ALLENDE’YE,
CHAVEZ’E, MADURO’YA, ‘ŞANTİYE ÇAYCISI’NA DAİR BİRKAÇ SÖZ…
Hani,
hastane koğuşundaki son görüşmemizde “merak etmeye başladım senin şu Usta’nı,
tanışmak istiyorum…” dediğin, Şantiyedeki Demirci var ya… Soluğu ensemden eksik olmasa, yukarıda
adlarını yazdığım değerler üzerinden sana bir inceden gönderme yapacağım ve de
sapla samanın bilinçli olarak karıştırıldığı şu günlerde kendi kavlimce iki
çift söz edeceğim filan yoktu.
Yaklaşık iki
yıldır şantiyelerden bedenen ayrı olmama karşın, gün aşırı aramaları, soruları,
uyarıları, sıkıştırmaları sayesinde, sağ olsun hemen her gün beraberiz. Dün
akşamın bir vakti: “Maduro’ya ve onun
halkına saldırıyorlarmış, ellimizden bir şey gelmiyormuş, bir şey
yapamıyormuşuz, yapmıyormuşuz, v.b ”
mealinde verdi veriştirdi, yanıp tutuştu telefonda.
Sonra mı?
Konuştukça
duruldu. Uslu bir çocuğa döndü; aynı mahçup, aynı bilge hallerine. Sonra “haklısın” dedi… Kırılmasına oldum olası
dayanamam; elbette teşekkür ettim,
diğerlerinden farklılığı, duyarlılığı için. Yazıp paylaşırız, dedim; için ferah olsun.
Sevgili
Mehmet, Arif Usta enteresan bir adam, reis havalarındaki muktedirlerin
günahları kadar sevmeyeceği birisi.
Lafın gelişi, “soğan stokçuluğu”,
“fiyatları yükselten açgözlü marketçi fırsatçılığı” türünden laf
kalabalıklarına takılmaz da, kalkar,
yeryüzünün neresinde olduğunu dahi bilmediği bir ülkenin ümüğünün
sıkılmasına, şamar oğlanı yapılmasına içi yanar, isyan eder.
Anlatmak
istediğim, ne var ki, şu anda adını anımsayamadığım “küçük beyinler kişilerle, olağanüstü
beyinler sistemlerle uğraşır” bilimsel
saptamasını yapan bilim insanı pedagog, bizim Arif Usta gibi bir kişilikten
haberdar olsaydı nasıl karşılardı acaba? İnanıyorum
ki, öyle uzun boylu abartıp önemsemese de,
en azından bilimsel sunumlarından birinde, onu klinik bir örnek olarak
aktarırdı eminim.
. . .
Soğuk mesai
günlerinde, şantiye çalışanlarına sıcak, demli çaylar dağıtmaktan zevk aldığını
ve dahi arkadaşlarına bu hizmetten gurur duyduğunu söylediğini unutursam
yüreğim kurusun…
Futbolu ne
çok severdin… Doksan dakika top peşinde koşulan yeşil sahalarda futbolcusundan
hakemine, malzemecisinden top toplayanına, çimini sulayan emekçisine,
amigosuna, emektarına… Nasıl da sınıf penceresinden, emeğin adı sanı
anılmayanların dünyasından bakardın.
En çok hangi
emekçisini severdin? Nasıl
unuturum; tabi ki Lefter
Küçükandonyadis’i…Hani, şu futbolun
resmi ve meşru tarihinde gayrı Müslim bir Ermeni oluşundan asla ve haşa söz
edilmeyen futbol dehasını…
Ha, bir de "Boduri" lakaplı, Aleksandr Nikola Büyükvafiadis vardı... İstanbul'un -fi- tarihinde -1940'larda topun destanın yazan ve hiç hak etmediği hazin sonu, bir "memleket hastanesi"nin fakir ve yalnız koğuşlarından birinde zatülcenpten olan.
En son olarak; futbolun -alışılmışın, ezberlerin çok dışında olan- bilinçli hocasını, Metin Oktay'ı severdin. Dahası örgütlü duruşundan, futbola kirli paraların kokuşmuşluğundan, çürümüşlüğünden bakmadığı için elbette.
Ha, bir de "Boduri" lakaplı, Aleksandr Nikola Büyükvafiadis vardı... İstanbul'un -fi- tarihinde -1940'larda topun destanın yazan ve hiç hak etmediği hazin sonu, bir "memleket hastanesi"nin fakir ve yalnız koğuşlarından birinde zatülcenpten olan.
En son olarak; futbolun -alışılmışın, ezberlerin çok dışında olan- bilinçli hocasını, Metin Oktay'ı severdin. Dahası örgütlü duruşundan, futbola kirli paraların kokuşmuşluğundan, çürümüşlüğünden bakmadığı için elbette.
Şimdi bu sohbette, bu kara propaganda dünyasında, bu yalan/talan
ortamında konu futbol mu?! Ben sadece,
senin bizim ellerimizi bıraktığın 23 Ağustos 1917 gün aralığından
bakıldığında, -senin hiç dilinden
düşürmediğin deyimle- topun gelişine
göre vurmak istedim. Hepsi bu.
Diyelim ki, konu futbol. Hem de, senin de hep karşı çıktığın paranın,
sermayenin futbolu. Yani haksız futbol… Diyelim ki konu, haksız, adaletsiz
maçlardan biri… Seyircisine, taraftarına destek, tezahürat olanağı verilmeyen,
sahası çamurlu bir maç. Bunun adı bir
final maçı olsun; hani ezeli rakiplerin ölüm kalım mücadelesi dedikleri
nitelikte. Ölümcül karşılaşma da Venezuela’da olsun.
Konuk takım Amerikangücü. Bizim
Ankaragücü’nün çok çok gerilerinde ama. Siz, yine de siz olun Amerikangücü
adını komplogücü, işgalgücü olarak okuyun. Önder Maduro ve yoldaşları çok eksik
bir takımla, hayli orantısız cansiperane bir maç yapıyorlar. Tribünler ve
tribünler ötesi dünyalar sağır ve dilsiz.
Şimdilerde duyabilenlerin,
konuşabilenlerin hatırı sayılır çoğunluğu üç maymunu oynuyor.
Saha da, hava da ağır mı ağır...
Hugo’nun sevgili anavatanının, Venezuela’sının semalarında görmemenin,
duymamanın, bilmezden gelmenin kahredici hüznü olsun bir de.
Üstüne üstlük maçın hakemi Donald Trump denilen, ar damarı çatlamış ve
gemi azıya almış bir çatlak.
Ve her şey kötü olacak, kötüye gidecek değil ya:
Tribünlerde, kış ortasında bir güneş gibi doğan hiç beklenmedik bir
pankart:
1970’LERDE ŞİLİ-ALLENDE… 2010’LARDA VENEZUELA-MADURO…
Duyarlı hafızalarda dalgalanan düş zengini bu pankart, kırk yıl çok
uzun gibi bir zaman dilimine işaret ediyor gibi görünse de, aslında “Gezi Günleri”nde kendi kaçınılmaz
yazgılarına ilişkin söylemiş oldukları
“Tencere tava, hep aynı hava” amiyane tekerlemesinin gün yüzüne çıkıp,
çürük, kokuşuk, ahlaksız bir sistemi deşifre etmesinden ibarettir.
Ve…
1970’lerde
henüz yeniyetme bir devrimci olan lise öğrencisinin gözünde donan Şili
fotoğrafı, parlamentonun ve devlet
başkanlığı binalarının bombalanmaya başlamasının hemen ardından, geç de
olsa -aslında başından beri gerekli
olan- kaleşnikof silahını omuzlamış
S.Allende ve yoldaşlarının endişeli yüz ifadelerini yansıtan anın
belgesidir.
Fotoğrafın arka fonunda, sermaye mühendisliğinden başka bir şey olmayan “Kamyoncu Grevi”nin caddeler boyu uzayıp giden yalana bulaşmış ihanet araçları …
Şili’de,
parlamenter/barışçıl yollardan çözüme gidildiğinden olsa gerek, hedefe konulan
ve amaçlanan ne ölçüde gerçekleşmiştir?
Yine de, Allende’nin başarılı adaylığı arkasında durmuş olan politik
partilerin koalisyonu Unidad Popular ne yapmıştır? Neyi gerçekleştirmiştir dilimizde anılan
adıyla ‘Halk Birliği’?
- Emperyalist güçlerin ülkenin yeraltı ve yerüstü
zenginliklerinden petrole ve dolara bulaşmış ellerini çekmelerini.
Mücadelenin devamında, ulusal özkaynakların millileştirilmesini.
- Şili ülkesinde halkın özgür iradesinin ve de egemenliğinin
tesisini.
- İnsan emeğinin ve onurunun
ürettiklerini/üretkenliğini eşitçe, hakça ve adilane paylaşılmasını.
- Uzun sözün kısası, Şili halkının özgürlüğünün,
Şili ülkesinin bağımsızlığının dünya kamuoyunda kayıtsız şartsız
kabullenilmesini.
Peki, başta
kıta Amerikası’nın semalarında gemileri karşılayan, pek bi özgürlük timsali(!)
‘Mrs. Amerika’ olmak üzere uluslar arası tekelci sermaye, ezber bozan bu
değişimi hazmedip kabullendi mi? ASLA…
Öncesinde
olduğu gibi şimdilerde de:
Dünyanın hemen her coğrafyasında emperyalist yamyamların dolar ve
petrol bürümüş gözleri, vantuzladıkları ya da vantuzlamaya çalıştıkları
ülkelerin yer altı ve yerüstü zenginliklerinde. Hala ülkelerin egemenlik
haklarına salya akıtıyorlar. Ve hala hayasızca saldırıyor, taciz ediyorlar… Ne ki, madalyonun diğer yüzü de var; yalnız kendi iradelerine, haklılıklarına,
güçlerine güvenen halklar ve onların önderleri ise, bu barbarlığa direniyor. Dik duruyorlar. Ne aman diliyor, ne de el
etek öpüyorlar. Devrimin önderlerinin
izlediği sarp, engebeli, tuzak dolu yolları dikkatle geliştirmeye,
zenginleştirmeye çalışarak izliyorlar:
- Kastro adı, hızını hiç kesmeyen hırçın bir Latin rüzgarının adı… Emperyal güçlerin sömürgeciliğine, saldırganlığına inatla direnen bir sıcak rüzgar. Hala, Domuzlar Körfezi’nden dağılmış düşmana nanik yapıyor, dalgasını geçiyor. Kastro adı, on yıllarca “dikta” anlamında, “diktatörlük” adı olarak lanse edilmeye çalışıldı. Son Kastro Raul, devlet başkanlığını -halkına ve yoldaşlarına güvenip- özgür iradasi ile bırakarak, bu utanmaz ve büyük yalanı ortalık yere, gözler önüne sermiş oldu. Yıllarca “diktatör” olduğu iddia edilen Kastro adının son temsilcisi Raul’un devrimden, halkından ve sosyalizmden yana içi olabildiğince rahat. Küba’nın sınıfsız ve sınırsız bir dünyanın örneği ve önderi olabileceğine, önceki günden çok daha fazla inanıyor.
- Chavez adı da,
gücünden hiçbir şey yitirmeyen, uslanmaz ve muhalif bir başka Latin
rüzgarının adı… O da, kapitalizmin ürününden başka bir şey olmayan
bedenini sarmış kanser hücreleri ile dalgasını geçiyor, paranın
saltanatını küçümsüyor gittiği yerden.
Halkına inanıyor ve güveniyor. O da Raul gibi, özgür ve eşit bir
dünyanın var olabileceğine inanıyor.
Chavez’den
devraldığı Bolivar geleneğini sürdüren Maduro da, bu yağmacılığın,
yayılmacılığın karşısında yerini almış. Ama görünün o ki, Karayiplerin iklimi
hayli sert ve acımasız, Latin dünyasına çökmüş ABD illüzyonu epeyce vefasız.
Demirci Arif
Usta’nın sabırsızlanması, ne desen ne yapsan yerinde duramaması da bu yüzden. En çok da
haklı savaşların ortalık yerinde, her şey ayan beyan göz önündeyken, çakalların
suyu bulandırmasından ve umut tacirlerinin bulanık suda avlanmaya çalışmasından
rahatsız. Türkçesi, sırça saraydaki reisin
“Maduro’nun yanında olduğunu” belirten
açıklamasından çok ama çok rahatsız…
Doğaldır ki,
halkının derdinde, canı burnunda Maduro’nun ise bu traji-komik durumlardan, bu
talihsiz/pespaye, magazin değeri bile
olmayan mesajlardan haberi bile yok. Hasbelkader
haberi olsaydı, onca işi ve sıkışıklığı içinde eminim bizim tez canlı, sabırsız
Demirci Usta’mızı teselli eder, sıkışmış yüreğine soğuk sular serperdi:
“Dert etme
Dostum!” derdi.
“Bizler, o
güzel dünya şairinizi bilenlerdeniz. Ve dahi o güzel atlara binip, sürüp
gidenlerdeniz. Demem şudur ki, biz at
izini de, it izini de iyi biliriz. Ve
dahi asla birbirine karıştırmayız.”
. . .
Bizim
ülkemizde ise ne mi oluyor?
Yerkürenin
geri bıraktırılmış ülkelerinin yoksul ve suskun tribünlerinde, hala o
sarsıcı “1970’LERDE ŞİLİ-ALLENDE…
2010’LARDA VENEZUELA-MADURO..." pankartı dalgalanırken, bizim ülkemiz bulanık yerel seçim havasının
spekülatif sularında yelken açmış, yeni kara propagandalara ve kirli siyasete
doğru hızla, ama kontrolsüz bir biçimde yol alıyor.
Önemli Not: Bu yazının amacı, devrimin önderlerine asla bir güzelleme yapmak değildir... Bu metinde yazılmak, anlatılmak istenenler, yüreklerden geçenlerin milyonda biri bile değildir.
Önemli Not: Bu yazının amacı, devrimin önderlerine asla bir güzelleme yapmak değildir... Bu metinde yazılmak, anlatılmak istenenler, yüreklerden geçenlerin milyonda biri bile değildir.
Hasan Oğuz
BİLGEN, 08.02.2019, Dağlararası-Ekşisu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder