17 Nisan 1940 – 17
Nisan 2012
Köy Enstitüleri'nin Kuruluş Yıldönümü Üzerine
Anadolu'nun bozkırında yalnızlıkta açan kır çiçeklerinin, tüm
Köy Enstitülü öğretmenlerimin anısına…
Orada ılık ekim yağmurları altında ürperdiğimiz, sonrasındaysa bir
daha hastalıkların yorduğu zayıf bedenine sarılıp çökmüş yanaklarından ve iki
ellerinden öpme mutluluğuna erişemeyeceğimiz talihsiz bir gündü. Çatısı akan sıradan, basit emekli evinde son soluğun verilmesinden toprağa veriliş anına dek, uzun
saatler boyunca bir çeşit kendini koruma ve saklanma içgüdüsüyle arkasına gizlendiği hüznün
perdesini “Elli yıllık yol arkadaşımdı.” sözü ile aralamıştı.
Sevgili annemin üniversite hastanesinde yattığı uzun zamanlardan ve giderek ağırlaştığı son günlerinden bu yana, içinde düştüğü oldukça sıkıntılı, ağır/tatsız durumun koyu renk tonları ile gölgelenen yüzü, insana sonu gelmeyecek ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen suskunluğunu bozup konuştukça ışıdı. Giderek aydınlandı.
“ Onunla yıllar boyu ne çok şey paylaştık. Bizim yanı başımızda olmasaydı, bana moral ve omuz vermeseydi, köy yollarında ardımız sıra gülücüklerle el sallayan mutlu, umutlu ve de aydınlık yüzlerindeki gözleri çakmak çakmak parlayan, bilgisine güvenen, okuyan/soran araştıran, üretken, özgüvenli çocuklar bırakamazdım...” Tam da böyle demişti gönenerek.
Dinsel inancın insana yakıştırdığı, zorunlu gördüğü son dinsel tören için hazırlanmış çukurun başında dikilirken, onu, yuvadan uçmayı denediği daha ilk gün düştüğü soğuk zemin üzerinde titreşen, tüyü bitmemiş yavru bir kuşa benzetmiştim. Annemizin bizlere en son vedasının ruhumuzun derinliklerine bıraktığı acı, bu acıyla birlikte gelen kimsesizlik ve kalakalmışlık duygusu karşısında bile, yine de insanı şaşkına çevirecek derecede soğukkanlı idi.
“Elli yıllık yol arkadaşını” ıslak bir ekim günü çıkarmıştık son yolculuğuna. Düşüncelere dalmış başlarımızın üzerinde telaşlı devinimlerle dolanan, sonra hızla uzak yerlerde kümelenen, sabırsız güz yağmurlarını yüklenmiş sıkıntılı bulutların mavi kara yansımaları.
Omuzlarımızda, ince uzun çakılı tahtalarının aralıklarından, kendine özgü ve o ana dek başka hiçbir yerde karşılaşmadığım günlük bitkisinin mistik havası insanın içini tütsülerken, kesif gülsuyu ve defneyaprağı kokularının geldiği ahşap tabut. O an için geçerli bir anlam yükleyemediğim, annemi götüren ahşap korumanın yanılsamalı, gerçeküstü, gerçekdışı ağırlığı altında ölüm gerçeğinin yüreklerimizi akkor ateşlerce yakmasının, her geçen an içimizde büyüttüğü, içimizi acıtan bir boşluk, bir yokluk duygusu ile ilerliyorduk. Üzerimize doğru artarak öbekleşen, hızla kararan bulutların telaşı ve de hemen az önce sağanak yağmurlarla yıkanmış parıltıları bize kadar gelen karşı dağların ardında düzensiz aralıklarla çakan şimşekler…
Tuhaf bir sessizlik içinde, insanı rahatsız edecek denli bir suskunluk ve durgunluk havasında usulca ilerlenen, geleneksel alışkanlıklardan kopmadan nihai amacına ulaşmayı hedeflemiş, o an orada yaşanan sıradan, dinsel bir ritüeldi. Daha sabahın erken saatlerinde son hazırlığı tamamlanmış gömü çukurunun başına vardığımızda, az önce ne yapacağı kestirilemeyen, homurdanıp gürleyen, kavgacı hava birdenbire açılıvermişti.
Alışılagelmiş gömü işinin son dakikalarında, birçoğumuzun ‘hayatın son bulduğu’ dediği, aslında insan bedenindeki ölü hücrelerin çoğalıp canlı hücrelere üstün geldiği o ıslak ve keskin toprak kokulu çukurun içindeki iki kişi şaşılacak bir rahatlık içinde son görevlerini yerine getiriyordu. Son anları olmasına karşın, çukur başında ellerini açıp çömelmiş hocanın da okuyup üflemeleri, kimsenin anlamadığı Arapça sözlerini oradakilere adeta bir türkü nakaratı biçiminde onaylatması törenin uzamasına neden oluyordu. Orada olup biteni, kendi derdimizle yanarken, topluca yapılan biat tekerlemesine katılmadan sabırla izliyorduk.
Birden Enstitülü babamın insan emeğinin yüceliğini, insan üretkenliğini merkezine koyan yaşam felsefesine inanmakla, verdiklerini okumakla, öğütlerini tutmakla ve söylediklerini yapmakla ne kadar doğru yaptığımı… İyi ki onun oğlu olarak doğduğumu, düşüncelerini paylaşmış olmakla ne kadar şanslı olduğumu düşünürken yakaladım kendimi.
Az önce çatık kaşlarıyla çalım satan, tehdit eden bulutların işimizi kolaylaştırmak için uzaklarımıza gitmesi, gözlerden ırak köşelere çekilivermesi, kendilerini içinde bulundukları durumun mistik havasına kaptırmış topluluğun ilgisini çekmekten hayli uzaktı. Fikri Hoca’nın öğretmenlik yaşamının, ruhunu Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde aldığı, eğitimciliğinin iyi kötü günlerinde hep yanında, ona destek olmuş “elli yıllık hayat arkadaşını” kendi halinde bırakıp oradan ayrılma zamanı geldiğinde, yağmur yine önce sersem sepelek, ardından iri damlalar ve hoyrat patırtılarla tekrar yağmaya başlayacaktı.
Diğerlerine göre daha fazla gururlu oluşu, kendine özgü duyarlılığından, çok ince ruhlu oluşundandı. Bu yüzden anlaşılmamasına epeyce çaba harcadığı, ne var ki yüzüne daha ilk bakışta ayırt edilmesini önleyemediği yüreğinin ağır yükü tepemizde dolanan deli dolu bulutlarla eşdeğerdeydi.
Hemen yanı başındaydım; yufka yüreğinin kenarında köşesinde her olup bitenin, içinde kopan kasırgaların, altüst oluşlarının, savrulmalarının her anının en küçük karesinin ayırtındaydım. O, böyle kırılıp dökülmeleri yaşarken, oradaki topluluğun, dost-akrabanın arasında kendimi etkisinden kurtaramadığım ve istediğim halde içinden çıkamadığım bir belirsizlik içindeydim. Orada sanki sadece ikimiz vardık! Bir de hemen ardımızda, neredeyse bir ömür boyu süren iflah olmaz sayrılıklarının verdiği yorgunluk ve yıpranmışlıkla çoktan derin ve huzurlu uykuların kollarına kendisini teslim etmiş olan yaşlı kadın. Annem…
Zorunlu ayrılıkların dışında, asla yalnız bırakmak istemediğim ve de bırakmadığım, benim için iki önemli insanın arasında sessizdim. Umutları son bulmuş yolcunun bindirildiği trenin hareket etmesini ve yitip gitmesini bekliyordum. Oradakilerden bazılarının, sözcüklerini anlamadıkları, anlamını bilmedikleri bir dilde okunan duaların verdiği can sıkıntısını belli etmemek için nasıl çabaladığını izlemek, biraz olsun sıkıntımı dağıtan tek eğlenceydi.
Fikri Öğretmen, hacının hocanın akıl ve bilim dışı söylemlerine ve önerdikleri çağdışı yaşam biçimine inanmayan hoş görülü, aydın ve arif bir köylünün ilkokulu başarıyla ile bitirmiş bir oğlu idi. Pek de şanslıydı. Gezici Kızılçullu Köy Enstitüsü yetkilileri iyi ki onu köyünden, ailesinden koparıp almıştı. O, merak edenlerimizin siyah beyaz fotoğraf arkalıklarından, canlı tanıklarının, yaşayanlarının anılarından, yazdıkları yaşam öykülerinden, anı-romanlarından, bir yanı hep eksik kalmış az sayıdaki film ve belgesellerden öğrendiğimiz Köy Enstitülerini yaşamanın, havasını solumanın ve odun ateşinde karabuğday ekmeğinin tadına varmanın ayrıcalığını bizzat yaşamış, bizlere de bu deneyimi her fırsatta anlatmış, duyumsamıştı.
Bense yeniyetme on dört yaşımın şimdi anımsayamadığım bir gününde, yerde kilim üzerinde uzanmış ödevimi yaparken, başıma gelip önüme bıraktığı Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” eserini onun sayesinde okumuş olmanın mutluluğunu tadabilmiştim sadece. En küçük çalı çıtırtısının, bir kuş kanadının değdiği yeşil daldan çıkan taze, kırılgan yaprak kıpırtısının kulaklarımıza ulaştığı köyün ıssızlığında, toprağa sinen yağmurun içimizi açan mis kokusu duygu sağanağımıza karışıyordu.
Kızılçullu Köy Enstitüsü'nün ağırbaşlı, en arkadaş canlısı öğrencilerinden olan iki emekli öğretmen de, az ötemizde kımıltısız beklerken yaşanan anın canlı tanığıydı. İkisinin de nasıl da başları dimdik ve aydınlık, alınları açıktı. Her ikisinin de nasıl tertemiz güleç bir yüzü ve onurlu bir duruşu vardı: Mehmet Ali Vural ve Süreyya Mavioğlu öğretmenlerim.
1940'larda Kızılçullu, şimdilerin Şirinyer semtindeki "Orgeneral Vecihi Akın Kışlası" olarak adlandırılan, o zamanlar iki taş binanın ve verimli geniş toprakların bulunduğu bu bölgeye ulaştıklarında, ellerindeki bez torbalarda köy ekmeğinin sertleşmiş dilimleri, yeşil acı çekişte ve kaya tuzu ile terbiye edilmiş kara zeytin vardı. Beraberlerinde getirdikleri kırsalın yokluk, yoksunluk, ezik havası... Nergis kokulu bereketli ovaların, zambakların ve de dağ lalelerinin dinginliği sinmiş ürkek, şaşkın ve ıssız bakışlar...
Başlarına yerleşmiş “sirke” dedikleri bit öbeklerini aynı günler, sıralarını sabırsızlık göstermeden bekleyerek, tek tek yine kendi elleriyle ayıklamışlardı. Sonra kendileri gibi yakın günlerde okula gelen diğer çocuklarla tanışıp kaynaşmışlar, akrabalıktan, karındaşlıktan öte olmuşlardı. O katışıksız ve de sımsıcak günlerden diplomalarını aldıkları güne, oradan, şimdi göz ucuyla birbirlerini kolladıkları şu gömütlüğün acılı ve buruk anına dek birbirlerini bir daha hiç bırakmamışlar. Tıpkı enstitü günlerinde olduğu gibi, birbirlerine hala gönülden gönüle derin güçlü duygularla, yaşlandıkça silikleşen, ama gelgeç ilişkilerle de tüketmedikleri yıpratmadıkları bağlarla bağlıydılar. Şimdi, boylu boyunca upuzun yığılmış taze toprağın etrafında, avuç içleri yan yana ve yüzlerine dönük biçimde ve sabırla bekleşen kalabalığın arasında şahince izlemeye almışlardı Fikri Hoca'yı.
O ise, daralan yüreğinin uçurumlarında esen hırçın rüzgarlarla, inatla biat etmeden, duasız, inançsız, hala ‘rüzgara karşı’, ısrarla aykırı, dudaklarını bıçak açmaz, suskun ve kıpırtısızdı. Hani, ıslak gözlerini diktiği toprak yığınının taze kokusunu solurken, tozlu köy yollarına alışık dizlerinin bağı aniden bir çözülüverecek olsa... Olasılık bu ya. Kalabalığın üzerinden süzülüp yere düşmesine izin vermeden, yaşlı kollarıyla onu sarıvereceklermişçesine hazırda; işte öylece uyanık, atik ve de kendilerinden emin delikanlı bir duruşları vardı.
Tanımı zor, sağır dilsiz bir andı. Zaman sarkacının salınımlarının giderek ağırlaştığı, geçmişe dair belleklerden akıp geçen eski siyah beyaz fotoğrafların silikleştiği, buğulandığı, donduğu bir mekandı.
İnsanları, o gömütlükten kurtulup işlerine güçlerine ve evlerine dönme isteğinin sardığını anlıyordum. Üç Enstitülü ve ben, bu erken ve de bencil duygunun çok ama çok uzağında, belleklerimizde yer etmiş, bizi onurlandıran ortak değerlerimizin tadını damıta damıta, yaşaya yaşaya çıkarıyorduk. Fikri hocayı ele verense, önceleri nemlenmekle kalıp sonra ıslanıp yaşarmasını önleyemediği yeşil -çapar- gözleri olacaktı. Ayrıca, sanki üşümüş, uyuşmuş da ısıtmak, rahatlatmak istermişçesine sürekli ince uzun parmaklarını ovaladığı elleri... Ayaküzeri tüketilen ve dakikalarla sınırlı, dar ve kasvetli zaman içinde, derin bir iç huzuru arayan gözlerimizle birbirimizi anlıyor oluşumuz, birbirimize kaçamak bakışlarımızdan anlaşılıyor, göz bebeklerimizden okunuyor olmalıydı.
Yaşamı boyunca bildiği tanığı olduğu olayları, biriktirdiği deneyimlerini, bilgilerini, köylerde çocuklarla, köylülerle paylaşan, yüreğini ortaya koyan insan, o an, oracıkta kahretmişliğini, yalnızlığını, kederini paylaşmakta nasıl içine kapanık, nasıl da bir bencildi.
Hızlı devinimlerle bir araya gelip toplaşan, mavi ve siyah telaşlı tonlarda bulutlar tarafından kuşatılıyorduk.
Kendi deyişiyle ‘çapar' gözleri, insana bir başına kalakalmışlığı iliklerinde duyumsatan eski köy gömütlüğünün taş duvarına yakın bir kuytulukta yağmur altında ıslanan, dalları mora çalan kırmızı ve bordo çitlembiklerle ağırlaşmış yaşlı karaağacın asırlık gövdesine takılı kalmıştı. Belleği ise, kızlı erkekli köy gençlerinin kullanılmayan hayvan koşumlarından aşırdıkları urganlarla kurdukları, yüksekliği küçük çocukları ürküten bayram salıncağına. Dev salıncak, düğün bayram gibi mutlu günlerde karaağacın yüksek dallarına kurulurdu.
Şimdi davullu zurnalı bu cümbüş gözlerinin önündedir. Hızla netleşmekte, onu bu neşeli ve şamatalı kalabalığın içine çekmektedir.
* * *
Karaağacın iki yanına dizilip birbirlerine sokulmuş, çok uzun ve ağır salınımlar yapan salıncağı hayranlıkla izleyen genç kız ve bıçkın delikanlı öbekleri, uzaktan uzağa birbirlerine tertemiz duygular ve yemeni altı kaçamak gülücüklerle göz süzmelerde.
En uzak, en yüksek dallara ayakuçlarını değdirebilmek için, kendilerini sallayanları meydan okuyan haykırışlarla yüreklendirmeye çalışan, kanları kaynayan cesur binicileri alkışlayan izleyiciler çığlık çığlığadır. Sarhoşluğa özenerek yapmacık naralar atan aşağıdaki gençlerse, gülümseyen gözlerle salıncak sırasının kendilerine gelmesini bekleşirken sabırsız. İçlerinde bıyıkları yenice terlemiş, yeniyetme günlerinde olanlar... Kendilerini izleyen, gül yanakları al mı al ve birbirlerini dürtüp kıkırdaşıp kendi aralarında dalgalanan köy kızlarına caka satma yarışında. Ardı sıra askerliklerini gerilerde bırakanlar, yaşları ilerleyenler. Ve yaşlılar...
Bayram havasında kaynaşan kalabalıkta, allı güllü entarileri ile yerlerini almış taze gelinlerse, ele avuca sığmaz delişmenlere bakıldığında, dikkate değer ölçüde daha ağırbaşlı, daha ölçülü, yaşlarına ve konumlarına uygun bir sakınganlıktadır.
* * *
Nasıl da içine kapanık, kederini yalnızlığını paylaşmakta
nasıl da ketumdu. Başlarımızın üzerinde alçalıp yükselerek bir garip kuş dönüp
duruyor. Sonra usulca süzülüp, gidip karaağacın en uçtaki, kendince korunaklı
dallarından birine konuyor. Kıyıda
kenarda, öyle ıssız olunca kendini güvende mi sanıyor? Kararan bulutlardan olmalı huzursuzluğu; telaşlı devinimlerle hızla bir araya gelen tekinsiz bulutlardan... Hızla kuşatılıyorduk bir yandan.
Yorulmak, yakınmak ne kelime; pes etmek, yılmak nedir bilmeyen o köy öğretmenini çok iyi tanıyordum. An geldi; sıkıntı sona erdi. Kükreyen duran, ne zaman nereye çökeceği belirsiz hava durulmuş, kara bulutlar dağılmıştı.
* * *
“ İlkyazdı, güneş açtı. Onunla birlikte, badem ağaçlarının, erik ağaçlarının çiçekleri, gelinlikler giymiş papatyalar, sarışın kızlar kadar narin, kırılgan kır çiçekleri, ortalığı yangın yerine çeviren kırmızı laleler ve alev alazı gelincikler. Karabaşlar, aslanağızları... Sarının, morun, eflatunun bin bir tonuna bürünmüş olanlar. Bayram havası içinde... Hıdırellez coşkusunda, çığlık çığlığa, pür neşe dört bir yanımızı sarıvermişti.
“ Kış uykusundakilerin uyandığı, börtü böceğin kımıl kımıl, ortalığın pırıl pırıl, bir on yedi nisan günüydü. İlkyazdı. Bizler Enstitü'de ne öğrendiysek, sorarak sorgulayarak, araştırarak, tartışarak, birbirimizden görüş/ düşünce alarak öğrendik. Öğrendiklerimizi yaşamla sınadık" diyerek sürdürüyordu konuşmasını.
“ İlk görev yerim Manisa’nın Horozköy’ünde. Yıl 1943 idi. Lojmanın arkasında uzayıp giden Sultaniye üzümü bağları. Serin suları tulumbalardan çekerdik; tertemiz... Keçilerimiz vardı. Tavuklarımız. Yumurtalar kırmızı içliydi. Kızarmış domatesler. Yeşil biberler. Taze soğanın ne kadar yıkasak ellerimizden çıkmayan kokusu...
“ Bilginin, sorup araştırıp öğrenmenin, çalışkanlığın, üretken olmanın yüceliğinden, evrensel değerlerden, insanlığın erdemlerinden söz ederdim. Her an, her yerde insan aklının ve bilimin en önce gelmesi gerektiğinden. Sadece ABC’yi, okumayı yazmayı, matematiği değil... İtiraz etmeyi, karşı çıkmayı, çekinmeden soru sormayı, boyun eğmemeyi de öğrettim. Biliyordum. Yürüdüğümüz akıl, bilim yolunu karartmaya çalışanlar, paçalarımıza dolanan karaçalılar, tabanlarımıza batacak pıtraklar, önümüze çıkan çakırdikenleri olacaktı. Ne ki, yılmayacak, içimizi karartmayacaktık. Köylüsü ile kentlisi ile, tüm insanların kul/ tebaa değil, yurttaş olmaları, yurttaşlık bilinci ile davranmaları, körü körüne biat etmemeleri gerekti.
“Bunun için de çabaladım. Sindirme, yıldırma amaçlı müfettiş denetlemeleri, soruşturmalar aydın olmanın, yaşadığım çağdan, suyunu içtiğim, ekmeğini yediğim topraklardan her koşulda sorumlu olmamın, ama bir türlü benimsenemeyen yeni olandan, demokrasiden, hak ve hukuktan da söz etmemin bedeliydi. Ödedim.
Kısa bir soluklanmadan sonra, yılmadan arkasında durduğu sözlerinin yerinde ve doğru oluşundan kesinlikle emin, tek bir satırından sözcüğünden ödün vermeye pek niyetli görünmeyen iddialı ve kesin bir tavırla sonlandırdı konuşmasını:
“Ben evlatlarımı da, böyle yetiştirmeye çalıştım...”
* * *
Kendine de başkalarına da son derece saygılı bir insandı. Saçı
sakalı uzamış, traşsız, bakımsız halini görebilmiş tek bir şanslı insan yoktur. Yaşamı boyunca babaca tuttuğu ellerimizi bırakmazdan birkaç ay önce üniversitesi
hastanesinde yatıyordu. Sabahları daha doktorlar koğuşları dolaşmadan sakal
tıraşını yetiştirdiğimde, insana taşınması zulüm gelen ağır bir yükü
omuzlarından atmış gibi ne kadar rahatladığını, çocuklar gibi mutlu olduğunu
anımsarım. Sevincini, koğuş
arkadaşlarına takılarak, onlarla şakalaşarak belli etmeye çalışmasını, benden
yana memnuniyetini de yine onlara göz kırparak göstermesini unutamam: “Beni
yakışıklı yapan, bu oğlumdur.”
Sağlıklı günlerinde, tıraştan sonra, özel kağıt korumaları içinde bulundurmaya, oraya kurulamadan koymamaya özen gösterdiği ‘jilet bıçakları’ benim için değer biçilemeyen bir emanettir. Savurgan, açgözlü tüketim ekonomisinin, kar hırsından ve değer bilmezliğinden dolayı şimdilerde kullanıp atmanın, çarçur etmenin/ tüketmenin revaçta olduğu, plansız programsız modern zamanlarında, uzun ömürlü bu tıraş bıçaklarının üretilmelerine gerek yoktur(!) Her birini özenle saklarım.
Plan defterlerindeki konu başlıklarını siyah mürekkebe batırarak özenle kullandığı kesik divit uçla belirginleştirir. Ders planlarının konularını da, dolmakaleminden dökülen el yazısı ile sürdürür. Defterlerinin sayfalarını süsleyen el yazılarının her tümcesinin her sözcüğünde dikkatli bir hat ustasının titizliği ve inceliği vardır.
Hiçbir sayfanın hiçbir dizesinde tek bir harfin hatalı
yazılmasına, sıradan ve olağan gelebilecek en küçük düzeltmeye, silinti ve kazıntıya denk gelmeniz olası
değildir.
Uzun sözün kısası güzel insandı. Güzel yazı yazardı. Yaşadığı anı gözler, zamanı kavrar, önünü görür, geleceği tasarlardı. Olayı değerlendirir, yorum yapar, sorgular ve sorgulatırdı. Onlara haklarını bilen birer yurttaş olmanın bilinci ve sorumluluğu, bilgi, emek ve deneyimlerle birlikte sevgiyi, yokluğu, varlığı da paylaştıkları Köy Enstitülerinde fazlasıyla verilmişti.
Geceler boyu kullandığı dolma kalemi ne büyük, ne değerli mirastır. Saklarım.
Ömrü boyunca iş yapmak, üretmek için düşünen; elbette çalışırken, tezgah başında, karatahta başında yorulan terleyen insanlardan olmanın huzuru ile yaşadı.
El yazısı gibi, kimi defter sayfalarının boş yerlerinde, kimi ders planlarının başında sonunda, özene bezene yazdığı sözler de güzeldir: “Ancak ölüler üretici değildir. İnsan emeğine ve de onuruna uygun yaşadığının kanıtı, çalışkan ve üretken olmandır.”
* * *
İçindeki bilginin ve edindiği deneyimlerin ışığını, içinde hapsetmediğini, çevresine de yansıttığını bilirim. Çağdaş, aydın, bilinçli bir yurttaş olarak izlenmesi ve inatla yürünmesi gereken yolu kendine özgü yöntemlerle, günümüzde artık uğraşılmayan, uğraşılmaya, emek verilmeye değer görülmeyen, belki de hiç bilinmeyen, tümüyle el emeği ders araç ve gereçleri üreterek, eskiyen kitapları sözlükleri ciltleyerek, okul sıralarını ve masaları onararak gösterdi.
O, en doğal, en insan haliyle, her zaman ve her koşulda çalışan, üreten, iş gören, iz gösteren, iz bırakan basit bir devrimci, gerçek bir eğitimci olarak bu dünyayı bıraktı gitti.
Ağaç saplı tornavidası, kerpeteni, lehimle yapılmış teneke kutusu içinde su terazisi takım çantamda durur. Onları yitirmek babamı, Fikri Hoca’yı yitirmek, değerlerimi yitirmektir. Yitirmek tüketmektir ve tükenmektir. Yolun sonuna gelmek, yoksun kalmak yoksullaşmaktır. Böylesi bir duruna düşmekten ödüm kopar. Un ufak olur, biterim.
Pek uzun olmasa da, yine de yetmiş dört yıllık yaşamı boyunca, motosiklet dışında hiç motorlu araç kullanmamıştı. Şimdilerde herkesin elde edebildiği, ceplerinde, çantalarında kimlik olarak taşıdığı bir sürücü belgesine sahip olmamış, böylesi bir olanaktan yararlanmamıştı. Bizler gibi bir sürücü değildi; ama tozlu, bol hendekli bozuk bağ yollarında, balon tekerlekli, direksiyonunda yuvarlak mekanik zili, naylon şerit süslerle renklendirilmiş bisikletini kullanmakta hayli iddialıydı.
Yaşamımızı kolaylaştıran, üretime katkısı olan sıradan, basit bir aletin uzun süre iş görmesi, insana yararlı olması için, o eşyaya, o araca gerece sahip çıkılması, onun onarılması, yani yaşatılması gerektiğini bilenlerdendi. Bu konuda da çoğumuzdan, benim diyenlerden ayrılırdı. Söz konusu işin inceliğini, çok insanın es geçebileceği, önemseyemeyeceği detayını bana da öğrettiğini; bıyık altından gülüp, muzipçe kulağıma fısıldadığını anımsarım:
Dağılan bir kitabın, bir ansiklopedinin hangi yöntemle derlenip toparlanacağını, nasıl bir tahta düzenek üzerinde sabitleyip ve nasıl dikileceğini, patlayan bisiklet lastiğinin hangi aletle çıkarılıp hangi yöntemle yamanacağını... Zincirinin hangi aletle söküleceğini, yağlanacağını ve nasıl takılacağını. Ben, kardeşlerim ve öğrencileri, şimdiki çocuklarının nasıl yetiştiklerine, nasıl eğitildiklerine bakıldığında, ne şanslı çocuklarmışız. Ne mutlu bana ki, bana bir çivinin nasıl düzeltileceğini, çakılacağını öğreten, civcivlerle oğlaklarla koyun koyuna büyüten, börtü böceği sevdiren ve kitap okumayı benimseten bir babam vardı. Az bir şey, sıradan bir konu değildir, şairin "Ben, hayatta en çok babamı sevdim" demesi.
Mezun olabilmek için, son sınıfta ikinci meslek olarak marangozluğu seçmişti. Uygulamalı sınavda -kimilerinin kırlangıç geçme dediği- kurtağzı da denilen yöntemle, hiç çivi çakmadan yaptığı tahta bavulla tam not aldığını her fırsatta, Köy Enstitüleri'ndeki yaparak öğrenmeyi esas alan eğitim sistemini överek anlatmıştır.
“ Bizim bir adım önümüzde olun. Zoru başarın, olmaz demeyin. Yapılamayanları yapın, bizlerin yaşayamadıklarını yaşayın, yararlanamadıklarından yararlanın. Arabana bin. Sen, sen ol, üç kuruşluk benzine acıma. Her zaman, zor durumda olan ve yardım bekleyen insanların yararına kullanmayı unutmadan."
* * *
Bir insanı anmak ve anısını yaşatmak, onun sözlerini, yaptıklarını tekdüze yinelemek yerine; Onun sevgisi ve öğrettikleri ile aydınlanabilmek, ülkeyi ve halkı sahiplenmek, “ Şu dünyada aldığımız, verdiğimiz her soluk sizlerin eseridir. İyi ki vardınız. İyi ki bizlere örnek oldunuz ve bizlerle birlikte aynı yaşamı paylaştınız” diyebilmektir.
* * *
17 Nisan 1940 yılında, din,
dil, ırk, cinsiyet, inanç ve bölge ayırımı gözetilmeksizin bozkıra, köylüklere
ekilen aydınlanma çekirdeğini bağrında taşıyan Köy Enstitüleri aynı yıl Anadolu
topraklarının yirmi bir diyarda birden sürgün verdi.
Yıl 1940… Ülke, kız erkek öğrencilerin aynı derslikte, aynı sırada oturduğu karma eğitimle çağdaşlığın ve uygarlığın yüzünü gördü. Geleceğin genç beyinleri Dünya Klasikleri ile tanıştı. Uygarlığa deneysel bilgi, eleştirel akıl, bilimle ulaşılabileceği, kalkınmanınsa, bağımsız ve kardeşçe yaşanan topraklar üzerinde, başkalarına bel bağlamadan, kendi öz gücüne ve öz kaynaklarına güvenerek, ekerek biçerek yani üreterek olabileceği kanıtlandı.
Yıl 1940… Öğrenciler bir anfi-tiyatro yapar. Orada saz, keman, piyano konserleri verilir. Cehov'un, Moliere'nin, Gogol'un oyunlarını sergilenir. Hafta sonları okul alanında müdüründen aşçısına dek herkesin katıldığı değerlendirme toplantıları yapılır. Bu demokratik toplantılarda eleştiriler, tartışmalar özgürce yapılır.
Yıl 1940... Köy Enstitüleri, hilafetten kurtulup yurttaşlık bilinci ile laikliği, çağdaşlığı hak etmiş genç Cumhuriyetin, bir toplumsal kalkınma projesi ve aydınlanma fişeği olmuştur. Enstitüler kapatılmamış olsaydı, Fikri öğretmenin deyişi ile, " Şu güzelim ülkede tek bir cahil insan dahi kalmayacaktı."
Yıl 2011… Diyanete ayrılan dev ödeneklerle tarikat eksenli örümceklenme genç beyinlere yerleşiyor. Aydınlığa, bilgiye susuz kız öğrencilerinin cetvelle etekleri ölçülüyor. Öğrenciler ticarethanelere dönüştürülen okullarda, yarış atları gibi birbirleriyle yarıştırılıyor. Malum ÖSYM skandalının rezil şifreleri ile umutları ve gelecekleri çalınıyor.
Yıl 2011… Ülkem insanı üretmeye, kafa yormaya, bilime, sanata yabancılaştırılıyor, tüketime koşullandırılıyor. İş isteyenler azarlanıyor, barış isteyenler ötekileştiriliyor. İncilik üssünü kullanan uçakların yükünü, devletin zirvesi dahil kimse bilmiyor.
Yıl 2011... Yıllar önce barışın ve çalışkanlığın çiçeklerini yeşerten kadim topraklar, bu gün, ölüm tarlalarına, asit kuyularına dönüşmüş, kemik ve yanmış insan giysilerini kusuyor.
Hasan Oğuz BİLGEN, Arallık 2007. Son düzenleme; 17 Nisan 2011
Haber
Tarihi: 06/12/1996
http://www.evrensel.net/news.php?id=4327
http://www.ozgurmedya.org/newsdetail.asp?CatID=25&NewsID=5298
http://alibabadanmasallar.blogspot.com/
Haber Tarihi: 06/12/1996, Haber Editörü: Özgür Medya, Haber Kaynağı: Özel,
++ Ozgur Medya ++ info@ozgurmedya.org,
Sitede yer alan yazılar yazarlarını
bağlar.
Yazı içeriklerinden site yönetimi yasal sorumlu
değildir. Tüm yazılar Telif Hakları Yasası Gereğince
korunur.