19 Temmuz 2014 Cumartesi

"CRAZY HORSE" AMA MAKUL YANIT



CRAZY HORSE,  AMA MAKUL YANIT…

Şantiyede işbaşı saatine beş kala… Hani, kıdem tazminatları ile ilgili toplantıda, soruları ile sendikacıları çıldırtıp çileden çıkaran, demirci Arif usta vardı ya; çay ocağında önümü kesiyor. Her zamanki gibi, yine damdan düşercesine: 

“Tamam.” diyor, anladık… Enflasyonla ilgili, işsizlikle, Torba Yasa ile ilgili soruları bildin!.. Şimdi söyle bakalım, bu memleketin yeni reis-i cumhuru kim olmalı? Kime oy vereceksin? 

Sonra, yanıtımı beklemeksizin, soluk soluğa, daha dün İstanbul’daki Crazy Horse konserinden, orada, cesur müzik ustası Neil Young’un, “Mevcut iktidarların, yani kurulu düzenlerin yanında değilim. Hiçbir zamanda olmadım. Hep halkların yanındaydım…” biçimindeki tehlikeli konuşmasından söz ediyor… "Onca atölye telaşının içinde... Pes doğrusu." demeye fırsat bile bulamadan, işbaşı zili çalıyor.
.  .  .

Kilometre taşları vardır… Bizi insanlığımızdan, en insancıl, en masumane haklarımızdan ve tabi ki uygarlıktan, aydınlıktan ne kadar uzaklaştığımızın göstergesi olan taşlar... Onlarda rakımı da görebilirsiniz; deniz seviyesinden, evrensel ve ahlaki değerlerden ne kadar yüksekte, ya da tam tersine ne kadar alçakta olduğumuzu da…

Yakın geçmişimizin, son otuz, kırk yıllık zaman diliminde, bu göstergelerden, insanlarımızın sosyal, siyasal ve travmatik kırılmalarından epeyce var. Birisi, Çorum’da, Maraş’ta, Madımak’ta toplu kıyım, Mamak’ta, Diyarbakır’da barbarca işkence, diğeri Kozlu’da, İzmir-Alaybey Tersanesi’nde, Soma’da iş cinayetleri olarak durup duruyor. Diğeri, kuşkulu asker ölümlerinin ve asker intiharlarının her birinin hemen yanında, bir başkası, tekinsiz sokaklarda, dere yataklarında yatan çocuk gelin, meçhul kadın cesetlerinin başucunda… Bir başkası, Santral/Baraj/Otoyol/Havaalanı çılgınlığına kurban giden ormanların, bitki örtüsünün ve onca börtü böceğin küllerinin içinde…      
.  .  .

Fincancı katırlarını ürküten, huysuzlaştıran konular bunlar; gözaltında yitmeler, faili meçhuller, isimsiz, kimliksiz mezarlar ve dahi taşı, yatanı olmayan toplu mezarlar… Asit kuyuları, kuytuluklardan ele gelen insan kemikleri, yanmış giysi parçaları… Her birinin şifresi de, meali de bizde saklıdır. Birilerinin övündükleri 1980 sonrası sivil(!) parlamenter demokrasi yıllarında vücut ve de cesaret bulmuştur onlarcası… Bu yüzden, Berfo Ananın hasreti, bizim en kıymetli hazinemizdir. Ahdimizdir... Sol göğsümüzün altında atan cevahirimizde korunmakta ve büyütülmektedir.  
.  .  .

TSK’nın “Eğitim Zayiatı”, “Askeri Zayiat” olarak, içini boşaltıp önemsizleştirdiği, devlet ısrarı ile üstlerini örtmeye çalıştığı kuşkulu asker ölümleri ve meçhul asker intiharları, önemli ve acıklı gündem maddelerinden birisidir aslında.

Görkemli, içi boş törenlerde, bayrağa sarılı tabutların içinde ana babalara teslim edilen her evlat, kanayan bir Türkiye gerçeği, tabuların maskesini düşüren trajik bir Türkiye hikayesidir: Ulusalcı teranenin “kırmızı” çizgileri içinde hapsolmuş “Ülkesiyle, milletiyle…” ve “Vatan sağolsun.” ezberinin dışına çıkamayan ZAK (Zorunlu Askerlik Kafası) tabusunun kışkırttığı militarizmin, kör değneği misali sürdürülen kirli savaşın ve homofobinin elbette açık ve gizli kurbanları olacaktı. Resmi tarihin dayattığı, "Meçhul Asker Anıtı"nın, biraz da böyle bir gerçek yüzü var.

Türkiye kuşkulu asker ölümlerinde ve intiharlarında, hala Avro bölgesinin ve de dünyanın ilk sıralarında, Mehter marşının cenk adımları ile ilerliyorsa, bunun bir nedeni de, toplumda, kayıplarının peşini bırakmayan “Cumartesi Anneleri”nin aktivizmine ve muhalif duruşuna benzer bir karşılığını koyamamış oluşumuzdandır.
.  .  .     

İşin istatistiğinde ve meta işlemlerinde yapıldığı üzere sayısal değerleri üzerinde duranlardan değiliz. Ortalık yerde, fütursuzca, göstere göstere işlenen, faili ve kışkırtıcısı belli kadın cinayetlerinde, dünyanın parmakla gösterilen ülkelerden birisi olduğumuzu, hadi kamuoyu olarak yeterince ezberimize yazdık diyelim de, sağır sultanlar duydu mu bilinmez.

Ya, kaza, kader sözcükleri ile, rüya yorumlanır gibi yorumlanan iş cinayetleri… Bakın, bunda açık ara ile Avrupa birincisi olduğumuz kesin. Üstelik vahşi sistem, her geçen gün kendi rekorunu yine kendisi kırmakta. Nasıl mı?  Daha önceki gün, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 2014 yılının ilk altı ayında, en az 978 işçinin iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiğini açıkladı. Yaklaşık bin kişi… Asla yanlış yazmadık ve asla yanlış duymadınız. İnan olsun, rakı balık sohbetlerinin tadını ve huzurunu kaçırmak istemezdik! Rakam budur... Aşımızı ekmeğimizi soframıza koyan, yakacağımızı, giyeceğimizi, bineceğimizi, tükettiğimizi ve dahi tüketeceğimizi bizlere, altın tepside sunan, yaptıkları hak grevi “insan sağlığı ve güvenlik” safsatasıyla ertelenen insanlarımızdan söz ediyoruz… Efendiler! Ballı ihalelerden, yeşil dolarlardan değil…

Söz sırası gelmişken; bu “yaklaşık bin kişi”, yeni ihaleler ya da “ekmek” için yola çıkan iki “reis” adayı için ne anlam ifade eder?  Mikrofon karşısında, altılı ganyan rakamlarından söz eder gibi yinelediğiniz, "kaza kurbanlarınızdan" sayılan, bu "bin kişi",  bu iki muhteremin seçim bildirgelerinin hangi satır arasında geçer, diye sormak boynumuzun borcudur.
.  .  .

Halklarının asırlar önce ve asırlardır kız alıp kız verdiği, bu yüz sürülesi canım topraklarda, ölümlerden, cinayetlerden, katliamlardan söz etmek kanıksanır oldu, alışkanlık yaptı ya artık… Son bir -bilinçli ve devlet örgütlü- cinayetle, santral çılgınlığı ile işbu kanlı örnekleri sonlandıralım dedik:

Akdeniz deniz suyunun sıcaklığındaki artışın, olası fizibilite raporunda adı geçecek olan neden ve koşulları araştırılırken, derelerimize, vadilerimize, cennet beldelerimize saldıran termik ve nükleer santrallerden yapılan sıcak su deşarjında, Türkiye’nin tüm Akdeniz ülkeleri arasında başı çektiği anlaşıldı. (CARMA Karbon İzleme Platformu ve Hollanda Delft Üniversitesi, Enipedia Projesi ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu verileri.)
.  .  .

Neyse ki, “reis” seçimi sonuçlarının, buraya kadar -bilinenin yinelenmesinden başka bir şey olmayan- sabıkalarını sıraladığımız ülkede, ola ki, Ekmeleddin seçeneği gerçekleşse bile, vesayet değişiminden geriye kalan son birkaç taşın yer değiştirmesinin dışında pek fazla bir şeyi değiştirmeyeceği ortada…

Bir başka deyişle, seçimden önceki Türkiye, seçimden sonraki Türkiye diye, değişik iki ülke olmayacak. Yine, taşeron ocağında, ölüm meleğinin kollarında son uykusuna dalan madencinin belleğindeki son görüntü, gelinlikler giyinmiş kızının, gül yanaklı utangaç hali olacak… Yine, söz dinleyen, battal ellerinin ana şalterin üzerinde olduğunun ayırtında olmayan asgari ücretli, gelecek maaş gününü olmayacak, türlü düşlerle süsleyecek… Yine Diyarbakır’ında okuduğum bir ülkenin, yolunu izini bilmediğim dağlarının, tekin olmayan bir koyağında, bir ana, yine oğlunun yeri belirsiz kemiklerini arayacak…
.  .  .

Şimdilerde, eskiden, eylül aylarında girdiğimiz “tek ders” sınavlarında olduğu gibi sıkıştırıyorlar ya insanı… Bu günlere dek, halının altına süpürülmüş, hala içimizi yakan, kuşça canımızı acıtan sorunlar çözülmüş de, ortalık sütliman ve de güllük gülistanlık olmuş gibi, soruyorlar ya insana “Ülkenin reisi kim olacak?..” ve hemen arkasından “Oyun kime?..” diye…

Yanıtım uzun, sıkıcı gelse de, canları sıksa da, smokinli resmi baloların kırmızı çizgileri içinde yaşamaya alışmış, sağ-milliyetçi-muhafazakar dar alanda güdükleşmiş kişi için hüsran olsa da. Diyorum ki, öldür Allah sağır dilsiz, kör karanlık kuyulara seslenir gibi:

Tercihi isabetli midir ya da talihsizlik midir bilemem; ekmeği simge yapan “reis” adayı, eskilerin kadayıfçı hocasının çok daha fazla okumuşuna, ağzının suyunun akmayanına ve de Avro bölgesinin normlarına uyumlu “Batı Taklidi”ne benziyor. Halklarımıza nasıl da sevdirtmeye, benimsetmeye çalışıyorlar ama; “Bakın, kaç okul bitirmiş, kaç dil biliyor, bilmem kaç ülkenin oturma organına parmak atmış.” derken… Dünyanın en ağır, en aşağılık işkencesi, yakışık almayan birisinin toplumda kabul edilmesi, onay görmesi için bin bir dereden su getiriliyor olması gerek.

“Kaç dil biliyor, kaç ülke gezmiş, kaç devlet adamı tanımış.” şifresi, “Siz kim, devlet başkanlığı kim? Siz veya sizden biri, bu ülkeyi yönetemez.” nasihatini, ince yollu bir gözdağını içermektedir. “Ekmek için Ekmeleddin.” şifresi ise “Size ancak ekmeği biz veririz. Biz olmasak açsınız.” göndermesini kapsamaktadır. (Stilist gözüyle bakıldığında da, kibar beyfendinin elindeki ekmek somununun, henüz son provası yapılmamış İngiliz kumaşından giysinin üzerinde teğellenmiş gibi durduğu söylenebilir.)

Önümüze konulan, ancak iki seçeneği olan tabldot yemeğine benzeyen “reis” seçimi de, bu güne dek hep ayak takımından sayılmış, horlanmış, ötekileştirilmiş halkların reis-i cumhur makamını kendisine değer bulması noktasında, bu ülke için can alıcı kilometre taşlarından birisidir. Bu kilometre taşında, on yıllardır bu topraklarda hasret kaldığımız kalıcı ve adil bir barışın hep birlikte, içimize sindire sindire yaşayacağımız kardeşlik günlerine ne kadar yaklaştığımız yazmaktadır.

Bizi sınıfsız ve sömürüsüz bir düzene götürmediğini biliyor olsak da, yerinde ve doğru seçenek, üzerimize biçilmeye çalışılan kefene ve korku gömleğine itiraz etmemizi kolaylaştıracak, "bir hayali olan", içinde barış ve eşitliğin, halkların kardeşliğinin ruhunu taşıyan üçüncü seçenektir.

Crazy Horse’un cesur gitaristi Neil Young’un deyişi ile, “İktidarların yanında değil halkların yanındayım. Artık birlikte olma vaktidir...”

Hasan Oğuz Bilgen, 20.07.2014, Aliağa   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder