperyal güçlerin sömürgeciliğine, saldırganlığına inatla direnen bir sıcak rüzgar. Hala, Domuzlar Körfezi’nden dağılmış düşmana nanik yapıyor, dalgasını geçiyor. Kastro adı, on yıllarca “dikta” anlamında, “diktatörlük” adı olarak lanse edilmeye çalışıldı.  Son Kastro Raul, devlet başkanlığını  -halkına ve yoldaşlarına güvenip-  özgür iradasi ile bırakarak,  bu utanmaz ve büyük yalanı ortalık yere,  gözler önüne sermiş oldu.  Yıllarca “diktatör” olduğu iddia edilen Kastro adının son temsilcisi Raul’un devrimden, halkından ve sosyalizmden yana içi olabildiğince rahat.  Küba’nın sınıfsız ve sınırsız bir dünyanın örneği ve önderi olabileceğine,  önceki günden çok daha fazla inanıyor. 
  • Chavez adı da, gücünden hiçbir şey yitirmeyen, uslanmaz ve muhalif bir başka Latin rüzgarının adı… O da, kapitalizmin ürününden başka bir şey olmayan bedenini sarmış kanser hücreleri ile dalgasını geçiyor, paranın saltanatını küçümsüyor gittiği yerden.  Halkına inanıyor ve güveniyor. O da Raul gibi, özgür ve eşit bir dünyanın var olabileceğine inanıyor.  

Chavez’den devraldığı Bolivar geleneğini sürdüren Maduro da, bu yağmacılığın, yayılmacılığın karşısında yerini almış. Ama görünün o ki, Karayiplerin iklimi hayli sert ve acımasız, Latin dünyasına çökmüş ABD illüzyonu epeyce vefasız.

Demirci Arif Usta’nın sabırsızlanması, ne desen ne yapsan yerinde duramaması da bu yüzden. En çok da haklı savaşların ortalık yerinde, her şey ayan beyan göz önündeyken, çakalların suyu bulandırmasından ve umut tacirlerinin bulanık suda avlanmaya çalışmasından rahatsız. Türkçesi, sırça saraydaki reisin  “Maduro’nun yanında olduğunu”  belirten açıklamasından çok ama çok rahatsız…

Doğaldır ki, halkının derdinde, canı burnunda Maduro’nun ise bu traji-komik durumlardan, bu talihsiz/pespaye,  magazin değeri bile olmayan mesajlardan haberi bile yok. Hasbelkader haberi olsaydı, onca işi ve sıkışıklığı içinde eminim bizim tez canlı, sabırsız Demirci Usta’mızı teselli eder, sıkışmış yüreğine soğuk sular serperdi: 

“Dert etme Dostum!” derdi.
“Bizler, o güzel dünya şairinizi bilenlerdeniz. Ve dahi o güzel atlara binip, sürüp gidenlerdeniz. Demem şudur ki, biz at izini de, it izini de iyi biliriz.  Ve dahi asla birbirine karıştırmayız.”

  .   .   .

  Bizim ülkemizde ise ne mi oluyor?

 Yerkürenin geri bıraktırılmış ülkelerinin yoksul ve suskun tribünlerinde, hala o sarsıcı  “1970’LERDE ŞİLİ-ALLENDE… 2010’LARDA VENEZUELA-MADURO..." pankartı dalgalanırken, bizim ülkemiz bulanık yerel seçim havasının spekülatif sularında yelken açmış, yeni   kara propagandalara ve kirli siyasete doğru hızla, ama kontrolsüz bir biçimde yol alıyor.

 

Önemli Not: Bu yazının amacı, devrimin önderlerine asla bir güzelleme yapmak değildir... Bu metinde yazılmak, anlatılmak istenenler, yüreklerden geçenlerin milyonda biri bile değildir.

                                  
                                           Hasan Oğuz BİLGEN, 08.02.2019, Dağlararası-Ekşisu.