YA BENİMSİN YA KARA TOPRAĞIN...
Yazı başlığımız mademki bu kez, hazin bir melodramı çağırıştırırdurur
oldu; o halde konuya, henüz üç gün önce yaşanmış gerçek bir vahşi dram
örneği ile giriş yapmak yerinde olacaktı. Böylece, yazarın ilk bakışta
karalar bağladığı sanısını uyandıracak konu başlığı, anlatılmak istenenle
örtüşecek, unutmakla mustarip belleklerimizde küçük ama yararlı,
safiyane metaforlar oluşturabilecekti.
Sapanca İl ormanında, birlikte olduğu nişanlısından kan gelmeyince,
“bakire olmadığı” varsayımı ile bıçaklayıp gömen genç adam: “ Beni
aldattı. Onun kız olmadığını anlayınca kendimi kaybetmişim. Kendime
geldiğimde, elim yüzüm, üstüm başım kan içindeydi.” biçiminde kendince
geçerli, pek de ‘gururlu’ bir mazeret üretir!..
Anlamakta
zorlanmayacağımız üzere olay, tipik bir erkek egemen kültürünün bir
orman kuytuluğunda hortlamasından, artık toplumda kanıksanır duruma
gelmiş statüko geleneğinin klasik savunma refleksinden başka bir şey
değildir.
Konunun uzmanlarına saygısızlık olarak kabul
edilmesin; suç sonrası suçlunun mevcut duygu durumu, eğitim, kültür
etkenleri, cüzdanla ilgili mali durumlar, etnik kimlikler ya da bölgesel
mekanlar farklılık gösterse de, çok bilinmeyenli suç denkleminin
değişmeyen ortak paydası, genellikle depresif kırılmanın uzun ve derin
suçluluk hali, trajikomik günah çıkarma biçimi oluyor.
Bilinen
neden-sonuç ilişkisinin sosyoekonomik sarmalı sonucunda ateşi yükselen,
-savcılıklara verilen onca korunma istemi içeren dilekçelere karşın-
önlenemeyen bu öfke ve öç alma durumunu anlarım. En azından, ilk
duyuşumda anlamaya çalışmışımdır.
Ne ki, gerek eşitsiz,
çağdışı yasalar, gerekse gayrı meşru ya da aleni yollar ve bizzat egemen
güç devlet marifetiyle, ya da -hadi biraz hafifletelim- mevcut resmi
kurumların vurdumduymazlığı, ihmali ile hayata geçen suçlar, bilumum
cinayetler, toplu cinayetler de var. Normal bir nörolojik yapıya sahip
birisinin dahi kimyasını ve ruh halini altüst edebilecek bu cinayetlere
dair yapılacak en küçük bir yorum, birilerince “dirliği ve düzeni hedef
alan bir fesatlık” olarak anlaşılabilir. Maazallah, “vatan hainliği” ile
filan iştigal ettiğiniz düşünülebilir, sıradan bir savcılık talimatı
ile kovuşturmaya bile uğrayabilirsiniz.
Kavgada şamar aranmaz;
biz olabileceklere, başımıza gelebileceklere değil, öncelikle olanlara,
gözümüzün önünde olup bitene, gözlerimize, zihinlerimize sokulana
bakalım:
İnsanların, ilişkilerin, var olan yaşamların, hatta
gelecekteki yaşamların meta yerine konulup, alınıp satıldığı, piyasanın
dar/ticari kafasına teslim edildiği bir ülke düşünelim.
Eğitimden sağlığa, konut sorunundan sosyal güvenliğe, oradan çalışma
alanlarına, işyerlerine her şey kar mantığı ile, yap, yapıştır, besle,
sömür, sat sav, sakat bırak, işten at, açlığa, olmadı müebbete mahkum et
ya da öldür, yok et güdüleri ile yapılıyor olsun… Burada, devlet
cihazının devasa gücünü ve sihrini kullanarak, insanların adeta beyin
hücrelerine, aklına ve vicdanına nüfuz eden iktidar, yukarıda sayılan
fiillerin tümünü misliyle ve başarı ile uyguluyor olsun.
Ezcümle, işbu hükümranlığın topyekun Hızır paşalarının, cellatlarının,
vakti zaman eriştiğinde, o derin suçluluk çukuruna yuvarlanıp, günah
çıkarmak için diz çöküp gerdan kırdıklarında, Sakarya il ormanındaki, o
zavallı adama dönüşeceklerine kuşkunuz olmasın. Böylesi basit bir
öngörüde bulunmak için ruh bilimci ya da kriminal uzman olmaya gerek var
mı, diye kendisine sormadan edemiyor insan.
Durum böyle
olunca, Yeşilçam filmlerine metin olabilecek senaryoların olası
replikleri, devletin yasal zırhınca korunan, resmi kimlikleri, önceki ve
şimdiki makamları belli olan katillerine gelsin:
“ Ah, benim
kardeşlerim… Kaç kere ikaz etmiştik. Romanlarındaki, şiirlerindeki,
türkülerindeki sözlerine, üniversitelerdeki konuşmalarına dikkat
etmeleri için. Kaç kere!? Sivas’ta bir araya gelip, devlete meydan
okumalarına, milletle alay etmelerine de bir şey demedik; ta ki,
elebaşlarının halkı tahrik edene kadar… İnançlı insanlar elbette şuurunu
kaybedecekti… Kendimize geldiğimizde otel, içindekilerle birlikte küle
dönmüştü. Allahtan, oradaki halka bir şey olmadı! ”
. . .
Tarihe en büyük cezaevi katliamı olarak geçen, “Hayata Dönüş, Ölüme
Selam” operasyonuna dair: Toplu tutuklu katliamının baş sorumlusu, bebek
yüzlü ölüm meleği, zamanın bakan eskisi, gül bebeklerimizin yüzünü
kızartan utanmazlığı, pişkinliği ve de ağır abi pozlarında, kameraların
karşısındadır:
“ Fazla bir şey istememiştik oysa, demir
yumruğa biat etmelerinden, devletimizin müşfik elini öpmelerinden başka…
Mamafih baş kaldırmayı seçtiler. Sütliman cezaevlerini uzun namlulu
silah ve patlayıcı deposuna çevirdiler. Kaleşnikoflarla askerimizi rehin
aldılar. Biz de insanız… Dengemizi kaybetmemiz mümkün olamaz mı?
Kıssadan hisse, kendimize geldiğimizde olan olmuştu.”
. . .
Zonguldak’tan İstanbul’a uzanan örgütlü ve derin komplonun devlet
silsilesi içindeki en sıradan sorumlusu, halkın huzurunda diz
çöktüğünde, salya sümük şunları söyler: “ Hrant Dink, insan emeğinden,
sevgisinden, onurundan yana, ileri geri yazılar yazıyor, barış ve
kardeşlik gibi tehlikeli laflar ediyordu. Valiliğe çağırtıp uyardık,
boyun eğmedi. Kendimi kaybetmiştim. Kendime geldiğimde, zavallının yerde
yüzükoyun cansız yattığını ve bir ayakkabısının altının delik olduğunu
gördüm. Perişan olmuştum… Allah sizi inandırsın ağlamaktan telef
oldum.”
. . .
Sonraları, Avrupa’da çeşitli basın
ödüllerine layık görülecek gazetecilere, suya sabuna dokunmadan
yazmalarını, davaları AİHM’den dönecek olan seçilmişlere, fitne-fesat
siyaseti, bölücülük yapmamalarını yasal yollardan, kibarca tavsiye
ettik. Uğraştık, didindik, dinletemedik. Neredeyse aklımı yitirmiştim…
Kendime geldiğimde her birini memleketin dört bir yanında tutuklanmış,
pek bi modern cezaevlerinde yatıpdurur buldum.”
. . .
“
Kutsal Misak-ı Milli sınırlarımızda kaçakçılık yapmalarına, malı
götürmelerine, bu yolla servetlerine servet katmalarına ses çıkarmadık.
Netekim, onlar bizim uslu ve söz dinleyen vatandaşlarımızdı. Ama, bu
gidip gelmelerinde içlerine, vatanı ve milleti bölmeye çalışan
teröristleri de alınca, işin rengi değişti. Buna, insansız hava
araçlarımızın yanlış istihbaratı da eklenince, iş çığırından çıktı.
Elden ne gelir, moralimiz bozulmuştu bir kere.
İşin aslı, bize
göre Uludere, onlara göre Roboski’ydi… Bu işte bilinçli bir kasıt,
belki de dış güçlerin parmağı vardı. Gözümüzü açtığımızda, bizim
köylülerimiz -çok affedersiniz- merkeplerine battaniyelere sarılı
cenazelerini yüklemişlerdi bile. Ne yazık ki, bizim yapabileceğimiz bir
şey kalmamıştı…”
. . .
“ Memlekette onca işsiz varken,
madende iş buldukları yetmiyormuş gibi, bir de verilen maaşla
geçinemediklerinden, çocuklarını okutamadıklarından yakınıyor,
kışkırtıcılık yapıyorlardı. Sanki onları hiç düşünmüyormuşuz gibi, işçi
sağlığı ve iş güvenliğinden, aşırı ve kontrolsüz üretimden, Soma’ya özgü
olan kömürün için için yanmasından, günlerden beri bazı galerilerden
genizleri yakan gazların gelmesinden, evlerde, kahvelerde, servislerde
uluorta konuşuyorlardı.
Sonuçta biz de, etten sinirden yaratılmayız, bir an dikkati kaçırabiliyoruz…
Bir sabah kuş tüyü yatağımda gözümü açtığımda, şu an adını
hatırlayamadığım, kara gözlüklü, badem bıyıklı ciddi bir yetkili, sadece
301 kişinin kimliğinin basına açıklandığını, ortalık yatışana kadar
ortalıkta görünmemem gerektiğini kulağıma fısıldadı.”
. . .
“ Bir an toparlanır gibi olduğumda, başımızı göğe erdirecek
projelerimizden biri olan, AVM’li, çılgın kule inşaatlarımızdan birinin
şantiyesinde, lütufta bulunup kaçak göçek çalıştırdığımız işçiler naylon
barakalarında uyurken -kendi sigara izmaritlerinden olsa gerek- çoktan
yanıp kavrulmuştu.”
. . .
“ Çok çalışıp ihale peşinde
koşmaktan bozulan asabım tam da düzeldi derken, cahil cühela, dikkatsiz
bir operatörün, lastikleri kabak iş makinasıyla birlikte, üçüncü hava
limanı alanındaki göletlerden birinin dibine boyladığı haberini aldım.
İşin yoksa tekrar doktora… Tansiyon ölçtür…”
. . .
“ Tam
tansiyonum düzeldi derken, kulağıma, yine bir gölet üzerinden geçen
enerji nakil hattının bakımı için, şişme bot üzerinde çalışan Tedaş
işçilerinin yüzme bilmedikleri için boğulduklarını, hele içlerinden
birisinin saatlerce yardım isteyen çığlıkları sonucunda sulara
gömüldüğünü tısladılar.”
. . .
“ Buzlu viskimden serin
bir yudum almaya ramak kalmıştı ki, eşantiyon gelen dizüstü
bilgisayarıma uğursuz bir e-mail geldi; tadım kaçtı… Dereleri,
bitkileri, balıkları kurutacak deseler de, yine de vatana, millete,
cüzdana faydalı olacak baraj şantiyelerimizden birinin, su tutan
kapağının patlamasıyla, henüz sayısını bilemediğimiz amele takımı
boğulup heba olmuştu. Sırtımı, halis mi halis deri koltuğa yasladığımda
dahi henüz cesetleri bulunamamıştı, inan olsun.”
. . .
Onlar kendilerine geldiğinde, canım memleketimin insan manzaraları hep
aynı oluyor: Yüzler gözler çamur, kömür karası… Çoğunlukla kan revan
içinde, dibini paylaştıkları ölüm çukurlarında, sınıf kardeşliği içinde
koyun koyuna yatan, yoksul insan bedenleri. Cellatlar kendilerine
geldikçe, ortalık kan gölüne, açlık, yoksulluk, işsizlik çölüne dönmüş
oluyor; cümle alem daha bir kararıyor.
Tam da burada, kitabın ve dahi kelamının tam da orta yerinde diyorum ki:
Bir kez de, biz kendimize gelsek, şöyle karşı konulmaz gibi gelen derin ve ağır uykulardan bir uyansak diyorum.
Bir kez de bizler… Şu cefakar toprakların yoksul insanları, ekenleri
biçenleri, elleri tornada, hayatın şalterinde olanları, beyaz
gömleklisi, mavi yakalısı, düşüneni düşünmeyeni, açlığı, işsizliği
sineye çekenleri…
Bir kez olsun, şart olsun, şöyle bir kendimize gelebilsek…
Ol nedenle hiçbir yere gitmiyoruz; görülecek hesabımız var… Ne daha
fazla vahşi kapitalizmin oyuncağı ve dahi kadavrası olacağız, ne de
“kara toprağın” olacağız… İnancımız ötürü, bizim gidebileceğimiz başka
bir dünya yok… Barbarlığın cücelerinin gideceği bir yer var ama, tarih
baba onlara çöplüğünün en seçkin köşesinde, “ Baltanın ve tahta çıkrığın
yanında” yerlerini ayırdı bile.
. . .
Ne kıyımlar, ne
mangal yürekli isimsiz kahramanlar ve ne sahte, “Derviş”ler gördü bu
topraklar… Bu gözler ne “kurtarıcı” Derviş’leri…
Şimdilerde,
o, Kemal Derviş önermesi olduğu rivayet olunan, kibar İslamcının
kurtarıcılığı ile pompalanıyor ortalık… “ Ekmek için ” yola çıktığını
açıklayan ve seçim bildirgesine Fatiha Suresi ile başlayan, ithal reis
adayı, “ Elli yedi ülkeyi yönetmenin” dayanılmaz nezaketinden ve
hafifliğinden olsa gerek, siyaset üstü bulutlarda uçuruluyor şu
günlerde.
İşte bu zat “ Türkiye’nin en yoksul kesimini bir
basamak yukarı çıkarmak.” gibi bir mukaddes kehanette bulunmuş. Ya da,
buyurmuş mu desek?
Bir basamak!? Yanlış duymuş olmayalım?! " Bir basamak"mı!?
Lütfen zahmet buyurmayınız; elinin dünyanın şalterinin üzerinde
olduğunu bilen, ne ki kudretinden bi-haber olan er kişi lütuf istemez.
Acem halılarını serdiğiniz, sırça köşklerin merdiven basamakları sizin
olsun. Onlarda gözü olanın gözü çıksın.
Biz, fabrikaları,
tarlaları, zaten bizim olan yeraltı, yerüstü kaynaklarını, elinizde
tuttuğunuz, sömürü aracı olarak kullandığınız tüm üretim araçlarını
istiyoruz.
Özcesi siyasi iktidarınızı, onun tüm araçlarını ve
dahi kırıp parçalamak için, yerine yenisini, halktan, işçi sınıfından
yana olanını koyabilmek için devletinizin kendisini istiyoruz…
Korumak ve kollamak için dağların ormanlarını, nehirlerin güldür güldür
akan sularını… Yaşatmak için derelerin balıklarını, ovaların canımın içi
bitki örtüsünü ve dahi doğada kıpır kıpır olan biten tüm börtü böceği
istiyoruz…
Başka bir şeyi değil.
Hasan Oğuz Bilgen, 14.07.2014, Aliağa
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder