Moğollar ve "TÜRKÜCÜ"
Daha düne dek “kart kurt”la geçiştirilmeye
çalışılan ve parasal karşılığı, ülkenin IMF borçlarını kapatabilecek düzeye ulaşmış
olan malum Kürt sorununun, ülkenin değişik kurum ve platformlarında
tartışılıyor gibi yapılması, hatta kıyısından köşesinden tartışılması ya da
dillendirilmesi, siyaset ve toplum bilimi uzmanlarınca bir arpa boyu yol almak
biçiminde açıklanıyor olsa da, köyleri haritadan silinmiş, insan dışkısı
yedirilmiş, kuyulara atılmış insanların kederli yüzlerinde, nicedir yabancısı
oldukları bir umut ışığı yanmıyor değil.
Gelinen nokta
umutlandırıcı mı? Hadi -bir şey yitirmeyiz- bir an
için iyimser olalım, bardağın dolu yanını görelim ve
“umutlandırıcıdır” diyelim.
Ah bir de…Yani bir de “Devletin 86 yıllık inkar ve imha
politikasına, Kürt halkının kültürel hak ve istemleri doğrultusunda son
verilip, beklenen haklar ve özgürlüklerle ilgili yasal düzenlemeler yapılabilecek
mi? ", “ Bu özlemler yeni bir
demokratik, adil bir anayasa şemsiyesi altında garanti altına alınabilecek mi?", "Böylesi bir anayasal değişimi kaldırabilecek toplum
bilincinin, uzlaşı ve kardeşliğin psikolojik ve toplumsal zeminini yaratmak
adına gerekli çaba harcanıyor mu?" sorularına olumlu yanıtlar
verilebilseydi !..
İnsan bu soruların yanıtlarını düşündüğünde paragraf başındaki pembe tümce ile anlatmaya çalıştığımız bardağın dolu yanını görme noktasının ister istemez gerisine düşüyor. Ardından yanıtlarını vermeye kalktığında en azından şu an itibari ile olumlu yanıtlar verilemeyeceğini söylemenin toplum ya da siyaset bilimcisi filan olmayı gerektirmediğini görüyor.
Konu ile ilgili olarak oligarşik
devlet cihazının yeni liberal-dinci hükümetini kuran partinin, ona muhalefet
eden partilerin, yine düzenin değişik siyaset kurumlarının farklı nüanslarda da
olsa, sorunu salt terör ve güvenlik sorunu görüp, terörle mücadele etmek
ve kökünü kazımak saplantısına takılarak hep aynı histerik, ırkçı, kafatasçı
ruh hallerinde, ama hep tıpkı bir hıyar gibi ikiye bölünme ve parçalanma
paranoyası ile dillendirilen tepkiler, bu tabuların ve statükocu tutumların
toplumun zaten acılı, yaralı insanlarında olan korkuları, kaygıları ve
umutsuzlukları arttırması sorunun çözümsüzlüğünün en açık kanıtı.
Şimdilik Amerikan
Emperyalizminin, onunla bütünlemiş ılımlı İslamcı yerli, egemen oligarşik yapısının gölgesinde,
içi boş sözler üzerinden seyreden iyi niyet gösterileri ve “üslup
görüşmeleri” sığlığındaki süreç, bir yandan devletin yüksek ve “haki” renkli
burçlarından, bir yandan da “derin” yerlerinden sakin ama sert ve şahin
bakışlarla izlenirken, bu güne dek çözümsüzlükten başka bir şey üretmemiş,
sözcüğün tam anlamı ile soruna hep tıkaç, takoz olmuş militarist, şoven ve
ulusalcı anlayışların felaket tellallarınca günbegün yokuşa sürülmekte…
Durum böyleyken Kürt halkının iş,
aş, eşitlik, anadili, kimlik ve barış beklentileri olarak somutlaşan hem
ekonomik hem de kültürel istemlerinin istismar edilerek türlü manipülasyonlara
tabi tutulması, tehlikeli, vebali ağır ve spekülatif mecralara çekilmesi de
sorunun ayrı bir endişe verici yanı.
Oysa sorunun çözümü, kökleri
tarihin derinliklerinden gelen mevcut devletin imha, şiddet, inkar geleneğinden
beslenen resmi politikası ile kurumsal anlamda ciddi bir yüzleşmede
saklı. Geleneksel, resmi anlayışının sorgulanması, dolayısı ile mevcut
inkarcılığın, “kart kurt” yalan ve demagojisinin tek ve aleni savunucusu
olan MHP denilen kafatasçılığın etkisinin silinip, barış karşıtı militarist
baskısının ve egemenliğinin kırılması, halk düşmanı provakatör ve ırkçı yüzünün
açığa çıkarılması, en azından şimdilik
pek olanaklı görülmüyor.
CHP cephesinde ise yeni bir şey
yok… Lideri de yönetici konumda olanları da, Kıbrıs konusunda “ezeli
tıkaç” görevini üstlenmiş Rauf Denktaş’ı kıskandıracak derece de, her zaman
olduğu gibi olup biteni trafik kulesinden bakıp izlemenin
kolaycılığında... Çoktandır “Bekle ve gör”, “Her şeyi eleştir”, “Kör tıpa ol.” tutumunu korumaktalar. Hemen her gün, her fırsatta
geleneksel misak-ı milli bakışının "Tekçi" kafası ile, savaş ve felaket tellallığını en sıkı
ulusalcı beylere, Başbuğ’un neferlerine bırakmadan, azimle, kuşku, endişe
ve korku imparatorluğunun temellerini güçlendirmekte.
Moğol istilasından bu yana bu
denli pervasızlıkta, bu denli vahşet boyutunda bir emek, doğa, tarih
yağmasının, kültürel talanının, insan kıyımının yaşanmadığı kadim Anadolu topraklarında, müzmin yaraya merhem
olacak, toplumsal uzlaşıyı ve barışı tesis edecek iksirin bırakın uygun kıvama
gelmesini, henüz bulunabilmiş, adı konulabilmiş bile değil.
Yok “Önce sen vurdun”
çocuklaşmasıyla, “Bölmeye kalktın", “Öyleyse tek dil Türkçe” ve "Dediğim dedik çaldığım düdük" biçiminde özetlenebilecek ısrarcı, inkarcı ve de
ayrılıkçı ezber yinelemesi üzerinden akıl ve vicdan tutulması sürdükçe yara da
kanamaya, hasta da kan yitirmeye devam edecektir.
Gerçekliğini sevgili Celal
Başlangıç’ın bir söyleşi dizisinden öğrendikten sonra yazıya dökerek
dillendirmeye çalıştığım yaşanmış olay “Türkücü”, yıllardır iflah olmaz bir
kısır döngü içinde, sorunu salt “güvenlik ve terörle mücadele" sorunu olarak görüp, Battal Gazi refleksi ile çözmeye çalışan
asker kafaların değişmesi gerektiği noktasında bizlere traji-komik iletiler
sunmakta. . .
Diyarbakır-Bingöl karayolu kesilmiştir…
Ay ışığı gecenin ıssız
karanlığında omuzlarda asılı otomatik silahların namlularında parlamakta… Pötikareli
poşularıyla yüzlerini örten adamların sesleri kapalı ağızlarından biraz
sert ve boğuk, biraz da sinirli çıkmaktadır. “Herkes aşağı insin” diye bağırır diğerlerine göre biraz önde dikilen uzun boylusu.
Yolcuların erkek olanları kirli
kasketli, poşulu, yöreye özgü şalvarlı ve yeleklidir. En traşlısı en az bir
haftalık sakallıdır. İstisnasız tümü kara bıyıklı erkeklerin hemen arkasından,
allı morlu libasları, başları yine yöresel bağlanışlarıyla tülbentli, iki
elleri her daim utangaç durumda ağızlarında, sessiz, ürkek, her halleriyle ezik
Kürt kadınları, birer birer geçer otobüsün ölgün far ışıklarının
önünden...
Erkeklerinin arkasında saf tutar
gibi, bedenleri, emekleri ve dahi ruhları ile hiçbir sığışacak yerleri olmayan
erkek egemen dünyasının onca günahını işlemişçesine başları önde sıralanırlar.
Yollarını kesip onları külüstür otobüslerinden indirenler, bu yoksul, mahçup
insancıkların alıkonulmalarına neden olacak bir şey yapmadıkları, hiçbir kötü
muameleyi hak etmedikleri gerçeğinin ağırlığı altında biraz suçlu, yine de
insanı ürküten bir sessizlik içindedirler.
Tam bu sırada başlarına
sardıkları poşularla yüzleri örtülmüş sert adamların en küçük bir hareketi
kaçırmayan denetleyici bakışları, rahatlığından, biraz da keyfiliğinden olsa
gerek, en sona kalmış birinin üzerinde şaşkın bakışlara dönüşür. Bölgenin
bilinen, kanıksanmış giyim tarzına aykırı birisi belirmiştir
merdivenlerde…
Kirli beyaz takım giysisi, boynunda
o diyarlarda belki ilk kez görülen kravatı, dirsek ve diz yerleri çıkmış
giysisinin rengine uygun abartılı rugan ayakkabıları ile tıpkı bir ayrık otu
gibi, insanın hemen dikkatini çeken biridir bu. Üstü başı, garip tipi, rahat ve
telaşsız hareketlerinin yanı sıra, muzip bakışlı bu adam için oradakiler pek
anlam veremez.
Yolu kesenler beklemedikleri bu
konukları karşısında ilk şaşkınlıklarını üzerlerinden atar atmaz, o hiçte tekin
olmayan gecenin içinde ışıl ışıl parlayan adamı karşılarına alıp sorgular
gibi;
“Hemşerim… Gel hele… Ne iş yaparsın sen?”
“Türkücüyem” der adam, “Türkü söylirem.”
“Yolculuk nere?”
“Bingöl’e dügüne…Türkü söylemeye
gidiyem. Sırtımdaki de sahne kıyafetimdir…Eyle işte..."
. . .
Namlularına mermi sürülü, ay
ışığının şavkıyan beyazı altında ilerleyen gecenin gerginliğine karşın,
kendisinin sadece türkü söyleyen biri olduğunu söyleyen adamın konuşması
rahattır. Adamın komik yüz ifadesi, sıra dışı kılığı, duruşu ortamı hiç
beklenmedik bir anda yumuşatıvermiştir.
Alışılmamış kıyafeti ile gecenin
karanlığında ışıyan, adeta göz kamaştıran çelimsiz adam, yolu kesen
silahlı adamların merak kaynağı olmuştur.
Diğer yolcularsa unutulmuş
gibidir. Sadece gözlerini açıkta bırakan kafalarına sardıkları poşularının ve
rahat giysilerinin içinde kendilerinden oldukça emin görünen adamlar bir
süre ayrı ayrı düşünürler. Ortalık üzerinden çok geçmeyecek derin bir
sessizliğe gömülmüştür. Kısa süre aralarında fısıldaşırlar. Sonunda ortaklaştıkları kararı, ardı belirsiz
yalçın dağların sabrı ile bekleşen insanlara yüksek sesle bildirirler. Otobüsün sürücüsü yolları üzerindeki
karakollara kesinlikle uğramayacaktır, böylece otobüs hiç durmadan yoluna devam
edecektir.
“Herkeş otobüse… Sen şofer, hiç
durmadan gaza basacaksan... Sadece Türküçi kalacak. Onunla işimiz
bitmedi. Sallanma… Herkeş arabaya. Marş marş...”
Otobüsten en son inen adam,
kızdığı akşamın beklenmedik bir vaktinde, ortalık yerde, hiç tanımadığı ve ilk
kez karşılaştığı insanların arasında bir başına kalakalmanın şaşkınlığına
karşın soğukkanlılığını korumaktadır.
“Seni komutana götürelim… Gösterelim hele. Bakalım o ne diyecek?!”
diyerek, vururlar ardından dağlara.
Gecenin iflah olmaz söz dinlemez
karanlığında, tek tük yanıp sönen ateş böcekleri, dağın dinginliğinin
ayrıcalığına apayrı bir güzellik katmaktadır. Yürüyüş kolu düzeninde, tek sıra
birbirlerini izlerler uzun süre; hiçbir yakınma
ve en küçük bir yorgunluk belirtisi göstermeden. Her gün diken üzerinde,
çatışmalarla geçen yaşamlarının elektrikli havasını değiştirip renklendiren
Türkücüye de takılıp aralarında şakalaşırlar. Sarp dağ yolları boyunca pek
keyiflidirler.
Sakin görünen adamınsa içten içe
yüreğinin yağı erimektedir:
“Poki yedik.” der içinden, “Dügün mügün kalmadi... Aha şimdi poki yedik… Bunlar bizim eşkiyalar. Dügün mügün kalmadi… Dinime imanıma sabbaha kadar nöbetteyiz."
Kem gözlerden ırak, kuşku çekmeyen koyağın derinliğindeki büyükçe iki kayanın arasında kurulu
gerilla kampına ulaşmaları biraz zaman alır. Ayaklarında “Mekap” ayakkabılar,
sırtlarında yükleri belirsiz tıka basa dolu çantalar, boyunlarından sarkan
fişekliklerle göğüs hizalarında sallanan el bombalı adamlarının arasında, gözüne
hiç alışık gelmeyen kravatlı, tuhaf giysili birisinin kampa doğru geldiğini
görünce komutan da şaşırır. Alışık
olmadığı, hazır cevap adamın düğünlerde halkı eğlendiren birisi olduğunu
öğrenince çocukça sevinmesi tutar. Pek
keyiflenir, yüzünde gülleri açar. Yoldaşları gibi, o da uzun zamandır köyünden,
sevdiklerinden ayrıdır ve insanlara, halkına olduğu kadar türkülere de
sevdalıdır.
Böyle olunca oradakilerin her
birisini yavuklusuna, yollarını gözleyen anasına, sılasına götürüp getirecek
olan eğlenceli gecenin, Türkücü için
epeyce uzun ve yorucu geçmesi elbette kaçınılmazdır. Komutan adamı bir süre
dikkatle süzdükten sonra: “Oku bakalım bir türkü.” der.
Türkücü çaresiz bir Kürtçe türkü
tutturur. Komutan, yanık, yanık olduğu kadar da şen şakrak sesini beğenmiştir.
Türkücü değişik ve renkli ses
tonuyla ortalığı inlettikçe, hep ortak yazgıları eziyet ve işkencede buluşmuş
yaralı gönülleri kasıp kavurdukça, yüreği dağlanan komutan da coştukça
coşar.
“Bir tane daha, bir tane daha.”
diye diye, sabahın ilk ışıklarına dek, çok sevdiği, çoğu zaman arkadaşlarıyla
birlikte yüksek sesle eşlik ettiği, bildiği bütün Kürtçe türküleri söyletir
adama.
Mor dağların meraklı gözlerden
uzak, tahmin edilmeyen serin koyağında konuşlanmış kampın hayli aşağısında, yol
kenarında bir jandarma karakolu vardır. Gecenin dinginliğinde Türkücünün gür ve yanık sesi, iki dağı
birden tutmuş, karakola dek gitmektedir. Oradaki komutanın ve askerlerin şafak vaktine kadar, sadece dağdan
geldiğini bilebildikleri, sözlerini anlamadıkları bir dilden avaz avaz söylenen
coşkulu türküler sayesinde uykuları kaçmıştır. Türkücü yanık-gür sesiyle, gelen
günün akşamında başına geleceklerden habersiz jandarma karakoluna ilk konserini
verirken, askerler de tanımadıkları bu sesin sahibine, dillerine geldiğince ağız
dolusu sövüp sayarlar.
. . .
Tanyeri daha ağarmadan Türkücü’nün
gözleri bağlanır. “Türküden zarar gelmez; sen söylemeye
devam et.” diyerek, kulağına gördüğü kampı ve insanları
unutmasını salık veren kibar uyarı sözcükleri fısıldayarak, onu önlerine katıp patika
yoldan aşağıya indirirler. Uzun ve yorucu bir yürüyüşün sonudur… İçlerinden tok
sesli olanı silahının namlusunu adamın ensesine dayayarak, iyice tembihler:
“Sakın ola ki, hiç ama hiç
susmayasan. Arkana bakmayasan. Göz bağını açmayasan… Hiç durmadan bayır
aşağı söylemeye devam edeceksan.”
Türkücü nerede olduğunu, nereye
gittiğini bilmeden, gözleri bağlı, yokuş aşağı salar kendini. Sabaha dek,
bilmem kaçıncı kez çığırdığı türküleri artık kararmaya ve bulanmaya başlayan beyninde
sil baştan, tekrar sıraya koymaya çalışırken, bir yandan da tökezlenmemeye
çalışmaktadır.
Adamların eline ilk düştüğünde
içinden geçen iki sözcük, artık sözleri birbirine karışan yorgun-uykusuz
türkülerin, farkında olmadan doğal nakaratı olmuştur: "Poki yedik… Poki yedik."
Uykusuzluk ve yorgunluktan sersem sepelek, nerdeyse el yordamı
ile ilerlemeye çabalarken, dizlerinin dermanı gibi bitmez
tükenmez bellediği soluğu da tükenmek üzeredir. Bu arada geçen zaman nedir, poşulu sert adamlar
nerede kalmıştır hiç ama hiç ayırtında değildir.
Başlangıcını anımsayamadığı,
sonunu kestiremediği zamanın belirsizliğinde gezinirken; bu kez çok farklı bir
dilde ve ağızda bir ses: “Na’pıyon be hemşerim?” der.
Bu kez yolunu kesen aynı uykusuz
geceden kalma, sinirleri bozulmuş askerlerdir. Gözbağına dokunmadan, az
önce kulaklarına fısıldanmış dostça tavsiyelerden habersiz, koltuk altlarına
giren kuvvetli ve sabırsız eller, ayaklarını yerden kesip zaten bulutlarda
gezinen çaresiz insanı sürüklercesine yürütürler…
Karşı dağın düzlüğünde, iki
gözetleme kulesindeki ağır silahlarla korunan karakollarına ulaştıklarında
gözlerindeki bağı açarlar, ellerini çözerler. Oldukça kızgın ve sitemlidirler:
“Gel bakalım.” derler. “Seni
komutana götüreceğiz!”
Üsteğmen rütbeli komutanın
emrindeki askerlerden çok daha sinirli olduğu ahşap masa üzerindeki, çoğunluğu
yarısında söndürülmüş sigara izmaritlerinin taşırdığı kül tablasından
anlaşılmaktadır. Mesleği türkü söylemek olan mahçup adamı bir süre
parmaklarının arasındaki külü kıvrılmış sigarasıyla, burnundan soluyarak
izleyen karakol komutanı sonunda sessizliğini bozar:
“Ulan, ulan!..” “Sen miydin ulan sabaha kadar kafamızı
ütüleyen?”
Türkücü başına gelenleri tüm
doğallığı ile anlatmasına karşın, komutan yine de kızmadan edemez.
“Demek sendin ha!.. Bizi sabaha
kadar uyutmayan eşşoğlu?! ”, “Çık
nakalım şu karakolun damına... Önce bağırarak İstiklal Marşı'nı oku… Sonra bildiğin bütün Türkçe türküleri. Akşama kadar da burada, Türkçe söyleyeceksin!”
Talihsiz adam bıkkın adımlarla
kerpiç dama çıkarken ortalık çoktan ışımıştır. Güneş mor
dağların doruklarından yeni bir güne göz kırparken, karşı tepelerin bir
yerlerinde dağın sarp tepelerine doğru tırmanan insan siluetleri kapanmaması için
çabaladığı gözlerinde yitip gitmektedir.
Hasan Oğuz
Bilgen, Karşıyaka, 15.08.2009.
Son düzenleme; 18.11.2012
Haber Tarihi: 06/05/2011
Haber
Editörü: Özgür Medya
Haber
Kaynağı: Özel
Sitede yayınalan yazılar yazarlarını bağlar.
Yazı içeriklerinden site yönetimi yasal sorumlu değildir.
Tüm yazılar Telif
Hakları Yasası Gereğince korunur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder