1980 ÖNCESİNE Mİ, 90’LI YILLARA MI DÖNELİM?
Her sıkıştıklarında bizlere ya da sokakta, durakta, pazarda
karamsar gözlerle bakınan rastgele insanımıza, TV’lerden ya da alenen seçim
alanlarında (çoğu kez parmak sallayarak) felaket tellallığına
soyunmadılar mı? Onca tanığı, belgeyi, fotoğrafı, reel verileri, toplum
ve de siyaset bilimini hiçe sayarak, hatta aşağılayarak, utanmadan manipüle
ederek… Pişkin edalarla ve insanın içine dokunarak küstahça, pespaye bir alaca
karanlık atmosferi içinden “80 öncesine mi dönmek istiyorsunuz?” diye,
bıktırıncaya, ürkütünceye, yürekleri karartıncaya sormadılar mı?
Gün geldi, devran döndü, savaş ve kaos politikalarıyla olacağı
buydu; siz memleketi çoktan 90’lı yıllara döndürdünüz… Şimdi, söz hakkı
da, “cevap hakkı” da bizde olsa gerek.
Hiçbir şey olmamış, hiçbir şey olmuyormuş gibi yapıyorlar
şimdilerde… Sanki bu ülkede 8 Haziran seçimleri olmamış gibi. Türkiye
halklarının, alın teri ve dahi emek güçlerinin hatırı sayılır bir bölümü, “Bu
AKP sultasının palası Demokles’in kılıcı gibi başlarımızın üzerinde sallanmasın,
cehalet ve nefret mimarı baş imamın padişahlığı daim olmasın” dememiş sanki!..
Aynı, sayıları ve kimlikleri sayılır insanlar, ötelenen, barajların altına
gömülmeye çalışılan HDP için ise, “Sen bu, yemişi bol, havası bol, her şeyi
unutmaya hazır, barışmayı hak eden vefalı ülkede yasal, özgür, onurlu ve örnek
bir politika yapmayı hak ediyorsun. Barajları geçebilirsin… Buyur şöyle…”
dememiş gibi sanki hiç.
Çok değil, son iki haftadır olanı biteni, puslu tuzaklarda
patlayan bombaları, silahları orantısız gücün hayata geçirildiği operasyonları,
aleni infazları, hüzünlü kalabalıklar arasından süzülüp gelen asker ve gencecik
insan cenazelerini burada yinelemek, sayıp dökmek, insanım diyenin, hala
evrensel değerlerini yitirmemiş birinin zoruna gitmesin de ne gitsin?
Zalimin iktidar hırsı ve hegemonya sarhoşluğu, günbegün bir
nebze dahi olsun eksilmeden, en korkuncu “gerideki çocuklarımızı feda ederiz”
çılgınlığı sürerken… Sahillerde paralı, yakışıklı beyefendiler, Ray-Ban gözlük
yarıştıran hanımefendiler mutlu mesut arz-ı endam eylerken, “terörü kazımak
için” ülkemin devlet eliyle yakılan ormanlarında ve de çakırdikenli
kırsallarında kırk derece sıcağın altında kaldırılmasına izin verilmeyen genç
ölülerin cenazeleri bekliyor sessiz ve sitemsiz…
Ve paramparça yüreğimde uzanmış yatıyor Suruç ölüleri…
O ölüler ki, yaşamalarına izin verilse, lime lime, unufak
olmalarının göz yumulmasa, cehennem çukuruna itilmeselerdi, sırt çantalarında
götürdükleri bebe giysileri, oyuncak ve tebeşirlerle umut çölünde barış gölüne
maya çalmayı deneyeceklerdi. Olmadı. Olamadı. Öyle bir barbarlık, öyle bir
tahammülsüzlük ki, değil Pir Sultan, Bedrettin, birer Hoca Nasrettin olmalarına
bile izin verilmedi.
Önceki gün Akçakale’de, Toma’larla gelen ellerindeki Akrep’leri
insanların gözüne sokan şakiler bir evi bastılar. Bu ev, Suruç toplu
cinayetinden hasbel kader kurtulan engelli bir vatandaşın eviydi. “Orada işin
neydi, nasıl kurtuldun, neden ölmedin?” sorularının sahibiyse, Suruç’u değil, o
cehennemden saniyelerle sağ çıkan insanı sorgulayan zihniyetti. Aynı karanlığın
cüceleri, daha birkaç gün önce “Orada neden HDP’liler yoktu?” deme gafletinde
bulunmamışlar mıydı?
O ellerden düşmeyen, okumak için sıraya girilen, iyi ki de
okuduğumuz, o kitabın yazarı Dimitrov’u, tam da burada anmamak, anımsamadan
geçmek haksızlık olur. Faşizm denilen, paranın saltanatının en kanlı, en vahşi
belası, içinden çıkılması zor girdabı böyle bir şeydir işte… Yazar çizer, aklı
işleyen işlemeyen, genç yaşlı, oradan geçen geçmeyen dinlemez; akıl mantık
aramaz.
Kimi zaman akıp giden hayatın bir yerinde ya da heyecanlı bir
romanın ilerleyen sayfalarından birinde akıl tutulmasından söz edilir.
Çoğunlukla bu sözcüğün ne anlama geldiği, akıl sağlığı ile yakından ilintili bu
olgunun ne menem bir şey olduğu basitçe ve kolaylıkla anlatılmaya çalışılır.
Dahası anlatılıyor, anlaşılıyor sanılır…
Ne kolaydır, ne süslü ne zengindir yazı dili. Ne zordur yaşamak, katlanmaya çalışmak.
Ne kolaydır, ne süslü ne zengindir yazı dili. Ne zordur yaşamak, katlanmaya çalışmak.
“Ey açlık! Seni midemde, iliklerimde, kanımın yuvarlarında
duydum.” diye bitirir Baba Evi romanını Orhan Kemal… Devam eder ve şapka
çıkartır insana:
“Ve sen, benim şefik ve rahim olan soyum, insan soyu, sen ebedi tokluğu fethedeceksin!..”
“Ve sen, benim şefik ve rahim olan soyum, insan soyu, sen ebedi tokluğu fethedeceksin!..”
Yaşasaydı ve bu dipsiz, sonu belirsiz zifiri karanlığa tanık
olsaydı üstat, açlığın yanına zulüm sözcüğünü, fethedilecek “ebedi tokluğun”
yanına, büyük insanlığın ezeli hasreti barışı ve halkların kardeşliğini de
koyacaktı eminim. Ben bunu, adımın, soyadımın her hecesini, her harfini
bildiğim gibi bilirim.
Hasan Oğuz Bilgen, 05.08.2015, Sıcakdere.
05.08.2015 acı tarihine dair son dakika notu:
O, bir Köy Enstitülü idi… Bana yeniyetme yaşımda Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sını okuttu. İyi ki de okuttu. Mustafa Fikri Bilgen'di adı... İyi ki de benim babamdı…
Ona da şapkamı çıkarayım da, dosta düşmana cesur bir mesaj olsun. Kıssadan hisse, sevene de sövene de selam olsun.
O, bir Köy Enstitülü idi… Bana yeniyetme yaşımda Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sını okuttu. İyi ki de okuttu. Mustafa Fikri Bilgen'di adı... İyi ki de benim babamdı…
Ona da şapkamı çıkarayım da, dosta düşmana cesur bir mesaj olsun. Kıssadan hisse, sevene de sövene de selam olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder