6 Mayıs 2014 Salı

BİR DUVAR, BİR ÇİFT AYAKKABI, BİR DOSYA



BİR DUVAR, BİR ÇİFT AYAKKABI, BİR DOSYA
23 Mayıs 2011, 20:35


Darbeci general eskileri,  2011/1 no:lu dosya ile başlatılan "hukuki işlem" le "soruşturulacak" mış!   En önemlisi de “ dosya numarasından da anlaşılacağı üzere hazırlık yılbaşından beri sürüyor"muş!.. (Basından )   
             
                                                                    .  .  .

Bir Duvar, Bir Çift Ayakkabı, Bir Dosya.

Genç yaşına karşın, o güne dek onlarca, yüzlerce kez işittiği hatta kullandığı “zindan gibi” deyiminin ne anlama geldiğini, insanı ne beter ruh hallerine soktuğunu, tıkıştırıldıkları dar koğuşun pencerelerinin askerler tarafından tuğla ile örüldüğü, böylece onca insanın yirmi dört saat boyunca kırk vatlık bir ampule mahkum edildiği gün anlar.                        

1983 yılının yazıdır.

Dayatılan “tek tip elbise” uygulamasına karşı direniş eylemi nedeni ile dokuz aydır görüş hakları da dahil her şey yasaktır. Görüş yasağına avukatlar da girdiğinden savunmalar da yapılamamaktadır. Mektup, gazete, eşya v.s verilmez; banyoya götürülmedikleri gibi revire de çıkamamaktadırlar.  Koğuşta sıkış tepiş şort atlettirler…                                           

Gün içinde üç kez, idare tarafından ‘sayım’ yapılır; bu da günde üç kez sayım vermeme eylemi, üç posta salkım saçak yerlerde sürünmek, topluca dakikalarca dayak yemek demektir. Havalandırma hakları da engellendiğinden, yemekhane bölümündeki altı metrelik boşlukta, öbekler halinde sırayla volta atarlar. Abartısız sahip oldukları tek özel eşya, karavanaya topluca salladıkları tahta kaşıktır. Belli ki televizyon için yapılmış raf, duvarda boş durur. Kitap, kağıt, kalem, dergi, gazete çoktan unutulmuştur…  Öyle ki, bir gün duvarların çok ötesinden gelen bir eşek anırması, onlara çok değişik, yeni, sevecen ve de ulaşılmaz gelir.

Aylardan temmuzdur.

Tutsaklarının bunaltıcı sıcaktan birbirine değmemeye özen gösterdiği koğuşun kapısı, sadece karavana saatinde açılır; ancak 10-15 saniye açık kalan bu kapıdansa içeriye ışık ya da temiz hava değil, maltanın rutubetli havası ile askerin ter kokusu gelir. Sular ise “güvenlik” gerekçesiyle, gece yarısı -bazen sabaha karşı- yarım saat kadar, o da sıçankuyruğu gibi akar.

Bu yüzden, şimdilerde her yaz mevsimi geldiğinde ve de insanlar sıcaklardan yakınmaya başladığında, “16. Koğuş” taki devrimci tutsakların terden yapış yapış olmuş yataklarında yatamadığını, gece yarıları sınırlı dakikalarda, acele etmeden, asla birbirinin sırasına saygısızlık etmeden, paylarına düşen bir tas su ile sadece koltuk altlarını ve apış aralarını yıkadıklarını anımsar.

İşte o, zamanın bol mekanın dar olduğu, güneş ışığının geldiği her pencerenin örüldüğü, hava gelen her deliğin sıvandığı yaz günlerinden birinde, aynı kavgaların verildiği, aynı şiddetli çatışmaların ve de onurlu direnişlerin yaşandığı bir başka Anadolu kentinin emniyetine - sıkıyönetim savcılığının talebi ile- iki dava arkadaşı ile birlikte sorgu için götürülür. İnsan aklının alamayacağı oradaki gerçek zindanda, geldiği Şirinyer Askeri Cezaevi'nin 16.koğuşunu Antalya sahillerini, Muğla’nın Ölüdeniz’ini, Foça’nın mavi koylarını anımsar gibi anımsar.

Otuz gün boyunca gözbağı sorgu saatleri dışında, ancak hücrede açılır; ne var ki orada da kayda değer bir gün ışığı olmadığından hiçbir bir işe yaramaz… Hücre arkadaşı da, onun gibi arkadaşlarını ve kaldıkları evleri ele vermesi için, gündüzlerin gecelere karıştığı sonu gelmeyen saatlerde işkence görmektedir.

Bir defasında arkadaşının sorguya götürülmesinin üzerinden kaç saat geçtiğini, belleğini ne kadar zorlasa da bir türlü kestiremez; uğuldayan beyni zaman kavramını yitirmiştir. Kaç zaman sonra, arkadaşı yumruk ve küfürlerle, ite kaka geri getirilip hücreye boş bir çuval gibi atıldığında sırılsıklamdır, kolları “ Filistin Askısı” nın etkisi ile cansız ve duyarsızdır. Hücre kapısı kapanır kapanmaz, arkadaşının kıpırtısız bedenini yokladığını, işkencenin sonuçlarını anlamaya çalıştığını, kollarının durumunun ayırtına varınca da ona masaj yaptığını, bu sırada onun uzamış kıvırcık sakallarını, sıcak soluğunu duyumsadığını, onunsa, içinde bulunduğu duruma aldırmaksızın kulağına, hırıltılı ve ürkütücü bir sesin yarım yamalak Türkçe'siyle:

“ Teslim olmadığını, ölüm de olsa sonucuna katlanacağını, teslim olmayacağını” fısıldadığını, kendisine de  “ korkmamasını, yılmamasını...”  öğütlediğini anımsar.

Zifiri karanlık tabutlukta ve onun bir duvar ötesinde, dışarıdaki insana dayanılmaz gibi gelen, amansız sorgu yöntem ve teknikleri ile dolu dolu saatler, günler, haftalar geçer. Dipsiz, bitimsiz, boz bulanık zamanın fısıltı ile konuştukları  bir anında, kıvırcık sakalı uzamış ve sıcak soluklu genç adam bir sır verir gibi aniden:

 " Beni götürecekler,  bir not ele geçirmişler, bir randevu notu…  Beni muhtemelen canlı yem olarak kullanıp,  ateşin içine atacaklar…”  der.  “  Senden dileğim, eğer bir gün sağ salim geldiğin yere geri dönebilirsen, oradaki arkadaşlarımıza, yoldaşlarımıza, devrimcilerin bu diyarda da cuntaya direndiğini, faşizmin karşısında diz çökmediğini, her ne olursa olsun savaşı sürdürdüğünü anlatmandır...”                                                                               

Ardından hiçbir şey söylememiş, hiçbir şey olmamış gibi, çok kısa sürecek, ürkek, tedirgin, eğreti ama karşı konulmaz, arsız bir uykunun kollarına bırakır kendini.

Devrim ve sosyalizme, onlarla gelecek güzel günlerin inanılan bütün değerlerine dair sıcak düşlerin, sancılı bedenin yaralarını sağaltmaya çalıştığı bir anda, hücrenin kapısı hoyratça açılır. Yüzünü görmediği, adını bile sormadığı, hiç tanımadığı, dilini bilmediğinden ancak yüreğini paylaşabildiği devrimcinin götürülme anıdır.

O an bedeni önüne geçilmez titremelerle sarsılan devrimciye lastik ayakkabılarını giydirirken, “ titremem korkudan değil, çaresizlikten… ” gibisinden belli belirsiz bir şeyler söylemeye çalışmasından, onun eksiklendiğini, biraz da mahcup olduğunu anlar.  Onun rahat olması için uzamış, uzamış, kıvırcık sakalına okşar…  

Cellatlarına belli etmeden usulca vedalaşırlar. İnsana duyumsattığı şeyler, yaşattığı coşku, hüzün, kahır ve çaresizlik belki de sayfalarca anlatılabilecek o ayrılış anı, saniyeler içinde başlar ve biter.   Dediği çıkmış, alınıp götürülmüştür işte… Uzaklaşan ayak sesleri kesildiğinde dayanılmaz bir acıyla yüreği sıkışır.  Daha şimdiden özlemeye başladığı insan,  darbecilerden, işkencecilerden aman dilemeyen, adı sanı hiç bilinmeyecek olan yüzlerce, binlerce devrimciden sadece birisidir.

Karabasanlarla dolu bir uykuya daha yenice dalmış gibi gelse de;  saatler geçmiştir. Yarı uykulu yerde kıvrılmış yatarken kapının demir kilidi döner. Sahibinin arsızca sırıttığını duyumsadığı bir el, üzerine yumuşak bir cisim atar. 

“ Al işte "  der,  “ O pislikten geriye kalan… Çok sıkışırsan içine işe,  benden sana izin... ”  

Arsızca sırıtıp, küfürle karışık, kızgın ve sinirli söylenerek demir kapıyı sertçe çarpar. El yordamı ile alelacele ne olduğunu anlamaya çalıştığı yumuşak cisim, burun boşluğuna dolan sıvının pıhtılaşmaya yüz tuttuğu bir lastik ayakkabının tekidir.

Oligarşinin -12 Eylül 1980- açık faşizm döneminden bu güne gelen halka karşı örülmüş duvarlar, üzerimize atılan boş ayakkabılar, bunların toplumda yarattığı travmaları, sosyal, etik aşınma ve çöküntüleri,  silinen, yok sayılan kimlik ve kişilikler,  yitirilmiş,  “kayıp” edilmenin ürünü edilgen, geleceksiz, laylom 80 çocukları, insanımıza karaçalı misali dolanan gericilik ve şovenizm, baskı, korku ve de politik sihirbazlığa dayanan  oligarşi ile halk arasında kurulmuş suni dengenin  giderek güçlendirilmesi ve kurumsallaştırılması ( % 47 misalinde olduğu gibi ), açıldığı söylenen  "2011/1 no" lu alicengiz dosyasının neresindedir.

Dosyanın hasının açık faşizmin "mağdur" larınca değil bizzat muhatapları tarafından hazırlanacağı ve gerçek hesabın duvarları,  çarmıhları,  sürgünleri,  bilumum askıları-baskıları görenlerce,  bu havanın, bu suyun, bu toprakların gerçek sahibi Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkları tarafından, salt darbecilerden değil darbenin kaynağı olan sistem ve ideolojiden, tüm kurumlarından, tüm eklenti ve bağlantılarından sorulacağı umut ve inancı ile...

Hasan Oğuz Bilgen, 08 Nisan 2011, Bornova

İlk Haber Tarihi : 08.04.2011
Bu Haber, 10.12.2011... 1554 Kez Okundu
Son Haber Tarihi : 23.06.2011
Bu Haber, 10.12.2011... 1896 Kez Okundu
Haber Editörü : Özgür Medya
Haber Kaynağı : Özel
Yazarın Diğer Yazıları
Özgür Medya-Site İçinde-Arşiv
Haber Arşivim
Bu haberi arşivime eklemek istiyorum
Bu haberi tavsiye edin
Bu haberi arkadaşlarınıza tavsiye edin
Haberi Yorumlayın
Bu habere yapılmış bir yorum bulunmamaktadır
İlişkili Haberler
İlişkili haber bulunmamaktadır
 ++ Ozgur Medya ++
info@ozgurmedya.org
Sitede yer alan yazilar yazarlarını bağlar.
Site yönetimi sorumlu değildir.
Telif hakları yasasınca korunur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder