15 Temmuz 2014 Salı

YA BENİMSİN YA KARA TOPRAĞIN

YA BENİMSİN YA KARA TOPRAĞIN...

Yazı başlığımız mademki bu kez, hazin bir melodramı çağırıştırırdurur oldu; o halde konuya, henüz üç gün önce yaşanmış gerçek bir vahşi dram örneği ile giriş yapmak yerinde olacaktı. Böylece, yazarın ilk bakışta karalar bağladığı sanısını uyandıracak konu başlığı, anlatılmak istenenle örtüşecek, unutmakla mustarip belleklerimizde küçük ama yararlı, safiyane metaforlar oluşturabilecekti.

Sapanca İl ormanında, birlikte olduğu nişanlısından kan gelmeyince, “bakire olmadığı” varsayımı ile bıçaklayıp gömen genç adam: “ Beni aldattı. Onun kız olmadığını anlayınca kendimi kaybetmişim. Kendime geldiğimde, elim yüzüm, üstüm başım kan içindeydi.” biçiminde kendince geçerli, pek de ‘gururlu’ bir mazeret üretir!..

Anlamakta zorlanmayacağımız üzere olay, tipik bir erkek egemen kültürünün bir orman kuytuluğunda hortlamasından, artık toplumda kanıksanır duruma gelmiş statüko geleneğinin klasik savunma refleksinden başka bir şey değildir.

Konunun uzmanlarına saygısızlık olarak kabul edilmesin; suç sonrası suçlunun mevcut duygu durumu, eğitim, kültür etkenleri, cüzdanla ilgili mali durumlar, etnik kimlikler ya da bölgesel mekanlar farklılık gösterse de, çok bilinmeyenli suç denkleminin değişmeyen ortak paydası, genellikle depresif kırılmanın uzun ve derin suçluluk hali, trajikomik günah çıkarma biçimi oluyor.

Bilinen neden-sonuç ilişkisinin sosyoekonomik sarmalı sonucunda ateşi yükselen, -savcılıklara verilen onca korunma istemi içeren dilekçelere karşın- önlenemeyen bu öfke ve öç alma durumunu anlarım. En azından, ilk duyuşumda anlamaya çalışmışımdır.

Ne ki, gerek eşitsiz, çağdışı yasalar, gerekse gayrı meşru ya da aleni yollar ve bizzat egemen güç devlet marifetiyle, ya da -hadi biraz hafifletelim- mevcut resmi kurumların vurdumduymazlığı, ihmali ile hayata geçen suçlar, bilumum cinayetler, toplu cinayetler de var. Normal bir nörolojik yapıya sahip birisinin dahi kimyasını ve ruh halini altüst edebilecek bu cinayetlere dair yapılacak en küçük bir yorum, birilerince “dirliği ve düzeni hedef alan bir fesatlık” olarak anlaşılabilir. Maazallah, “vatan hainliği” ile filan iştigal ettiğiniz düşünülebilir, sıradan bir savcılık talimatı ile kovuşturmaya bile uğrayabilirsiniz.

Kavgada şamar aranmaz; biz olabileceklere, başımıza gelebileceklere değil, öncelikle olanlara, gözümüzün önünde olup bitene, gözlerimize, zihinlerimize sokulana bakalım:

İnsanların, ilişkilerin, var olan yaşamların, hatta gelecekteki yaşamların meta yerine konulup, alınıp satıldığı, piyasanın dar/ticari kafasına teslim edildiği bir ülke düşünelim.

Eğitimden sağlığa, konut sorunundan sosyal güvenliğe, oradan çalışma alanlarına, işyerlerine her şey kar mantığı ile, yap, yapıştır, besle, sömür, sat sav, sakat bırak, işten at, açlığa, olmadı müebbete mahkum et ya da öldür, yok et güdüleri ile yapılıyor olsun… Burada, devlet cihazının devasa gücünü ve sihrini kullanarak, insanların adeta beyin hücrelerine, aklına ve vicdanına nüfuz eden iktidar, yukarıda sayılan fiillerin tümünü misliyle ve başarı ile uyguluyor olsun.

Ezcümle, işbu hükümranlığın topyekun Hızır paşalarının, cellatlarının, vakti zaman eriştiğinde, o derin suçluluk çukuruna yuvarlanıp, günah çıkarmak için diz çöküp gerdan kırdıklarında, Sakarya il ormanındaki, o zavallı adama dönüşeceklerine kuşkunuz olmasın. Böylesi basit bir öngörüde bulunmak için ruh bilimci ya da kriminal uzman olmaya gerek var mı, diye kendisine sormadan edemiyor insan.

Durum böyle olunca, Yeşilçam filmlerine metin olabilecek senaryoların olası replikleri, devletin yasal zırhınca korunan, resmi kimlikleri, önceki ve şimdiki makamları belli olan katillerine gelsin:

“ Ah, benim kardeşlerim… Kaç kere ikaz etmiştik. Romanlarındaki, şiirlerindeki, türkülerindeki sözlerine, üniversitelerdeki konuşmalarına dikkat etmeleri için. Kaç kere!? Sivas’ta bir araya gelip, devlete meydan okumalarına, milletle alay etmelerine de bir şey demedik; ta ki, elebaşlarının halkı tahrik edene kadar… İnançlı insanlar elbette şuurunu kaybedecekti… Kendimize geldiğimizde otel, içindekilerle birlikte küle dönmüştü. Allahtan, oradaki halka bir şey olmadı! ”
. . .

Tarihe en büyük cezaevi katliamı olarak geçen, “Hayata Dönüş, Ölüme Selam” operasyonuna dair: Toplu tutuklu katliamının baş sorumlusu, bebek yüzlü ölüm meleği, zamanın bakan eskisi, gül bebeklerimizin yüzünü kızartan utanmazlığı, pişkinliği ve de ağır abi pozlarında, kameraların karşısındadır:

“ Fazla bir şey istememiştik oysa, demir yumruğa biat etmelerinden, devletimizin müşfik elini öpmelerinden başka… Mamafih baş kaldırmayı seçtiler. Sütliman cezaevlerini uzun namlulu silah ve patlayıcı deposuna çevirdiler. Kaleşnikoflarla askerimizi rehin aldılar. Biz de insanız… Dengemizi kaybetmemiz mümkün olamaz mı? Kıssadan hisse, kendimize geldiğimizde olan olmuştu.”
. . .

Zonguldak’tan İstanbul’a uzanan örgütlü ve derin komplonun devlet silsilesi içindeki en sıradan sorumlusu, halkın huzurunda diz çöktüğünde, salya sümük şunları söyler: “ Hrant Dink, insan emeğinden, sevgisinden, onurundan yana, ileri geri yazılar yazıyor, barış ve kardeşlik gibi tehlikeli laflar ediyordu. Valiliğe çağırtıp uyardık, boyun eğmedi. Kendimi kaybetmiştim. Kendime geldiğimde, zavallının yerde yüzükoyun cansız yattığını ve bir ayakkabısının altının delik olduğunu gördüm. Perişan olmuştum… Allah sizi inandırsın ağlamaktan telef oldum.”
. . .

Sonraları, Avrupa’da çeşitli basın ödüllerine layık görülecek gazetecilere, suya sabuna dokunmadan yazmalarını, davaları AİHM’den dönecek olan seçilmişlere, fitne-fesat siyaseti, bölücülük yapmamalarını yasal yollardan, kibarca tavsiye ettik. Uğraştık, didindik, dinletemedik. Neredeyse aklımı yitirmiştim… Kendime geldiğimde her birini memleketin dört bir yanında tutuklanmış, pek bi modern cezaevlerinde yatıpdurur buldum.”
. . .

“ Kutsal Misak-ı Milli sınırlarımızda kaçakçılık yapmalarına, malı götürmelerine, bu yolla servetlerine servet katmalarına ses çıkarmadık. Netekim, onlar bizim uslu ve söz dinleyen vatandaşlarımızdı. Ama, bu gidip gelmelerinde içlerine, vatanı ve milleti bölmeye çalışan teröristleri de alınca, işin rengi değişti. Buna, insansız hava araçlarımızın yanlış istihbaratı da eklenince, iş çığırından çıktı. Elden ne gelir, moralimiz bozulmuştu bir kere.

İşin aslı, bize göre Uludere, onlara göre Roboski’ydi… Bu işte bilinçli bir kasıt, belki de dış güçlerin parmağı vardı. Gözümüzü açtığımızda, bizim köylülerimiz -çok affedersiniz- merkeplerine battaniyelere sarılı cenazelerini yüklemişlerdi bile. Ne yazık ki, bizim yapabileceğimiz bir şey kalmamıştı…”
. . .

“ Memlekette onca işsiz varken, madende iş buldukları yetmiyormuş gibi, bir de verilen maaşla geçinemediklerinden, çocuklarını okutamadıklarından yakınıyor, kışkırtıcılık yapıyorlardı. Sanki onları hiç düşünmüyormuşuz gibi, işçi sağlığı ve iş güvenliğinden, aşırı ve kontrolsüz üretimden, Soma’ya özgü olan kömürün için için yanmasından, günlerden beri bazı galerilerden genizleri yakan gazların gelmesinden, evlerde, kahvelerde, servislerde uluorta konuşuyorlardı.

Sonuçta biz de, etten sinirden yaratılmayız, bir an dikkati kaçırabiliyoruz…

Bir sabah kuş tüyü yatağımda gözümü açtığımda, şu an adını hatırlayamadığım, kara gözlüklü, badem bıyıklı ciddi bir yetkili, sadece 301 kişinin kimliğinin basına açıklandığını, ortalık yatışana kadar ortalıkta görünmemem gerektiğini kulağıma fısıldadı.”
. . .

“ Bir an toparlanır gibi olduğumda, başımızı göğe erdirecek projelerimizden biri olan, AVM’li, çılgın kule inşaatlarımızdan birinin şantiyesinde, lütufta bulunup kaçak göçek çalıştırdığımız işçiler naylon barakalarında uyurken -kendi sigara izmaritlerinden olsa gerek- çoktan yanıp kavrulmuştu.”
. . .

“ Çok çalışıp ihale peşinde koşmaktan bozulan asabım tam da düzeldi derken, cahil cühela, dikkatsiz bir operatörün, lastikleri kabak iş makinasıyla birlikte, üçüncü hava limanı alanındaki göletlerden birinin dibine boyladığı haberini aldım. İşin yoksa tekrar doktora… Tansiyon ölçtür…”
. . .

“ Tam tansiyonum düzeldi derken, kulağıma, yine bir gölet üzerinden geçen enerji nakil hattının bakımı için, şişme bot üzerinde çalışan Tedaş işçilerinin yüzme bilmedikleri için boğulduklarını, hele içlerinden birisinin saatlerce yardım isteyen çığlıkları sonucunda sulara gömüldüğünü tısladılar.”
. . .

“ Buzlu viskimden serin bir yudum almaya ramak kalmıştı ki, eşantiyon gelen dizüstü bilgisayarıma uğursuz bir e-mail geldi; tadım kaçtı… Dereleri, bitkileri, balıkları kurutacak deseler de, yine de vatana, millete, cüzdana faydalı olacak baraj şantiyelerimizden birinin, su tutan kapağının patlamasıyla, henüz sayısını bilemediğimiz amele takımı boğulup heba olmuştu. Sırtımı, halis mi halis deri koltuğa yasladığımda dahi henüz cesetleri bulunamamıştı, inan olsun.”
. . .

Onlar kendilerine geldiğinde, canım memleketimin insan manzaraları hep aynı oluyor: Yüzler gözler çamur, kömür karası… Çoğunlukla kan revan içinde, dibini paylaştıkları ölüm çukurlarında, sınıf kardeşliği içinde koyun koyuna yatan, yoksul insan bedenleri. Cellatlar kendilerine geldikçe, ortalık kan gölüne, açlık, yoksulluk, işsizlik çölüne dönmüş oluyor; cümle alem daha bir kararıyor.

Tam da burada, kitabın ve dahi kelamının tam da orta yerinde diyorum ki:
Bir kez de, biz kendimize gelsek, şöyle karşı konulmaz gibi gelen derin ve ağır uykulardan bir uyansak diyorum.

Bir kez de bizler… Şu cefakar toprakların yoksul insanları, ekenleri biçenleri, elleri tornada, hayatın şalterinde olanları, beyaz gömleklisi, mavi yakalısı, düşüneni düşünmeyeni, açlığı, işsizliği sineye çekenleri…

Bir kez olsun, şart olsun, şöyle bir kendimize gelebilsek…

Ol nedenle hiçbir yere gitmiyoruz; görülecek hesabımız var… Ne daha fazla vahşi kapitalizmin oyuncağı ve dahi kadavrası olacağız, ne de “kara toprağın” olacağız… İnancımız ötürü, bizim gidebileceğimiz başka bir dünya yok… Barbarlığın cücelerinin gideceği bir yer var ama, tarih baba onlara çöplüğünün en seçkin köşesinde, “ Baltanın ve tahta çıkrığın yanında” yerlerini ayırdı bile.
. . .

Ne kıyımlar, ne mangal yürekli isimsiz kahramanlar ve ne sahte, “Derviş”ler gördü bu topraklar… Bu gözler ne “kurtarıcı” Derviş’leri…

Şimdilerde, o, Kemal Derviş önermesi olduğu rivayet olunan, kibar İslamcının kurtarıcılığı ile pompalanıyor ortalık… “ Ekmek için ” yola çıktığını açıklayan ve seçim bildirgesine Fatiha Suresi ile başlayan, ithal reis adayı, “ Elli yedi ülkeyi yönetmenin” dayanılmaz nezaketinden ve hafifliğinden olsa gerek, siyaset üstü bulutlarda uçuruluyor şu günlerde.

İşte bu zat “ Türkiye’nin en yoksul kesimini bir basamak yukarı çıkarmak.” gibi bir mukaddes kehanette bulunmuş. Ya da, buyurmuş mu desek? 


Bir basamak!? Yanlış duymuş olmayalım?!  " Bir basamak"mı!?

Lütfen zahmet buyurmayınız; elinin dünyanın şalterinin üzerinde olduğunu bilen, ne ki kudretinden bi-haber olan er kişi lütuf istemez. Acem halılarını serdiğiniz, sırça köşklerin merdiven basamakları sizin olsun. Onlarda gözü olanın gözü çıksın.

Biz, fabrikaları, tarlaları, zaten bizim olan yeraltı, yerüstü kaynaklarını, elinizde tuttuğunuz, sömürü aracı olarak kullandığınız tüm üretim araçlarını istiyoruz.

Özcesi siyasi iktidarınızı, onun tüm araçlarını ve dahi kırıp parçalamak için, yerine yenisini, halktan, işçi sınıfından yana olanını koyabilmek için devletinizin kendisini istiyoruz…

Korumak ve kollamak için dağların ormanlarını, nehirlerin güldür güldür akan sularını… Yaşatmak için derelerin balıklarını, ovaların canımın içi bitki örtüsünü ve dahi doğada kıpır kıpır olan biten tüm börtü böceği istiyoruz…

Başka bir şeyi değil.

Hasan Oğuz Bilgen, 14.07.2014, Aliağa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder